Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihin Aynasında Gazeteciliğin Zor Sınavı

Fatih Polat

Avustralyalı gazeteci Michael Ware, 2003 yılındaki Amerikan işgalinden önce Irak’ta neredeyse sürekli yaşayan birkaç ana akım muhabirden biriydi. 1969 doğumlu Ware, hem Irak’taki silahlı Kürt gruplarıyla hem de Amerikan işgaline karşı savaşan radikal İslamcı gruplarla ilişkiler kurmuştu. Irak’ın işgalini, işgal güçleriyle birlikte, bu grupların içinden de takip etti.

 

Irak İşgali Sırasında Bir Savaş Muhabiri: Michael Ware

Yönettiği ve içinde yer alarak kendi hikayesini de yansıttığı 1 saat 16 dakikalık, belgesel türündeki 2015 yapımı, “Only the Dead” filmi, sadece savaş muhabirliği bakımından değil, genel olarak gazetecilik bakımından da üzerine düşünülmesi gereken sahneler içerir.

Film şu sözlerle açılır: “Hepimizin içinde gömülü karanlık yerler vardır. Ve ben kendiminkini… İçimde var olduğunu hiç bilmediğim bir yer. Dünyanın en korkulan teröristine dair takıntımın beni sürüklediği bir yer. Beni elçisi olarak seçecek adamın.” Ve o anda, yanında duran silahıyla birlikte Zerkavi ekrana yansır. Belgesel, küresel ölçekte korku salmaya odaklı, Batılı beyaz esirlerin kafalarının kesilme görüntüleri ile Irak el-Kaidesi ve Mücahit Şura Meclisinin kurucu lideri Ebu Musab ez-Zerkavi’nin bir baskınla öldürüldüğü ana da yer verir.

Filmin başında, 2003 yılı Şubat ayında Kürt cephe hattı gösterilir. Ware, bu bölgeye Time dergisinin savaş muhabiri olarak kuzeydeki çatışmaları takip etmek için gönderilmiştir. Savaşın, farklı aktörler bakımından nasıl yaşandığını gösteren önemli anların yer aldığı filmin sonunda, Ware’nin yanında yer aldığı Amerikan askerleri bir direnişçinin etrafını çevirirler. Yaralı biçimde Amerikan askerlerinin eline geçen direnişçi henüz ölmemiştir. Amerikan askerleri onu sürükler ve tıbbi bir müdahalede bulunmak yerine yüzünü bir örtüyle kapatarak, başında kayıtsız konuşmalar yaparak ölümünü beklerler. Müdahale edilse belki yaşayacak bu kişi onlar için bir an önce ölmesi beklenen biri haline gelir.

Bir gazeteci açısından, tanıklığı hiç kolay olmayan bir an… Time’da beş yıl geçirdikten sonra Mayıs 2006’da CNN’e katılan Michael Ware’in o anki duyguları filmde şu cümlelerle yansır: “O can çekişirken, duyabildiğim sessizliğimdi. Tek yapmam gereken bir şey söylemekti, herhangi bir şey. Sadece boğazımı temizlemek. Ona vermeleri gereken tıbbi yardımı askerlere verdirmek için. Ama yapmadım. Oluruna bıraktım. Belki de içim o kadar katılaşmıştı. Askerlerin ki de… Yaşanan onca vahşet ruhlarımızı ağır ağır köreltmişti. Ama korkarım durum bundan da kötüydü. ‘Sadece ölüler savaşın sonunu görür’ derler. Velhasıl, Irak’ta neredeyse yedi yıl geçirdim. Ve bir daha savaşa gitmemek üzere ülkeme döndüm. Zaman aldı ama kendimle, gördüğüm şeylerle barışmayı bir şekilde öğrendim. Ve de yaptığım şeylerle ancak meçhul bir yerde ve unutulmuş bir zamanda tahmin dahi edemeyeceğim bir adama dönüştüğümü asla unutmayacağım.”

