Düşünceyi, felsefeyi, bunlarla ete kemiğe bürünmüş örgütlülüğü tasfiye etme amaçlı çok boyutlu yönelimler, ne bugünle başladı ne de yarın sona erecek. İktidarcı yapılar, kendileri açısından varoluşsal bir tehdit olarak gördükleri tüm toplumcu fikir ve hareketlere karşı sürekli teyakkuz halindedirler. İktidarlarını, toplumcu değerlerin tasfiyesi ya da baskılanması üzerine kurdukları için devamlılıkları açısından da bunu mutlak bir zorunluluk olarak görürler. Ne tek boyutlu düşünürler ne de tekdüze bir yönetim seyri içine girerler. Güçlüdürler; arkalarında beş-altı bin yıllık bir tarihsel birikim vardır. Hafife alınmamalıdırlar. Ama varlıkları da, devamlılıkları da kadir-i mutlak değildir. Kendilerini öyle göstermeleri, öyle oldukları anlamına gelmez; toplumcu değerlerin tarihi karşısında dünkü çocuk sayılırlar. Birikim ve potansiyel güç açısından da öyle. Yeter ki bu gücün farkına varılsın ve örgütlü bir gücü dönüştürülebilsin. Tasfiyecinin tasfiyesi karşı devrimcinin devrilmesi içten bile sayılmaz hale gelir.
Kimle, neyle karşı karşıya olunduğu iyi bilinmelidir. Nasıl bir yönelim içinde oldukları, daha neler yapabilecekleri ve neyi amaçladıkları da iyi kavranmak zorundadır. Ne gözümüzde büyütelim ne de hafife alalım. Böylesi anlamda duygu, beklenti, olasılık tahminleri realist olmak zorundadır. Hoşumuza gitse de gitmese de, beklentilerimize göre olsa da olmasa da, objektif bakış mutlaka bir zorunluluktur. Tabi eğer gafil avlanmak istenilmiyorsa; tüm ayrıntılarıyla, direktife dolaylı etkileşimleri ve olası sonuçlarıyla iyi okunmak iyi anlaşılmak zorundadır. Ama yeterli gelmez tek başına. Doğru bilinç, doğru eylemle de tamamlanmalıdır. Eylemin, hareketin örgütlü olması, kurumsal bir niteliğe kavuşturulması tamamlayıcı ve bir o kadar hayati bir halkadır. Hem de çelikten bir halka!
Tasfiye saldırılarını yanlış okuyan zaten baştan kaybetmiş demektir. Yanlış teşhisin doğru tedavisi olmaz. Doğru okuyan ama okuduğuyla kalan, harekete geçip etkili tedbirlerini almayan, ilki ile benzer bir akıbeti yaşar. Teşhis doğru ama tedavi için hareket yoksa sonuç değişmez. Bu durumda “ben demiştim”ciler pozisyonunda olan böylesi anlayış sahipleri, sorumsuz, duyarsız, tedbirsiz lafazanlardan farksız bir konuma kendilerini sürüklemiş olurlar.
Kürt Özgürlük Hareketi, son dokuz yıldır özü benzer olan kapsamlı, kesintisiz ve bütünlüklü saldırı ve tasfiye konseptiyle karşı karşıyadır. Elli yıllık mücadele tarihinde bu amaçlı saldırılar hiç eksik olmaz. Dönemine göre farklı biçimler öne çıkmış olabilir ama özü aynıydı. Abdullah Öcalan’ın esaretiyle sonuçlanan devletler arası komplo süreci bu saldırganlığın zirvesiydi. Devletler arası hesaplar vardı. Bölgesel yerel hesaplar vardı. Kurtlar sofrasındaki kurtlar dışında, kendine pay düşeceği umuduyla iştahla bekleyen çakallar ve sırtlanlar da sürecin bir parçasıydı. Birileri tümden yutmak istedi, birileri de kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmeyi hedefledi. Tasfiye tüm varlığı mı hedefle meliydi, yoksa temsil edilen çizgiyi mi? Her biri kendi hesabından, meşrebinden yaklaştı, sonuç almak istedi. Her biri iktidarcı, her biri tasfiyeci olsa da çıkarları pekâlâ dört dörtlük örtüşmeyebilirdi. Bir de Özgürlük Hareketi’nin iradesi ve direnci vardı. Sürecin zorluğu hiç yabana atılamazdı. Bugünlere kolay gelinmediği gibi, bundan sonrası kolay olmayacaktı.
Son dokuz yıl, önceki yılların tecrübesi de hep hatırda tutularak iyi anlaşılmalıdır. Devreye sokulan konsept yeni değildir elbette, ama çok boyutludur. Topyekûn ve kesintisizdir. Öyle anlaşılıyor ki belli yönleriyle devletler arası ayağı da söz konusudur. Tecridin bu denli mutlak sürdürülmesi ve sessizce onay verilmesi, devletler arası kabulün en azından bu konuda sağlandığını gösterir. Tüm tasfiyelerin hedefi Önderlik çizgisidir. Kimisi çizgiyi ortadan kaldırıp bedeni hesapları doğrultusunda yönlendirebileceklerini planlarken, kimisi mümkünse çizgiyle birlikte varlığı da peyderpey son vermeyi hayal etmektedir. Kendi tarihsel bagajlarında ne varsa tümünü birden güncelleyerek devreye sokmaları, yine o bagajdaki zihinsel kodlarıyla ilgilidir. Her yaptıklarıyla kendi kötülüklerini biraz daha aşmaktadır.
