Düşünce ve Kuram Dergisi

Thanatopolitik Bir Kriz Olarak Ölülere Açılan Savaş

Özgür Amed

 

Türkiye’de 2015 yılı, yakın Türkiye tarihi açısından bir (çok) parantezin kapanışıdır. Bu parantez(ler)in içine dair çokça şey ifade edebiliriz, fakat konumuza sadık kalmak açısından sadece bir dinamik üzerinden gideceğim. 

 

2015 Sonrası İdeolojik Dönüşüm!

2015 yılı, devletin kendine yeni bir norm belirlediği, siyaseten yeni bir kararlaşmaya geçtiği, sosyal-psikolojik yeni eşikleri test ettiği ve tüm bunların toplamında ideolojik dönüşüme karar verdiği bir yılı mimler. Değişim demiyorum, dönüşüm diyorum. Değişim hissedilir, daha fiziksel bir tınıya işaret eder ama dönüşüm, kimya derslerinden de bildiğimiz üzere daha içeriden, eskinin formun ortadan kalktığı, kökten bir değişimin hikayesidir. Olay ve olguların yoğunluğunu da dikkate alırsak, 2015 bir milattır. 

Dönüşüm mefhumunu biraz daha açmak gerekirse, devlet aklının değişimini baz alabiliriz. Devlet aklı klasik anlamda devletin davranışlarındaki düstur ve onun hareket etme yasalarıdır. O anlamda eğer devletin hareket tarzı değiştiyse aklı da değişmiştir. Devlet aklı derken ayrıca bir akıllar toplamından bahsediyoruz. Onların bir aradalığı ile imgeler inşa edilir, değerler yaratılır ve ona göre bir politika oluşturulur. Necessità, devletin mecburiyetine işaret eden önemli bir siyasal kavram ve yasadır. Devletin 2015 sonrası Kürtlere karşı girdiği çok yönlü konseptin en bariz yönü yaslandığı bu “zorunluluk yasası”, bu yasadaki değişim ve dönüşümdür.

Başlarken not etmekte fayda var. Bu dönüşüm, Kürtler ve onların kültürel dünyaları için girişilen bir kırımdı. Çünkü devletin varlık, güvenlik, sürdürülebilirlik, zorunluluk, beka gibi tüm kodları Kürtler laboratuvarında öğrenilen şeylerdir.rtlük, Türkiye’nin hareket etme yasalarını yüzyıldır test ettiği yegâne alandır. Hem iç hem dış politika, Kürtler üzerinden deneyimlenen kültür ve gramer ile yapılır. Bu gerçekliğe doğru yaklaşmazsak, modern anlamda son iki yüzyıllık serencamı eksik ve yanılgılı kavrarız. SADAT Yönetim Kurulu Başkanı Melih Tanrıverdi, Mayıs 2022’de verdiği bir röportajda, “Çözüm sürecinin bitişinin ardından terörle mücadele konseptinin değiştiğini,” ifade ediyordu.

2015 sonrası süreci de bu tespitin gölgesinde anlamaya çalışmayı öneriyorum. 

Ayırt edici bazı özelliklere kısaca değinecek olursak, 2015’le beraber yürürlük kazanan yeni ideolojik konsept, iktidarın dört kaynağının eşgüdümlü işlevsel hale geldiği nadir anlardan biridir. Askeri, ideolojik, ekonomik ve politik kaynaklar eşgüdümlü devreye girdi. P.Bourdieu’dan ilhamla, devletin yoğun olarak kullandığı sağ elinin ilk kez sol eliyle beraber çalıştığını, yani birini tutarken diğerini kullanmak yerine, iki elini birlikte kullandığını görüyoruz. Yine alt-yapısal iktidar mekanizmalarını daha ince çalıştırdığına tanık oluyoruz. 

