Giriş
Nietzsche tanrının ölümünü ilan ettiğinde şöyle bir şerh düşme ihtiyacı hissetmiştir; “Tanrının ölümünü büyük bir vazgeçiş ve kendi kendimize karşı ve sürekli bir yengi durumuna getiremezsek bu yitirilişin acısını çekeriz”[1] Tanrının yerine ikame edilmek istenen insanın, özgürlüğüne ulaşmaması ayrı bir konu, bunun ne kadar mümkün olabileceği tartışmalıdır. Foucault’un insanın ölümünü ilan etmesi, Nietzsche’nin kehanetinin sağlamlığını gösterir. İnsan bu kaybı pahalıya ödedi ve bugünün bozulmasıyla modern devlet tarafından Sisifosvari bir şekilde anlamsızlık cezasına çarptırıldı. Günümüz medya uygarlığı bu dünyanın varabileceği en uç noktadır. Ve insanlığın acısı, hakikatten bu denli kopuk bir simülasyon evrenine ayak basmasıdır. Tarihsel toplumun, din, gelenek, kültür, inanç ve ahlaki değerlerinden yoksun ve aşkın hiçbir sabitesi bulunmayan modern insan sanıldığının aksine özgür değildir, o özgür olduğu yanılsamasına sahiptir. Modern insan bu yanılsamayla kendini her tür kölelik nesneleşme, metalaşma ve kendini bir ürün olarak pazarlamaya açık tutar. Nietzsche’nin kendi kendisinin dayanağı olan ‘üstinsanı’ modern bilgi yapısının hakim olduğu bir dünyada zaten gerçekleşmeyecek bir projeydi. Modern bilgi yapısı bir amaçtan yoksun, yaşama ilkelere göre biçimlenmeyen, pragmatist, arzu makinesi, yaşamı sanal yaşayan ve böylece gerçeklikten kopan bireyle sonuçlanmak zorundaydı. Bugün dağılan toplumsallığın sebebini de her şeyin sanal ve medyatikleşmesini de burada görmek lazım. Modernite’nin çokça övdüğü özne “küçük düşmüş bir nesnedir”[2] artık. Sorulacak soru da tam da burada açığa çıkıyor; insan nasıl oldu da bir gerçeklik olmaktan çıkıp kendi yaşamlarına dair kontrol ve iradeyi yitirdiler ve gösterinin bir unsuru haline geldiler. Bu yazıda özgürleşme serüveni yeni kölelik biçimleriyle ve hakikat arayışı sanallıkla sonuçlanan modern insan günümüzde aldığı biçimleri irdelemeye çalışacağız.
Hümanizmin Doğuşu
Doğu bilgeliğinin ve maneviyatının ulaştığı bir hakikat olan “Enel hak” ile bilimin bir keşfi olan hümanizmin insanı aynı şey değildir. Hallac kendini tanrının yerine koymuyordu, varlık ötesi bir vücuda geçip temelinde aşk olan his ve tutkulardan arınmış bir üst basamağı ifade ediyordu. Modern öncesi dönemde insan varlığı belli bir kutsallığın ürünüydü. Bu kutsallık evrensel bir varoluşun parçası kılarak varlığına dair bir anlam oluşturuyordu. İnsan tüm varlık bileşimiyle bu dünyanın ürünü olduğu kadar metafizik özellikleriyle bir o kadar da başka manevi bir dünyanın varlığıydı. İnsana dair ilkeler, onun kimliğini oluşturan ve bu hayattaki gayesini inşa eden gerçeklik bu manevi dünyanın belirleyiciliğindendir. Bu anlamda insanı, gelenek, ahlak, inanç ve kurumsal toplumun bütünlediği bir fenomen olarak görmek mümkündür.
