“Faşizm konuşma yasağı değil, söz söyleme zorunluluğudur”
Roland Barthes
Günümüzde yabancı düşmanlığı, ırk ayrımcılığı, etno-kültüralist hareketlerin siyaset sahnesine arz-ı endamına tanıklık etmekteyiz. Zenofobik itkilerin başat rol oynadığı PEGİDA’nın Kıta Avrupası’nın kalbinde düzenlediği gösteriler, liberal burjuva demokratik düzenin temsilciliğini yapan ABD’de post-muhafazakarlık olarak nitelenen siyasi hareketin Trump şahsında kazandığı seçim zaferi; başta Fransa ve Hollanda da olmak üzere aşırı sağ kulvarda siyaset yapan hareketlerin yükselişi yeni bir çağın eşiğinde olduğumuzun, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist-modernist sistemin can simidi olarak kullandığı refah devleti projesinden sonra, 1980’lerle sembolleşen Neo-liberal politikalarla da yolun sonuna geldiğinin açık emarelerini görüyoruz. Söz konusu siyasal ideolojik akımların nüfuz alanı sadece batı ile sınırlı değildir. İçinde yaşadığımız coğrafyanın da dahil olduğu geniş bir alanı kapsayan, zehirli sarmaşık gibi hızlı büyüyen ve insanlığın özgürlükçü ve eşitlikçi birikimini tehdit eden siyasi ideolojik hareketler kimi yerlerde uçlaşarak faşizm olarak tezahürünü bulmakta, kimi yerlerde ise Hibrid özellikleri dolayımıyla yarı faşist, askeri diktatörlük gibi isimlerle anılmaktadır.
Lenin, 20.yy’ın başında kapitalist dünyanın kendine içkin yapısal bozukluklarının sonucu olarak, belli periyotlarla yinelenen ekonomik krizleri siyasal ve toplumsal bakımlardan da hareketle “can çekişen kapitalizm” olarak tanımlanmıştır. Kapitalist modernist sistem, esnek yapısı, pragmatist zihniyeti, kendini yenileyebilme kapasitesi ve en önemlisi de o zamana kadar siyaset arenasına sürmediği faşist yönetim modeli sayesinde ömrünün uzatmayı başarabilmiştir. Şüphesiz can çekişen canavara son darbeyi vuracak olan alternatif devrimci hareketlerin (komünistler, sosyalistler, anarşistler başta olmak üzere) cepheden mücadele ettikleri sistemin zihniyet formunu, davranış kalıplarını, modern rasyonalist dünya görüşünü aşmalarının ve yine aynı sistemin sol versiyonu olmanın ötesine geçememelerinin de bu durumun yaşanmasındaki rolü göz ardı edilemez. Sonuçta, liberal demokratik parlamenter sistemin mekanizmaları Adam Smith’e atıfla piyasanın (dolayısıyla toplumsal uyumun) sağlıklı ve kendiliğinden işlemesini sağlayacak “görünmez el”in ve de “her arzın kendi talebini yaratacağı” böylelikle de kapitalist ekonomik sistemin dengeli bir büyüme içinde olacağına dair aksiyomlarının aksine tıkanan sistem cephaneliğinde saklı tuttuğu en tehlikeli, en ölümcül ve en baskıcı silahı olan faşizmi ileri sürmekten bir an bile imtina etmemiştir. Faşizmi, boğulmakta olan bir siyasal ideolojik rejimin kendisini çıplak zor ve zoraki rıza yaratma yoluyla üretmeye yönelen Alman Nazizm’inin asal modeli çerçevesinde rahatlıkla görebiliriz. Bu çerçevede Alman Nasyonal Sosyalizm’ini (Nazizmi) felsefi, politik ve örgütsel boyutlarıyla çözümleyip onun genel anatomisini sergilemek, hem geçmişteki diğer faşizm denemelerini hem söylem farklılaşması bağlamıyla formatlanırken öz olarak aynı kalan Neo-faşizmleri anlamamıza imkan tanıyacaktır.
I.
Faşizmi Vülger bir şekilde, ahlaki açıdan iyiye karşı kötünün felsefi açıdan hakikate karşı yalan ve aldatmanın; estetik olarak güzele karşı çirkinin ve yine bilimsel bakımdan doğruya karşı mistik-metafizik yanlışın temsil edildiği aşırı uçtaki bir fikir şablonunun maddi yaşamda kendisini bir siyasal rejim olarak var etmesi olarak tanımlayabiliriz. Ancak sosyal bilimlere dair bir kavram olması nazarıyla müphemlikle malul bir olgunun tarihsel, kültürel, entelektüel bir alt alanının olduğunu, toplumsal siyasal koşulların olgunlaşmasıyla kuvveden fiile çıktığı bilincimizin kapması alanında olsa da faşizmin ne’liğine ilişkin bir konsensüse ulaşmanın nirengi noktası, onun çıkış koşullarının irdelenmesiyle mümkündür.
19.yy’da bazı Avrupa ülkelerinin faşizan hareketlerin arketiplerine rastlanır. Anti-semitist ve anti-kapitalizm söylemle neşet eden küçük bazı azınlıkların marjinal olan bu grupların ömrü bir kıvılcım kadar sürmüştür. Her ne kadar söz konusu grupların ömrü kısa olup, artlarında siyasal ve programatik bir örgüt geleneği bırakmamışlarsa da haleflerine faşist hareketin siyasal, felsefesinin temel yapı taşı olan “hayat, ancak eylemle doğar ve kazanır” mottosunu miras olarak bırakmışlardır.
Faşizmin resmi anlamda doğumu, özellikle II.Enternasyonal’in en temel konusu olan sosyalist hareketin paylaşım savaşına karşı tutumunda, ulusal çıkarları Enternasyonalist dayanışmanın ve devrimci hamlenin önünde tutan revizyonist kliğin temsil ettiği siyasi çizginin de çok ötesine savrulan, ideolojik başkalaşıma uğrayarak aşırı sağ istikamette ilerlemeye başlayan eski bir sosyalist olan Benitto Mussolini’nin ebeliğinde gerçekleşmiştir. Birinci Paylaşım Savaşı’nda ulusal burjuva sınıfın karşısında yer alan ve yaşanan durumu devrimsel kalkışmanın zemini olarak değerlendiren (bu kapsamda 1917’de Rusya’da Ekim devrimi denemesi gerçekleşmiştir) devrimci sosyalistlere karşı savaşma parolasıyla savaş yanlısı sendikalistlerden, milliyetçi muharip askerlerden, tarih ve toplumun bilimsel- kurgusal temelde dizaynını ve yine hıza ek olarak şiddetin özgürleştirici niteliklerini yücelten fütürist (gelecekçi) öğelerden müteşekkil Fasci Di Combotmettion’un (Mücadele Derneği)
1919’da kuruluşu faşizmin siyasal ideolojik ve örgüt sel bir hareket olarak zuhur etmesinin miladı olarak kabul edilir. Birinci Paylaşım Savaşı sonrası oluşan siyasal ve toplum krizlerin yanında klasik burjuva demokratik sistemin siyasal mekanizmalarının açmazları ve çözümsüzlüğü; ve yine sosyalist devrim olasılığı, faşizmin çıkışı için uygun iklimi yaratmıştır. Özellikle geç ulus-devletleşme ve endüstrileşmesi nedeniyle emperyal paylaşımda “hak” kını alma umuduyla girdiği savaştan büyük bir yenilgi alarak çıkan Alman devleti, sırtına binen yüklü tazminatlar, savaş ekonomisinin yol açtığı krizler, toplumun yaşanan yenilgiler sonucu yerle yeksan olan onuru ve yaşamış olduğu psikolojik travma dolayısıyla faşizmin boy vermesi için uygun mekan haline gelmiştir.