20. Yüzyılın en tanınmış ve en tartışmalı Anayasa hukuku uzmanlarından olan ve siyaset felsefesi alanında da önemli metinler kaleme alan Carl Schmitt (11 Temmuz 1888, Plettenberg – 7 Nisan 1985, Plettenberg), 1933’ten itibaren Nazi rejimine dahil olmuştu. Bu, parlak zekasıyla tanınan Schmitt için sonun başlangıcıydı. Schmitt’in “istisna” ile “genel” arasındaki ilişkiye dair yaptığı şu tespit yabana atılamayacak cinstendir: “Özellikle somut yaşamın felsefesi, istisnadan ve ekstrem durumdan elini eteğini çekmemeli, aksine, bunlarla en üst düzeyde ilgilenmelidir. Bu felsefeye göre, istisna, kuraldan önemli olabilir; paradoksal olana yaklaşımının romantik bir ironiden esinlenmiş olmasından dolayı değil; bir şeyin iç yüzünü kavramanın ciddiyeti, kendini ekseriya tekrar edenden çıkarılan net genellemelerden daha derine indiği için. İstisna normal durumdan daha ilginçtir. Normal olan, hiçbir şeyi kanıtlamaz, istisna her şeyi kanıtlar: Yalnızca kuralı kanıtlamakla kalmaz; kural, yalnızca istisna sayesinde yaşar. İstisnada gerçek hayatın gücü, tekrarlanmaktan katılaşmış mekanizmanın kabuğunu kırar.”[1]

Zor bir zamanda, zor bir coğrafyada hayat risk alarak görev yapan ve ölümden kıl kapı kurtuluşuna tanıklık ettiğimiz Michael Ware, Amerikan askerlerinin ele geçirdikleri yaralı bir direnişçiye tıbbi bir müdahale imkânı varken, onu kayıtsızca ölüme terk etmiş olduklarını göstererek aslında bir teşhir de yapmıştır. Bir gazeteci olarak yaşadığı paradoksa dikkat çekerken, sessiz kaldığı o ana dair öz eleştirel yaklaşımı belki onun ruhunu kurtarmış olabilir ve muhtemelen izleyen sayısız kişinin takdirini toplamıştır. Aslında, Irak ya da Afganistan’a dair yapılmış pek çok Amerikan filminde, ABD askerlerinin savaş sonrasındaki yaşamlarına dair sonuçlar çıkartılırken benzer vurgulara tanıklık ederiz: Savaş insanı, insanlık çıkarır…

Bu aktarımdan sonra, bu yazının temel meselesinin savaş muhabirliğinden öte, gazeteciliğin temel özelliklerine dair olduğunu belirterek devam edelim. Filmin son anını zoom yaparak büyütelim ve kendimizi daha genel bir tartışmaya açalım. Ortada aslında, Schmitt’in ifadesiyle istisna olarak tanımlayıp geçilemeyecek ve tekrarlanmaktan katılaşmış mekanizmanın kabuğunu kıracak kadar büyük bir gerçeklik vardır. Ware, orada, gerçekten kendi ifadesiyle yaşadığı savaş gerçekliğinden ötürü katılaştığı için mi, askerlere tıbbi müdahalenin gerekli olduğunu hatırlatmamıştır yoksa söz konusu olan onu konuşamayacak hale getiren bir egemenlik ve zor ilişkisinin, gazeteci tarafından içselleştirilmiş olması mıdır? Bir savaşta tabi olduğunuz güç, sizin hareket alanınızı da ister istemez belirler.

Carl Schmitt, yukarıda aktardığımız saptamalarına şu vurguyla devam eder: “Teolojik düşüncenin XIX. yüzyılda dahi dirimsel bir yoğunluğa sahip olabildiğini ispat etmiş olan Protestan bir ilahiyatçı şöyle demişti: ‘İstisna hem tümeli hem de kendisini açıklar.’” Gazeteci Michael Ware’in ilk bakışta istisna gibi yansıyan hali de aslında hem kendisini hem de tümeli açıklıyor.