16. yüzyılla birlikte hümanizmle gerçekleşen seküler kopuş insanı da bu metafizik temellerinin inkarından başka bir şey değildir. En yakın haliyle “kozmosun merkezinden tanrıyı çekip yerine insanı koyan hümanizm bunun izdüşümü olarak evrensel mahiyetteki intellectin yerine bireysel beşeri akıl olan rasyonaliteyi yerleştirmiştir.”[3] Bunun anlamı açıktır aslında; evrensel bir gerçekliğin kutsal giysilerinden soyunan insanın ontolojik özelliklerini kaybetmesi olgu ve değer olarak ayrışıp dünyanın maddiliğine gömülmesidir. İnsanın asli gerçekliğinden bu ilk kopuş sanal ve her tür spekülasyonun konusu olan modern insanın temellerini atmıştır. Rene Guenon bu salt düşünce ve akla indirgenmiş insanın temel özelliklerini saptıyor; modern insan bireycidir, yararcıdır, ilerlemecidir ve tüm bunlardan dolayı kendine yabancıdır. Bu temel özellikler hümanist insanın kendini tüm varlık ötesi metafizikten soyutlayıp yalnızlaşmanın hem sebebi he sonucudur. Seyyid Hüseyin Nasr’a göre modern insan kurgusunu daha çarpıcı bir biçimde ortaya koyar. Nasr’a göre modern insan bu dünyada kendini evinde hisseder, yeryüzünü bakir bir doğa olarak değil kendisinin yarattığı sunni bir dünya olarak düşünür. “Böyle bir insan, hayatı içinde gezinebileceği ve isteğine göre alacağı şeyleri seçmede özgür olduğu bir Pazar yeri gibi düşünür. Kutsallık düşüncesini kaybetmiş olmakla bu insan geçiciliğin ve süreksizliğin içinde boğulmuş ve özgürlük diye düşündüğü şeye teslim olarak kendi aşağı doğasının bir kölesi olmuştur.”[4]
Bu insan bireycidir. Dini, ahlaki, toplumsal akıl üstü bir değeri kabul etmez. Modern dönemin başlangıcında Descartes’ın cogitosuyla bu epistemolojik kopma insan aklını en üst değer olarak onaylıyordu. Gerçeklik ve hakikatin tek ölçüsünü düşünen insanın aklıydı. Bu akıl herhangi bir ilkeye dayanmayan “ben”i inşa ederek özneyi tek hakikat olarak sunarken bu insanı kuşatan tüm bir evreni simüle ederek nesneleştiriyordu. M. Horkeimmer bu öznenin dinin hakim olduğu dönemden daha özgür olduğunu ancak her tür birey üstü gücün ve iktidarcı suistimaline açık olduğunu saptıyor. Bireycilik yararcılıkla gelişen bir kavramdı. Yarar herşeyin ölçütü olarak modern felsefe tarafından onaylandığında bu yararın öznesi yine bireydi. İnsan, yararının peşinde koşan bir varlıktı nihayetinde ve bencil bir doğa tarafından koşullanmıştı. O halde akla uygun olan yegane hakikat insanın kendi yararının, tatmininin peşinden koşmasıydı. Spinoza bunu şöyle ortaya koyuyor: “Aklın ilkesi insanın kendi kazancını ve kendine yararlı olan şeyi araştırmasıdır. Akıl tabiata aykırı bir şeyler istemez. Ahlakın temeli insanın kendi varlığını korumak için yaptığı çabadan başka bir şey değildir.”[5] Felsefi düzeyde insan etkinliğinin temeline birey ve onun yararı, faydası koyulmuş oluyor böylece. Bunun gerçekleşmesinin önündeki engeller gelenek ve tarihsel toplumun kendisidir. Bundan dolayı modern insan tarihten koparak ilerlemelidir. İnsanın tür olarak ilerlemesi kendisinden öncekinin reddini öncelemek zorundadır. Zira insan yaratmak, bu biçimiyle tanrısal bir kimlik kazanmak için eskiyle olan bağı koparmak durumundaydı. Eski hakikatin önünde beliren Putlar’dı. Böylece insanın yararla sorumluluk ve ahlaki olandan kopuşuna tarihsel toplumdan da kopuşu eklenerek ontolojik yitime yeni bir halka ekliyor. Bu biçimiyle Hümanizm, insandan bireye bir düşey harekettir. Daryuş Şayegan’ın yerinde tanımlamasıyla bu düşey, sezgiden tekniğine tüzel biçimlerden mekanik kavramlara, ruhsal özden bedensel güdülere bir düşüştür. Tanrının yerine ikame edilen modern özne Rene Guenon’e göre, geleneksel özneye oranla maddi olarak ilerlemiş ancak entelektüel olarak gerilemiştir. Zira Guenon’a göre modern insanın dünyayı kavrayışı rasyonel akılla sınırlıdır.
Hümanizmin tarif ettiği, aydınlanmanın ve ardı sıra modern devletin sahneye çıkardığı insan böylece simülasyon evrenine ilk adımı atar. Zira tarihsel ve toplumsal olarak böyle bir fenomen yoktur, insanın gerçeklikle olan ilk kopuşu bu sahte özne ne özgürlük zannıyla olmuştur. Modern devlete de kaynaklık eden büyük anlatılarla bu yarık dahada açılır.