Gerçekleştirilen her ne varsa bütünlüklü bir konseptin parçasıdır. Daha fazlasını yapmamaları, yapmak istemediklerinden değildir. Niyetlerini, güçleri yeterse yapmak istediklerini çokça ve aleni şekilde dile getirildiği bir süreci yaşıyoruz. Bakur’un tüm dinamikleriyle zapturapt altına alınması, Rojava’nın tasfiyesi, Başûr’un yutulması, peşi sıra Rojhilat’ın kuşatılarak etkisizleştirilmesi gizlenen bir plan değil. Din soslu ırkçılığı, saldırganlığı, işgalciliği ve peşinden ilhakı tüm medya gücüyle olağanlaştırılmaya çalışılıyor. Bunun için her yol mubah, her itiraz günah ve ihanet olarak zihinlere nakşedilmeye çalışılıyor. Her kötülük sıradanlaştırılıyor.
Bu açıdan bakıldığında bir yönüyle tarihin en gerici ittifakıyla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Ama bundan daha büyük bir ittifak Kürt karşıtlığı üzerine kurulmuştur. Kürtlerle yan yana gelmek adeta “Türklük sözleşmesinin” inkarı olarak görülmekte, öyle muamele görmektedir. Evveliyatı çok eskilere dayanır. Zihniyetin inşasıyla da ilgilidir. Sivas/ Madımak Katliamı’na, gerici bir saldırı olmanın yanında bir de bu yönüyle bakılmalıdır. Öcalan’ın Suruç Katliamı’nı, “İkinci Sivas Katliamı” olarak tanımlaması böyle okunabilir. Yine 10 Ekim Gar Katliamı, barış akademisyenlerinin başına getirilenler ve daha nice örnekler.
Tüm mücadele alanları daraltılmaya çalışılıyor. Bu amaçla tüm saldırı araçları devreye sokulmuş durumdadır. Askeri, siyasi, hukuki, idari, medya, ekonomik, diplomatik, propaganda, diyanet say sayabilirsen. Her birini temellendirecek yığınla örnek bir çırpıda sıralanabilir. Hem saldırıyor hem sınır çiziyor. Siyasete, medyaya, hukuk kurumlarına, idareye, kullanılacak dile ve yapabilecekleri, ulaşabilecekleri her şeye sınır çizmeye çalışıyorlar. Ellerinden gelse düşünce ve rüyalarına kadar uzanmak isteyeceklerine kuşku yoktur. Kendileri için asıl gül bahçesini de böyle yaratabileceklerini sanıyorlar.
Sistem Yasalara Saygılı Vatandaş İster
Yasaları kendileri yapmıştır. Çünkü, sanki bir toplumsal sözleşme ve konsensüs ürünü gibi gösterilmeye çalışılması tam bir manipülasyondur. Yasalarla kendi sistemlerini kurumsallaştırmayı ve tahakküm etmeyi amaçlayan sistem sahipleri açısından, yasadışı adeta dinden çıkmak gibi gösterilir. En büyük günah ve küfür olarak lanse edilip, nihai son olarak “aforoz”un işaret edilmesi, kendilerine bahşettikleri sorgulanmazlığın gereğidir.
Yasaların ruhu da, uygulama avantajları da sistemden yanadır; kumarhanelerde sürekli kasanın kazanması misali, yasal yorumlarda ortaya çıkan görüş farklılıkları söz konusu olduğunda da kazanan sürekli “kasa”, yani sistemin kendisidir. Özellikle de toplumun örgütsüz bırakıldığı coğrafyalarda çok daha barizdir. Güçlü toplum, zayıf devlet demektir. Güçlü devlet ise tam tersi anlamına gelir. Toplumu savunmasız bırakmak, çıkarılan yasalar adına, meşruiyet sağlamaya çalışmak klasik hegemonya taklitleridir. Böylece tüm topluma sınır çizilmiş olur. Eşi, kolu, dili bağlanmış hale gelir. Sınırı aşacak her söz ve eylem yasadışılıktır, dolayısıyla suçtur. Muhatabı ise “bağımsız” mahkemeler olacaktır. Yasalara saygılı vatandaşın en makul vatandaş olarak gösterilmesi işte bu nedenledir. Özgür ruhlu, irade sahibidir; yurttaşın böyle bir durumla övünç duyması asla söz konusu olamaz. Özgür yurttaş meşruiyet, adalet ve hakkaniyet zemininde hareket eder. Yasal sınırları kabullenmeyi, tutsaklığı kabul olarak görür. Yasa, toplumsal mutabakata ve hakkaniyete dayanmıyorsa, yasadışılık meşrudur. Asla suç olarak görülemez, bir dönemler grev yapmakta suçtu, birçok farklı hak arayışı gibi, bedel göze alınarak gerçekleştirilen işçi eylemleri sonucu grev birçok ülkede yasal bir hak haline geldi. Halen çok yönlü sorun alanlarına sahip olsa bile Kürt ve Kürdistan hakikati hala belli yönleriyle yasa ve meşruiyet konularının mücadele alanıdır. Sistemin kodları bellidir. Gasp ettikçe normalleştirmeye çalışacak ve yeni gaspçılar için fırsat kollayacaktır. Yasa-tüzük-yönetmelik, uygulama bahaneleri olarak meclisten ayrı, tüm yaşam alanlarına kadar karşımıza çıkacaktır. Hak ve özgürlük teminatı olması gereken