Tarihsel Toplumun Demokratik Uygarlık Irmağı, Kadının Özgür Dünyasına Akıyor
Hayati Deniz Kaytan
İnsanın insan olma ve toplumsal gelişimini sağlama serüveninde Ortadoğu coğrafyası ve onun kapsama alanı olan “Altın Hilal”, yaşadığımız gezegene adeta ışık olmuştur. Aynı zamanda ilk toplumsal uygarlığın doğuşuna beşiklik etmiş bu coğrafya şu an kan-revan içinde. Hegemonik-devletçi uygarlık süreci öncesinde bu coğrafya: barışın, kardeşliğin, paylaşmanın, eşit ve özgür yaşamın, tüm insanlık değerlerinde ortaklaşmanın coğrafyasıdır. Merkezi-hegemonik uygarlık sisteminin yarattığı her türlü gelişimin başlangıç noktası, doğuş yeri Ortadoğudur. Yaşamı yaratan ve doğuran kadının, ilk kültürleşmeyi, insanı insan yapan tüm toplumsal değerleri bu topraklarda ana-kadın öncülüğünde ve kadının doğa ile barışık onunla adeta bir olan zihniyeti ile şekillendirmiştir. Ana tanrıça kültürünün şekillendiği süreç olarak da tanımlayabileceğimiz Neolitik Çağ; kent ve devletçi-iktidarcı sistemin öncesini, tarım ve köy toplumunun şekillendiği dönemi ifade etmektedir. Yerleşik yaşam ile birlikte artan nüfus -erkeğin giderek toplumsal yaşama dahil olması- kent ve kent devletine giden sürecin önünü açmıştır. Yukarı Mezopotamya’da doğup gelişen Neolitik Toplum kültürü binlerce yıl içinde dünyanın farklı coğrafyalarına-kıtalarına taşınmıştır. Kentleşme ile birlikte, yeni bir sistemin, doğal toplumsal sisteme aykırı bir yapılanmanın ortaya çıktığı gözlemlenir. Bu yeni sistem bugün ardında beş bin yıllık bir tarihi bırakan ve kartopu örneğinde olduğu gibi büyüyerek yaygınlık kazanan devletçi-iktidarcı ataerkil uygarlık sistemidir.
Öz olarak “uygarlık sistemi” olarak adlandırdığımız bu tarihsel gelişim kendilerinden önceki tüm toplumsal tarihi yok sayarak gelişimini olumsuz mitolojilere dayandırmıştır. Günümüzde arkeolojik kazılarda ve tarihsel toplum değerlendirmelerinde beş bin yıllık devletçi uygarlık sistemini tüm toplumsal tarihin ancak %2’sine tekabül ettiğini anlatmaktadır. Ve uygarlık tarihi denilen dönem kendisinden önce yaratılan toplumsallığın mirası üzerinde kurumlaşmış, o dönemde yaratılmış temel toplumsal değerler kendi özünden saptırılmış, insanlığın gerçek tarihi mitolojileri eliyle adeta yeni bir “yalanın tarihi” yazılmıştır. Bu bağlamda beş bin yıllık devletçi uygarlık tarihi insanlığa eşi benzeri olmayan felaketleri yaşatmıştır. Savaş, iktidar, hegemonya, mülkiyetçilik, silah, ölüm, kırım, sömürü, talan, kölelik, yalan, inkar, sermaye, kar, para, rekabet, tecavüz, katliam, soykırım, ekolojik yıkım vb. cümle bütün kötülükler bu beş bin yıllık uygarlık sisteminin eseridir. Bugün Ortadoğu coğrafyasının güney sınırına yakın Akdeniz kıyısında Filistinde yaşanan soykırım da bu beş bin yıllık tarihin “toplumsallığı kendisine yabancılaştırarak karşıtı haline getirmesinin” bir sonucudur.
Ana-kadın öncülüğünde yukarı Mezopotamya’da ilk toplumsal uygarlık diyebileceğimiz “demokratik uygarlık kültürü” ve sistemi insanı insan yapan tüm yaratımların şekillendiği süreci kapsar. Yerleşik yaşam ile birlikte artan nüfus yeni yerleşim alanı arayışları ilk uygarlığın boy verdiği Dicle ve Fırat ırmağı kıyılarında orta ve aşağı Mezopotamya’ya doğru doğal yayılma gerçekleşir. Yeni yerleşim alanları kurulur, bataklıklar kurutularak tarıma açılır. Kent oluşumlarının süreci hızlandırılır. Yukarı Mezopotamya’da şekillenen kültür Aryen kültür geleneğidir. Kadının doğasını ve zihniyetinin şekillendirdiği kültürdür. Bu kültür aşağıya doğru yayılımı sağlarken günümüzde daha çok Arap halkların yaşadığı coğrafyada da yani güney ve güneybatıdan gelen kabileler birleşerek adeta yeni bir kültürü sentezlerler. Kuzeyin Aryen kültürü, güneyin hanedanlık yani önde olan El-Ubeyd kültürü bu yeni sentez de ataerkil özelliği önde olan bir kültürün doğuşuna yol açar. Batılıların uygarlık kültürünü “kent” ile başlatmasının nedeni de budur. Bu yeni sentez öyle kısa bir zamanda gerçekleşmemiştir. Kadına dayalı uygarlık sisteminin ataerkil sistem ile mücadelesi yaklaşık iki bin yıl sürer ve sonuçta ataerkil koalisyon rahip-kral-asker-komutan üçlüsü kendi siyasal sisteminin temel esaslarını oluştururlar. Ataerkil kültür adım adım kendisini tapınaklarda örgütlerken tarihi de kendinden başlatır. Mitolojiler bu yeni uygarlığı hizmetine konulur.