Modern Devlet ve Vatandaşın Doğuşu
Hümanizmin felsefik düzeyde onayladığı bireyin, modern devlet, sivil toplum ve piyasa düzeniyle varlık haline gelmesini Fransız Devrimi sonrası süreçte görüyoruz. Hegel tinin kendini tanıdığını, özgürleştiği ve tanrısallaştığını Napolyon şahsında ifadeye kavuşturuyordu. Birey, ulus ve vatandaş kimliğiyle tüm kölelik zincirlerinden boşanmıştı böylece. Gerçekliğin böyle olmadığını kimseye söz geçiremese de Nietzsche ortaya koyuyordu. Yeni ulus ve vatandaşın sözde özgürlük ve haklarıyla simüle edildiğini, o büyük yanılgı çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyordu. “Herkesin ağır ağır intihar ettiği hayat dediği yerdir devlet.”[6]
Modern devlet kurumlaşmaya başladığı anda bugünün yaygın sanal gerçeklik uygulamalarının rengine bürünür. Haklar sözleşmesiyle birey bin yıllardır ait olduğu toplumsallıktan koparıldı ve devlete ait kılındı. Hukukun gelişimi ve vatandaşlığın kurumsallaşması hak eksenli bir birey fenomenini doğurdu. Devlet toplumsal insanın sorumluluklarını mekanik ve işlevsel olarak üstlenerek insanın ahlaki yapısını daraltarak sınırlamıştır. Her şeyi kontrol edip düzenleyen burjuvazinin bir ürünü olan yasa insana dair tüm maddi ve manevi üretimi devlette tekelleştirdi. İnsanın rolü yeni piyasa ve sanayi dünyasında işlevseldi. Haklarla yaşamı kutsal sayılan bu insanın ölümü de yasaya bağlıydı. Yasa insan yaşamını koruyan ve ona son verme yetkisinde olan tek güçtür. Modern devletin birey karşısındaki tutumu daima şu olmuştur; o insana dair yasayı koyan, normu belirleyen, yaşama ve ölüme karar veren yeni tanrısallıktır. Modern devlet yarattığı özneler, imajlar, söylem ve davranış biçimleriyle yaşamı da üreten bir bio-iktidardır. Bu noktada vatandaş kendi kendini yaratan bir varlık değil tüm maddi ve manevi gerçekliğiyle hümanizmin temelsizleştirdiği insanın modern devlet eliyle yaratılan bir fenomendir. Kapitalist piyasa düzenine göre oluşturulmuş bir kitlenin örneğidir. Onun özne olarak niteliği üretmek ve tüketmektir. Bu özelliğiyle modern devlet ve iktidarın nesnesi haline gelirler.
Modern devlet sınırları içerisinde her şeyin bireysel olduğu ve bireysel yararın tatmininin tüm yaşam etkinliğinin ana perspektifi olduğu bir dünya gerçeklik algısının, hakikatin yitirildiği bir dünyadır. Modern devlet sınırları içerisinde yaşayan birey tarihsel toplum ve gelenekten koparak kurgusal bir yaşam içine hapsedilir. Birey daha doğduğu andan itibaren kayıt altına alınır. Zorunlu eğitime tabi tutulur, nasıl bir insan olacağı, ne tür değerlere ve kimliğe sahip olacağı kültürel olarak üretilir. Modern devletin bir üyesi olarak bir takım haklarla donatılır. Evlilik ve boşanmaların dahi modern devletin iznine bağlı olduğu modern yaşam, disipline edici, cezalandırıcı ve kontrol edici mekanizmalarla sürekli desteklenir. Bireyin üzerindeki kontrol ve üretimin nihai amacı insanı piyasa düzeninin bir unsuru haline getirmektedir. Tüm bir ulusun müşterileşmesi söz konusudur. Ulus-devlet, insanı bireysel hak ve özgürlüklerin tanındığı, modern demokrasilerle desteklenmiş bir simülasyonun içine alınır. Simülasyonun temel nirengi noktası özgürlük zannı olurken, modern devlet tüm bir toplumu hapishaneye alır. “Devlet insanı kendinden çalar.”[7]
Uyumsuz Dünya
Bir özgürlük yanılsaması üzerine kurulu modern insanın anlam problemleri çok geçmeden gün yüzüne çıktı. Modern zamanlar, ilerleme, büyük anlatılar, ulusların zenginliği hepsinin büyük bir cinayet modernitesinin üretiminden başka bir şey olamadığını 1. ve 2. Dünya savaşları kanıtladı. Sanayi toplumunun yarattığı büyük yoksulluk, milyonları bulan kitlesel ölümler faşizm, soykırım kampları “yeryüzüne inen tanrının marifetiydi. Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” “yaşam yaşanmıyor”[8] dediği zamanlar insanın büyük bir varoluş krizi yaşadığı zamanlardır. Krizin kaynağında ahlaki ve politik doğasından koparılıp sahte kimlikler, haklar ve özgürlük ütopyalarıyla aldatılan insanın ve ulusal toplumların bunalımıydı. Bu varoluş bunalımını hiçbir felsefe Albert Camus “saçma” diğer adıyla “uyumsuz” felsefesi kadar iyi izah edemez. Uyumsuz felsefesi, hümanizmden beri doğadan koparılan insanın dünyayla girdiği uyumsuzluğu anlatılır. Hakikatle bağını yitirmiş, dünyayı, hayatı rasyonel olarak algılayan insanın sorularına dünya artık sessiz kalır. “Kötü nedenlerle açıklanabilen bir dünyaya bildik bir dünyadır. Buna karşın birden bire düşlerden ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur. Yitirilmiş bir yurdun anısından ya da anısından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun olduğu için bu sürgünlük çaresizliktir”[9] dünyayı ruhsuz analitik bir akılla kavrayan insanla hayata tutkuyla bağlı, insanın karşılaşmasından doğar bu saçmalık, uyumsuzluk. Modern insanın özgürlük yanılsamasından uyandığı dünya, aslanlarla insanların karşı karşıya getirildiği roma arenalarını hatırlatır.