yasalar, birer saldırı aracı olarak önümüze konacaktır. Bu yöntem ve kuşatma araçları bir tasfiye silahı olarak kullanılmakta, toplum savunmasız bırakılmak istenmektedir. Çare, meşruiyet zeminini merkeze almaktır. Bunda tereddütte yer olmamalıdır. Kurallarını hep birlikte belirlemediğimiz amaçlanmaktadır. Her söylem ve eylemleri meşruiyet tartısına vurulmak zorundadır. Tanımlama da kendi tekellerini oluşturup tabi olmamızı beklemeleri, adı üstünde bir tabiat ilişkisidir. Dilde, düşüncede, eylemde ve nihai olarak benlikte tabii olmak! Kendi kendini tasfiye etme, bazen farkında olmaksızın, bazen parça parça böyle gelişir. Tüm propaganda araçlarıyla, her şeyi işlerine geldiği gibi tanımlayanlar. Yasaları da buna göre zaten. Hukuk kılıfı da hazır yani. Şiddet, ilke olarak reddediliyor. Silah bir yöntem olamaz diye habire belirtiyorlar. Eğer bir ilkeden bahsediyorlarsa, bu herkes için geçerli olmalı. Yasaya göre bunu söyleyemezsin ama meşruiyete göre hem söyler, hem de sorgulayabilirsin. Şiddet söz konusu olmayacaksa, bu hem tüm taraflar için geçerli olmalı, hem de alternatif yollar ardına kadar açık olmalı. Aksi durum yasal olabilir ama meşru olamaz. Tek taraflı silahlı şiddet mekanizmalarının alabildiğine örgütlendirildiği bir zeminde, hiçbir güvence, teminat orta yerde yokken amasız, fakatsız vurgularla öz savunmadan vazgeçilebilir mi? Neye güvenerek, kime güvenerek? Amerika’da Martin Luther King’in şiddet karşıtlığını övenler, Martin Luther Vietnam Savaşı’nı da eleştirince onu yerden yere vurup mahkûm etmişlerdi. Sistem araçsallaştırmada mahirdir, konjonktürel tutumlarına aldanmamak lazım. O nedenle iyi tanınması mecburiyettir, tarih bilinci de bu konularda aydınlatıcı rol oynar.
Değişen Dünyaya Ayak Uydurmak
Kabul etsek de etmesek de her şey bizden ibaret değil. Her şey, hiçbir güçten ibaret değil. Her bir yapının dışında, iradesine rağmen yaşanan gelişmeler, değişimler oluyor. Kimisi negatif, kimisi pozitif sonuçlar üretiyor ve belli bir etkileyicilik ortaya çıkarıyor yani değişim, bize ve herkese rağmen yaşanıyor. Bazı küçük değişimler, yeri geliyor birbirini tetikleyerek kelebek etkisi denilen türden çok büyük değişimlere yol açıyor. Dogmatik olmamak lazım, bu doğru. Değişmesini, yenilenmesini bilmek lazım, bu da doğru. En az bunlar kadar doğru olan bir diğer ana unsurda bunları neden ve hangi amaçla yaptığımızdır.
Bizim dışımızda esen ve toplumsallığımıza, değerlerimize uymadığı gibi onu aşındıracak, köksüzleştirecek, savunmasız hale getirecek bir rüzgârı yaratacağı değişime kapılmalı mıyız mesela? Bir amacımız, bir duruşumuz, bakış açımız olmayacak mı? Bununla kendi rüzgârını yaratarak yelkenlerini şişirip belirlenen rotada ilerlemek var, bir de başka rüzgârların yol vereceği rotada sürüklenmek var. Biri yol almaktır, biri sürüklenmektir; yanlış olduğunu bildiğimiz bir dinamiğe güç getirilmediği için dahil olmak da bir değişimdir, yanlışının farkına varıp onu düzelterek yola devam etmek de bir değişimdir. Birinde irade yitimi ve başkalaşım, diğerinde dal verme, yenilenme söz konusudur. Bazen uzlaşmak da kendini dayatabilir. Şartlar, koşullar bunu zorunlu kılabilir. Böylesi hallerde uzlaşının ilkeli olması gerekir. Buradaki ilke başkalaşımı, dejenere olmayı, kısacası tasfiyeyi önleme tedbiri iken, uzlaşı, değişimi, şartları ve konjoktürel gözetme halidir. Salt ilke dayatımı politikasızlığı doğurabilir, salt uzlaşı arayışı ise savrulmayı getirebilir. Elbette ideolojiler de değişebilir, paradigmalar da ama sık sık değişmez, eğer sık aralıklarla değişirse ciddi bir bakış açısı, bilinç problemi var demektir, ama politika, politik tutum daha esnektir, daha değişkendir, hareketlidir. İdeolojiye sırtını dayadıktan sonra kolay kolay savrulmaz. İdeolojik hatta sağlam ise tabi tıpkı bir pergele benzer. Pergelin sabit ayağı yere sağlam basan ideoloji iken, hareketli ayağı, yaratıcı esnek politikadır. Bütünlük arz eder. Salt politikayla yol alacağını düşünmek iyi bir politikacılık değil, baştan sona tehlikeye, savrulmaya ve başkalaşmaya açık pragmatizm ya da kendini pragmatik sanmaktır. Stratejisi olmayan taktikle nereye varılabilir?