İlk toplumsallaşmadan ataerkil hegemonik uygarlık sisteminin doğuşuna kadar olan toplumsal tarihi demokratik uygarlık dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Demokratik uygarlık: Neolitik devrimin, doğal toplum kültürünün, ana tanrıça ya da kadın kültürünün oluşturduğu bir toplamı ifade eder. Ve bu kültür varlığını sürdürdüğü tüm zaman ve mekanlarda demokratik uygarlık kültürü yaşıyor diyebiliriz. İnsanlığın doğal toplumsal tarihin akışı içinde şekillenmiştir.
Kent-devlet ve ona dayalı her türlü merkezi uygarlık sistemi yaratımı egemen iktidar koalisyonun yaratımıdır, erildir, egemenlikçidir. Semitik kültürün oluşumunda önemli rol oynadığı bu uygarlık sistemi tüm toplumsal tarihi düşündüğümüzde, adeta kendisi ile birlikte insanlığın lanetlediği bir tarihi başlatmıştır. Sınıflaşma, toplumsal parçalanma kendisi ile birlikte yukarıda saydığımız kötülükleri doğurmuştur. Laneti kötülük ve normal yaşama aykırılık olarak tanımlarsak on binlerce yıllık kadının doğasına dayalı insanlığın insan olmaktan kaynaklı tüm değerlerin yaratıldığı dönem: eril olan ataerkil kültür ile kadın hayattan ve onun öznesi olmaktan alınmış, yaratımlarıyla kutsallık payesi kazanan ve ana tanrıçalığa layık görülen kadın yeni mitolojilerle aşağılanmış, dışlanmış ve yok sayılmıştır. Toplumsallığın kendi yaşamına kimliklendirme olarak tasarladığı tarihselliği ya da ana tanrıçalığı düşündüğümüzde kadına karşı bu büyük kötülüğü lanetlenme ile ilişkilendirmek abartılı bir yorum sayılmaz. Kadın ruhunu taşımayan yaşam lanetlenmiş yaşamdır. Ve lanetlenme kendisiyle birlikte cehennemi yaşam uygulamalarınıda getirmiştir. Beş bin yıl önce merkezi uygarlık sistemi ile kadını yakan ateş, bugün Ortadoğu‘da yanmaya devam ediyor. Yine en çok kadınlar ve onun canından yaratıldığı körpe canları çocukları yanıyor. Son elli yılda Ortadoğu’yu ateşe veren iktidarcı uygarlık güçleri bu coğrafyayı cehenneme çevirmişlerdir.
Bu değerlendirmelerimizi yaparken hareket noktamız halklar olmadığının altını önemle çizdiğimizi vurgulamak isterim. Tarih boyunca halkların birbiriyle tarihsel sorunları olmamıştır. İlk kötülük zaten sıradan bireyin eseri değildir. Kendini toplumdan soyutlayarak, tanrının yeryüzü düzeyinin temsilcisi sayan eril akıl, kastlaşmış mülkiyete el koyarak sınıflaşmış, kadını kendinin en büyük rakibi olarak gören bu akıl; kadının toplumdaki yüceliğine tahammül etmemiştir. Kadına gösterilen saygı ve kadına duyulan kutsiyet bu aklı çılgına çevirmiştir. Eril-ataerkil akıl yarattığı kültür ile kadının nesne haline getirmek için Adem-Havva mitolojisini geliştirmiştir. Bu mitosa göre insanı doğuran-yaratan ve binbir emekle büyüten kadın gerçeği tersyüz edilmiş Adem’i yaratan tanrı ona eş olsun diye kadını da erkeğin kaburga kemiğinden yaratır. Öyle ki ilk kent oluşumuna ve onun tapınağına tanrıça olarak giren kadın bu sistemin kötülüğü ile fahişe olarak çıkar. Bu uygarlıkta semitik kabilelerden biri olan Yahudilerin bu yaratılış mitolojilerinde etkin rol oynadığını Ahdî-Atik’te-Tevratta görmek mümkündür. Tevrat bu yeni uygarlığın manifestosu gibidir. Kendini tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak gören rahip-zamanla krala dönüşür. Kral ise kendisini tanrı ilan eder. Bu zihniyeti taşıyan egemen aklın kendisini “tanrının seçilmiş kavmi” ilan etmesini anlamak zor değil. Tevrat’ta Hazreti İbrahim’in eşi Sara’dan ayrı görünür bir kadın figürüne rastlamak son derece zordur. Konumuzun esası olmamakla birlikte kadın ile iç içe günümüzde bölgemizde yaşanan kırıma vurgu yapmakta meramımıza anlatmanın aracı oluyor.