2015’e kadar Kürtlere yaklaşım daha çok “fiziksel”. Yani Kürtler bir şey yapar, devlet buna cevap verirdi ya da devlet inisiyatif dahilinde sınırları ihlal eden yerde durdu. Bunu takiple, devlet ‘önleyicilik’ adı altında hamle yapmaya başladı. Fakat 2015 sonrası başka bir iklim var. Devlet, ben ne yaptımsa Kürtler değişmedi; ideolojisinden-liderinden-siyasetinden-mücadelesinden vazgeçmedi deme noktasına geldi ve bunu gördü. Bu noktada çok kritik bir karar aldı: Kürtler ve onların mücadelesine yaklaşım perspektifi “yaptıkları şeyler için değil, oldukları şey için” olmaya başladı. Yani sadece ve sadece Kürt olmak yeterli hale geldi. Bu da ‘biyolojik bir yaklaşımı’ bize anlatır.

Diğer bir nokta, Kürtlere karşı eylem pratiği ‘istem’ ile yer değiştirdi. Örneğin, kayyum atama bir eylem değil, istem. Herkesin “terörist” ilan edilmesi, işten atılması, aç bırakılması, ülkesinden sürülmesi, ırkçı fantazmalar… Tüm bunlar eylemden öte bir istem.
Daha birçok bağlamdan söz etmek olası, fakat bağlamak gerekirse devletin kendi açısından dolaylı ya da dolaysız şekilde uyguladığı şiddet-hukuk döngüsü de değişti.

Varmak istediğim esas yer tam da yeni şiddet döngüsündeki bir kesittir. 

Nedir bu?

Ölüm meselesidir. 

 

Devletin ‘Ölüm’ ile Değişen-Dönüşen İlişkisi!

Norbert Elias, meşhur Uygarlık Süreci (The Civilizing Process) adlı kitabında, bireylerin ve toplumların davranışlarının tarihsel olarak nasıl değiştiğine bakarak, uygarlık kavramına siyasal-sosyal bir çerçeve kazandırır.
Bu uygarlık anlatısı içinde devlet ve ölümü de bu sürecin ayrılmaz bir parçası olarak görür. Elias’a göre, devlet kendi gelişimi uğruna, bireylerin duygusal dünyasını ve toplumun ölümle ilişkisini değiştirerek insanların yaşam ve ölüm üzerindeki algısını dönüştürür. Ölüm artık bireyler arasındaki kişisel bir mesele olmaktan çıkarak, devletin düzenleyici rolü altında kolektif bir kontrol mekanizmasının parçası haline getirilir. Modern devlet aşamasına gelindiğinde ise ‘ölüm, devletler için bir yönetim’ olayına döner. Devlet, ölümü organize etmek zorundadır. Ölümü kontrol etmek ve ölüm korkusunu yönetmek zorundadır.
Elias, devletin ölüm üzerindeki denetiminin, uygarlık sürecindeki duygusal ve toplumsal dönüşümlerin temel bir parçası olduğunu vurgular. Ölüm, bireysel bir deneyim olmaktan çıkarak devletin ve toplumun şekillendirdiği bir fenomen haline gelir.
Bu çerçevede, toplumsal değişimleri anlamak açısından ölüm önemli bir göstergedir, demiş olur.

Elias’ın ifade ettikleri Foucault’nun görüşleri (en çok da biyopolitika’ya dair görüşleri) ile kesişir. M.Foucault, iktidarın yönetim aşamasındaki/diskurundaki değişikliği görmek istiyorsak, ölüme dönük siyasetteki değişim ve kopuş tarzına bakmanızı tavsiye eder.

Devlet ve pratik yüzü iktidarın ölüm ve ölüme dair kurguladığı, uyguladığı yeni tablo, bizlere devletteki dönüşümün de çehresini sunabilir. 

Buradan hareketle, 2015’ten sonra devletin ölümle kurduğu yeni ve özgün bir ilişkisellik hali var denilebilir. Tarifi hem kolay, hem de zor bir ilişki bu. Çünkü ölüm halinin flulaştığı, failin hem belirsiz hem şeffaf hale geldiği bir aralığa oturduk. 