İdeolojiyi boş ver politikaya odaklan, stratejiyi bırak taktiğe yoğunlaş, halk örgütlülüğüyle zaman ve emek harcama tepeden ittifaklar kurmaya bak! Bu da bir tarzdır ya da tarzsızlık mı desek? Herhalde “değişime” en açık “tarz” böylesi olsa gerek. Böyle bir yaklaşımın ve anlayışın hakim olmaya başladığı bünye bağışıklık sistemini zayıflatmaya, antikorlarını yitirmeye başlamış demektir. Her zorlanma bir değişim, adaptasyon gerekçesi haline gelir. İlke, ideoloji ve stratejiden yoksunluk aşınma söz konusu olduğundan adapte olunacak şey yitirilmeye yüz tutmuş, öz değil, güç getirilmekte zorlanılan “yeri” olur. Böylesi hallerde “değişen dünya”, “mağlup olunan dünya”nın kod adı olur. Kuşatma sonuç almış demektir. Tasfiye politikaları, çoklu amaçlar ve yöntemlerle geliştirilir derken, görülmesi gereken bir yüzünün de bu olduğuna inanıyoruz. Bunlar bir sonuçtur, bir kerede ortaya çıkmaz.
Göremezsen daha çok yaklaşır, etkisiz kılamazsan birikir. Niyetin iyiliği, kötülüğü bir anlam ifade etmez. Tüm bu yönelimler ve daha fazlası görülüp yanıt üretilmeyince daraltmaya başlar. Hareket alanımızı, düşünce gücümüzü, duygu dünyamızı, çözüm kapasitemizi, tarzımızı, üslubumuzu ve dilimizi daraltır. Çare gelişmeyince, şikâyet başlar.
Sonuçlarla Kavga Etmek Sebepleri Iskalamaktır
Şikâyet çözümsüzlüğün, çözümde zorlanıldığının ifadesidir. Çözüm örgütler ve önüne bakar. Şikâyet, eleştiri değil, bir sızlanması var demektir. Kişiler açısından da şikâyetin en fazla yoğunlaştığı dönemler örgüt olması gerektiği düzeyde yanıt olamama, yapmak yerine birbirinden memnuniyetsizlik hali, yeterli ideolojik ve örgütsel düzey ile karşılanmıyorsa sorun var demektir. Normal gördüğümüz için değil, ama maalesef böylesi koşullarda sebeplerle uğraşmak yerine sonuçların daha fazla göze batar hale geldiğine tanık olunur. Devrimci mücadelelerde her şey her zaman istenildiği şekilde yürümeyebilir. Bunun bizlerden ya da dışımızdan kaynaklı sebepleri de olabilir. Bilimsel yaklaşım, aksayan yönleri, sebepleri doğru tespit edip gidermeyi gerektirir. Sonuçlarla kavga etmek bilimsel değil, duygusal-tepkisel bir yaklaşımdır. Dolayısıyla onarıcı ve değiştirici bir etki üretemez. Tersine bunda ısrar daha negatif sonuçlara yol açar.