Toplumsal gerilimlere ve ekonomik krizlere ahlaki çöküş ve psikolojik travmanın eşlik ettiği “dekadans” dönemleri devrimci hareketlerin kıyasıya kapışması ve şedit mücadelelerine sahne olur. Hedefe ulaşma doğrultusunda ideolojik, siyasal örgütsel mevzileniş, uygun strateji ve taktikler üretme kapasitesi, en önemlisi de zamanın ruhuyla örtüşen retorikle paralize olmuş, yön şaşkını, hayal kırıklıkları nedeniyle öfke, nefret duyguları kabarmış kitleleri etkileme gücünü elinde bulunduran kesimin gelişmelere yön vermesi gibi siyasal dinamikler tarihin rotasının geriye ya da ileriye tayininde belirleyicidir. Tarih yapımcılığında kitlelerin rolünün mü yoksa tarihi kahramanın gizil ve olağanüstü gücünün mü belirleyici olduğu konusuna girmeden tarihin yönünün her zaman için ileriye doğru evrimsel bir hamle içerisinde olduğunu iddia eden modern-rasyonel pozitivizmin, faşizmin Almanya’da yükselişi ve iktidara gelişiyle büyük bir yanılsamayı yaşadığını açıktır. Faşizmin Almanya’da uç verip 1933’te iktidarlaşmasında “dekadans” olarak adlandırılan dönemsel koşullar kadar kapitalist-modernist sistemin egemen sınıflarının payı ve sol siyasi cenahın günahı vardır. Fransız devrimi sonrası sosyal, siyasal ve ekonomik yaşama damgasını vuran bireysel hak ve özgürlükleri toplumsal gerçeklikten üstün tutan, serbest piyasada özgür rekabeti savunan ekonomik model, kamusal yararı bireysel mutlulukların toplamına eşitleyen felsefi yorum ve bireylerin özgürlük ile güvenlik koşullarını sağlayan minimal devlet anlayışının temsilcisi liberalizm akımı ve onun siyasi temsilcileri, 19.yy boyunca geleneksel güç odaklarına karşı ezilen ve sö mürülen halk kitlelerine dayanmış ancak bu “ittifak” uzun sürmemiştir. Siyasal ve ekonomik güç skalasının zirvesine doğru tırmanıp bütün dizginleri eline geçirdikçe yeni egemen sınıf olan burjuvazi, maddi yaşamda karşılığı olmayan soyut karakterdeki hukuksal eşitliği, özgürlüğü emeğin pazarda serbestçe satılması; kardeşliği ise kapitalist sisteme (kaçınılmaz şekilde) içkin sınıfsal çelişki ve toplumsal çatışmaların üstünün örtülmesi ve adaletsizlikleri doğallaştırmaya yönelmesi olarak anlamış; bu da sunumuyla simgeleşen başlangıç ilkelerinden uzaklaşmasına, giderek muhafazakar ideoloji ile yakınlaşmasına ve ondan ödünç aldığı tutum ve davranışları sergilemesine yol açmıştır. Ezilen ve sömürülen sınıf -ki o dönem için temel ontolojik özne olan bilinçli proletaryaya tarihi bir misyon biçilmiştir- güçlü devrimci bir hamle içinde olduğu bir dönemde, görünürde birbirine hasım ve rakip siyasal ideolojiler olan liberalizm ve muhafazakarlığın izdivacına, onların daha girimli hale gelerek bakış açılarındaki farkların silikleşmesine, giderek yek vücut halde ortak düşmana karşı birleşmelerine tanıklık etmemiş olması çelişki değil, aksine eşyanın doğasına uygun bir gelişmedir. Kadim otantik değerleri, toplumsal töreleri, aşkın ahlaki düzeni, dinsel kanunları, geleneksel siyasal ve sosyal kurumları kilit öneme sahip temalar olarak kabul edip sahiplenen ve bunları kendine düstur edinen muhafazakar düşüncenin içinde yaşadığı siyasal düzeni statükocu tarzda sahiplenişi, sosyal dönüşümlere tepkisizliği, Aydınlanma rasyonalizminin ve onun çıkarımları sonucu şekillenen toplumsal kurguya şüpheciliği onun burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşür karakter taşıdığının göstergesidir. Fransız devriminin halkçılık vurgusuna ve sans-culotte olarak anılan yoksul “kalabalıkların” siyasi toplumsal arenada ciddi bir güç haline gelmelerine karşı geleneksel aristokrat-elitist kesimlerin tepki hareketi olarak ortaya çıkan muhafazakarlık, köken tezleriyle bağlarını gevşetip pragmatizmle yakınlaşarak siyasal bir güç olabilme hedefiyle kendine yeni bir yol haritası çizmiştir. Bu güzergahta yolları, ortaya çıkışından itibaren kitle/halk temelli siyaset üreten liberal burjuvazi ile kesişmiştir. Kapitalist-modernist sistemin ana akım ideolojik-siyasal yapıları olarak liberalizm ve muhafazakarlığın tarihsel serüvenlerin de ulaştıkları durak, muhafazakarlığın değer temelli tutumunu terk edip liberalize olması; liberalizmin ise tarihi sloganın parçaları olan eşitliğin yerine hiyerarşiyi, kardeşliğin yerine itaati ve özgürlük yerine otoriteyi koyup muhafazakarlaşmasıdır. 20.yy’ın eşiğinde baş gösteren gittikçe derinleşen krizlere dönüşen sistemsel tıkanmaların maliyetini emekçi-yoksul halk kitlelerine fatura etmeyi amaçlayan, alternatif toplumsal varoluşu vücuda getirmeye muktedir ideolojilerle toplumsal tahayyülleri (Marksizm, Anarşizm gibi) bariyerlemek amacıyla egemen sınıfın aynı soy kütüğünden türeyen bu siyasal ideolojilerin bir alaşım olarak içi içe geçmeleri sınıfsal çıkarlarının gereğidir. Hülasası mülkiyet temelli olan bu iki ana akımın ezilen sömürülen sınıflara karşı düşmanlık fikriyatı etrafında içiçeleştikleri görülür.
Birinci Paylaşım Savaşı’nda daha da kötüleşen durum karşısında normal siyasal mekanizmaların çözüm üretmedeki yetersizliği geniş toplumsal kesimlerde güvensizlik duygusunun keskinleşmesine ve sonuç olarak bu kesimlerin burjuva demokratik parlamenterizmine sırtını dönmesine yol açmıştır. Özellikle bürokratik devletin, liberal düşünürlerin teorilerinin aksine, alabildiğine büyümüş olmasının da etkisiyle toplum içinde sayısı ciddi temelde artmış bulunan orta sınıfın yaşadığı statü kaybı endişesi yeni arayışların koşullarını olgunlaştıran bir durum yaratmıştır. Yüzer-gezer, rotası belirsiz, sınıfsal karakteri gereği kaypak ve kararsız olan bu kesimin tercihlerini ve iradelerini massederek yeni bir siyasal hareket olarak temayüz etmeleri faşizm olarak şekillenmiştir. Alman faşizmi savaşta aldığı yenilgiyi kutsal Germen İmparatorluğundan mülhem fütuhatçı ruhla unutturmaya, beri yandan emperyal yayılmacılıkla yabancı toprakların ele geçirileceği vaadi ve propagandası ile hem sıradan halkın desteğini sağlamış hem de egemen sınıfları arkasına almıştır. Diğer yandan ödünsüz anti-komünist politik söylemle statü kaybı korkusu içindeki orta sınıflar açısından çekim merkezi yaratmıştır. Egemen sınıfların, medya araçlarıyla, eğitim kurumlarıyla faşizan değerleri yüceltmeleri, böylelikle rıza ve meşruiyet zemini üretmeleri, Nazi partisini maddi-finansal açıdan desteklemeleri, partinin ve örgütlerinin oluşumunda teorik-entelektüel katkıda bulunmaları faşizm ile geleneksel egemen sınıf olan büyük junkerlar ile Alman burjuvazisi arasındaki ilişkinin içeriğini gözler önüne sermektedir. Bu noktadan hareketle, faşizmin egemen sınıflar açısından yeri ve zamanı geldiğinde sınıfsal çıkarları gereği kullanılması zorunlu bir siyasal rejim olduğu yargısına varabiliriz.