2015 ve sonrası, ölüm ve ölülere doğrudan ve derinlikli bir şekilde savaşın açıldığı bir zaman.
Bu yazının derdi de “Bir devlet ölüye neden savaş açar?” sorusunun önü ve arkasıdır.
Devletin ulus-devlet olma sürecinde 1923-1938 arası temel inşa dönemidir. Ağır ve zor bir süreçtir. Ağrı-Zilan katliamları, Dersim katliamı anlatılarında sıkça derelerin nasıl kana bulandığını, insanların nasıl toplu şekilde katledildiğini okuyoruz. Fakat ilginç şekilde, bu yıllarda ölüm ile “uğraşma” haline sistematik olarak rastlamıyoruz. Vahşice yok etme ve sonra da umursamama ruh hali var. Dereye mi atılmış, kayalıkta mı bırakılmış, ortada mı kalmış; bunlar önemsiz detaylardı.
2015 yılına geldiğimizde ise devletin ölüme bakışını farklılaşıyor.
Çünkü ölünün kendisine dönük bir savaş var. 

Ölmekle/ölümle bitmiyor süreç. Öldürüyor, ama asıl mesele o zaman başlıyor. 

Çok geriye gitmeden, 2015 sonrası haberleri taradığımızda yüzlerce olay çıkar karşımıza.
Cenaze aracı verilmemesi, cenazelerin yıkanmaması ve yıkanmaya dahi izin verilmemesi, tabut verilmemesi, defin sırasında aileden sadece bir kişiye izin verilmesi ya da hiç verilmemesi, naaşın kaçırılması ve kimse görmeden gömülmesi.

Dahası; gidip mezarı kazıp, ölüyü oradan çıkarıp başka yere taşımalar yapıldı. Ölüyle, ölümle, ölüm sürecinin tümüyle bir didişme hali başladı ve bugün de devam ediyor. Sistematik olarak gömmeye izin verilmedi. Öldükten sonra da rahat vermeyeceğiz denmiş oldu.
Tüm bu uygulamaları ve bile isteye gerçekleştirilen fiilleri ‘nekro-siyaset’ olarak konuşmak yeterli olur mu-emin değilim. 

Bu uygulamaların hepsi Kürt Özgürlük Hareketi ile yürütülen savaş kapsamında hayat buldu. Öteki olarak ölüm/ötekinin ölümüne dair siyasetinin çehrelerinde bize peyzajlar sunuldu.
Carl Schmitt’in tarihsel sonuçlar çıkardığı Birinci Dünya Savaşı, ona göre Avrupa tarihinde büyük bir kırılmalara yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte savaş, mutlak savaş biçimine bürünmüş, savaşın gerçek amacı olan “düşmanın iradesinin kırılması” yerine “yok edilmesi” amaçlanmış ve dolayısıyla “düşman”dan “suçlu”ya dönüşüm gerçekleşmiştir. Burada da Schmittyen bir yerde durarak, Kürdü insandışılaştırma süreci işletildi. Schmitt’e benzer şekilde Clausewitz’in savaşta sadece iki taraf olduğu, üçüncü bir tarafın, dost-düşman dışında üçüncü bir konumun olmadığı tezi ve yine savaşın bir netleşme ve saflaşma zemini olduğu vurgusu da öteki ve ölüm ilişkisini anlamlandırmada iktidara kılavuzluk ettiği söylenebilir. 

Devleti ölüm/öldürme ile ilişkisi üzerine düşünmek, onun ne olduğunu anlamak açısından da önemlidir. Böylece onun ölüm üzerinden varmak istediği motivasyonu anlama yolu açılır. Devlet, ölümü bir son olarak görmez, tam tersine sürekli bir dönüşüme işaret ettiğini özü gereği bilir. 