Çelişki insanın içindedir artık, doğruyla yanlışın, amaçla aracı, gerçekle yanılsamayı birbirine karıştıran ve bu yarıkta çırpınan insan artık kendine de yabancıdır. Saçma ve anlamsızlık Camus’a göre tek tek dünyada ya da insanda değil, bu ikisinin karşılaşmalarındadır. Doğayı alt etmek için bilme ve güç istenciyle dolu modern insanın metafizik krizidir bu karşılaşmadan doğan anlamsızlık. İnsan ya bu krizi metafizik bir sıçramayla aşacak ya da daha da ayağa düşüp gösterinin bir unsuru, parçası haline gelecektir. Modern zaman ve devlet sınırlarında insan kendisi dışında her şeyi yaşar ve var olur da bir tek kendisi olamaz. Var olmak ile kim olmak arasındaki kapanmaz yaradır anlamsızlık. İnsanın bu anlam probleminin en temel sebebi ahlaki-politik toplumdan yaşanan kopuş ve bununla birlikte tüm yaşamın toplum dışı, devleti gibi aşkın aygıtlarla belirlenmesidir. İnsanın düşünsel dünyasıyla eylemi birbirinden kopmuştur. İnsan kendi bilincinin dışında bir yaşam yaşar ve anlam problemi de buradan doğarak moderniteyle sıkı bir maddi ve zihni etkileşim içine girmiş insanın ne eski kodlarına dönme gücü ne de moderniteyi reddetme cesareti vardır. Entelektüel kapasitesi de alternatif bir yaşam yaşamasına izin vermemektedir. Modernite’nin insan yaşamını kuşattığı bu “demir kafes” anlam problemini daha da yoğunlaştırarak insanı bir gösteri unsuru haline getirmiş simüle edilmiş bir hayat gerçekliği yaratarak gerçekle sanalı ayırt edilemez noktaya gelmiştir.
Gösteri Toplumu ve Simüle Edilmiş Hayat
Guy Debord gösteri toplumu adlı eserinin 9.tezinde Hegel’in aforizmasını tersine çevirerek medyatik uygarlığı şöyle tanımlamıştı: “Gerçek, anlamda altüst olmuş dünyada doğru bir yanlışlık anıdır.”[10] Hegel’in dünya “kafa üzerinde duruyor” deyişini hatırlar gibi modern toplum anlam problemleriyle baş edemeyip kendini tümden yalanın kucağına atmıştır. Gösteri ve medyatik uygarlıkla toplumun anlamsal ve yapısal çözülüşü ve yerine her tür sahteliğin temsil ve imajların hakim olması bilimciliğin aydınlanmanın ve pozitivizmin ne denli başarılı olduğunu gösterir. Hümanizm, modern devlet ve piyasanın inşa edip kurduğu dünya altüst olmuş bir dünyadır ve doğru adına yaşanan her ne varsa yanlıştır. Felsefik bir duruşa sahip olmayan ve anlam problemine güç getiremeyen insanın teslimiyetinden başka bir şey değildir gösteri toplumu. Gösteriyi mevcut üretim tarzının bir sonucu olarak gören Guy Debord tüketimin alıcısı olarak insanın yaşam tarzı olarak görür. Gösteri mevcut piyasa düzeninde pasif tüketiciler haline gelmiş, kendi hayatları üzerindeki kontrolü kaybetmiş birey ve onun toplumsal ilişkilerini tanımlar. Aslında burada toplumun varlığından bahsetmek de tam olarak yerini bulmayacaktır. Zira gösterinin bir unsuru olan insan toplumun değil piyasa düzeninin bir fonksiyonu olarak işlev görür. Gösteri her şeyin üretime endeksli olarak örgütlenmesi ve üretilmesidir. Guy Debord bu ilişkiyi şöyle tanımlar: “Gösteri metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeyi başardığı andır. Görülebilir olan sadece metayla kurulan ilişki olmakla kalmaz ondan başka bir şey de görülmez. Görülen dünya metanın dünyasıdır.”[11] Kapitalist modernite kurduğu söylem gücü, bilimi, medya, reklam ve imajlar toplamıyla ideolojik kültürel bir hegemonya oluşturur. Tüm topluma hitap eden kültürü endüstrileştirerek ve metalaştırarak sunar ve sahtelik üzerine bir metafizik inşa eder. Her şey arzu makinesi haline getirilen insanın güdülerinin tatmininin bir aracı haline getirilir. Her şeyin değerden ayrıştığı tüketimin olgusallığına hapsolduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Seks, spor, sanat bu gösterinin başta gelen araçlarıdır. Ancak neyin arzu edileceği bizzat kültür endüstrisinin medya ve reklamla oluşturulur, yaratılır. Kapitalist modernite sermayenin merkezinde olduğu bir sahne kurmuştur. İnsanlar da bu sahnenin içinde yer alan ancak rolleri önceden belirlenmiş bir gösterinin parçasıdır. Gösteri, toplumun toplum olmaktan çıkması güdüsel ve biyolojik sınırlarda bir yaşam akışının söylemde ve eylemde hakim olmasıdır. Gösteride modernitenin övgüye değer gördüğü tek fenomen olan öznenin ölümünü görmek mümkündür.