Tek tanrıları dinlere ve kutsal kitabı öncülük eden İbrani kavmi tarihte adeta “Dünyada sürgüne mahkum edilmiş bir halk” olarak görülmüştür. Tarih boyunca onca kırıma, sürgüne, zulme, baskıya-soykırımlara, katliamlara maruz kalan bir halk; etnik kimliğini-kendine özgü inancıyla etkili harmalamış ve kendi yok oluşunu engellemiş olmayla kalmayıp, maddi ve manevi kültür bağlamında da etkinliğini yatsınamayacak bir noktaya taşınmıştır. Filistin’de işgal ve soykırım onlarca yıldır sürüyor. ABD gibi dünya hegemonyasının liderliğine oynayan bir güç, dünyanın gözü önünde adeta canlı canlı herkes Filistinde soykırımı seyrediyor. Batılı güçler dahil, dünyadaki pek çok devlet kendi çıkarlarını gözetmek bu kırıma ya sessiz kalıyor ya da yanında saf tutuyor.
Bölgedeki güçlerin önemli bir bölümü İsrail Filistin çatışmasını kendi hegemonyal çıkarları için araçsallaştırıyor. En çok bağırıp çağıranların, en çok hamaset nutku atanların İsrail ile ilişkilerde her türlü ticari faaliyeti arttırarak sürdürdüğü inkar edilemez. NATO’nun kışkırttığı-yönlendirdiği Ukrayna-Rusya çatışması nasıl aniden Ortadoğu‘ya yönlendirildi-bu sorgulanmaya değer bir konudur. Arap ülkeleri ve onları petrol zengini devlet ve iktidarlar kendi onurlarını dolara satmışlardır. Yer altından çıkarılan petrol türevleri dünyaya pazarlanırken, geride adeta posa olarak kalan zift ise bu egemenlerin zihniyetini karartmıştır. Altın tuvaletli bu sultan ve şeyh’ler Filistin halkını İsrail kırımın avuçlarına atmışlardır. Tüm dünya gibi Müslümanlıktan dem vuran ve egemenler şebekesinin soluduğu hava Filistin’in göğünü de kirletiyor. İnsan etiyle besleniyor kapitalist dünya.
Filistin topraklarında yaşayan ve bütün dünyanın, gelişmiş ileri bilişim teknolojisi ile izlediği bu savaş, kırım ve göz yaşı ezilen insanlığın geleceği açısından büyük riskler taşımaktadır. 1800’lü yıllara kadar kendi gerçek yüzünü gözler önüne seren “vahşi kapitalizm” kuruluş ve gelişimindeki vahşi yüzü ömrünün sonlarına doğru bir kez daha göstermektedir. Gezegenimizde işgal edilmedik bir bölge bırakmayan bu vahşi kapitalizm-çağdaş leviathan olarak artık kendi kendini yemeye başlamıştır. “Kurtların sessizliği” bu gerçeği anlatıyor. Kapitalizmin artık katliam ve soykırım rejimine dönüştüğü zamanda halkların-ezilen insanlığın direnişine ihtiyacı vardır. İktidarlar-sermaye sahipleri ve devletler için temel olan kendi hegemonik çıkarlarıdır. Halklar oradan umut beslememelidir. Peki milyarlarca insanın yaşadığı gezegenimizde insanlık için bir umut yok mu? Umut vardır elbette: çok uzun bir geçmişe sahip tarihsel toplumda toplumsallığın başlangıcında şekillenen kültür ve değerler, toplumun doğal özüne damgasını vurmuştur. Bir yerde toplumsallık hala yaşıyorsa; orada zayıflamış da olsa doğal toplum değerleri de yaşıyordur. Devletçi uygarlık sisteminin gelişimi ile demokratik uygarlık sistemi son bulmamıştır. Beş bin yıllık uygarlık sistemi döneminde tarihin tüm zamanlarında görkemli direnişler olmuştur. O direnişlerin her biri demokratik uygarlık sisteminin bir yürek atışıdır. İnsan toplumsallığın varlığının, zihniyetinin yaşadığının ispatıdır. Sistem karşıtı tüm toplumsal hareketler, devlet dışı tüm etnik hareketleri, devlete ve onun zihniyetine bulaşmamış inanç hareketleri, dünyada devletsiz küreselleşme potansiyeli taşıyan tüm örgütlenmeleri, tüm savaş karşıtı güçler, ekolojik ve çevre hareketleri, feminist hareketler ve toplumsal cinsiyetçiliğe karşı örgütlenen tüm kadın hareketleri demokratik uygarlığın yaşayan damarlarıdır. Emekçi-işçi hareketleri, sivil toplum hareketleri yine sayılabilir. Umut bu damarların geliştirebileceği küresel ortak mücadele örgütlenmesidir. Devletçi sistemin baskıladığı tüm toplumsal hareketlerde aynı konumdadır.
Bu Çağda Kadın Olmak En Zor Konumda Olan İnsan Demektir
Dünyada pek çok ülkede toplumsal çıkışları egemenlerle çelişen çoğulcu ve farklılığı savunan yaygın bir halk kitlesi vardır. Biz şuna da tanık olduk 7 Ekim öncesi İsrail’de mevcut iktidarın politikalarını kabul etmeyen ve Filistin halkı ile dayanışmayı önemseyen yüzbinlerce Yahudi’nin katıldığı aylarca süren gösteriler oldu. Egemen sistemle çelişkisi olan ve alternatif sistem ve hareketleri tanık olduklarında çok rahatlıkla demokratik-özgürlükçü-eşitlikçi, barışçıl örgütlü güçlerle ortaklaşabilecek fazlasıyla kitleler mevcuttur. Savaşların özünde vahşet olduğunu meşru savunması-her türlü saldırıya karşı ahlaki ölçekte geliştiren savaşı cinayet sayan, her türlü militarizmi faşizmle özdeş sayan ve kendi öncüsünü bekleyen halk toplulukları vardır.