 

Kriz, Kutsallık ve Thanatopolitika

Devletin ölülerle savaşı hem yapısal, hem tarihsel hem de konjonktürel nedenlere dayanır. Akla gelebilecek ilk neden, bu savaşın ölülerin tanıklık gücünü yok etmeye dönük olmasıdır. Çünkü ölüler, toplumun kutsallık ve hakikat zihniyetinin bir gerçeğidir ve her toplum/topluluk, varlığını bu şahitlik üzerinden meşrulaştırır. Haliyle bu tanıklık gücünü ölü üzerinden ortadan kaldırmak, toplumu da dolaylı olarak kontrol altında tutmanın bir yoludur. 

Bir başka deyişle devlet, kutsal olanın gücünü ele geçirip kendi varlığının merkezine koymak için, bu şahitliği ortadan kaldırmak zorundadır. 

Devlet, buradan hareketle ölüme dair sürekli anlam üretir, onu biçimlendirir. Kimin saygıyı hak ettiğine, kimin gömülebilir olduğuna dair kural koyar. Hatta hangi ölünün “leş”, hangi ölünün “cenaze” olacağına karar verir. Bu durum Akhilleus’un Hektor’u öldürdükten sonra cesedini aracın arkasına bağlayarak parçalamasını andırır. Akhilleus burada kendi kudretin, varlığını biricik kılmak için karşı tarafın yüzünü-bedenini deforme eder. Böylece hayatta kalmanın sadece kendisine bahşedildiğini göstermek ister. İktidar benim der. Kendisini yaşayan, karşı tarafı yaşamı değersiz, hain, leş olarak gösterir.

Devlet, ölünün hiçbir zaman ölmediğini, onun yaşamın temel nedeni sayıldığını bilir ve bu durum onu krize sokar. Ölüler hep buradadır, varlıklarıyla topluluklara şahitlik eder, krizin ana kaynağı budur. Devletin bu krizi yönetme yolu, ölülerle savaşmak, ölüler üzerinden kendi iktidarını üretmek ve bunun mekanizmalarını meşrulaştırmaktır. 

Ölülere savaş açmanın bir başka anlamı, devletin güç gösterisidir. Ölüye açtığı savaş oranında diri olanın üzerindeki iktidarını pekiştireceğini bilir. Kendi kutsallığına, ölümün kutsallığını da çalarak ekler. Ölüm üzerindeki sonsuz tasarrufu, bu kutsallığından gelir. 

Devlet olgusunun ‘kutsallığına’ bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü kurnazlığın yeşerdiği çukur bu bağlamdır. Devletin yeryüzüne inen tanrı, tanrının gölgesi (zillullah), tanrının somut hali oluşuna dair geçmişin kaynağı mitolojiden başlayıp tek tanrılı dinlerden günümüze kadar varıyor. Kadim bir ideolojik anlatı bu!

Özetle devlet, kendi ölümsüzlüğünü topluluğun ölümcüllüğü üzerinden kurgular. Devlet topluma sürekli ölümlü olduğunu, ölümü hatırlatmak gerektiğini bilir. Abdullah Öcalan’ın devleti ‘kurumsal ve zihni akış’ olarak tanımlaması son derece mühimdir ve kutsallığın inşasını anlamak açısından kılavuzdur. Öcalan, doğrudan anmasa da bize devlet ve iktidar çözümlemesinde “thanatopolitika”ya (tanatopolitika) işaret eder. Thanatopolitika, siyasi iktidarın ölüm üzerindeki kontrolünü ifade eder. Yunanca “thanatos” (ölüm) ve politika kelimelerinden oluşur. Bu kavram, bir devletin veya otoritenin, bireylerin ya da toplulukların yaşamlarını sona erdirmek veya yaşam hakkını belirlemek amacıyla uyguladığı politikalar ve stratejileri anlatır. Belli grupları ölüme terk etme, onları yok etme, ölümleri ile oynama, insandışılaştırma gibi yönetim biçimlerini içerir. Kısaca devletin ölüm üzerindeki gücü, ölümün devlet eliyle siyasallaştırılma süreci de denilebilir. Thanatopolitika, belirli grupları ölüme terk etme, yok etme, marjinalleştirme veya savaş, soykırım ve diğer ölümcül politikalar yoluyla yönetme biçimlerini içerir. Bu bağlamda, daha da ileri giderek, şunu iddia etmek mümkün. Öcalan, zamana yayılmış ve her an güncel olan ‘kültürel soykırım ile tam da thanatopolitika olana işaret eder. Çünkü thanatopolitikanın bir anlamı da ölüm/öldürme politikasının daima canlı olmasıdır. 