Mücadele tarihimizin en kapsamlı yönelimleriyle karşı karşıya olduğumuzu belirtmiştik. Bunda stratejik amaç imha ve tasfiye iken, dönemsel amaçlardan biri de, müdahale ve koordinasyonu ortadan kaldırmaktır. Her alan bir başına, ilişkisiz, iletişimsiz bırakılmaya çalışılıyor. Ve böyle bırakılan her bir alana kendi özgünlüğü de hesap edilerek çok çeşitli yönelimlerle yükleniliyor. Bizlerin beslenme kaynakları ise benzer. Bulunduğumuz mekanlar, içinde tutulduğumuz koşullar, şartlarımız ne olursa olsun, bir bilincimiz ona kaynaklık eden bir öz var. Çoğu zaman birbirimizden habersiz olmamıza rağmen benzer şeyleri düşünüp, pozisyon alışımızın sebebi de budur. Ne kadar doğru beslenme, o kadar ortaklaşma; hem eylemde hem söylemde. O nedenle nerede olursak olalım, şartlarımız ne olursa olsun kendi yaşam ve mücadele enerjimizi içimizde taşımak, var etmek zorundayız; her fırsatta hareketin merkezine ulaşma, tarif etme imkanı olmayabilir. Doğru temsil gücüne ulaşmış olanlar bunu kendileri için gerekçe yapmazlar. Friedrich Nietzsche’nin “İlelebet öğrenci kalırsa insan, değerini düşürür hocanın” sözü hemen akla geliveriyor. Hakeza Sovyet Devriminin genç ve örgütlü kadrosu Sverdlov’u, Ahmet Kesip yoldaşı hatırlayıveriyoruz. Daha nice değerli örnek var. Hareket, nerede doğru temsil ediliyorsa ordadır. Mekanlara sığdırılamaz. Keşke imkanlar elverişli olsa da, hareketin merkeziyle de, Önderlikle de sürekli iletişim imkanı olsa; şartlar el vermiyorsa “keşke”lere takılmanın bir anlamı olmaz. Doğru yoldaşlık, doğruları çoğaltmakla mümkün olacağından, onun dili, yöntemi, üslubu üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Sonuçlarla kavga etmenin bir anlamı yok. Sonuçlar tahlil edilir, ders çıkarılır, eğer bir negatiflik söz konusuysa sebepleri üzerinde yoğunlaşılır ve elbirliğiyle giderilmeye çalışılır. Onun tedbirleri alınır, düzenlemeleri yapılır. Bunun üzerine şikâyeti marifet sayan yaklaşımlarla bir yere varılamaz. Maalesef bu konuda bazen negatif örneklerle karşılaşılıyor, duyuluyor. Bir dokun bin ah işit. Düğmesine basılmış gibi sıraladıkça sıralayanlar oluyor. Bazen şikâyetçi üslubu daha belirgin olanlar yan yana gelebiliyor ve çok tuhaf bir tablo çıkıyor. Toplantılar, buluşmalar çözüm platformu olmaktan çıkıp şikâyet seanslarına dönüşüyor. Şikâyetler adeta birbiriyle yarışıyor. En iyi, en kapsamlı, en doğru olduğu düşünülen hususlar şikâyet diliyle ve çoğu zamanda volümü ayarsız bir tonda dile gelebiliyor. Bu yaklaşım çare üretmez. Bir devrimcinin dili böyle olmaz. Şikâyette ısrar, bir yerden sonra bunun olağan hale gelmesine, “spor”a dönüşmesine yol açar. Sonrası ise giderek çözüme inançsızlık, bunu yayma, bulaştırma haline dönüşümdür. Böylesi kişilikler bir yerden sonra birbirlerinin ağlama duvarına dönüşürler. O şikâyet eder diğeri dinler, beriki şikayet eder öbürü dinler. Yoldaşlık, yoldaşlık olmaktan çıkar, tepkinin, çaresizliğin arabesk haline dönüşür.
Çareyi uzaklarda aramayalım. Çare bizde. Hele bunca yaşanmışlık, deneyim, tecrübe ve birikim orta yerde dururken. Şikâyet her halükarda iyi bir üslup, yöntem değildir. Ama illa bir şikâyette bulunacaksak ilk önce kendimizi, kendimize şikâyet mi etsek acaba? Tüm açıklığıyla ve an az dışımıza yaptığımız sertlikle!
Herkesin Gök Kuşağı Kendi İçindedir
“Ne ararsan kendinde ara” diye boşuna dememişler. En zorlu savaş da budur zaten. Kendini yeniden yaratmak, yanlış şekillenmişsek, öldürüp, kül edip yeniden diriltmek hiçte kolay bir iş değil. Öyle olsaydı nice büyük savaşların anlı şanlı komutanları kendilerine yenilmezlerdi. Kendiyle savaşını önemsemeyip büyük mücadelelere atılan birçok kişilik çok kötü tökezlemezdi. Kolay olan daha çekici, ayartıcı gelebiliyor çoğu insan, beğenilmek, değer, kıymet görmek ister. Kendini o hale getirmek salt dışa dönük bir amaçla gerçekleşirse öz’sel değişim, dönüşüm yüzeysel olabilir. Çünkü böylesi değişimde amaç taktir görmektir. Eğer amaç hakikate göre şekillenmek, öz’ü hakikatle buluşturmak ise ortaya çıkan şey karakter olur. Sahicilik, doğallık kaynağını bunda alır. Beğeni ve takdir peşi sıra zaten gelişir. Hangi amaçla hareket edildiği önemli, atı mı arabanın önüne koymalı, yoksa arabayı mı atın önüne?
Mekanlar, ilişkiler bütün bu açıdan etkileyici bir rol oynar, bazen az, bazen çok. Manevi havasının bile büyük bir etki yaratacağı mekanlar vardır. Ama nihai mücadele tek tek her bir yerin ruhunda, bilincinde gelişecektir.