Yaşadığımız dünyada günümüzde yaşanan kaos ve krizin öyle kolay anlaşılmayacağı da açıktır. Devletçi uygarlık sistemi başlangıcından günümüze bir kriz sistemidir. Günümüz dünyasında üstü örtük ve görünmez kılınmış, çaresizliğe mahkum edilmiş en önemli toplumsal sorunların başlıklarından biri toplumsal cinsiyetçilik sorunudur. Sanayileşme ve endüstrileşmenin dizginsiz sermaye kar tekelini amaçlayan toplum ve doğa karşıtı hale gelmiş olan endüstriyalizmin kendisi eko-sistemi yıkım noktasına getirmiştir. Tarihsel süreç kapsamlı incelendiğinde kadın kırımın beş bin yıldır kesintisiz sürdüğü görülecektir. Ataerkil toplum ilk gelişiminde kadın ilk elden zincire vurulmuştur. O ilk ezilen cins-ulus ve sınıftır. Tek tanrılı dinlerin doğuşu genelde toplumdaki dizginsiz sömürü ve baskıya dayalı birer tepki hareketleri olarak ortaya çıkmışlardır. Hz. İbrahim’in ilk isyanı Nemrutlara karşıdır. Tarihte sistem karşı gelişen her hareket zamanla sistemin bir parçası olmuş ve onunla bütünleşmiştir. Her dinsel hareketin çıkış noktasında kadına yaklaşımları daha özgürlükçüdür. İktidarın tekeline giren dinsel hareketler ona benzemiş kadın yaklaşımında ise ortaklaşmışlardır. İlk uygarlığın dayattığı köleliği, zincirlemeye adeta yeni halkalar eklemlenmiştir. İbranilerde kadın evlendikten sonra birçok hakkını kaybetmektedir. Hristiyanlığın doğuşunda Hz. İsa’ya ilk inanan ve onunla yürüyenler genelde kadınlardır. Toplum bir kurtarıcı beklemektedir. ezilen kadınlar bunun için yeni dinin yanında olmuşlardır. Maria Magdalena yaygın olarak fahişe olarak bilinir, ancak farklı İncil türlerinden bazıları Maria Magdalena’nın İsa’nın havarilerinden biri olduğunu iddia ederler. Diğer havarilerin farklı sorunlara dair İsa’nın fikirlerini öğrenmek için Maria Magdalena’ya danıştıklarıda sır değildir. Devlet sistemiyle en geç tanışan din olarak Hıristiyanlık yaklaşık üç yüz yıl gizli örgütlenmiş, taraftarlarını çoğalmıştır. Manastır örgütlenmeleri Azize ve Azizlerin de gelişiminde etkilidir. Ne zamanki Hıristiyanlık devletin bir parçası oldu, din egemen iktidara uyumlu tarzda şekillendirildi. İsa’nın ölümünü ilk günaha bağlayanlar Havva şahsında tüm kadınları suçlayıp kadını şeytan ile özdeştirirler. Yine doğal toplum özelliği taşıyan yüzbinlerce kadın cadılık ile suçlanarak yakıldılar. İslamiyet’in doğuşunda tarihçiler Hz. Hatice’nin rolüne dikkat çekerler. Kervan ticareti ile uğraşan Hz. Hatice Hz. Muhammed’i yanına alır, kervanlarını ona emanet eder. İlk vahiy sonrası vefatına kadar Hz.Hatice, Hz.Muhammed’in en yakınındadır. Örtünme İslamiyete sonradan bulaştırılmıştır. Harem kültürü, saltanat kültürü, mal-mülk zenginlik Hz.Muhammed’in döneminde yoktur. Hz.Muhammed göçtüğünde birkaç parça eşyası vardır. Asr-ı Saadetten sonra Şam’da Muaviye ve sonra Eyyubiler İslamiyet’in özünü boşaltmış, maddi zenginliği fazlasıyla önemseyerek Muhammedi yoldan sapmışlardır. Saraylar ve şatafatın İslamiyetle uzaktan yakından bağlantısı yoktur. “Cennet anaların ayakları altındadır” denilerek yüceltilen kadın, sonraları “kadın tarladır, dilediğiniz gibi sürebilirsiniz” noktasına düşürülmüştür.
Kapitalist sistemin oluşumu ile dünyada her türlü iktidarın, mülkiyetin, kar, sermaye ve tekelciliğin önü açılmış. Toplumu toplum yapan ahlaki değerler en çok da kapitalizmde yozlaştırılmaya maruz bırakılmıştır. Kadın pazarda alınıp satılan metaya dönüştürülür. Reklam sektörünün vazgeçilmezi, kafesteki bülbül, metların kraliçesi, her türlü cinsel sömürünün mağdurudur. Kölelik en çok da kapitalist sistemde insan ruhuna içkin kılınır. Çağlar boyunca kölelik hep derinleşmiş, toplumsal çözülüşü-her türlü bireyciliği, ahlaksızlığı özgürlük diye topluma sunan kapitalist sistem toplumu da fahişeleştirmiştir. Tüketim nesnesi kılınan kadının bedeni adeta parçalanmış ve her parçasına ayrı fiyat biçilmiştir. Namus nesnesi kılınan kadın erkeğin her türlü hizmetine koşturmuştur. Dilsiz, aşağılanmış, yok sayılmış ve cehennemden cehennem beğenen noktasına getirilen ve tabuta konulan kadına reva görülen “ölümden ölüm beğen”dir.
