Medya denilen olgu, bütün enstrümanlarıyla toplumsal yaşamda devasa bir yer kaplayan ve kapladığı yer kadar da toplum yaşamı üzerinde etkili olan her türlü haberleşme araçlarının toplamıdır. Bu araçların modern çağlardaki tarihi matbaanın kuruluşu ve yaşamla ilgili her şeyin yazılı olarak basılıp aktarılması sürecine kadar gider. İlk gazeteden, günümüz internet, sosyal medyayı oluşturan tüm dijital sistemlere kadar devamlılığı olan bir gelişim süreci izlemiştir. Gazete, radyo ve televizyonların medyayı oluşturduğu dönemlerde, her medya kuruluşu kendini idealist bir kimlikle sunmaya büyük özen göstermiştir. İlke olarak tarafsız, bağımsız, doğruları topluma aktarmak için gerektiğinde büyük riskler alan bedel ödeyen bir imaj-portre çizilmeye çalışılmıştır. Elbette bu ilkelere bağlı olan on binlerce basın emekçisi, gazeteci gerçekleri aktardığı için öldürülmüştür. Yoksulların, ezilenlerin, sömürülenlerin, zülme uğrayanların, katliam ve soykırıma maruz kalanların sesi olmaya çalışan medya kuruluşları ve çalışanları, dünyanın her yerinde iktidar ve sermayedarların, devletlerin, ezenlerin, sömürenlerin, zulümkarların, katliamcıların, soykırımcıların her zaman saldırılarına uğramışlardır. Bu nitelikte basın-yayın kuruluşları her zaman iktidar, devlet dışı toplumun bir parçası olmuştur. Gerçekleri topluma ulaştırma ve toplumu bir şekilde bilinçlendirme amacı olan bu kuruluşların amacı, birer basın yayın aracı oluşturmak değil, yürütülen toplumsal mücadeleyi basın-yayın araçlarını da kullanarak geliştirmektir. Bu sebeple sürekli egemen sınıf ve güçlerin siyasi, ekonomik, hukuksal, fiziki saldırılarına maruz kalmışlardır. Bu nitelikte bir mücadele platformu olarak gelişen basın-yayın kuruluşlarına “muhalif basın”, “devrimci basın”, “sosyalist basın” vb. denmiştir.
Bir de iktidarların, devletlerin, sermaye sınıflarının, sömürgeci ve soykırımcı sistemlerin kurduğu basın-yayın kuruluşları vardır ki günümüzde “medya” kavramı daha çok bunlar için kullanılmaktadır. Genelde kurucu sahipleri büyük sermayedarlar olan, esas amaçları kar etmek olan, iktidar ve devlet yapılarıyla uyum içinde faaliyet yürüten bir kapitalist “sektör” olarak kurumlaşan yapılardır. Medya olarak tanımlanan bu iktidar sermaye kuruluşları, enformasyon tekeli kurma amaçlarının yanında kar amaçlı kurulan her sektörden şirketler, ticaret işletmeleriyle ortaklık kurarak ve onların çıkarlarını gözeterek, toplumu sömürmek, aldatmak, manipüle etmek üzere işlev kazanırlar. Medya denildiğinde genelde holdingleşmiş, devlete veya sermayeye dayanarak bir hegemonya, iktidar alanı oluşturmuş, egemen iktidar politika ve ideolojilerini yaymak, toplumda hakim kılmak hedefiyle çalışan yapılar anlaşılmaktadır. Kapitalist moderniteye veya bağlı oldukları ulus-devlete hizmet ettikleri oranda kapitalist modernite sisteminin olanaklarından yararlanabilmekte ve ondan pay alabilmektedir. “Medya” ve “sektör” kavramları daha çok bu yapılar için kullanılmaktadır.
Haber almak ve iletmek insan toplumunun hep arayışında olduğu bir aktivitedir. Yeni bilgilere, yeni hakikatlere ulaşma amacı, insanın ontolojik bir özelliği gibi durmaktadır. Bildikçe, bilgiye eriştikçe bazı sorulara cevap bulan, ancak bazı yeni sorular oluşturan insan, bu paradoks gibi duran diyalektik içerisinde hep bilgi peşinde gitmektedir. Bilgiye, hakikate ulaşmak, insan için bir özgürlük alanından yeni bir özgürlük alanına sıçrama eylemidir. Günümüzde bilgi, çok sıradan, oldukça değerden düşmüş, kuşkuyla karşılanan bir nesne durumuna düşmüştür. İnternet teknolojisi veya “sosyal medya” denilen bütün kuruluşlar eski dönemlerin bilgi kıtlığını tersine çevirmiş, bilgi enflasyonu oluşturmuşlardır.