 

Ölüm, Performans, Hafıza ve Tarihi Unutma!

İktidarın ölümle olan ilişkisine dair yukarıda kısaca çizdiğim çerçeveyi, iki belgesel üzerinden ve yine ölüme açılan savaşı hafıza ve tarihin fonksiyonları üzerinden anlamlandırmaya çalışacağım. 

İlk olarak The Act of Killing (Öldürme Eylemi-2012) üzerine konuşmak faydalı olabilir.
Filmin en başında “1965 yılında, Endonezya hükümeti ordu tarafından devrildi. Askeri diktatörlüğe karşı gelen herkes komünist olmakla suçlanabiliyordu: sendika üyeleri, arazisi olmayan çiftçiler, entelektüeller ve Çin ırkından olanlar. Bir yıldan az sürede, batılı hükümetlerin doğrudan desteğiyle bir milyondan fazla ‘komünist’ öldürüldü. Ordu bu cinayetler için paramiliter birlikleri ve gangsterleri kullandı. Bu insanlar o zamandan beri güç sahibi ve hala düşmanlarına işkence etmeye devam ediyorlar,” bilgisi veriliyor.
Bu belgeseli ilk izlediğimde gerçekten ürpermiştim. Egemenin ölümle kurduğu ilişkinin ürpertici sınırlarını keşfetmek açısından da zihin açıcı gelmişti. Bir kurgu olmaması, gerçeğin sınırlarında dolanması psiko-trajedi yönünü çetin kılıyor. Belgeselin yönetmeni Joshua Oppenheimer’ın aktarımlarından da öğrendiğimiz kadarıyla filmin yapım aşaması da ilginç. Genel olarak bu tarz belgesellerde katledilenler anlatır. Fakat burada katledenler konuşuyor. Kameranın değişen bakışı, karşımıza seyirciyi de son derece geren bir ölüm tiyatrosu çıkarıyor. Oppenheimer başta katliama uğrayanlar ile çekim yapmak için yola çıkmış fakat kimse konuşmamış. Filmin sonunda yerel halktan konuşanların adı da yer almıyor, istememişler. Hepsi ‘anonymous” olarak geçiyor.
Bu belgesel iktidarın karanlık yanına devasa bir yarıktan bakıyor. 

Film, 1965-66 yıllarında Endonezya’da gerçekleştirilen ve komünist olduğu iddia edilen ve Yeni Düzen rejimine karşı çıktığı söylenen kişilerin işkence görüp öldürüldüğü toplu katliamlara katılan kişilerin hikayesine bakıyor. Katiller, çoğu gangster olup ülke genelinde hala iktidardadır. Film çoğunlukla Kuzey Sumatra’daki Medan’da çekilmiş ve cellat Anwar Congo ve tanıdıklarının, Oppenheimer’ın isteği üzerine cinayetlerini yeniden canlandırıp eylemleri hakkında açıkça konuşmalarını ve ayrıca Kongo’nun konuyla ilgili psikolojik yolculuğunu izliyoruz. Bu anlatı sıra dışıdır diyebiliriz. Çünkü gerçek katiller öldürdükleri binlerce insandan kesitlerle cinayetleri nasıl işlediklerini soğukkanlılıkla canlandırıyorlar. Karşımızda hem devasa itiraflar hem de iktidarın ne olduğuna dair gerçeklikler sıralanmış oluyor. 