“Mevcut dünya sınırlarında hiçbir ülkenin kutsallığı sayılabilecek saygıya değer sevilebilecek bir kadını yoktur.” Demek acı bir tanım olabilir ancak, acımtırak bir gerçektir. Her türlü kutsallıkta boşalmış bir çağın yalan ile örülmüş dünyasında egemen uygarlık kadını cehenneme mahkum edilmiştir. Kadınların içinde özgürlük yaşayabilecekleri bir dünyaları yoktur. Eril aklın yaktığı cehennem ateşi en çok kadını yakmıştır. Her savaşın en büyük mağduru kadındır. Toplumda ahlaki değerleri yaşatmada kadının rolünü bilen kapitalizm en çok da ahlaki dejenerasyonu ve toplumsallığı hedef etmiştir. Kadın her türlü toplumsal yaşamın dışındadır. Kadın günümüzde eğer toplumsal yaşama kısmen dahil olmuşsa, siyasete, politikada yer alabiliyorsa bunu da kendi öz örgütlülüğü ve mücadelesi ile başarmıştır. Birçok ülkede “oy hakkı” büyük mücadeleleri gerektirmiştir.
Bu çağda kadın olmak en zor konumda olan insan demektir. Kapitalizm en çok sevgiliyi sevgiliye, çocuğu babaya, kadını erkeğe öldürten bir sistemdir. Bugün dünyada her üç kadından biri fiziksel şiddet görüyorsa, her yıl beş ila onbeş yaş arasında değişen en az 2 milyara yakın kız çocuğu fuhuşa zorlanıyorsa, dünyada her altı dakikada 1 kadına tecavüz ediliyorsa, her yıl en az 2 milyon kadın uluslararası kadın ticaretinin kurbanı oluyorsa, tüm savaşlarda on binlerce kadın tecavüze uğruyorsa, Çin’de sadece kız çocuğu olduğu için yaklaşık 1 milyon çocuk anne karnında öldürülüyorsa, her üç kadından biri dövülüyor, cinselliğe zorlanıyor ve tacize uğruyorsa, kadın cinayet kurbanlarının %70’i sözde erkek arkadaşları ya da eşleri tarafından öldürülüyorsa ve bu oranlar her gün daha fazla katlanarak artıyorsa, karanlık artık tüm dünyada kol geziyordur. Böyle bir dünyada ensenizde ölümün nefesini, ihanete uğramış-uğratılmış yaşamı ruhunda ve yüreğinde hisseden bir kadın, böyle bir dünyaya doğmak yerine ana rahmine geri dönmeyi tercih edecektir.
Kadın köleliği öylesine içkin kılınmıştır ki, bu içkin kılınan ve kadın şahsında topluma dayatılan kölelik uygulamada bin bir yalana malzeme kılınır. Her türlü sömürünün nesnesi kılınan kadın eğer kendisine ekonomik bir refah sağlayan bir iş bulabilirse, kendini rahatlıkla özgürleşmiş sanabiliyor. Eril dünyanın yalan hilesine, aldatıcılığına kanan kadın kendini çok rahatlıkla intiharın eşiğinde de bulabiliyor.
Bu sistemin şekillendirdiği kadın kendisinden başka herkesindir. Bu sistem KADIN’ın adının yanına her türlü kötü sıfatı yakıştıra bilir, bundan bir beis görmez. Öte yandan kadınsız yaşamayı da beceremez. Sistemin uzantısı olanın sevgisiyle bir bağın olamayacağı açıktır. Kadını mülk gözü ile gören akıl: “ya benimsin ya kara toprağınsın”der. Yalana ve sahteliğe alıştırılmasının bir boyutu da sevgiye ve aşka dair bu konunun üzerinde ciltlerce kitaplar yazılabilir ama sevgi ve aşkta kapitalizmin pazarlarında tüketilmiştir. “Aşk için öldürdüm”, “sevdiğim için öldürdüm” yalanlarının alıcısı çoktur.
İnsan toplumsallaşmasında öncü rol oynayan kadın nasıl düşürüldü? Tarih bilincinden cins bilincinden kendini doğru tanımlama yeteneğinden uzaklaştırılan kadın hafızasızlığa mahkum edilir. Beş bin yıl boyunca yalana alıştırılmış toplumsallık, kadın gerçekliğinden çokta farkında değildir. Kadının kendine ait bir tarihi yoktur adeta. Edebiyatta, sanatta, sinemada kadını kendine göre, kendi zihin kodlarına göre konuşturan eril akıl, kadının aklını-ruhunu ne kadar tanıyor? Günümüzde tarihsizleştirme soykırımın en revaçta bir yöntemidir. Tarihsizleştirme insanlıktan koparmaktır. Demokratik uygarlığın temel yaratıcı gücü olan kadının kendi öz yeteneği ile tanrıça düzeyinde kutsallaştırılmışsa, siz bu tarihi yok saydığınızda tanrıça kültürünüde yok sayıyorsunuz. O kültürü yok saydığınızda kutsallığıda yadsıyorsunuzdur. Buda büyük anlamsızlık, değersizlik ve yokluğun, hiçliğin kapısını aralar. “O mahiler ki deryadadırlar deryayı bilmezler” sözü için “bu çağda yaşatılan kölelik için yüreğinde olmasına rağmen onu görmeme, bilmeme, anlamamadır.” balık denizin içindendir denizi suyu bilmez. İnsanlık kadın şahsında büyük köleliği yaşarken-sömürülürken, bu halinin farkında bile değildir.