 

Abdurrahman Gök’ün Tarihe Kazınan Fotoğrafları

Şimdi Gazeteci Ware’in bize aktardığı andan, 14 yıl kadar sonrasına ve başka bir coğrafyaya gidelim. İnönü Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü öğrencisi Kemal Kurkut, 21 Mart 2017 günü Diyarbakır Newroz kutlamalarında polis tarafından öldürüldü. Daha sonra, 103 kişinin katledildiği, 10 Ekim 2015 sabahı Ankara Garı önünde IŞİD’in canlı bomba saldırısıyla gerçekleştirdiği katliamdan sağ kurtulanlardan biri olduğunu öğrendiğimiz Kemal Kurkut’un ölümüne dair Emniyet’ten yapılan ilk açıklama, “Evrim Alataş Caddesi’ndeki polis barikatından Nevruz alanına girmeye çalışan bir canlı bombaya müdahale edildiği,” şeklindeydi. Olay basına da ilk olarak bu şekilde yansıdı. Daha sonra Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabiri Abdurrahman Gök’ün çektiği fotoğraflar, bu resmi beyanın bir yalandan ibaret olduğunu ortaya koydu. Kemal Kurkut’un polis tarafından hedef gözetilerek öldürülme anı Gök’ün objektifinden kare kare yansımıştı.

Gazeteci Abdurrahman Gök, gazeteciliğin kamuoyunun aydınlatılmasındaki rolünü ve gücünü ortaya koyan bu fotoğraflarından ötürü gazetecilik ödüllerine değer görülürken, devlet tahmin edileceği gibi yakasını bırakmadı. Abdurrahman Gök hakkında “örgüt üyesi olmak” ve “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla açılan davanın 30 Haziran 2022’de görülen karar duruşmasında “örgüt üyesi olmak” iddiasından beraat, “örgüt propagandası yapmak” suçlamasından ise 1 yıl 6 ay 22 gün hapis cezası kararı verildi. Gök duruşmalarda, suçlanmasının asıl nedenin Kurkut’un katledilmesinin delilini fotoğraflayarak ortaya koymasından intikam alınması olduğuna dikkat çekti. Aslında bölgede görev yapan Kürt basın emekçilerine yönelik baskıları takip eden herkes açısından da bu tartışmasız böyleydi.

Benzer uygulamalar daha önce de yaşanmıştı. Örneğin Hakkari Yüksekova’da bulunan bir şantiyede, özel harekat polislerinin bir grup işçiyi ters kelepçe yaparak yere yatırdığı ve “Türkiye Cumhuriyeti devletinin gücünü göreceksiniz… Hepinizi tanıyorum ben… Kim hainlik yapıyor, kim ihanet ediyor, karşılığını görecek… Ne yaptı lan size bu devlet… Türk’ün gücünü göreceksiniz…” dediğini gösteren video habere imza atan Dicle Haber Ajansı (DİHA) Muhabiri Nedim Türfent, 12 Mayıs 2016’da gözaltına alınarak, “Silahlı terör örgütü üyesi olmakla” suçlandı ve 13 Mayıs 2016’da tutuklandı. İddianamesi tutukluluğunun 300. gününde, 7 Mart 2017’de hazırlanan Türfent, 20 tanığın beyanlarıyla “silahlı terör örgütüne üye olmak” ve “zincirleme bir şekilde terör örgütünün propagandasını yapmakla” suçlandı. Hakkında sekiz yıl dokuz aydan 23 yıl dokuz aya kadar hapis cezası istendi. Benim de, bazı meslektaşlarımla birlikte izlediğim 14 Haziran 2017’deki ilk duruşması başladığında 399 gündür hapisteydi. O duruşmada tanıkların çok önemli bir bölümü, “Nedim Türfent ismini ilk kez duyduklarını, ifadelerini işkence altındayken zorla imzaladıklarını,” söylediler. Aralarında, kafalarına silah dayanarak ifadeye zorlandıklarını söyleyenler oldu. Ancak, işkence altında alınan o ifadelere itibar eden mahkeme heyeti, duruşma önündeki bu açık itiraflarla ilgilenmedi bile. Türfent 15 Aralık 2017 tarihli beşinci duruşmasında, bu yalan ifadelere dayanarak, “silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla sekiz yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı. 6 yıl 6 ay hapis yatan Gazeteci Nedim Türfent, 29 Kasım 2022 günü tahliye oldu. Tahliyesinden sonra görüştüğüm Nedim Türfent, -tıpkı Abdullah Gök gibi- kendisine yaşatılanların yaptığı haberlere yönelik bir intikam olduğunu biliyordu.