Anlık duygusal etkileşimler ile kalıcı dönüşümler birbirinden çok farklıdır. Ve birbirine karıştırılmamalıdır. Kutsiyet atfedilen mekanlara tek başına dönüştürücü bir rol atfetmek bu açıdan yanıltıcı olabilir. Bu mekan her neresi ise, sanki manevi bir gökkuşağı vardır ve insanlar onun altından geçtikten sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktır! Arınma, dönüşüm, mekana ayak basmakla gerçekleşmiş demektir! Kimisi dağlara, kimisi Kabe’ye, kimisi nehirlere, bir başkası da daha farklı mekanlara böylesi anlamlar yükleyebilir. Oysaki birinin iman edip kutsiyet yüklediği mekana, öyle inanmayan biri giderse hiçte benzeri bir etki hissetmez. Kişi, bir tarihsellik, anlatı ve zihninde, duygu dünyasında oluşur, onunla mekan buluşması gerçekleşince de duygu katsayısı artmış olur. Ama kalıcı etki ve sahici dönüşüm için kendi içindeki gökkuşağının solmaması, sürekli ve diri olması gerekir. Nerede olunursa olunsun! Aksi takdirde tek başına mekanlar, nehirler, şehirler ya da değer verilen yerler her neresi ise, tüm insanları oradan şöyle bir geçirip “tok” diye birikmiş onca insanlık sorunu halledilmiş olurdu. Beden ile mekanın buluşmasına, aşık ile maşukun buluşması eşlik ederse etki düzeyi farklı olur, etmezse o buluşma yavan kalır. Öz’ün dönüşümü derinlik isterken, şekli dönüşüm yüzeyde gezer.
“Genç bir adam şeyhe talebe oldu ve kendisine tuvaletleri temizleme görevi verildi. Zengin bir hekim olan annesi, şeyhten oğluna başka bir görev vermesini istedi ve etrafı temizlemeleri için de on iki Etiyopyalı köle gönderdi. Şeyh şöyle cevap verdi: ‘Sen bir hekimsin. Eğer oğlunda safra kesesi iltihabı olsaydı, ilacı oğluna vermek yerine Etiyopyalı köleye mi verirdin?’”
Herkes gerçekleştiği kadardır. Lafla ne kadar fazlasını söylersek söyleyelim, görülür, hissedilir. Kimisi bunu bize hatırlatır kimisi samimiyetsizliği görüp araya mesafe koyar. Eğer bir fikri, ideali temsiliyete soyunmuşsak onun sadece vaazcısı değil, yürüyen, ete kemiğe bürünmüş temsili olmaya gayret etmeliyiz. Okuduklarımız, dinlediklerimiz, tanık olduklarımız mutlaka kafamızda bir şeyler oluşturmuştur. Tüm bunları değiştirmek üzere değerlendirmekten önce değişmeye odaklanmalıyız. Değiştirmek isteyen değişmek zorundadır. Bildiklerimiz, anlattıklarımız ile temsiliyetimiz arasında mesafe gözle görülür bir hal alırsa bu sırıtır, inandırıcılığı ortadan kaldırır; hatta onda ısrar, anlattığımız şeylere zarar verecek hale gelir. Alternatif yaşam mümkündür iddiasında olan bir paradigmaya sahibiz. Bu yaşamı ne zaman kuracağız, anlattıklarımız ne zaman yaşam bulacak, devrim sonrasında mı, çözüm sonrasında mı? Neden bugünden göstermeyelim, neden yaşamımızla, tercihlerimizle ortaya koymayalım? Bunu yapamadığımız, yapmakta zorlandığımız için biat eder pozisyona düşüyoruz? Eğer olması gerekeni çokça anlatıp bir yandan ileriye havale edip, diğer yandan ilk öncü kadroların dönemini anlatmakla yetiniyorsak o zaman ortada yanıtlanması gereken çok ciddi bir sorun asılı durmakta demektir. Bugün neyi yaşıyoruz? Kendimizin anlattıklarını yaşamıyorsak, kimi yaşıyoruz?
İktidarcı siyasal İslamcılar bir yandan moderniteye abdest aldırıp onu yaşamaya çalışırken, kitlelere bol bol sahabe döneminden ahlaki yaşam örneklerini vererek nutuk atarlar. Anlatımlar adeta bugün mumla aranan yitirilmiş ahlaklı, adaletli ilişkiler cennetti gibidir. O ilişkileri anlatıp ona göre yaşamamak düzenbazlıktır, suistimaldir. Öz kaybolunca şekil ve slogan fazlasıyla devreye girer. Özün yitirilmiş değerlere, dejenere edilmiş halini gizlemeye yeter mi, tartışılmalıdır. Birazda muhatap olunanın bilincine, muhakeme gücüne bağlı.
Sistem sahipleri açısından asıl tehlike öz’dür, biçim değil. Ruhunu, bilincini yitirmiş, refleksleri yabancılaşıp bir kabuk haline getirilmiş biçim, dıştan aynı gözükebilir ama ortak tehlike olmaktan çıkmış. Varlığı artık sadece semboliktir.