Beş bin yıllık karanlığın ortaya çıkardığı bu tablo açık ve yalın olarak görülüp ve anlaşılmazsa, bunun nedenleri kapsamlı olarak bilinmezse, bu karanlığın perdesini yırtıp aydınlığa yol almanın bilinci ve zihniyeti de oluşturulamaz. Bu bir kaç sayfalık yorum ile buz dağının koca gövdesinde bir damlası ancak gösterilmiştir. Peki bu karanlıktan nasıl çıkılacaktır. Dünyanın birçok bölgesinde kadının içinde yaşadığı tablo böyledir. Filistin’de, Afganistan’da, İran’da, Irak’a, Mısır’da, Afrika’nın genelinde kadın yaşamın en büyük kurbanıdır. Mezopotamya ve Anadoluyu dışında tutmak ta mümkün değil. Ortadoğu’da kadının yaşadığı hayat çok somuttur. Gözle görünür haldedir. Çelişki çıplaktır bir yönüyle ama modern denilen dünyada çarpıtılan zihin gerçeği algılamakta daha çok zorlanacaktır. Klasik söylemle çelişkinin bunca derinleştiği bir noktada radikal demokrasi ve kültür devrimi etkileri rol üstlenebilir. Bu karanlıktan çıkışın yolu vardır elbet ancak zorlu ve engebeli, büyük bedelleri göze almayı gerektirir. Yine asla kaderciliğe sığınılamaz ölüme ve yok oluşa razı olunamaz.
Savaş Tanrılarına Hiçbir Çocuk, Kadın ve İnsan Kurban Edilmeyecektir!
Tarihsel toplum ve sosyal bilimler tarihin başlangıcını adres göstermektedir. Beş bin yıllık merkezi uygarlık sisteminde olduğu gibi insanlığa dair tüm tarihsel birikimler insanlığın ve toplumun mirası olduğunu biliyoruz. Bir fabrikatör fabrikada çalışıp icat geliştirmemiştir. Tüm yaratımlarda toplumsallığın payı inkar edilebilir mi? Maddi, manevi, düşünsel, felsefik, bilimsel tüm yöntemler gerçek anlamda insanlığın patentini taşımaktadır. Tüm dünya nüfusunun %5’inin altındaki bir nüfus oranı dünyayı yönetmektedir. Bir kaç milyonu aşmayan tekelci sermayedar dünyayı yönetiyor. Dünyamızda %95’in üstünde bir nüfus gerçek anlamda emek sömürüsüne uğruyor. Oysa çoğu insan emeğinin sömürüldüğünü ya da ücretli köle olduğunun farkında bile değildir. Bu farkındalık bilinci gelişebilirse ve insanlar kendi emeğinin sömürülmesine itiraz edebilirse gerçekten de başka bir dünya mümkün olabilir. Tüm yaratımların toplumsallığın hizmetinde kullanılması, özgür, eşit, adil paylaşıma dayalı komünal bir toplumsallığı adres gösteriyor derken, Neolitik toplum şartlarına yeniden dönmeyi kastetmiyoruz kuşkusuz. Bu iddia çarpıtma olur. Tarihsel toplumun başlangıcı derken, insanın ruhunun zihniyetinin özünün ve karakterinin henüz parçalanmadığı, toplumsallığın ezen-ezilen ayrımına uğramadığı insanın en doğal, en saf bireycilik ve mülkiyetçilik ile kirlenmediği, ahlaki özelliği baskın olan bir toplumsallıktan söz ediyoruz. Beş bin yıllık ataerkil-devletçi uygarlık-yukarıda da saydığımız gibi-tüm bu olumsuzlukları getirdi. Hegemonya kendisi ile birlikte köleliği getirdi. Özel mülkiyet karakterdeki parçalanma ile birlikte kapitalizmde zirveleyen dizginsiz bireyciliği doğurdu. Tüm toplumsal yaratımların mülkiyetini eline geçiren hegemonik güçler gasp yolu ile her değeri ezilen toplumsallığın aleyhine kullandı. Toplumsallığın yaratıcı gücü, ruhu, zihniyeti ve öznesi olan kadın artık tanınmaz haldedir. Endüstri, tarım ve sanayi kapitalist tekellerin hizmetine koşulmuş, ideolojikleştirilen endüstri sadece kar, sermaye ve onun sömürüsüne kurban edilmiştir. Gezegenimizde hayat büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Biz eko sistemi önemser, doğayı kirletmenin önüne geçebilirsek, doğamız kendi işleyen zekası ile gezegenimizi iyleştirecek ve dünyamız yeniden tüm canlıların olacaktır.