Almanya ve İtalya’da faşizmin yükselmesinde ve iktidarlaşmasında özgürlük, adalet, emek, barış, demokrasi ve eşitlik gibi evrensel değerler eksenli politika yürüten sol-sosyalist hareketlerin de vebali olduğunun altını çizmek gerekir. Her sistemsel krizin faşizmle sonuçlanacağı gibi bir gerçeklik söz konusu değildir. Böylesi bir düşünce tarzının kaderci determinizmi, dolayısıyla “kaçınılmaz” sonu peşinen kabullenen ve yazgısını tevekkülle besleyen bir pasifizme ön ayak olacağı kesindir. Girişte de belirttiğimiz gibi, her toplumsal kriz beraberinde büyük alt-üst oluşlara gebe devrimsel durumları ifade eder. Sol-sosyalist hareketlerin yaşanan gelişmeleri çözümlemedeki kısırlığı ve darlığı kendi içinde yaşamış olduğu ideolojik, politik ve örgütsel bölünmüşlüğü, fraksiyonel yaklaşımları, yakın süreçlerde sosyal demokratların deneyimlediği yönetim pozisyonundaki egemen sınıfa yedeklenmesi ve iktidar olma sarhoşluğuyla sergilemiş olduğu ilkesizliği Dreyfus Olayı sonrası sosyalistlerin hükümete gelmeleri ve 1914 Birinci Paylaşım Savaşı’na dair ulusal burjuvazinin safında yer alan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin tavrı en uç pratikler olarak hafızalara kazınmıştır. Bu durum büyük hayal kırıklıklarının yaşanmasına, dolayısıyla da solun kan kaybetmesine neden olmuştur.
Özellikle, yükselen faşist dalganın radikal muhafazakar karakterinin çıplak şiddet ve sindirmeye dayalı özelliklerinin yeni bir siyasal akımın boy verdiğinin analizinin gerçekçi temelde yapılanmaması ve bu durumların ayırt ediciliğinin es geçilerek alışılage len burjuva iktidarının bir uzantısı olarak görülmesi faşizmin dünya siyasetinde önemli bir aktöre dönüşmesini beraberinde getirmiştir. Yeni siyasal konjonktürün gerçekçi bir çözümlemesini 1933’teki Reiehtag yangını ile ilgili olarak tutuklanmış ve bu sayede faşizmi tüm veçheleriyle yakından tanımış G.Dimitrov ve akabinde Clara Zetkin 1935’teki III. Komintern’de yapmışlardır. Dimitrov, faşizmi “finans kapitalin en gerici, en şovenist ve emperyalist öğelerin açık terörist diktatörlüğü” olarak tanımlarken, Komintern bu iki izlek üzerinden giderek, faşizmin salt bir burjuva hükmetme biçimi olarak ele alınmaması gerektiğine, dahası sınırsız ve sürekli şiddet uygulaması ile burjuva parlamenter sistemlerden ayrılan bir iktidar biçimi olduğuna dikkat çekmiştir. Ancak bu tanımlama sonrası, faşizmle mücadele samimi ve tutarlı liberal burjuvalar dahil, sol-sosyalisti ve sosyal demokratları da içeren geniş halk tabanlı faşizme karşı mücadele platformunun oluşturulmasına yönelik politik yönelimler içerisine girilmiştir. Ne var ki, bu çabalardan pek sonuç alınamamış, faşist tehdit gittikçe gözü kara bir saldırganlık ve yayılma politikası ile tırmanışa geçmiş Doğu’da Sovyet sosyalist devrimini yutmak; Batı’da ise liberal burjuva demokrasilerine son verip global çapta hegemonyasını tesis etmek amacıyla yeni bir dünya savaşının çıkmasında başrol oynamıştır.
Tikel anlamda İkinci Dünya Savaşı’nın evrensel anlamda ise modern savaşların nedenlerini salt faşizmle izah etmek, kapitalist modernist sistemi aklamak, bir ağacın görüş alanını kapatarak arka plandaki ormanı görmezden gelmek anlamına gelir. Toplumsal eşitsizliğin hiçbir zaman olmadığı kadar derinleştiği, adaletsizliğin egemen hukuk literatürü eliyle meşrulaştırıldığı, kâr uğruna insan emeğinin ve doğanın acımasızca sömürüldüğü bu sistemin kendisi savaşın temel üreticisi durumundadır. Öcalan’ın vurguladığı gibi “faşizm, kapitalist tekelciliğin iktidar biçimi olan ulus-devletin içte ve dışta ezilen ve sömürülen kesimlerle rekabet halinde olduğu güçlerle savaş haline girdiğinde vardığı aşamadır.” Ulus devletçi iktidar biçimine halel getireceği düşünülen her unsurun vücuda musallat olmuş mikrop olarak değerlendirildiği ve sağlıklı bir bünyeye kavuşma yolunda başvurulan “terapinin” adı faşizm olmaktadır.
Alman Nazizmi örneği bağlamında faşizmin ön celikle terörist bir diktatörlük olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Ancak, parti programına ve söylemine yansıyan ve birbirlerinin antinomisi olarak değerlendirilmesi mümkün olan, sosyalizm ile özel mülkiyetçilik, kadınlara eşit oy hakkı ile toplumun her kesimine hitap eden karakteri bağlamında yanıltmaya, manipülasyona ve akıl çelmeye göre kurgulanmış, karmaşık, muğlak ve eklektik bir “ideoloji” olarak karşımıza çıkar. Gücünü ve cazibesini biraz da buradan alır. Farklı toplumsal grupları bir araya getirmesi ve Alman halkının yaşadığı çöküşü ve mağduriyetini sürekli işleyerek bunun yerini alacak birlik, saflık, güzellik imgesiyle yüklü “altın çağ”lara dönüş anıştırması şeklinde biçimlenen siyasal davranış çizgisi ile somutluk kazanan Alman faşizmini milliyetçiliğe, otoriter politik harekete, saldırgan şoven ulusçuluğa, tutkulu bir demokrasi karşıtlığına, üstün güçleri olan tinsel bir liderin ve seçkin bir grubun egemenliğine dayalı siyasal bir yönetim olarak tanımlarsak onun öteki kavramsal uğraklarını da özetlemiş oluruz. Kimi düşünürlere göre faşizmi kitlelerin fanatik bağlılığı ve lidere taparcasına duyduğu inanç nedeniyle siyasal bir teoriden ziyade bir inanç olarak görmek gerekir. Özellikle zor zamanlarda boy veren bütüncül bir politik toplumsal ve kültürel yeniden doğuş sürecinin gerekirliği inancından beslenip ilhamını buradan alsa da çağdaş politik akımların değişken bir türü olarak faşizmin Batı medeniyetinin ve onun kapitalist modernite olarak sistemleşmiş zihniyet örüntüsünün bir icadı olduğu bilinmelidir. Faşizm kavramına ilişkinin müphemliği ortadan kaldırmak için onun performatif edimlerinden, diğer bir deyişle propagandatif-ajitatif söylemlerinden ziyade pratiğine odaklanmak gerekir.
II.
Faşizm geleneksel muhafazakarlığın ideolojik argümanlarını kullanarak, şoven ve militarist özellikler aşılayarak bütünsel varlığını tamamlamış modernizmin (liberalizm ve komünizmle beraber) üç ana dalgasından biridir. Faşizmin modernist rasyonel felsefenin yaratımı olduğunu ve siyasal projelerinin buradan beslendiğini belirtebiliriz. Çünkü 20.yy’da ya şanan politik-ekonomik kriz ve anlam kaybı sonucu oluşan nihilist tabloda modernlik başat pozisyonda yer almıştır. Uzun ve zorlu bir düşünsel entelektüel mücadele sonucu otorite, din ve felsefe üçlüsünün gücünü kırarak siyasal alandan ekarte etmeyi başarmış fakat akla dayalı meşruiyetin ilkelerini hakim kılmış olmasına karşın, 20.yy’da aklın düşüşü ve zilleti ile sonuçlanan mana ve maneviyat dünyasındaki çöküşe karşı koyacak güçte olamamıştır. Ana akım siyasal ideolojilerin ortaya çıkmasında belirleyici rol oynayan bu felsefi ekole yakından bakmakta fayda vardır.