Jean Baudrillard medya ve bilişim teknolojilerinin yaygınlık kazandığı seksenlerde kaleme aldığı Simülakrlar ve Simülasyon adlı eseriyle gösteri ötesi bir durumu tanımlar. Artık gerçek olmayan bir şeyin gerçekleşmiş gibi gösterildiği ve öyle algılandığı bir dönemin başlangıcıdır simülakr. Günümüzün yaygın sosyal medya iletişim ağlarıyla daha da farklı ve ileri bir boyuta taşınan simülakr 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde yaşama da ışık tutmaktadır. Gösteri toplumunda Guy Debord “dolaysızca yaşanmış her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşır”[12] diyordu. Simülarkda gelişen teknoloji ve medya iletişim ağlarıyla temsilin ötesine geçen gerçek olmayan yeni bir gerçeğin üretimini ve gerçekmiş gibi deneyimlendiği bir durum söz konusudur. J.Baudrillard bunu şöyle tanımlanmaktadır: “Burada bir taklit suret ya da parodiden değil asli yerine göstergeleri konulmuş bir gerçek bir başka değilse her türlü gerçek süreç yerine işlemsel ikimizi koyan bir caydırma olayından söz ediyoruz. Gerçeğin tüm göstergelerin sahip, gerçeğin tüm aşamaların kısa devre yaptıran kusursuz, programlanabilen göstergeleri kanserli hücreler gibi dört bir yana savuran bir makine.”[13] Simülark’da gerçek ile gerçek olmayan yer değiştirir ve gerçek yerini üretilmiş hipergerçeklik bırakarak kaybolur. Sanal gerçeklik makinaları olan medya televizyon, sinema, bilimkurgu gibi araçlar seksenler sonrası dönemin toplumsal algısı oluşturma ve yönetmede kilit roller üstlendiler. Gerçekte hiç olmayan ya da var olanın bir simülasyonun oluşturularak topluma sunulduğu ve tüm insanlar tarafından öyle kabul edildiği bir sanal gerçeklik çağının başlangıcıdır simülark. Büyük markaların reklamları hiç de gerçek olmayan birer gerçek ürünler yaratırlar. Bir tüketim nesnesi ile simülarkın onu sunuşu arasında bir ayrışma vardır. Böylece satın alınan şey nesnenin kendisi değil onun etrafında yaratılan gerçekliktir. Simüle edilerek insanlarda ihtiyaç olmayan bir şey ihtiyaçmış gibi gösterilir. Yaşam modellemeleri oluşturulur, imajlar yaratılır. Bu durum toplumun ekonomiden politikaya, sosyal kültürel ve çalışma hayatına bireylerin yaşam tarzına değin bir yeniden özne inşa etmesini de kendisiyle birlikte getirir. Gerçekte yaşanan bir savaşla televizyonda işlenen, sinemada simülasyonu oluşturulan savaş aynı değildir. Toplumda gerçek olarak kabul edilen gerçekliğin yerini alan gerçekliktir. Yaşamın bu tarzda medya ve bilişim teknolojileriyle simüle edilmesi biyoiktidarın vardığı aşama ve toplum üretim, kontrol yeteneğini gösterir. Ulus devlet eğitiminin metafiziğinin yarattığı milliyetçilik, tarih kurgusu ve vatandaş zihniyetinin ötesinde ve çok daha etkili bir dispozitif araçtır simülasyon ve medya. Simülasyon 21. Yüzyılın bu ilk çeyreğinde çok daha ileri bir aşamaya taşınmış yapay zeka bilişim teknolojileri, sanal medya uygulamalarıyla çok daha etkili biçimde uygulanır olmuştur.