Bu bağlamda toplumsallık için önemli olan insanın en iyi insan olduğu zamanın zihniyetine dönme, doğa ile barışık, doğa ve çevreyi de düşünen, paylaşımcı, dayanışmacı, ortaklaşmış bilinç ile hareket eden, mülkiyet duygusundan arınmış, barışçıl bir zihniyettir. Bu zihniyetin öncüsü ilk toplumsal rolden kaynaklı olarak kadındır. Doğa ve onun ruhu kadında bedenleşmiştir. İlk toplumsallığın, neolitik toplum kültürel değerler zihniyetini, bugün yaşadığımız çağın her türlü bilimsel, felsefik, teknolojik, endüstriyel iletişimin gücü ile buluşup, bu çağın yaratımlarını azami kar ve tekelleşme için değil, toplumsal yarar için kullanmak yeni bir çağın başlamasına yol açacaktır. Uygarlık sisteminin, demokratik uygarlık sistemiyle bu yeni sentezi adım adım hegemonik ve devletçi, iktidarcı olmayan yeni bir toplumsal sistemin yapı taşlarını oluşturacaktır. Dünyanın farklı farklı alanlarındaki fiili gerçekleşmelerinin büyük yararı görüldüğünde, bu iletişim çağının yardımıyla dünyamızda adeta dalga etkisi yaratacak demokratik özgürlükçü bir yarının dünyasının kapısını aralayacaktır. Kadının barışçıl, paylaşımcı doğa ile barışık zihniyeti ile ortaklaşan toplumsallık, kendi gerçek öncüsü ve yaratıcı gücü ile buluşacaktır. Bu başarılamazsa, son yıllarda gördüğümüz ekolojik felaketler, savaşlar ve yıkımlar gezegenimizi yok edecektir. Dünyayı kirleten endüstriyalizmin yol açtığı küresel ısınma dünyamızın hayatını tehdit ediyor. Kıyamet anını beklemek yerine bu cehenneme gidişe dur! denilebilir…
Bütün tarihsel, toplumsal gelişmeler insanlık geleceğinin “kadınla insanlaşmak” noktasında düğümlendiğini göstermektedir. Kadın doğasının kapsayıcılığı bunu mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla bugün, beş bin yıldır toplumdan dışlanan, düşünsel kapasitesine ket vurulan, aşağılanan, yok sayılan kadının yeniden toplumsal yaşama dönüşü 20.Yüzyıl ile başlamıştı. Son beş bin yılda kendi doğal akışından sapan demokratik uygarlık, yanıbaşında gelişen bu merkezi uygarlık sistemini bir kansere yakalanma olarak değerlendirebiliriz. Uygarlık sistemi ile birlikte insanlık hastalandı, kapitalizmde öldü yada komalıktır. Acaba bu cenaze olmasa bile komalık durumda olan şeye “insan” ve “yaşam” demiyor muyuz? İşte insanlık şimdi bu komalık durumdan uyanıp bir zamanlar sağlıklı olan halini hatırlayak ayağa kalkacak, uygarlığın atıl bıraktığı kapasitesini yeniden aktifleştirecek. Kadın zihniyetinin öncülüğünde kendini yeniden hatırlayacak yeniden kendi öz doğası ile buluşup insanlığın öncülüğünü üstlenecektir. Günümüz dünyasında her türlü maddi-manevi gelişimin bunu mümkün kıldığını, kadının tüm toplumsal alanlarda giderek öne çıktığını görüyor, hissediyor ve tanıklığını yapıyor. Bu durum tarihsel toplum açısından “yeniden gerçeğe uyanmak” özelliği taşıyabilir.
Bu evrensel rönesans tarzı bir toplumsal uyanış ve yeniden doğuşta olabilir. Ve bu doğuşa tarihte olduğu gibi Ortadoğu analık edebilir. Beş bin yıldır insanlığın üzerine çöken laneti aşmanın onu yakıp-savurup atmanın zamanı gelmiştir. Ana-kadın öncülüğünde doğal toplumda insanlığın temel değerlerini kazanan bu coğrafya, gerçek bir hazineye kavuşmuştur. O dönemin tarihsel koşulları bu hazineyi “uygarlığın doğuşu” ile kaybetti. Hazineler yitirildiği yerde aranır! Günümüz dünyasında Ortadoğu coğrafyası kriz ve kaos’tan kurtulamamıştır. Son yüz yılda dışardan bölgeye yapılan işgal-talan ve müdahaleler bunun ispatıdır. Öte yandan Ortadoğu’da yaşanan toplumsal sorunlar evrensel bir özellikde taşımaktadır. Dolayısıyla Ortadoğu merkezli yeni bir uygarlık doğuşu ya da sentezi tüm dünyada da niteliksel değişimlere neden olacaktır.