Allah ile aldatanlar, Atatürk ile aldatanlar, bir dönem çokça tartışılan söylemlerdi. Hala da çeşitli zeminlerde dile getirildiğine tanık oluyoruz. Allah sadece manevi bir güç kaynağı değil, inananlar açısından dünyevi bir güç, politik bir güç olarak değerlendirildiğinde görüyoruz. Özellikle de iktidarcı çevreler açısından kimi menfaatler elde etmek amacıyla bir koçbaşı olarak kullanıldığı da biliniyor. İktidar bu açıdan gözü karadır, istismarcıdır. İktidarların genelden genele, mikrodan makro ölçeğine kadar bu duruma tanıklık edilebilir. Atatürk de aynı zamanda politik bir güç merkezidir. O amaçla değerlendirenler hiçte az değildir. Tamda burada Öcalan’ın “Politik gücüm olmasaydı yine beni sever miydiniz?” sözünü hatırlıyoruz. “Gücümüzden faydalanıyorsunuz ama halk için kullanmıyorsunuz” sözleri aklımıza geliyor. A.Öcalan onca yıllık mutlak tecride rağmen hala büyük bir güç merkezi konumundadır. En başta insanlık dışı tecridi ve utancımızı daha da katlayan fiziki esareti sona erdirmek için elbette elimizden geleni yapmalıyız. A.Öcalan realitesini, paradigmasını yaşamsallaştırmak elbette ki bir mücadele ve yaşam gerekçesi olmalıdır. “Bana göndereceğiniz en değerli selam, daha çok çalışmak, halkı örgütlü kılmak ve devrimci görevlerinizi layıkıyla yerine getirmektir” diyordu. Eğer bunlar hakkıyla yerine getiriliyorsa sorun yok, inanıldığı belirtilen yaşama göre yaşanıyorsa bir tutarlılıktan bahsedilebilir. Bir yaşam ve siyasetle ısrar ediliyorsa uyanık olmakta fayda vardır. “Öcalan’la aldatmak” fiiline karşı aldanmamak, geniş yığınları aldatamaz hale getirmek, o fikrin etrafında kalıcı bir örgütlülük yaratmakla mümkün olacaktır.
Bilinç, İrade, Kurumsallık
Bilinç, düşüncede berraklaşma, aydınlanma ve varsa netsizliğin giderilmesi halidir. İrade, bilincin inanca dönüşmesiyle ortaya çıkan kararlılıktır. Bilincin soyutluğu, iradelersek somutluk kazanır. Her ikisinin bir bedende en mükemmel şekilde buluşması bile tek başına çok şey ifade etmez. Sonraki hamle, kalıcılık, yaşamsallık, değişim ve dönüşüm açısından kurumsallığı gerektirir. Kurumsallığı var eden en temel şey ortak bilinç doğrultusunda şekillenmiş ilkeler etrafında bir araya gelmek ve bu birlikteliği çoğaltmaktır. Yoldaşlar arasında güven tabi ki önemlidir. Ama parti salt güven üzerinde inşa edilemez, yürüyemez. Lenin’in dediği gibi “Parti güven üzerine kurulmaz, ilkeler üzerine kurulur, o ilkeler etrafında bir araya gelinir, pratik buna göre şekillenir.” İlkelere göre yürüme, temsiliyetteki başarı düzeyi güveni yaratır, besler, büyütür. Ama ilkeye göre yaşam bakidir, güveni de güvensizliği de yaratan ilkeler karşısındaki duruştur.
Netsizliği kim, niye ister? Kurtlar neden puslu havayı sever? Netsizlik hali iradeye nasıl yansır? Haritasındaki zayıflık, tökezleme kurumsallığa nasıl etki eder? Aslında hepimiz bunların cevaplarını biliyoruz. Böyle bir tablonun ortaya çıkması nasıl sonuçlara yol açar? Ya da tüm bunların ortaya çıkması için hangi yöntemler devreye sokulur? Son dokuz yıllık ardı arkası kesilmeyen, her alanı kapsayan, topyekûn saldırıları bir de bu yönüyle değerlendirmek gerekir. İmha edebildiğini imha etmek, tehdit gördüğünü tutuklamak, sürmek, mücadele araç ve kurumlarını etkisizleştirmek, psikolojik savaşı tırmandırıp kafa bulandırmak, iradeye yönelmek, umudu kırmak… Eğer oyunun kurallarını sistemin çizdiği sınırlar içerisinde, yani zaten güdükleştirilmiş yasalara hapsolarak sürdürmeye kalkarsak, kedinin fare ile oynaması gibi bir tablo çıkar ortaya. Bundan yasal, siyasal zeminin tümden terkedilmesi gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Belirtilmek istenen o sınırlara hapsolunmamasıdır. Yumurtaların tümünü neden bir kefeye koyalım. Hele de o kefenin başında kendini kurnaz sanan açgözlü bir tilki olunuyorsa! Alternatifin ne olacağı konusunda deneyim de, tarihsel tecrübe de az değildir. Toplumun ihtiyacı olan ne varsa, legal olanak kurulmasına, yaşatılmasına müsade edilmiyorsa, yaratıcı yöntemlerle en güvenli şekilde kurmaktan imtina