Sanal Yaşam Çağına Giriş
Hümanizmle başlayan insanın evrenden kopuş ve rasyonel akılla sınırlı hakikat inşaları bugün arttırılmış, gerçeklik olarak gerçek yaşamın dışında sanal bir yaşam deneyimi sunan Metaverse, insanın arttırımı olarak transhümanist çağıyla yeni bir aşamaya girmiş bulunmaktadır. Buna yaşamı kuşatan milyarca insanın dahil olduğu çevrimiçi sosyal medya ağlarını, Facebook, X, İnstagram, TikTok gibi platformları, yapay zeka, Google, Cchatcpt gibi uygulamaları dahil ettiğimizde yeni bir insanlık durumuyla karşı karşıya bulunuyoruz. 21. Yüzyılın bu ilk çeyreğinde teknolojik devrimlerin ardı arkası gelmezken, toplumda tıpkı 19. Yüzyılın başlarındaki sanayi devriminin gelişim sürecinde olduğu gibi hızla değişmekte çözülüp yeniden oluşmaktadır. Şuan karşı karşıya olduğumuz şey modernliğin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak düzeyde yapısal bir değişimdir. Belki de post modernite kavramının ilk defa yerinde kullanılabileceği bir zaman söz konusudur.
Hakikat yitimi ve gerçeklik algısındaki kayma ne modern batı aklının araçsallaşması, ne modern devletin vatandaş ve ulus inşaları ne piyasa ve düzenin gösteri unsuru haline gelmesi ne de simülakr ile karşılaştırılabilir. Gerçek yaşamın sanal yaşamın hizmetine sokulduğu ve ona eklendiği, entegre edildiği, bunun yanında gerçek hayatta hiç olamayan, yeni deneyimlere açık olunduğu bir yaşamın yeniden üretimi süreci var karşımızda. Yapay zeka teknolojileri ve sanal gerçeklik simülasyonları yeni bir doğa yaratımıdır. Birinci doğadan moderniteyle kopan insan içinden geçtiğimiz ve oluşum halinde olan çağda da ikinci doğa olan toplumdan koparak her iki doğanın ötesinde yeni bir doğa inşası gerçekleştirmektedir. İnsan artık transhümanizmle tanrının ya da doğanın yarattığı insanı aşmak istemekte, tıbbi genetik müdahalelerde insanın evrimini hızlandırıp yeteneklerini arttırarak biyolojik ve zekai bir üst insan yaratmayı amaçlamaktadır. Tanrının yarattığı insanın ötesine geçilerek tanrıyla birlikte insan da aşılmaktadır. Sadece insan doğası aşılmıyor insanın yaşadığı evrende sanal gerçeklikte aşılıyor. Hümanizmle başlayan insan merkezli evren anlayışı sanal gerçeklikle fiziki olarak da imkan dahiline giriyor. Metavers’ün tanımsız bir dünya olarak tanımlanması tesadüfü değildir bu noktada.
Transhümanist devrim, sanal ve medyatik yaşam bugün eşgüdüm halinde gelişim katediyor. İkisinin ilişkisi hümanizmle modern devlet arasındaki ilişkiye benzemektedir.
“Teknolojinin vücutta içselleştirilmesini savunan transhümanizm insan potansiyelini mümkün olanın ötesine taşırmadır.”[14] Önümüzdeki elli yıla damgasını vuracak olan teknolojik gelişimlerin altyapısını hazırlayan transhümanist devrim 2012 yılında Max More ve arkadaşları tarafından yayınlanan manifesto transhümanizmin temel amacını şöyle açıklıyor: “Morfolojik özgürlüğü, bedenimizi, bilişsel yeteneklerimizi, duygularımızı modifiye etme ve yükseltme hakkını savunuyoruz. Bu özgürlük ömrü yatan teknolojileri kullanma kullanmama hakkını, bedeni dondurarak saklama, zihni başka ortamlara yükleme veya başka araçlarla kendini saklama, zihni başka ortamlara yükleme veya başka araçlarla kendini muhafaza etmeyi ve gelecekte başka modifikasyonlar ve yükseltmeleri seçebilmeyi içerir.”[15] Kısacası insanı akıl, yetenek, duygu ve biçimsel olarak mükemmelleştirmeyi, ömrü uzatmayı amaçlayan transhümanizm, böylece acılara ve insanlık dramına son verirken ölümsüzlükle kurtuluş ideolojilerini de tarihin derinliklerine gömecek. Şimdiden yeni bir özgürlük vaadi olarak kendini pazarlayan transhümanizm, hümanizmin kendine yabancılaştırdığı insanı ortadan kaldırmakta aşmaktadır. Yarı insan yarı robot olarak transhümanist yeni bir tür olarak çıkar karşımıza ve böylece insan, hayvanla transhümanist arasında bir tür olarak kalır. Mevcut gelişmeler gösteriyor ki hümanizmin yaraladığı toplum transhümanizmle aşılacak ya da metaverse, sanal platformlarda görüldüğü gibi yeni hiper gerçek toplumlara doğru evrilecek. Tüm bu ihtimaller bilgi bilişim, genetik mühendislik ve yapay zekanın devrimsel bir gelişim kazandığı çağımızda olası ve tartışılan hususlar. Transhümanizm ve arttırılmış gerçeklik çağında toplum artık gelişmemiş insan türünün kolektif bir formu olarak sorgulacak.