Her konuda olumlu-olumsuz binlerce, milyonlarca bilgi yığınıyla insanları boğmuş, doğruyu seçemez duruma düşürmüştür. İktidarlar ve devletler de artık kitleleri bilgiden mahrum bırakarak değil, doğru-yanlış bilgi bombardımanına maruz bırakarak yönetme, kontrol altına alma yöntemine geçmiş durumundadırlar. Bu yeni durumu da “ifade özgürlüğü”, “demokrasi” diye pazarlayıp toplumları aldatma geleneğini sürdürmektedirler.
İnternet hatta televizyonların olmadığı dönemlerde bilgi edinmenin değeri çok yüksektir. 19-20. yüzyılın gazete, kitap okuma kültürü modern çağın en ileri sembolü ve eylemidir. Bir ansiklopedi seti almak, her ailenin “aydınlanma” yolunda ileri doğru attığı dev bir adımdı. En kapsamlı ansiklopedilerin bile arama motorlarıyla kıyaslandığında, ansiklopediler arama motorlarının milyonda biri kadar bir kapasiteyi oluşturmamaktadır. Ancak kıtlık her zaman o şeyin değerini de çok yükseltmiştir. Tarih daha da geriye sarıldığında, her toplumdaki bilgi kaynağı olan bilgelerin aynı zamanda “kutsal” olduğunu da görmekteyiz. Mitolojilerdeki “bilge ana”, “bilge ata” sıfatları aynı zamanda o toplumun en yüksek değerini, kutsalını ifade etmektedir. Peygamberler de bu geleneğin devamcılarıdır. Milyonlarca yıllık deneyimlerin oluşturduğu hafızayı canlı tutan, yaşatan ve ona eklemeler yaparak yeni kuşaklara aktaran kişi, toplumun en stratejik ihtiyacını karşılayarak kutsallık sıfatına layık olmaktadır. Sanatın, sanatçılığın da değeri böyle bir toplumsal ihtiyacın karşılanmasından gelmektedir.
Her Güç, İktidar, Sınıf, İdeoloji Kendi Medyasını Oluşturur
Bugünden bakıldığında geçmiş tarihlerdeki bilgiler, bugünkü bilgilerin yanında çok değersiz kalmaktadır. İlkokula yeni başlayan bir çocuk dünya, evren ve doğa varlıkları, doğa olayları hakkında, binlerce yıl önce yaşamış bir şamandan yüzlerce kat daha fazla bilgiye sahiptir. Her aktör kendi çağının gerekliklerine cevap vererek, deneyim ve bilgi oluşturmuş ve bunlar birikerek günümüzün bilgi deneyim okyanusunu oluşturmuştur. Bilmenin bir sınırının olmadığını biliyoruz, en azından insan için. Yeni bilimin (kuantum fiziği) keşifleriyle evrenin sınırlarının paralel evrenlerle devam eden bir “sınırsızlık” olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. İnsanın anlayabileceğinin çok ötesine uzanan bir hakikatler evreni var. Hepsini bilmek ve birey hakkından yüzde yüz bilgiye ulaşmak, doğanın varoluş hakikatine göre imkansız. Yüzde yüz bilmek “son” demektir. Evrende bir “son” olmadığına göre, bilme halimiz de daima eksik kalacak ve bizler de onu tamamlamak üzere sürekli devinim halinde olacağız.
Bilgi denen soyut, teorik varlık, onu somutlaştıran, işlenebilir hale getiren, toplumsal zeminde her zaman manipülasyona açık olduğundan çarpıtılabilir, aldatma, kandırma, yanıltma aracına da dönüştürülebilir. Elbette ki, hakikatler “bir”dir, ancak insanlar çeşitli çıkarlar ve amaçlar için hakikatlerin sayısız taklitlerini, çarpıtılmış kopyalarını, hileli versiyonlarını üretmekte ve hakikat diye sunmaktadır. Bu niteliği nedeniyle, bilgilerin açık ve örtük amaçların sorgulanması da zorunlu bir gerekliliktir. Doğal, komünal toplumlardan koparak iktidarcı, devletçi toplum şekillenmesine yol açmıştır. Dünyanın bütün devletleri, bütün siyasi, ekonomik, sınıfsal, askeri iktidarları, bütün sermayeler bu hakikatin çarpıtılmasına, yalana, aldatmaya dayalı geleneğin ürünüdür. Yalanın küresel egemenliği kurulmuştur. Bugün dünya bu yalana dayalı sistemin egemenliği altındadır ve yalana dayanarak var olabilmektedir.