Hakkını yemeyelim; yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aslında Michael Ware da, Amerikan askerlerinin yaralı olarak ele geçirdikleri direnişçiyi, tıbbi müdahalede bulunmak yerine, yüzüne havlu kapatarak zaman içinde ölüme terk ettiklerini belgelemiş ve bunu belgeselinde de yansıtmıştır. Ancak Amerikan askerleriyle günler geçirdikten sonra, onların himayesindeki bir gazeteci olarak o sınırda durmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla o anın sorgulanmasını, daha sonraya, o görüntüleri ve bu belgeseli yayınlama anına ertelemiştir.

Abdurrahman Gök ise daha önce de bölgede polisin baskılarına sıkça maruz kalmış bir gazeteci olarak, yakın çevresinin, bu görüntüleri yayımlaması halinde polisin baskısından kurtulamayacağı yönündeki uyarılarına kulak asmayarak sıcağı sıcağına belge niteliğindeki o görüntüleri yayımlamayı tercih etmiştir. Michael Ware dünyanın en büyük medya kurumlarından birinin çalışanıydı. Gök ise, onunla kıyaslanamayacak ölçekte bir basın kurumunda görev yapıyordu. Gök’ün Kemal Kurkut’un vurulmasını görüntülediği ana zoom yaparak, bu gerçekliği daha büyük ölçekte analiz etmeye çalıştığımızda ise şunu görüyoruz: Ware’in görev yaptığı alanda, fail durumundaki Amerikan askerleriyle arasındaki ilişkiyle, Gök’ün fail olarak fotoğrafladığı polislerle arasındaki ilişki tam tersidir.  Şunu da eklemeden olmaz; Gök ile fotoğrafını çektiği polisler arasında bir tabilik ilişkisi yoktur ama Gök de, zor bir coğrafyada görev yapan bir gazeteci olarak o polislerle ve onların arkadaşlarıyla yüz yüze olacak olmanın baskısıyla kuşatılmış bir gazetecidir. Buna rağmen, bedel ödemeyi göze almış olmasını hem kendisinin hem de çalıştığı kurumun farkını ortaya koyan bir istisna olarak not etmek gerekir. Nedim Türfent için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Bir başka örnekle devam edelim. İktidar, devlet ve medyanın mülkiyet yapısından kaynaklı ilişkiler de, gazeteciliğin icrasının imkanlarını ve sınırlarını önemli ölçüde belirler. Bir gazeteci görev yaptığı kurumun editoryal sürecine dahil olmaya başladıkça, neyi yazıp neyi yazamayacağını, neyi ne kadar gösterebileceğini öğrenir. Deneyim kazandıkça da iyice içselleştirir. Bu nedenle de iktidar medyası, dünyanın her yerinde iktidarların meşrulaştırma aracı, yalan söyleme makinesi olarak iş görürken, iktidarla büyük yığınlar, emekçi kitleler arasındaki çelişkilerin yol açtığı sonuçlar ancak iktidar ve sermaye tahakkümünün ötesindeki basın kurumlarında kendilerine yer bulabilir.