Rasyonalizm, Aydınlanma çağı ile özdeşleştirilir ve adlandırılır. Oysa tarihsel ve kültürel arka planlarında yüzlerce yıllık felsefi birikim ve bilimsel ilerleme bulunmaktadır.
Aydınlanma felsefesi olan rasyonalizm evrensel doğa kanunlarının akıl yoluyla kavranabileceğini nirengi noktası olarak ele alır. Bu anlamda insan aklının sadece doğa kanunlarını değil, toplumsal-sosyal yaşamın değişmez kanunlarını da açığa çıkararak, siyasal ve sosyal düzeni bu yasalar ışığında kurarak ilerlemeci tarih anlayışını yaşamsallaştıracağına dair inanç temel postülatını oluşturur. Statik dinsel dünya görüşünün sorgulanması ve siyasal yaşamdan dışlanması ile dinamik bir toplum, devlet-toplum-birey üçgeninde, özgürleşen birey lehine düzenlemeler, toplumsal gerçekliğin bilim eliyle düzenlenmesine dayanan pozitivist anlayış, kendi çıkarını ve mutluluğunu önceleyen araçsal aklın işlevselciliği rasyonalizmin zihniyet kalıplarını oluşturur. Ancak, rasyonalizm Yunan mitolojisindeki Janus’a benzer; biri geleceğe bakan parlak diğeri geriye bakan ve karanlık olan iki yüze sahiptir. Optimist akılcılığın etkisiyle bütün insanlık için ilerleme fikrini ortaya atsa da gerek kapitalizmin eşitsiz gelişmesiyle yaratmış olduğu adaletsizlikler gerekse de insanların maneviyat dünyasında açtığı boşluk nedeniyle bu ereğe ulaşmadığı gibi ağır toplumsal sorunların yaşanmasına sebep olmuştur. Çünkü kendine has çok yönlü ve kompleks dinamiklere sahip insanı ve toplumu sabit yasalar çerçevesinde yoğurmaya ve şekil vermeye çalışmanın sonuçlarını şu şekilde sıralar: “aynılaşan, yığınlaşan, baskı altında tutulan tek sesli toplumsal gerçeklik: batı medeniyetinin etnosentrizm ve ben merkezci yaklaşımları ve erkek egemenlikli toplumsal düzen.”
Modern rasyonalizmin bilime dayanarak hakikat üzerinden kurduğu tekelcilik yoluyla aykırı her sesin ve düşüncenin dillendirilmesinin önüne geçilmesi sadece düşünsel-entelektüel evrende bir kısırlığa yol açmamış, ayrıca yaşamın tüm alanlarını etkisi altına alarak tekçilik ve otoriterlikle karakterize olan bir atmosfer yaratmıştır. İnsan ve toplum yaşamının matematiksel kesinlikte formüllerle düzenlenmesi, adına toplumsal denetim ve kontrol mekanizmalarının yetkinleştirilmesi, Weber’in “demir kafes” metoforuyla açıkladığı devlet bürokrasisinin gelişiminin toplum ve birey yaşamı üzerinden hakimiyet kurması, akılcılaşmayla insanların dinsel ve geleneksel kısıtlamalardan azade anlamlar üretmelerini sağlayan toplumsal projenin tersi yönünde sonuçlar vermesine yol açmıştır.
Toplumsal dinamiklerin parçalanmasına yol açarken, onun yerine ikamesi düşünülen Kant’ın otonom birey projesine uyan “kendi başına karar verip sorumluluk üstlenen” özgür birey tipi ortaya çıkmamıştır. Aksine her türlü yönlendirmeye açık, değer ve anlam yitimi yaşayan, boyun eğme arzusu taşıyan bir toplum dizaynıyla faşist “ideoloji” için en uygun zemin yaratılmıştır.
Modern rasyonalist felsefenin faşizmin yükselişindeki payını en iyi çözümleyen filozoflardan olan Leo Strauss Almanya’da Nazizmin yükselişine yol açan nihilist durumu bireysel özgürlük, hoşgörü, sivil haklar anayasal düzen ve hukukun üstünlüğü gibi liberal değerlerin çöküşüne bağlar. Kapitalist modernitenin toplumu topyekun kontrolüne imkan tanıyan evren tasarımı; teolojik alanda kendi koyduğu yasalara riayet eden, mucize yaratmayan, bilinir bir tanrı anlayışına; politik alanda meşruiyetini ve etkinliğini anayasadan alan bireysel haklara endeksli minimalist devlet nosyonuna; moral alanda dinden bağımsız özerk bireyin kendi normlarıyla işleyen ahlak felsefesine ve sınırsız araştırma ile sağlanan bilimsel gelişmenin toplumsal ve bireysel düzlemde entelektüel açıdan Aydınlanmaya yol açacağına inanılmıştır. Böylelikle “ortak iyi”yi esas alarak örgütlenmiş toplumun ideal bir düzene kavuşacağı kehanetinde bulunulmuştur. Bir çok Aydınlanmacı filozof ve onların ardılları, yasaları kesin ve şaşmaz bir biçimde konulmuş bilimsel pozitivizmin yardımıyla “kötü” olan insan doğasının değiştirilebileceğini, böylelikle insan türünün bölünmesinin asıl kaynağı olan tutku ve ihtiraslardan arındırılması ve politik toplumsal alanın akla uygun dizayn ile evrensel ölçekte bir Aydınlanmanın gerçekleşebileceğini düşünmüşlerdir.
Felsefe ve bilime toplumu katı, değişmez ve kesin kurallar doğrultunda kurma ve böylelikle bozuk politik düzeni kurtarma misyonu yükleme tasavvuru teolojideki mesiyanik kurtarıcı anlayıştan feyz almıştır. Aşkın ve soyut iradeden neşet ettiğinden dolayı reddedilen vahyin yerine bilimsel dogmatizmin geçirilmesidir. Aradaki fark, Leo Strauss’un deyimiyle “felsefe(nin) seküler teolojiye dönüştürülmüş” olmasıdır. Yeryüzü barışının ve mutluluk idesinin tesisi için yola çıkan, bu uğurda vahyi aklın mahkemesinde yargılayıp mahkum edip bilimin ışığında yeni toplumu ve insanı yaratma mühendisliğine soyunan rasyonalizm ve ideolojik türevleri birer dogma yığınına dönüşmekten yakalarını kurtaramamışlardır.
Pozitivizme eşlik eden bir diğer rasyonalist düşünce ise tarihselcilik yada tarihsel determinist toplum anlayışıdır. Marksizmin tarihsel diyalektiği de bu anlayışın sol versiyonudur. Tarihin akışını belirleyen yasaların ya da yönelimlerin keşfi ile önceden belirlenmiş bir plana göre eşitlikçi ve özgürlükçü toplum ereğine ulaşılabileceğini öne sürer. Bir ön deyiden yada öngörüden öteye tarihsel kehanet olarak değerlendirilebilecek bir toplum mühendisliğine soyunarak pozitivizmle ortaklık kurar. Tarihin hiçbir şekilde geri döndürülemez yönünü saptadığı iddia edilen rasyonalist ile “hakikati” kendi tekeline aldığına inanır. Bu hakikat paralelinde ileri sürülen ütopik toplum şablonu tarihin en büyük yanılsamalarından biri olmuştur. Bu durum için Karl Popper’in “Aydınlanma, kitlelerin eksiksiz aldatılmasına dönüşür” belirlemesi gerçekçi bir saptamadır.