Gerçek bir ‘kötülüğün sıradanlığına” tanık olduğumuz belgeselde, Foucault’nun iktidarın ‘öldürme hakkı’ kavramı izlek olarak kullanılmış. Çünkü burada devletin ve paramiliter grupların ölüm üzerinden nasıl bir egemenlik inşa ettiğini çarpıcı bir şekilde görüyoruz. Endonezya’da “komünist” olarak yaftalanan binlerce insanın öldürülmesi, yalnızca bir temizlik operasyonu değil, aynı zamanda iktidarın kendi meşruiyetini şiddetle yeniden ve yeniden tesis etmesidir. Oppenheimer olabildiğince bunu göstermeyi seçiyor.
Teatral anlatım dışında şiddetin bir araç olarak toplumsal performansa dönüştürmeleri kayda değerdir. İlginç bir şekilde yönetmen seyirciyi de karşına alarak, etik bir sorguya itiyor film boyunca. Onca şiddet, anlatı ve öldürme eylemi; izleyende kendisi ile etik bir savaşı tetikliyor. 

Belgeselde sadece şiddetin nasıl uygulandığını görmüyoruz. Devletin bu kitlesel şiddeti nasıl unutturduğuna da tanık oluyoruz. Unutturma için oluşturulan tarihsel anlatı evrensel bir durumu da gözler önüne seriyor. Çünkü Endonezya’da bu katliamlar gizlenmekle kalmamış, aynı zamanda kahramanlık olarak gösterilmiştir. Ana karakter paramiliter Anwar Congo’nun, cinayetlerini canlandırırken bunu gururla yapması ve gösterdiği korkutucu rahatlık bu sıradanlaştırmanın ürkütücü basit bir örneğidir. Belgeselin sonlarına doğru Anwar’da kısmen değişim gözlesek de bunun hatırlama ve unutma arasındaki bitmeyen gerilimden geldiğini görürüz. Anwar ve diğer arkadaşları kendilerini hala gangster olarak tanımlamaları, bu performatif iktidar arzusunun bir çıktısıdır. Benjamin’in faşizmin estetikleştirilmesi dediği yere demir atar yönetmen. Bu estetize hal, Endonezya’da daha önce toplumsal kabulü kolaylaştıran temel etkendir. Adorno da Benjamin’e paralel olarak şiddetin estetize edilmesini bir faşizm meselesi olarak okuyup, kitlelerin aldatılma ve şiddetin maskelenmesi arasındaki korelasyonu olarak ifade eder.

“Hafıza, Tarih, Unutuş” eseri ile tanınan Paul Ricoeur, bir anlatının hem hakikati ortaya çıkarma hem de onu manipüle etme potansiyeli olduğunu söyleyerek bizi uyarır. Belgesel, bunun tipik bir örneği diyebiliriz. Paramiliter aktörler kendi cinayetlerini gururla anlatırken, Ricoeur’un ‘tarihi unutma’ kavramına denk düşerler. Bu düşüş, tarihsel ve toplumsal hakikatin düşüşünü hedefler, yüzleşmeyi engeller ve bir çeşit hafıza restorasyonu olmayı başarır.
Zira Ricoeur’a göre, bellek yozlaştığında, toplumsal adalet için gerekli olan hatırlama ve etik de kaybolur. Belgesel, tam da tarihi unutturmaya karşı bir hatırlayışı sergiliyor. Ricoeur bundan ötürü tarihi yeniden yazmayı da ifade ediyor. Heba edilen, yozlaştırılan süreç yeniden ve doğru şekilde yazılmalıdır.