Transhümanizm, insanı medya, sanal platformlar ve gelişim aşamasında olan metavers gibi uygulamalar da toplumun hayatını yeniden üretiyor. Biyoiktidar yeteneğine sahip devletler ve çok uluslu şirketlerin, dev medya platformlarının desteklediği bu projeler kapitalist ekonominin yeni bir gelişim kazanması açısından da önemlidir. Kapitalist modernite yapısal krizini bu yeni teknolojilerle aşmak istemektedir.
İnsanların hümanist ve transhümanist olarak ayrımlama olasılığının yüksek olduğu bu gelişim çağında toplumun da meta ve reel olarak ayrımlanma potansiyeli yüksektir. Evrenin ötesinde anlamına gelen metaverse “eninde sonunda gerçek dünyanın yerini alacak olan ve insanların alışveriş yapabildikleri birlikte zaman geçirebildikleri oyun oynayabildikleri, işlerini yapabildikleri üç boyutlu evren olarak görülmektedir”[16] Gerçeğin birebir kopya edilerek simülasyonun oluşturulduğu hatta bunun ötesinde yeni sanal gerçekliklerin yaratıldığı bir evren ve sanal toplum ve topluluklar şimdiden tartışılıyor. Facebook, İnstagram, TikTok gibi sosyal medya platformları fenomen ve takipçileri üzerinden bu sanal toplulukları oluşturmuş gibidir. Eğitimden sağlığa, sosyal kültürel ilişkilerden sanata ve ekonominin yeni biçimlerine imkan sağlayan bu yeni bilgi bilişim teknolojileri toplumu çok çabuk etkisi altına alarak bu teknolojileri daha da hızlı değişimler meydana geliyor.
Çok açık ki bu teknolojilerin hümanist projenin yarattığı anlam problemleri ve toplumsal sorunlara çare olamayacağı tersine bunun daha da derinleştireceği açıktır. Transhümanizm ve yaygın sanal medya platformlarının gelişim seyri toplumun ortadan kaldırılmasına dönüktür. Sanallık bu tür iletişim ağlarının “second life” yani ikinci yaşam olarak adlandırılmasını sağlayacak denli iddialı. Gerçek hayat olarak modernite bir krizdedir. Ve sürdürülememektedir. Kapitalist modernite buna çare olamadığından, hakikate olan yabancılığından sözünü hakikatin daha da yitirildiği ve insanlığın kaybedildiği bu sanal hayatta bulmaktadır. Kapitalist iktisat da böylece sürüp gidecektir. Gerçek hayatın krizi şurada açıktır ki insanlar gerçek hayatlarında fırsatlarını buldukları en küçük anda, zaman aralığında bile akıllı telefonları çıkarıp sosyal medyaya giriyorlar. Kendi bireyselliklerini orada oluşturuyorlar, gerçek hayattakinden başka yeni bir kimlik inşa ediyorlar. Orada var oluyorlar. Gerçek yaşam ise sanki artık sürdürülemez gibi suçun, kavganın kaçılası toplumsal sorunların ve parçalanmaların mekanı haline gelmiş durumdadır. Aile ilişkileri çözülmekte, toplumsal sorunlara ilgi azalmaktadır. Her şey sanal dünyaya aktarılıyor ve gerçek yaşam ona göre yeniden üretiliyor.
Bill Gates “Hepimiz sanal eşit yaratılmışız”der. Modernite’nin başlarında modern devlet simülasyonunun insanlara vadettiği eşitlik ve özgürlük vaadine benziyor bu sözler. Ağların bu kadar yaygın olmasının hiçbir toplumsal kaygıyla ilgili olmadığı açıktır. İnternet dünyası modernite açısından büyük devasa bir biopolitik araçtır. Yeni bir panoptik gözetimin küreselleşmesidir. Herkesin kayıt altına alındığı bilgiyle kontrol edildiği üretildiği dev bir hapishane sistemidir. Modernite’nin geldiği düzey açısından bu medyatik uygarlığı düşündüğümüzde bunun asli amacının kapitalist modernitenin ömrünün sürdürülmesi ve yeniden inşa edilmesi olduğu açıktır. İlerlemecilik mi döngüsellik mi olduğu kestirilemeyen bir yeniden oluşum. Zira kapitalizm hep başka araçlarla aynı şeyi yapar. Örneğin birey vatandaş ya da işçinin üretim sürecinin basit bir aracına dönüşerek işlevselleştiğini fordist çalışma sisteminden beri tartışılıyor. İnsanı tüketim ve meta dünyasına hapsedilmesi gösterinin bir unsuru kılınması da keza öyle. Dolayısıyla günümüz sanal gerçeklik bu sürecin yeniden biçimlendirilmesi ve tamamlanması sürecinden başka bir şey değildir. Nitelik olarak milliyetçi bir toplumda yaşamak ile sanal bir metaverste yaşamak arasında bir fark yoktur. Değişen ise kültürel ideolojik inşa ve hegemonyanın araçlarının değişimidir.