Bilimi fetişleştirerek, insan aklını tapınç derecesine yükseltip mitolojik, dinsel ve pre-modern felsefi düşünceyi basitçe “gerilikle” yaftalayıp dıştalayan Aydınlanmacı modern rasyonel düşünce sahipleri, toplumsal ve siyasal yaşamı iddia ettikleri gibi usta bir matematikçiliğin kesinliği ile kurmanın mümkün olmadığını acı şekilde deneyimlemişlerdir. Çünkü en başta pozitivist ve ilerlemeci diskurun basıncı sonucu, hafıza ve derinlik kaybı tehlikesi ile karşı kar şıya kalan insanlık, politik ve ekonomik bunalımların bu basıncı arttırmasıyla anlam kaybıyla malül eksik bir var oluşsal krizin girdabına sürüklenmiştir. Değerden bağımsız analiz veya sosyal dünyayı yöneten yasaların keşfi ile barış ve mutluluk saçan bir dünya yaratacağını iddia eden kapitalist modernite, bu hedefin yanından geçemediği gibi, insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair ahlaki ve politik sorunlar karşısındaki suskunluğuyla (ki bu suskunluğu bu sorulara özellikle insan ve toplumun moral ve maneviyat dünyasına verecek tutarlı bir yanıtının olmamasındandır) üzerinde uzlaşılmış ortak iyi’nin varlığını imkansız hale getirmiştir. “Aklın seküler kilisesi”nin de önceki “kiliseler” gibi derdine deva olmadığını gören insanların yaşadığı umut kırıklıkları faşist “ideoloji”yi önüne ve arkasını çok düşünmeden kurtarıcı melek olarak görmeleriyle sonuçlanmıştır.
Modern rasyonel zihniyet kalıplarının yaşamın dinamizmi, canlılığı ve organikliği karşısında acze düşmesi düşün dünyasından yeni arayışlara yol açmıştır. Siyasal açıdan faşizme eğilim gösteren Martin Heidegger ve Karl Schmitt gibi filozofların öğretileri faşist “episteme” iskeletinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Buna ek olarak Nietzsche, Freud, Darwin, J.J Rousseau gibi düşünür ve bilim insanlarının argümantasyonları çarpıtılma, budanma ve tevil gibi yollarla iç edilerek bu “episteme”nin çatısı tamamlanmıştır. Heidegger ünlü eseri Varlık ve Zaman’da ortaya koyduğu şekliyle Alman halkının varoluşunun başlangıcına dönmesi gerektiğini, büyüklüğü yeniden yakalaması için tarihsel kökeninin uzak bir emirname gibi orada durduğunu söyler: “Yapılması gereken üstü örtülmüş olanın üstünü hakikate ulaştırmaktır. Bu sese kulak vermektir.” O, Alman varlığının açığa çakmasının ancak Nasyonal sosyalist devrimle gerçekleşebileceğini dile getirir. Rasyonalizme karşı cepheden saldırıya geçerek, Batı dünyasının içinde bulunduğu yanlış teselliler ve rahat anlam kesinliklerinden, dolayısıyla da varlığın unutuluşu olarak nitelendirdiği yurtsuzluğun aşılmasının ancak nasyonal sosyalist “devrimle” mümkün olabileceğine inanır. Nasyonal sosyalizm sadece bir siyasal olgu değil, aynı zamanda varlığı açığa çıkaracak olan temel enstrümandır. Çöküş olarak tanımlanan Birinci Pay laşım Savaşı sonrası dönemden öze dönülerek çıkılacağına dair vurgular, Batı’yı yalnızca otantik/kadim Alman wolk’unun (halkının) kurtarabileceğine dair tezler hem sınıfsız, sömürüsüz, kaynaşmış organik bir bütün olarak “cemaat” nosyonuna hem de Alman faşizminin seçkin ırk teorisine temel teşkil eder niteliktedir. Sınıflı topluma içkin çelişkilerin reddi ve Batı Dasein’inin komünizm tehdidinden korunması ve kurtulması için çizdiği perspektif Alman faşizminin siyasal “ideolojik” cephaneliğinde önemli yer tutar.
Nazizmin yararlandığı ve siyasal strateji taktiklerinin merkezine koyduğu bir diğer öğreti ise Carl Schmitt’e aittir. Çünkü faşizmin imgelemini ateşleyen en önemli şey düşman kavramıdır. Siyasal kültürel (sosyalistler, komünistler, Yahudiler…) yıkıcılar ve düşman ulusların, toplumun sürekli teyakkuz halinde tutulmasında ve disipliner yönetim biçiminin kurumsallaşmasında belirgin bir katkısı olmuştur. Bu siyasal ve kültürel şekillenmenin kökeninde Schmittyen teori bulunur. Schmitt’e göre, “dinsel, ahlaki, ekonomik ve diğer ayrım ve anti-tezlerin inşaları, ancak dost-düşman ayrımı ışığında gruplandıracak kadar güçlendiğinde siyasal alana dönüşür.” Herhangi bir siyasal varlığın karşıtı sayesinde anlam kazanacağını ileri süren Schmitt’e göre “ahlak alanında iyi-kötü, estetikte güzel-çirkin ekonomide yararlı-zararlı temel karşıtlar iken siyasal alan dost-düşman ayrımı üzerine kurgulanır.”
Nietzsche’nin, özellikle “üst insan”a ilişkin düşüncelerinin Alman faşizmini besleyen kaynak olduğuna ilişkin değerlendirmeler mevcuttur. Felsefi öğretinin esnek ve spekülatif niteliği sonucu bu tür bir çıkarım yapılması imkan dahilinde ise de, Nietzsche’nin “üst insan”ını faşizmin temel yapı taşı durumuna getiren yorumlar zorlamalı ve söz konusu felsefe ile çatışır durumdadır. Özetle, Nietzsche 19.yy’ın henüz ikinci yarısında, içinde yaşadığı çağın ve Batı kültürünün bunalım içinde olduğu saptamasını yapmış, bunun modernist rasyonalizmle ilişkisini ortaya koyarak insan, din, ahlak ve toplumun yeniden değerlendirilmesinin ve yeni yaşam anlayışına ulaşmanın gerekliliğini vurgulamıştır. “En yüksek değerlerin değerden düştüğü, anlamsız, amaçsız, boşluk duygusu içinde çürüyen ve kötümserliğin kol gezdiği bir ortamda nihilizmin modern toplumu dekadansa sürüklediğini, bu yüzden toplum ve insanın yeniden kurulması gerektiğini savunur Nietzsche. Patolojik bir vaka olarak adlandırılan nihilizmden iyileşme sürecinin başlaması üst insana gidecek yola girmesiyle başlar. Üst insanın temel özelliği “yeni değerler yaratma gücüne” sahip olmasıdır. Yaşamın olumlanmasını gerçekleştirebilen, kendi değerlerini yaratabilme basiretini gösteren üst insan bu anlamıyla özgürdür. Faşizan ideologlar hem lider kültürünün felsefi temellerini oluşturmak hem de yeni insan tipini “üst insan” kavramı içerisinden yaratmak amacıyla tüm ülkeyi bir laboratuvara çevirmişlerdir.
İnsanın tercihlerinin sadece araçsal aklın ışığında şekillenmediği, insan davranış ve tutumlarında bilinç dışının önemli bir profesyonel öğe olduğunu belirten Freudyen görüş faşizm ideologlarınca sahiplenilmiştir. Bu görüş üzerine bina edilen strateji ile travmatik ruh hali içindeki toplumun faşist harekete kanalize edilmesinde önemli bir başarı sağlanmıştır.
Darwin’in bilimsel kaygı ve saiklerle yaptığı evrim çalışmalarında kullandığı, ırk, ulus, irade gibi kavramları içeren konu dağarcığından öznel bir yorumla üst ırk teorisi türetilerek öjenik politika geliştirilmesinin yanı sıra hiyerarşik toplumun da meşruiyet zemini olarak kullanılmıştır. Belli bir etnik ve ırksal grubun (Alman Ari ırkının) efendiliği ve üstünlüğüne dair, seçkinci kavim fikriyatının inşasında bu teoriden yararlanılmıştır.