 

Uğur Zengin ve Sarayın Vergi Vermeyen Müteahhitleri

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı genelgesiyle kamu kurumlarına tasarruf talimatı gönderilirken ve Mehmet Şimşek programıyla vergi kaçıranlara karşı mücadele edildiği propaganda edilirken, Evrensel Gazetesi Ekonomi Editörü Uğur Zengin, 27 Temmuz 2024 günü Evrensel’de yayınlanan haberinde Saray iktidarının 190 milyar liralık adrese teslim kamu ihaleleriyle ihya ettiği 20 inşaat patronunun 8’inin 2023’te hiç vergi vermediğini, kalanların ödediği verginin ise denizde su damlası kaldığını ortaya çıkarmıştı. Uğur Zengin benzer içerikli bir dizi başka habere daha imza attı.

Burada da gazeteci duruşuyla, onu çevreleyen ilişkiler bütünü arasındaki bağlamın onun duruşunu realize etmesini mümkün kılıp kılmadığını birlikte görüyoruz. Tam bu noktada, Noam Chomsky’ye bir selam gönderelim: “Sistem, güce hizmet etmek üzere aldatma hakkının kullanılmasına karşı çıkılması halinde kendisini büyük bir öfkeyle korumaktadır; ideolojik sistemi rasyonel bir biçimde irdeleme fikri, genellikle başka bir temelde gizlense bile, kavrayışsızlığı ya da öfkeyi açığa çıkarır.”[2]

Evrensel Gazetesi’nin resmi ilan ve reklam hakkı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağla Basın İlan Kurumu tarafından, bu ve benzeri içerikteki haberleri nedeniyle zaten iptal edilmiştir. Saray medyasında çalışan bir gazeteci ya da vergi vermeyen şirketlerle sıkı reklam ilişkisi olan medya kurumunda görev yapan bir gazetecinin böyle bir haberi, o mecralarda yayınlamasının önü daha baştan kesilmiştir.

Ancak eski dönemin merkez medyası içinde görev yaparak, bedelini ödeme pahasına, halkı doğru bilgilendirmeye dayalı bir habercilik duruşundan ödün vermemeye çalışan birçok gazeteci olduğunu da hatırlatalım. Bu duruşu gösteren gazetecilerin birçoğu merkez medyada yaşanan neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte aşama aşama bulundukları mecraların dışına itildiler.

 

Medyada Neoliberal Dönüşüm: Atilla Özsever Örneği

Bu isimler arasında, daha sonra öğretim üyesi olarak yaşamına devam eden Atilla Özsever, uzun sayılabilecek meslek yaşamıyla anılması gereken bir örnektir. 27 Mayıs 1960 darbesi sırasında Selimiye Askeri Ortaokulu’nda öğrenci olan ve 1967 yılında Kara Harp Okulundan piyade subayı olarak mezun olan Atilla Özsever, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Mesele Teslim Olmamakta’ adlı kitabında, gazetecilik dönemini de anlatır.

26 Şubat 1975 akşamı TRT televizyon haberlerinde yayınlanan röportajında bekçilerin sorunlarını gündeme getirir. Örneğin,. Bekçiler, “Polislerle aynı görevi yapıyoruz ama onlar ücretsiz ilaç alırken, biz ilaca para ödüyoruz. Bu eşitsizlik giderilsin,” der. Bunun üzerine ortalık karışır. TRT’ye müfettişler gelerek inceleme yapar. Ardından kısa bir süre sonra 4 Mart 1975 tarihli Son Havadis gazetesinin 1. sayfasında, “TRT’de THKP örgütü militanları vazife görüyor,” başlıklı bir yazı yayımlanır. Yazıda Özsever’in, Mahir Çayan liderliğindeki THKP-C örgütü üyesi olduğu, Mahirlerin cezaevinden kaçmasına yardım ettiği, piyade üsteğmeni iken tutuklanıp hapis yattığı ve CHP’nin affıyla serbest bırakıldığı yazmaktadır. Aynı gün, TRT’ye Özsever’in söz konusu haberiyle ilgili olarak İstanbul Mahalle Bekçileri Sosyal Yardımlaşma Derneği Genel Merkezi’nden bir teşekkür mesajı gelir. Özsever, Son Havadis’e bir tekzip gönderir. Nisan 1975’te Demirel hükümetinin işbaşına gelmesiyle İsmail Cem de 17 Mayıs 1975’te TRT’deki görevinden alınır ve yerine İslamcı kimliği ile bilinen Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş getirilir. 11 gün sonra da Özsever’in adresine, ‘Artık hizmetine ihtiyaç kalmadığı’ bildirilen bir yazı gönderilir.