Sanal dünyada ürünün kendisi artık bizzat insandır. Apple’ın patronuna atfedilen “eğer görünüşte hiçbir şey ödemiyorsanız aslında ürün sizsiniz”[17] sözü bu gerçekliği kanıtlamaktadır. Milyonlarca insanın kişisel verileri dev şirketlere, devletlere, reklam ajanslarına satılmakta ve medya üzeri insanlar ekonomiden politikaya sosyal yaşama değin simüle edilmektedir. Milyarlarca insanın bir ağ gibi birbiriyle iletişimde olduğu bu medyatik yaşamda bedenler kapitalist sistemin, ekonominin, pazarlama ve reklamın nesnesi haline gelmektedir. Televizyon, gazete, sinema gibi kitle iletişim araçları yerini herkesin bir şekilde iktidarın bilme istencine alet olduğu bir sürece bırakmış durumda. Yaygın sosyal medya ağlarının merkeziyetçiliğinin demokratik bir bilgi edinme sürecinin önünü açacağı, bilgiyi iktidarın tekelinden çıkaracağı türü tahminler büyük oranda yanıltıcı olduğu artık daha iyi görülmektedir. Tersine manipülasyonun, bilgisizliğin ve iletişimsizliğin yaygınlaşması ağ gibi tüm topluma yayılması söz konusudur. Sanal toplum, bu biçimde sahteliğin gerçekliğe tercih edilerek ve gerçekmiş gibi yaşanılarak toplumu toplum olmaktan çıkarır. Toplum bir sinema filmindeki gibi seyirlik bir duruma gelmiştir. İktidar bu filmde herkese rol verir ve modern öznenin hayatı rol yapan bir oyuncudan farksızdır. Filmin gerçek olduğu yanılgısıdır bu durum. Tüm hayatı film stüdyolarında geçer. Sanal dünyaya teslim olmakla insan, bir zamanlar mitolojik tanrıların sonsuza dek anlamsızlık cezasına çarptırıldığı sisifosu hatırlatır. Bütün eylemlerin anlamdan ve amaçtan yoksunluğudur günümüzün medyatik yaşamı. Sanayinin ideolojik yanının güçlü ve belirleyici olması gibi günümüz bilgi bilişim teknolojileri de ideolojiktir. Her teknik gelişim bir epistemoloji bilgi yapısına dayanır. Dolayısıyla bunu iktidarın bilme ve güç isteminden bağımsız ele alamayız.
Tüm fütüristler önümüzdeki elli yıl içinde 21, yüzyılın bu ilk çeyreğindeki muazzam teknolojiler üzerinden yeni bir döneme girdiğimizi dillendirmektedir. Sanal gerçeklik tüm teknolojik gelişmelerle insan sonrası bir dönemin kapılarını aralamaktadır. Bu ne Musa’nın “vaaddedilmiş toprakları” ne İsa’nın “cennetin krallığı” dır. Sanal bir yaşam evrenidir.
Sonuç
Çağımızın gerçek bir adlandırmasını belki de henüz yapacak durumda değiliz. Oluşum halinde olan bir süreçten geçiyoruz ve hareketliliği baş döndürücü. Şöyle durup olguyu kavrayacak, üzerinde düşünecek durumda değiliz. Zamansızlık bu hızlı gelişimin durdurak bilmez adı. Şimdiye değin en hızlı gelişim sürecinde olan teknolojiler olarak adlandırılıyor günümüz teknolojileri. Sorgulamadan, üzerinde düşünme, kabul-reddetme fırsatı bulmadan insanlığın kendini içinde bulduğu bir süreç. Şuan ihtiyaç duyulan tek şey durup düşünmek. Bu satırların yazıldığı sırada Diyarbakır’da sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun on dokuz gün suda kalan, bir köyün iştirakında cinayete kurban giden çocuğun cesedi bulunuyor. Tekirdağ’da iki yaşında bir bebek cinsel istismara uğruyor ve yoğun bakımda hayat mücadelesi veriyor. Başka bir yerde babaanne iki yaşındaki torununu balkondan atmaktan dolayı cezaevine giriyor. Toplumsal ahlaki çürüme, uyuşturucunun yaygınlaşması, sudan sebepler cinayetler dünyayı bekleyen büyük pandemi ve savaşlar… Her şey gerçek hayatın krizine işaret ediyor. Modernite’nin tek alternatifi ölümden sonra sanal hayat. İnsan hayatı son bulmuş geriye sadece sürdürülen bir ömür kalmış gibi.
Yoruma kapalı.