Toplum mühendisliği iradecilik, ırkçılık düşüncelerini rasyonalizmden alırken maneviyata atfettiği önem soyut bir altın çağa gönderme ile geçmişi ululama; insani güdü, tutku ve bilinç dışının akla tercihi ile irrasyonel pozisyonun savunuculuğuna düşer. Bunun nedenini, faşist epistemoloji’nin siyasal ereksellikle olan ilişkisinde aramak gerekir.
Felsefi ve etik açıdan doğru fikirlerden ziyade, prag matik açıdan yararlı anlayış, zıt dünya görüşlerinin aynı bünyede var olmasını sağlar. Evren, toplum ve birey çözümlemesinde objenin belli ilkeler ışığında yorumuna önem verilmez çünkü yorumun çağın ruhuyla uyumlu olması esas eksen olarak belirlenir. Bir anlamda faşist hareketin yeni toplum ve insan fantezilerine ne denli güç katacağı esas alınır. Bu yüzden faşizm bir hakikat sistemine dayanmaz. Onun hakikatten anladığı şey öteki olarak düşmanlaştırılan kesimler üzerinde egemenliğini ve zaferini sağlayacak bu idealler uğrunda eylem kapasitesini arttıracak bilgi rejiminin kendisidir. Amaca ulaşma yolunda araçsallaştırılan “hakikat” bu yüzden uzam ve zaman yolculuğunda sürekli değişebilmekte farklı formlar ve söylemlerle tecessüm etmektedir.
III.
Genel geçer bir uzlaşıyla faşizm kötülük ve zorbalığın sembolü olarak kabul edilir. Ancak kimine göre ideoloji, kimine göre siyasi bir din biçiminde dünyayı şekillendirmeye girişmiş tarihsel bir olgu olarak amacına uygun politik strateji ve taktikler üretmiş, kitleleri peşinden sürüklemeyi başarmış bir realitedir. Tutarlı ve bütüncül bir felsefi dayanaktan yoksun olsa da kapitalist modernitenin yaratımı olan büyük umutların bedelini büyük düş kırıklıklarıyla ödeyen kitlelerin nefretini ve kinini kendi hedefleri doğrultusunda ustaca kullanmayı bilmiştir. Siyasal, örgütsel ve ekonomik olarak beslendiği kaynakları harmanlayarak her açıdan daha ileri bir karma model yaratmış olması bunu imkan dahiline sokan temel faktördür. Toplumun akli melekelerini iğdiş etmeye yönelmiş yoğun ajitasyon, incinmiş ulusal onuru yüceltmeye namzet şoven milliyetçilik, geniş halk yığınlarının yaşadığı depresif ve travmatik halet-i ruhiyelerini teskin etmeye yönelik yalancı vaatler bu modelin önemli dinamikleri olsalar da özünü yaratmış olduğu terör devletine has şiddetle özdeş korku imparatorluğu oluşturur. Bir rahibin ağzından aktarılan hikayede; “Önce Yahudileri götürdüler sesimizi çıkarmadık, sonra komünistleri götürdüler yine sesimizi çıkarmadık, daha sonra liberalleri tutukladılar sesimizi çıkarmadık, en son sıra bize gelince ses çıkaracak kimse kalmamıştı” denilir. Sistem muarızlarının sistematik olarak bastırılması böyle likle zararlı otlardan temizlenerek saf ve homojen siyasal-toplumsal alanın tesis edilmesi ancak geçmiş pratik-politik tecrübelerden yararlanılmasıyla mümkün olabilmiştir. Başka türlü insanların gündelik eylemlerine bireysel ve kamusal yaşamın tüm gözeneklerine nüfuz etme; sanatsal, hukuksal, ekonomik etkinliklere aleni biçimde yön verebilme söz konusu dahi edilemezdi.
Şiddet teması paydasında buluşan, dahası şiddeti estetize edip kurumsallaştıran otoriterizm, Bonapartizm, totaliterizm, diktatörlük ve jakobenizm faşizmin yararlandığı ve içselleştirerek yaşamsallaştırdığı kilit kavramlar ya da rejimler setini oluşturur. Ulus devletin savaş rejimi ve terörist diktası olarak faşizm bu siyasi kuram ve pratikleri kendi sisteminin çimentosu olarak kullanmıştır. Faşizmi salt totaliter ya da salt otoriter görmek doğru olmadığı gibi her totalitarizmi yada despotik rejimi faşizm olarak adlandırmak da doğru değildir. Ama faşizmi tüm bu siyasal eğilimlerden mürekkep siyasal bir rejim olarak görmek de mümkündür.
Bonapartizm, popülist ve otokrat Louis Bonapart’ın iktidarda olduğu dönemi (1859-70) ve onun modern siyasetteki yerini tanımlamak için yaygınca kullanılan bir siyaset terimidir. Askeri darbeye dayalı yasa dışılıktan doğan popülist retoriğin karizmatik liderin (ki bu dönem Fransa’sı için Louis Bonapart oluyor) sınıfsal çelişkileri yaşadığı düşünülen dar çıkar grupları karşısında “halkı” blok halinde temsil ettiğine inanılır. Ayrıca zor ve baskı yoluyla muhalefeti bastırmak için kolluğun gücünden yararlanan ve her politik tıkanıklıkta plebisitler yoluyla meşruiyet devşiren bu sistemi kişiselleşmiş askeri diktatörlük olarak adlandırmak da mümkündür. Demagojik söylemle parlak stratejik zekayı bir araya getiren Bonapartizm nihilist özellikleri anlamında faşizmle içkinleştirilmiştir. Faşist hareket bu yolla toplumu disipline etmekle kalmamış kahramanlık mitini canlandırmış, savaşın ilerlemenin yegane kaynağı olduğunu empoze ederek fetih savaşları için elverişli psikolojik ve ideolojik zemini de yaratmıştır. Ayrıca devlet otoritesini değerler piramidinin zirvesine yerleştirerek kapitalist sistemin sınıf doğasını maskelemeyi amaçlamıştır. Faşist değerlere kör bir bağ lanma ve teslimiyet, seçkin “zümre”nin otoritesine mutlak itaat, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi değerleri baz alan her türlü muhalefete karşı kör bir nefret ve husumet kendi iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerin ne olduğunu yoklamaktan kaçınan katı ve stereotip bir insan tipi ve metafizik varlıklarla beraber otorite sahibinin şaşmazlığına inanç otoriteryanizm eliyle sağlanır. Kendiliği ve özgürlüğü sadece görünüşten ibaret olan bireyler, sosyal ve siyasal yaşamın çoğulculuğunu temsil eden birer özne değil; birbirlerine benzeşerek homojen topluluğun birer nesnesi haline dönüşürler.
Faşizm modernizm öncesi despotizmin yöntemsel yaklaşımlarından ilham almıştır. Uyguladıkları zalimane yöntemler nedeniyle despotik yönetim daha acımasız görülebilir. Oysa gerçeklik öyle değildir. Zira klasik despotizm, insanların konuşma özgürlüğüne ket vurup suskunluğa sevk ederken; “söyleme zorunluluğu” olarak formüle edilen faşizm kitlelerin tutkularını ve gücünü kullanarak ülke içindeki “düşman”larını temizlemek ve dışarıda yayılma projelerini hayata geçirmedeki orijinal yaklaşımıyla çok daha gaddar niteliktedir.
Demokratik mekanizmaların işlevsizleştirilmesi, temel özgürlüklerin ve siyasal toplumsal çoğulculuğun yok edilmesi ile faşizmin kurumsallaşma süreci tamamlanmış olur.