Atilla Özsever’i ardından merkez medyanın yazılı basın bölümünde emekçilerin dünyasını takip ederek gündemleştiren az sayıdaki gazeteciden biri olarak görürüz. 27 Nisan 1992’de Sabah gazetesinde ‘Çalışma Dünyası’ adlı köşesinin ilki yayımlanır. ‘12 Mart paşaları özelleştirmenin öncüsü’ (18 Ekim 1993) başlıklı haber onun kaleminden çıkar. KİT’lerde 600 bin kamu işçisini ilgilendiren toplu iş sözleşmesi sürecinde, işçilerin taleplerine karşı çıkan dönemin Başbakanı Tansu Çiller için,“Emek-sermaye çelişkisini ispatlayan Başbakan” diye yazar.

Özsever Milliyet’te ‘Emek ve İnsan’ başlıklı sayfayı hazırlamaya başlar. Bu sayfanın ilk sayısı 1 Kasım 1993’te yayımlanır. Özsever’in sayfasında yaptığı birçok özel haber Milliyet’in manşetine taşınır.

Ancak neoliberal dönüşüm sürecinin medya alanında etkisini göstermesiyle birlikte, Özsever’in sayfası da, bu neoliberal dalgadan nasibini alır. Gazete patronunun medya dışı ticari ilişkileri nedeniyle, onun ele aldığı konular, patronun çıkarlarına çomak sokmaktadır. Bu artık tolere edilemezdir. ‘Emek ve İnsan’ sayfasının tasfiyesiyle birlikte, artık merkez medyada işçi ve emekçilere dair haberler kısa haber sütunlarına ya da sayfa diplerine itilmiş ve zaman içinde de adeta buharlaşmıştır.[3]

 

Meksika: Gazeteciler Kartellerin Hedefinde

Başka coğrafyalarda da gazeteciler mesleklerini yapmak bakımından başka zorluklarla sınanıyorlar. Örneğin, 1992 yılından 2017 yılına kadar 38 gazetecinin öldürüldüğü Meksika’da, uluslararası çapta ödüllü gazetelerinden Javier Valdez, 2017 yılında, ülkenin kuzeydoğusundaki Sinaloa eyaletinde uğradığı silahlı saldırıda öldürülmüştü.[4] Uyuşturucu ticaretiyle ilgili haberleri nedeniyle 2011 yılında Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ) Basın Özgürlüğü Ödülü’nü almış olan Valdez, otuz yıllık gazetecilik yaşamı boyunca Meksika’daki uyuşturucu ticareti ve Sinaloa uyuşturucu karteli dahil organize suç örgütleriyle ilgili birçok habere imza atmıştı. Valdez, öldürülmesinden bir yıl önce yayınlanan kitabının tanıtım etkinliğinde, gazeteci olmanın “kara listede olmak” anlamına geldiğini belirterek eklemişti: “Kurşun geçirmez yeleğiniz ve korumalarınız bile olsa, eğer çeteler sizi öldürmek istiyorsa öldüreceklerdir.” 50 yaşındaki gazeteci Meksika’nın Sinaloa eyaletinde aracından sürüklenerek çıkarıldı ve vurularak öldürüldü.