Oppenheimer, bu belgeselde bir ideolojik hattı izliyor. İktidarın öldürme sürecini, çabasını ideolojik bir bakış olarak gösteriyor. Sadece bireysel bir sürece sıkıştırarak orada durmuyor. Böylece devletlerin ölümle kurduğu ilişki ve onun derinliğine dair bir şeyler söylemiş oluyor. 

Belgeselden bir cümle ile ifade edecek olursak, “Cinayet işlemek dünya üzerindeki en kötü suçtur fakat burada asıl önemli olan suçluluk duymamanın bir yolunu bulabilmektir. Bana kalırsa cinayet işlemek için en önemli şey düzgün bir mazeret bulmaktır” denmesi, iktidarların ölüm dürtüsüne, eylemine nasıl adapte olduklarını ve bunu nasıl rasyonalize ettiklerini anlamak açısından bir alan sunuyor. 

Benzer bağlamda bir diğer belgesel de “The Missing Picture” (Kayıp Resim-2013).
Rithy Panh’ın yönettiği bu belgesel, Kızıl Kmerler rejimi ve Kamboçya soykırımı hakkındadır. Filmin yaklaşık yarısı haber ve belgesel görüntüleri iken, diğer yarısında soykırımın Kamboçya halkı ve toplumu üzerindeki etkisini ve sonrasını dramatize etmek için kil figürler kullanılmıştır. 

Film, 1975’ten 1979’a kadar Kamboçya’nın Kızıl Kmer rejiminin dehşetini, heykeltıraş Sarith Mang’ın animasyon, arşiv görüntüleri ve kil dioramaları karışımı kullanarak tasvir ediyor. Çocukken Kızıl Kmerlerin iktidara yükselişini yaşayan ve “çocukluğumu hatırlamak, ölümü hatırlamak gibi” diyen yönetmen Rithy Panh, bir sürecin başını ve sonunu anlatırken, dört yılda yaşananlara tanıklığa çağırarak ölümün politik mekanizmalarını anlamak açısından bir aks veriyor. 

Bu belgeselde daha çok bireysel hafızalar üzerinden gidilerek kolektif hafızaya negatif yansımaları anlatılır. Kamboçya’da Pol Pot rejimi sırasında yaşananların fiziksel belgelerle kaydedilmemiş olması, yönetmeni ve anlatısını da en zorlayan şey olmaktadır. Yönetmenin anlatı için seçtiği yol böylece unutmaya, kayba karşı bir çeşit hafıza direnişine dönüşür. 

Yasın engellenmesi ve ölüye saygısızlık burada da karşımıza çıkar. İktidar bu eylemleri kendi manipülasyon süreçleri ile birlikte işletiyor. İki belgeselde de söylem pratiklerinin baskınlığı ve inşa süreçlerinin ölümü meşrulaştırdığını görürüz. 

 

Sonuç niyetine, 

Deleuze sadece bu çağ özelinde değil, hiçbir çağın hiçbir şeyi gizlemediğini, her şeyi açıklıkla söylediğini ve dahası, her şeyi çırılçıplak gösterdiğini iddia eder. 

Günümüzde yaşananlar açık ve çıplak bir şiddettir. Ölülere açılan savaş, tarifi zor, hukuk üstü bir süreçtir. Bugün iktidarın kutsallık, zorunluluk, varlık temaları arasındaki her şeyin ihlaline giriştiği yer, Kürdün dünyasıdır. Kilyos ve Garzan bunun iki ucu olsa da tekilde yaşanan çok daha yıkıcı vukuatlar, bize ölüye saldırının boyutlarını ve tahayyülün ne yöne ibre kırdığını, sadece tarihin değil mücadelenin de nereden başlaması gerektiğini anlatır. 

“Ölüm ölür, biz ölmeyiz” diyen Âşık Hûdaî misali, saygısızlık edilen, gömülmeyen, hor görülen her beden bizimle yaşamaya devam ediyor. Onlar unutuşa karşı hatırlayışın adıdır. 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.