Bütün toplumsal, siyasal, ekonomik ve yaratıcı enerjiler yaratıcı dogma tarafından saptanmış ütopyaların gerçekleşmesi yönünde kanalize edilmeye başlanır. Resmi ideolojinin ve tek partinin mutlak hakimiyetiyle hayatın bütün alanlarına nüfuz edilerek ve her hücresine sızılarak mutlak kontrol altına alma ve faşizan ideallere uygun birey ve toplum yaratılmaya çalışılır. Bu uğurda zor, terör ve kitlesel katliamlara sistematik olarak başvurulur. Etnik saflık adına Yahudi ve Çingenelerin fiziksel imhasına yönelik soykırımı ırksal mükemmellik için zihinsel ve bedensel engellerin öldürülmesi ya da ölüme terk edilmeleri, sosyal temizlik adına mahkumların, eşcinsellerin ve marjinal kesimlerin toplama kamplarına alınmaları; ideolojik ve siyasal homojenitenin sağlanması için sol-sosyalistler, komünistler, liberal demokratların, insan hakları savunucularının da içinde bulunduğu geniş yelpazedeki muhaliflerin tutuklanması ya da cinayetle ortadan kaldırılmaları ile şekillenen Alman faşizminin uygulamaları bu mantık çerçevesinde hayata geçirilmiştir. Rejim, yarattığı sivil ya da paramiliter örgütlenmeler ve kültürel ideolojik üretim merkezleri olarak kitle iletişim araçlarının tekelleştirilmesiyle totaliterleşmesini tamamlamıştır. Kitlesel teyit ya da biat kültürünün yerleşik kılınması, duygu, düşünce dünyasının teslim alınması ile pürüzsüz siyasal alanın yaratılması olarak faşist totalitarizm, öncül siyasi rejimler olan otoriterizm, Bonapartizm ve klasik despotizmlerin kesişme noktasıdır.
Faşizme temel teşkil etmesi ve faşizan retoriğin baş tacı kavramı olması bakımından milliyetçilik geniş bir literatüre sahiptir. Faşizmi ulus-devletin savaşa göre planlanmış rejimi olarak tanımlarsak bunun “seküler dini” milliyetçiliktir. Anti-semitizmin en belirgin yönü olması hasebiyle Nazizmin çağrışım yaptığı kelime olan üstün ırk duygusuyla harekete geçen üst ırka dayalı şoven milliyetçilik olmaktadır. Çünkü tüm zehrini, enerjisini ve dinamizmini oradan alır. Bolşevizmi Yahudi Bolşevikliğine; İngilizleri Yahudilerin kayıp 12. Kökenine dayandırarak üstün ırk mefkuresi ile akıl tutulması yaşayan “wolk”da düşmanlık duygularını körükler. Toplumsal gerçekliği çarpıtma, toplumsal çelişkileri gizleme ve sistemsel yeniden üretimi sağlamak için milliyetçilik ideolojisini kullanma onun başat özelliğidir. Marx’ın; yanlış bilinç, ters yüz edilmiş gerçeklikle tanımladığı negatif ideoloji kalıbına tam anlamıyla uyan milliyetçilik, kanaatlere yön verme ve siyasal-sosyal tutumları etkilemede en yetkin silahtır.
Etnik, kültürel ve siyasal bir fenomen olarak, her bireyin ait olduğu ulusun ya da etnisitenin “saf” ve dokunulmaz hasletlerini kıskanç biçimde koruması gerektiğine dair inanç söz konusu grubu oluşturan bireylerin tüm ulusal varoluşlara düşmanca yaklaşımı doğurmaktadır. Ayrıca saflığı korumak ve seçkin bir ırk olarak üstünlük hakkını (diğer ulusları egemen liği altına alma, zenginliklerini yağmalama biçimin de tezahür etmesi gereken haklar) almak amacıyla girişilen bu şiddet fiilinin ahlaki erdeme ve estetik özelliğe sahip olduğu kabul edilir. William Reich’in “coşkusal veba” metaforuyla ortaya koyduğu zafer sarhoşluğu yaşayan kitlelerin tutkularını mobilize etmede kullanılan en önemli motif yine milliyetçiliktir. Denilebilir ki beyin yıkamayı ve propagandayı adeta bir sihir olarak kullanan faşist hareketin bu madrabazlığında, kullandığı mekaniğin en iyi parçasını yine milliyetçilik oluşturur. Notalardan yoksun müzik ya da boyadan ve fırçadan yoksun resim neyse milliyetçilikten yoksun faşizm de odur. Faşizmin ruhunun şifreleri iki kelimede gizlidir: Birincisi daha önce değindiğimiz şiddete biçtiği kuruculuk misyonudur, ikincisi ise milliyetçilik ideolojisidir.
Her faşizm mutlak anlamda milliyetçidir ancak her milliyetçilik faşizm değilse de faşizme içkin olan milliyetçilik anlayışının geleneksel liberal milliyetçilikten tek farkı onun daha saldırgan olan karakterinde gizlidir. Diğer bir deyişle nasyonal sosyalizm kapitalist modernitenin icadı olan milliyetçilik ve ulus devletin anti tezi değildir. Aksine kapitalist modernitenin emzirip büyüttüğü sistemin en aşırı uçlarını barındıran bir türüdür.
Milliyetçilik ve onun temellerini attığı ulus devlet nosyonu, tarih öncesi bileşenlere sahip toplumsal ve tarihsel bir gerçek değil, modern dünyanın eseridir. İlk ortaya çıkışında etnik, dini ve kültürel özelliklerden ziyade vatandaşlığa dayalı bir bağı ifade etmiştir. Her ne kadar birey özgürlüğü, bireycilik gibi kavramlarla çizgisini tanımlasa da siyasal olarak hükmettiği toprak parçasındaki pazarları ele geçirmek, kapitalist toplumda kaçınılmaz biçimde var olan ve gittikçe kesinleşen toplumsal çelişkileri ve eşitsizliği meşru kılmak amacıyla milliyetçilik, yoğunca yaşanan köksüzlük problemine karşı kullanılan bir araç olmuştur. Toplum açısından önemli bir bağı ifade eden ortak tarih, toprak ve törel değerler etrafında örülmüş kurgusal bir yapıdır. Başlangıçta, devlet ile siyaset öncesi vatandaş arasında karşılıklı hak ve ödevlere bağlı bir sözleşme olarak şekillenip, kültürel nötrlük ve siyasal kapsayıcılık iddiasında olsa da teorik, felsefi izahatlar pratik gerçekleşme ile zıtlık arz eder. Çünkü gerçekte, hakim etnisitenin siyasallaşarak ulusçuluğu doğurduğu tarihsel bir veri olarak kabul görür. Bu çerçevede, etnik kompozisyon görülmeksizin ulus tanımlanamaz. Kendini tek dil, tek millet, tek vatan, tek kültür gibi teklikler formunda ifade etmesi bu özelliğinden dolayıdır. Özelikle siyasal organizasyona, dolaylı olarak egemen yönetici sınıfına toplumun bağlılığını sağlamak adına ortak köken, dil ve din gibi ölçütler, milliyetçilik ve ulus devletin temel paydaları haline getirilmiştir. Bu nedenle kapitalist modernitenin Fransız ve İngiliz modeli olarak örgütlendirdiği siyasal milliyetçilik, Alman ulus devletinin temsilciliğini yaptığı kültürel ya da romantik türlerinin ikisi için de hiçbir zaman kültürel nötr olamamışlardır. Kültürel nötrlük ve salt siyasal bağ gibi kavramlar sadece söylemde kalıp pratik hayatta karşılıkları olmamıştır. Çünkü “devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü” mottusunda ifadesini bulan organik birlik ve sadakati sağlamak ancak ve ancak din, kültür, dil, kan ve toprak gibi etnik temalar kullanarak ortak duygu evreninin yaratılması ile mümkün olabilir. Bu ortak duyguların sayesinde egemen sınıflar politikalarını uygulama alanı bulabilirler. Gönüllü destekte yaratılan toplumsal rıza yada zorunlu kabullenişle temel toplumsal çelişkilerin görünmez kılınması ya da bu uğurda verilmesi gereken mücadele zemini yok edilir. Çünkü bütün değerlerin anası olan “ulusal” çıkara yöneltilmiş her tehdit bölücüdür, yıkıcıdır ve zararlıdır dolayısıyla yok edilmelidir. Böylelikle şiddet tekelini ulus devlet, içte ve dıştaki saldırgan ve yayılmacı emellerine meşruiyet zemini kazandırır. Toplumun bütün üyeleri kader birliği ederek “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” bütünleşik bir toplumun parçası haline gelirler.