Kadın özgürlüğünün tarihin başlangıcındaki gibi devletsiz ve iktidarsız bir karakterde olması elzemdir. Batı türü bir kapitalizmin ve onun liberalizminin ahlaksızlaştırdığı-yozlaştırdığı hatta çürümesine yol açtığı toplumsallık yıkımdan öte bir şey getirmez. Kadın demokratik bir kapsayıcılık ve zihniyet devrimi ile tüm dilleri, dinleri, kimlikleri, etnik yapıları-ulusları, toplumdaki tüm renkleri ve farklılıkları kendi zihniyetinin çatısı altında toplayabilir. Mezopotamyada ve Ortadoğu’nun kimi coğrafyalarında başlayan kadın aydınlanması ve kadın özgürlük arayışının özelde “tüm islami cihan’da” yaşayan kadınları etkilediği açıktır. Feminizmin sorunu indirgediği alan ve çözüm perspektif vardır. Ve feminizmde de köklü devrime ihtiyaç vardır. Ekonomik özgürlük, “sistem içi arayışların” bir toplumsal özgürlük getirmediği son yüzyılda görülmüştür. Radikal demokrasi, zihniyet devrimi her türlü ataerkil-iktidarcı ideolojiyi aşan özgür eş yaşam tüm dünya ve Ortadoğu kadını kadar toplumlarıda giderek her türlü militarizmden, savaştan uzaklaştırılacaktır. Savaş tanrılarına çocuklar, kadınlar kadar hiçbir insan kurban edilmeyecektir.
2022 yılında, Ortadoğu’da-önemli bir kültürel-tarihi birikime sahip olan İran topraklarında özelde molla rejiminin, onun Ahlak Polisinin kadının yaşamsal haklarını kısıtlayarak baskı ve zora dayalı örtünme dayatması ve bunun sonucunda Jîna Emînî adlı bir Kürt kadınının katledilmesi, zaten ülkede var olan baskılara karşı bir kıvılcım etkisi yaratmış, yaklaşık 40 yıldır baskı altında yaşayan toplumda infiale yol açmıştı. Sadece kadın hakları için değil, İran’da rejim baskısını üzerinde hisseden tüm toplumsal kesimler, Fars, Azeri, Kürt, Beluci, Arap vb. irili ufaklı toplumsal kesimler, inançlar ve kültürler tepkilerini en demokratik tarzda, protesto gösterileriyle ortaya koymuşlarıdır. Kadınların örgütlü öncülüğünde başlayan gösterilere tüm toplumsal kesimler katılım göstermiştir. Yine tüm toplumsal kesimler kadının özgürlük talebi şemsiyesi altında hak arayışına girmeleri, tüm ülkede geniş katılımlı protestolara neden olmuştur.
“Jin Jiyan Azadî” Kadın Yaşam Özgürlük şiarı söze dökülmüş taleplerde, her toplum kesimi kendi toplumsal talebini dillendirmiştir. Doğal toplum kültürü İran topraklarında halen canlıdır. Kapitalizmin açıktan hükmedemediği ve pazarına etkili açılamadığı bu topraklarda toplumun ahlaki-politik refleksleri halen diridir. 2022 yılındaki gösteriler aylar sonra bastırılmış olsada, toplumsal talepler karşılanmamıştır. İran’da başlayan kadınların öncülüğündeki bu toplumsal gösteriler, Ortadoğu ülkelerinde de yankısını bulmuş. Dünyanın pek çok bölgesinde kadınlar benzer taleplerle hem İran’daki Kadın Direnişiyle dayanışma göstermiş hem de kendi taleplerini dillendirmişlerdir. Geniş Ortadoğu’da, yani Afganistan’dan Mısır’a, Suudi Arabistan Yemen’den Anadolu ve Mezopotamya’ya hatta Kafkasya’yı da içine alan coğrafyada köklü bir kadın devrimine ihtiyaç olduğunu açığa çıkarmıştır. Bu denli büyük bir uyanış dünyada da karşılık bulacağı ve etki edeceği kesindir.
Toplumsal tarihte gerçekleştirilen tüm savaşların, kırımların, baskı ve sömürünün, kölelik dayatmasının karanlığın en büyük mağduru kadınlar ve çocuklarıdır. Kadının yaşam özgürlük sorunu bugün tüm dünya kadınlarının sorunudur. Her dinden, kültürden, renkten, ulustan, inançtan kadın; ışıksız, soluksuz, yaşamsız, havasız bırakılan bu dünyada kendi tarihsel kültürel gerçeği ile buluşmayı başarabilirse; kutsal kitapta adı Aden olarak geçen bölgeden başlayarak yeniden cenneti andıran bir yaşamı yaratabilir. Cennette cehennemde bu dünyada olur. Köleci çağda kendi doğal toplum cennetinden kopan insanlar yeniden Amargi’ye dönüşü arzulamıştır. Amargi, “Ana’ya dönüş” demektir. Tarihte kaybettikleri cennetine dönmeyi başaramayan o insanların düşlerini binlerce yıl sonra gerçekleştirmenin olanağı doğmuştur. Tarihe, kutsallığa, yaşama, tüm dinlere, dillere, kültürlere inançlara ve bu çağda Filistinde ve ona benzer coğrafyalarda katledilen kadınlar ve çocuklar için, insanlık için Amargi’ye, anaya dönüş özgürlük düşü olanların hatıralarına anlamlı bir cevap olacaktır.
Toplumların, insanlığın “kadınla insanlaşmaya” yeniden ihtiyacı var. Ataerkil uygarlık ve eril akıl kendindeki zorbalığı, iktidarcılığı, mülkiyetçiliği, zihniyeti, savaşçılığı tarihin çöp sepetine atabilir. Tarihin, toplumsallığın demokratik uygarlık ırmağı kadın özgür dünyasına akıyor.
Toplumda her bireye düşen görev bu ırmağa bir parça su, rüzgar ve hayat taşımaktır.
Yoruma kapalı.