edilmemelidir. Halkı alternatifsiz bırakmak sisteme yönelimi doğurur. Zaten tüm varlıklarıyla abanıyorlar, abanacaklar; kendilerini tek ve kaçınılmaz çare olanak sunacaklar. Görünür tüm toplumcu faaliyetleri bu amaçla engellemeye çalışacaklar. Peki ya görünmez olanları! Önemli olan halkın görmesi, hissetmesi, yaşaması, duyumsaması. Hem her yerde hem hiçbir yerde misali vazgeçilmeyeceğine göre bir yol bulunacak. Hangi şartlar söz konusu olursa olsun eğitimle bilinç taşıma, bilinci diri tutma ve örgütlülük asli görev olacak. Her çalışma tek tek hiçbir bireyin varlığına bağlanmayacak, hızlıca kurumsallaşacak, kendi kendisini üretebilecek hale getirilecek. Bunlar ve daha fazlası pekâlâ mümkündür. Unutulmamalıdır ki kurumsallık yaratılmazsa tek tek bireylerin duyarlılığına kalmış tüm çalışmalar risk altında demektir. Yürütülecek kurumsal çalışmalarda birileri daha yetenekli, daha çok katkı sunan, başaran pozisyonda olabilir. Ama ihmal edilmemesi gereken şey, kolektif bilince de zarar verir. Ego, çoğu zaman bilinci de duyguları da sakatlar, hakikaten uzaklaştırır. “Top oynamaktan eve dönen iki çocuğun annesi, çocuklara gününüz nasıl geçti diye sorar. Birincisi, ‘Harika bir gündü, iki gol attım’ yanıtını verirken, diğer çocuk aynı soruya ‘Korkunç bir gündü, bizim takım kaybetti’ diye yanıt verir. Birinci çocuk için kendi performansı önemlidir. İkincisi ise kendisini ekiple bütünleştirmiştir.”[1]
Sistemin kafa bulandırma çabalarını gidermekle yükümlü olanlar eğer doğru yanıt geliştirmezlerse ve bunu zamana yayıp bir yol ve yöntem bulamazlarsa, bu durum bile başlı başına negatif etki üretir. Olağanüstü dönem söylemlerinin havada uçuştuğu koşullardaki olağan yaşamlar nasıl bir hissiyat oluşturur acaba?
Netsizlik önce yaratılmaya çalışılır, sonra normalleştirilmeye; doğru ve yanlış ayırt edilmez hale gelir. Stratejiyi ve ideolojiyi bir kenara bırakanlar, taktikte ve politikada en uzlaşmaz bir görüntüyü pekâlâ verebilirler. Hatta bu teşvik de edilebilir. Tribünlere oynama böyle gelişir. Saha sis içinde bırakılmıştır. Tribündekiler sahada ne olup bittiğini tam görememektedir. Bir yandan daha fazla sis pompalanırken, diğer yandan sadece duyulması istenilen sesler tribüne yansıtılır. Netlik, sisin dağıtılmasını gerektir.
Sistem, yalnızca kendisini her açıdan konsolide etmeye çalışmaz. Düşman olarak gördüğü sahaya da el uzatır. İmha edilmiyorsa güçten düşürmeyi, parçalamayı, ikircilik yaratmayı dener. Bütüncül iradeyi varlığına tehdit görür. Niyetini gizlemek için önce “makul çözüm” öne sürer. Sonra bu makuliyete uygun “makul insan” arayışına girer. Bilinç, madde ve kurumsallıkta bir gevşeme baş göstermişse çözüm için mücadele öznesi olması gerekenler, devlete güç getiremeyeceklerini düşünüp, bazen utangaçça, bazen açıkça harekete uzlaşı ve “makuliyet” çağrısı yapmaya başlarlar. Sanki hareket ve Önderliği on yıllardır adil bir uzlaşıya hazır değilmiş gibi!
Kendi dışımızda koca bir dünya var. Etkilediğimiz kadar etkileniyoruz da, hele büyük altüst oluşların yaşandığı süreçlerde bu etkileşim çok daha belirgin olabilir. O nedenle her zamankinden daha uyanık, dikkatli ve hazırlıklı olmak zorundayız. Küresel güçlerin kapışmaları, hesapları, Ortadoğu’daki dengeler ve arayışlar, kurulan ve dağıtılan ittifaklar, ekonomik ve siyasi krizler, şu veya bu düzeyde birçok çevreye etkilediği gibi bizi de etkileyebiliyor. Tüm bunları gözlemleyip hesap etmek ne kadar olması gerekense, sadece izleyici pozisyonda kalıp, selden kütük kapma misali bir duruma kendini sıkıştırmak da o kadar siyasetin, yaşamın doğasına terstir, tehlikelere kapı aralamaktır. En kötüsüne de en elverişli olanına da hazır olmak, çabayı, netliği, iradeleşmeyi ve kurumsallaşmayı şart kılar. Ortadoğu’nun tam göbeğinde, hiç kimsenin yabana atmayacağı bir güç olmak da bunu gerektirir.
Sadece umudu değil, umut ettiğimiz yaşamı da yaratmak bizim elimizde. Bahşedilmeyeceğini bilelim, yaratmaya odaklanalım!..
[1] Umut Bir Yöntem Olamaz, Gordon R.Sullivan Michael V.Harper, Boyner Yayinlari
Yoruma kapalı.