Milliyetçilik ideolojisinin yaratılması ve topluma özümsetilmesinde milliyetçi aydınların tutkulu edebi anlatımları, ulus-devletin ideolojik aygıtları olan okul, aile ve dinsel kurumlar başat rol oynarlar. Belirtilen amaçlar dizisi çerçevesinde belli parametreler ışığında tarihsel ve kültürel hazneden belli başlı niteliklerin seçilmesi, “zararlı” unsurların dışlanması yoluyla kamusal ifadeler üretilir ve topluma taşırılırlar. Böylelikle toplumun ortaklaştığı anlam, sembol ve değerler dünyasına dayanan kurgusal tarih yazım tekniğine başvurulur. Yaşandığı varsayılan olay ve tahayyüller belirli bir anlatım teması mantığı içerisin de savunulurken buna aykırı olarak düşünülen şey ler yok sayılır. Çünkü toplumsal hafızaya kazınarak bazı şeylerin hatırlatılması bir bakıma başka şeylerin unutturulmasını gerektirir.
Milliyetçi ideolojinin yaratımında başrolü kurtuluş mitleri oluşturur. Antik çağların mitsel anlatıları günümüzdeki toplumsal olayları anlamlandırmada ve yön vermede mitolojik figür ve sembollerden yararlanılır. Özellikle çöküş dönemlerinde sunduğu basit çözüm reçeteleriyle en gözde başvuru kaynağı haline dönüşür. Her ulus devlet milliyetçiliğinin kendini dayandırdığı, kuruluş ve kurtuluş mitinde ortak olan en önemli nokta ulusu kuran ve onu fetihten fethe koşturan kahraman varlığıdır. Nibelunga, İngilizlerin Beuwulf, hatta Türklerin Ergenekon mitolojisinde aynı tema işlenir. Ayrıca yeni simgeler yaratılarak sanki ulusun ezeli özellikleriymiş gibi sunularak kolektif bilinç şekillendirilir. Böylelikle ulusta aşırı duygulanım yaratarak halkın siyasal tercihlerini egemen sınıf çıkarları doğrultusunda eyleme yöneltmektir.
“Coşkusal veba” çoğu zaman duyguları içgüdüsel reflekslerle harekete geçiren imgeye dönüşür.
Din milliyetçi siyasal sistemin bir diğer önemli parçasıdır. Milliyetçiliğe içerilmiş din sayesinde özellikle toplumsal güvensizlik psikolojisinin zirveleştiği dönemlerde halkın acılarını dindiren kitleleri pasifize eden, uhrevi dünyanın hayalleri ile oyalayıcı bir işlev görür. Kendi var oluşsal üstünlüklerinin hangi noktalarda sağlandığının bilinci içerisindeki egemen sınıflar modernitenin doğuş aşamalarında kamusal yaşamdan dışlayarak özel yaşam sınırlarına hapsettikleri dini milliyetçiliğe eklemlemek zorunda kalmışlardır. Böylece başlangıçta siyasal alandan dinin yalıtılması projesinden geri adım atılarak yeniden “ruhsuz dünyanın ruhu” olarak tedavüle sokulmuştur.
IV.
Milliyetçilik ideolojisinin konjonktürel ya da romantik kanadını temsil eden Alman Nasyonalizmi de aynı mantık silsilesi ve aşamalarından geçerek şekillenmiştir. Germen ırkının üstünlüğü ve saflığı söylemsel tonlamada daha net vurgulanır. Daha da ileri gidilerek Alman wolk’unun özellikleri mutlaklaştırılıp evrensel hakikatin ölçütü haline getirilir. Avrupa kültürüne katkısı abartılarak, Roma kadim geleneğinin ve kutsal Roma Germen imparatorluğunun biricik temsilcisi olduğu inancıyla hareket eder. Gerçekten komünist devrim olasılığını bertaraf etmeye ve savaşın ağır yükünü ezilen kesimlerin sırtına yıkmak amacıyla iktidarlaşmasına zemin olmuş Nazi faşizminin ardında bıraktığı enkazdan milliyetçi düşüncenin dirilebilmesi ve etkisini sürdürebilmesi, rasyonel gerçeklerle uydurulmuş irrasyonel dürtülerin gücünü göstermesi bakımından ibret vericidir.
Bu yazıda faşizmin ideolojik, felsefi ve siyasi kaynaklarıyla beraber zihniyet kodlarını irdelemeye çalıştık. Sonuç olarak, sistemik krizlerde çekilen imdat kolu olarak kapitalist modernitenin meşru çocuğu olarak faşizm, geçmişte olup bitmiş sadece tarih kitaplarında rastlanabilecek bir olgu değildir. İlerici insanlığın, ezilen ve sömürülenlerin daha güzel ve adil bir dünya yaratma yolundaki hayalleri ve mücadele azmi var oldukça egemen sınıflar her zaman faşizmi yedekte tutmaya devam edeceklerdir. En önemlisi de herhangi bir maskeye ihtiyaç duymaksızın şiddete başvurması ile belirginleşse de zihinsel köklerinin derinlerde olduğu düşünüldüğünde her zaman için ortaya çıkma tehlikesi vardır. Tarihsel olarak tekrarlanması mümkün olmayan kötülük rejimi olarak niteleyip göz ardı edilecek bir olgu olmadığı güncel siyasal gelişmelerle teyit ediliyor.
Yaşadığımız coğrafyada yeşil faşizmin yükselişine tanık oluyoruz. Siyasal atmosfer 1930’lar Almanya’sını çağrıştırıyor. Hamaset yüklü, retorik, topluma empoze edilen iç-dış düşman korkusu, vasat kişilikte olmasına rağmen kutsallık halleriyle onurlandırılan lider kültü, fetihçi ruh çağırma seanslarıyla diriltilen pan-Osmanlıcılık, vurgulanan savaş ekonomisi, siyasal uzlaşma ve çoğulculuğu küçümseyen siyasal tutumlar, “coşkusal veba” ile vecde gelmiş kitleler, toplumda siyasal ve ekonomik olarak seçkinleşen milliyetçi popülist lümpen unsurlar her güç devşirilme ihtiyacında gündeme gelen plebisitler, toplumun bir kesimini konsolide etmek için uygulanan kutuplaştırıcı politikalar, irrasyonel ve metafizik dinsel değerlerin yükselişi, hayali tarihi belleği diriltmeye yönelik yoğunlaşan seremoni ve ritüeller… Faşizm her ülkenin kendi özgülünde sosyal ve tarihsel özellikle rine uygun kisvelere bürünerek kendini var etmeye devam ediyor. Mahkemelerde yapılan yargılamalarla Alman faşizminin mahkum edilmesi ya da Mussolini’nin devrimci tugaylarca kurşuna dizilmesi ile faşizm bitmedi. Çünkü Bertold Brecht’in veciz şekilde belirtiği gibi; “kapitalizm %100 kör gördüğü bir yerde bütün beşeri yasaları ayaklar altına alır, % 300 kör imkanı varsa darağacını göze alarak işlemeyeceği cinayet yoktur.” Aklın evrensel mahkemesinde pre-modern zihniyeti mahkum eden kapitalist modernist sistem; ahlaki politik toplumun vicdanında mahkum edilerek gerçek anlamda bir yüzleşme sağlanmadan, kârı kutsayan üretim ve örgütlenme biçimi aşılmadan ve toplumsal çoğulculuğu inkar eden ulus-devletçi düşünme sistemi, siyaset ve yaşam tarzı var oldukça toplum “söyleme zorunluluğunun” esaretinden kendini kurtaramaz.
Yoruma kapalı.