Bu cinayetler son da olmadı. 2022 yılı, Meksika’da gazeteciler açısından son 30 yılın en ölümcül senesinin yaşandığı yıl oldu. Meksika Gazetecileri Koruma Komitesi’nden yapılan açıklamaya göre, ülkede sadece 2022 yılında 15 gazeteci cinayete kurban gitti. Şimdi biraz daha geriye, Amerikan İç Savaşı’nın hemen sonrasına gidelim. Paul Greengrass’ın yönetmenliğini yaptığı, Tom Hanks’i başrolde gördüğümüz 2021 yapımı News of The World (Dünyadan Haberler), Paulette Jiles’in aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Amerikan İç Savaşı’nın ardından kimsesiz kalan bir kızı, yaşayan son akrabalarının yanına götürmeye çalışan bir adamın hikayesini konu edinen filmde, kaptan Jefferson Kyle Kidd, üç savaş görmüş ve bunların ikisinde savaşmış biridir. Eşini kaybeden ve hayatta kimsesi olmayan Kidd, at sırtında kasaba kasaba gezerek okur-yazar olmayan insanlara gazete haberlerini okur ve bu yolla geçimini sağlar. İnsanlar, ulaşmaları kolay olmayan gazetelerden kendilerine haberler okuyarak, yaşadıkları yerden bir tren yolu geçeceğini haber veren Kidd’e, bu hizmeti için para verirler. Haberle hayat arasındaki ilişkiyi beyaz perdeye taşıyan filmde, haberin hem uzak kasabalardaki insanlar için taşıdığı hayati önemi görürüz hem de Kidd’in haber okuyarak hayatını kazandığına tanıklık ederiz. Adeta at üstünde bir spiker gibi.

 

Canavarlar Zamanında Gazetecilik

Artık yeni medya teknolojileriyle haberin olduğu anda okura ulaştığı bir zamandayız. Eskiden gazetecilerin, diğer insanlara göre dünyayı bir gün önceden yaşadığı düşünülürdü. Bu, bizim kuşak gazeteciler için önemli bir ayrıcalığa işaret ederdi. İnsanların, ‘Bugün neler olmuş?’ sorusuna yanıt bulmak için ellerine alıp okuduğu gazeteler aslında bir gün önceden hazırlanmış ve baskıya gönderilmiş olduğu için, o yazılanların hepsi, gazeteciler tarafından bir gün öncesinden bilinmekteydi.

Bugün,  haberin daha oluş halindeyken okura, izleyiciye aktarıldığı teknolojilerle iş yapıyoruz. Buna bir de yapay zeka teknolojisinin sunduğu imkanları ekleyin.

Tüm bu yeni gerçeklik içinde, gazetecilik bağlamında son on yılın önemli tartışma konularından biri de hız ile doğru habercilik arasındaki dengede düğümleniyor. Haberi geç kalmadan iletmek kuşkusuz önemli ama bu bir haberi doğru olarak aktarmaktan daha önemli değil. Dolayısıyla hız ile haber arasındaki ilişkide, unsurları tamamlanmış, gerekli teyit süreçleri işletilmiş habere duyulan ihtiyaç, iyi gazetecilerin, deneyimli editörlerin önemini de güncel tutarak yarına aktarıyor.

İtalyan Marksist kuramcı Antonio Gramsci’nin, “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı” sözü, bugün açısından da bize anlamlı bir hatırlatma yapıyor. Bölgemizin ve dünyamızın türlü krizlerin girdabında sürüklendiği bir dönemde, gazetecilik de bundan ister istemez nasibini alıyor.

Ancak doğası gereği devrimci olan gazetecilik, kendi krizini aşarak bu canavarlar çağından alnının akıyla çıkmayı başaracaktır.

 

[1]  Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, Çev.: Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, 5. Baskı, Ankara 2016, s. 22
[2]  Noam Chomsky, Medya Gerçeği, Çev.: Abdullah Yılmaz, Osman Akınhay, Everest Yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2012 s.14
[3]  Fatih Polat, Mesele Teslim Olmamakta, Evrensel, 14 Haziran 2021
[4]  Meksika’da yıllardır suç örgütlerini araştıran gazeteci öldürüldü, BBC News Türkçe, 16 Mayıs 2017

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.