“Medya” denilen olgu, bu yalana dayalı sistem egemenliğinin sürdürülmesinde kaçınılmaz bir güçtür. Özellikle ulus-devletlerin kuruluşuyla medya ideolojik bir araç olarak toplumların dizaynında kullanılması zorunlu hale gelmiştir. Bütün toplum mühendisliklerinin bir yanını medya tamamlamaktadır. Bugün adına “algı operasyonları” denen yalana, aldatmaya günlük, anlık, aktüel müdahaleler medya aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. “Bilgi güçtür” denilmektedir. Ama yalan da medya aracılığıyla bir güç haline gelmiştir. Bu güçle çok büyük servetler, sermayeler, iktidarlar, hatta devletler el değiştirebilmekte, çok büyük toplumsal kesimler ayağa kaldırılabilmekte veya ayağa kalkması gereken durumlarda pasif, tepkisiz kalabilmektedir. Türkiye tipik bir örnektir.
Teorik olarak değil, gerçek yaşamdaki işlevsel niteliğine bakıldığında sunulduğu gibi, medya enformasyonu aktarma aracı değil; enformasyonu sahibinin amaç ve çıkarlarına göre eğip bükerek, şekillendirerek sunan manipülasyon aracıdır (Elbette tekelleşme, iktidarlaşma gibi bir amacı olmayan tek amacı temsil ettiği toplumsal kesimlerin sesini, hakikatlerini görünür, duyulur kılmaya çalışan basın-yayın kuruluşlarını bunun dışında tutuyoruz). Her güç, iktidar, sınıf, ideoloji kendi medyasını oluşturarak, bu enformasyon savaşında başarılı olmaya çalışıyor. Her medya örgütlenmesi sahibinin amaç ve çıkarları doğrultusunda çalıştığı için, medyayı sahipleriyle tanımlamak daha doğrudur.
Sosyalistler, iktidar-devlet muhalifleri eskiden “burjuva basını”, “boyalı basın” kavramlarını kullanırdı. Şimdi daha yaygın olarak Türkiye’de “havuz medyası”, “yandaş basın”, “troll ordusu” kavramlarını kullanıyor. Bu kavramlar kimliksel, politik bir tanımlamayı ifade etmektedir. Kimin sözcüsü olduğu, kimin çıkarlarına hizmet ettiğini tanımlamaktadır. İktidarın, sermayenin, devletin, egemen sınıfların sahip olduğu medya kuruluşlarının ifadesidir. Baskın olan ve enformasyon alan hakimiyetini elinde tutan bu iktidar, sermaye sınıflarının sahibi olduğu medya kuruluşlarıdır. Kendi çıkar ve amaçlarına uyum göstermeyen, muhalefet eden toplumsal kesimleri, siyasal, sosyal çevreleri, medya kuruluşlarını, şirketleri, parti, sendika, dernek vb. her türlü toplumsal kurumları dezenformasyonun tüm biçimleriyle yıpratma, baskı altına alarak ekonomik, siyasi, sosyal imkanlarını daraltarak işlemez, etkili olamaz hale getirmektedir. Bu yapıların toplumla bağı, toplumları aldatmak üzerindedir. “Haber kaynağı” adı altında kesintisiz olarak toplumları manipüle etme, devletin, iktidarın, sermayenin çıkarlarına göre, gerektiğinde toplumların ulusal, kültürel, dini her türlü değerini kullanarak yönlendirme, çıkarlarına göre bilinç kazandırma, amaçlanan konuda toplumun sempatisini oluşturup “toplumsal rıza”yı yaratma hedefiyle programlanmışlardır.
Louis Althusser medyayı “devletin ideolojik aygıtları” (DİA) arasında saymaktadır. “DİA’ları gerçekleştiren kurumların özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli olan işlevleridir. Özel kurumlar aynen DİA’lar gibi işleyebilirler.”[1] demektedir. Devletin kurduğu hegemonyanın bir parçası olunduktan sonra özel veya kamusal olması önemli değildir, sistemle uyumlu ve hizmet ettiği müddetçe sistemde her türlü “kar”a ulaşma olanağı elde etmektedir. Ulus-devleti oluşturan iktidarsal güç merkezleri çıkarlarına göre öngördükleri sınıfsal, ulusal, ekonomik, kültürel, inançsal vb. hegemonyanın bir ayağı medya aracılığıyla oluşturulmaktadır. Her türlü toplum mühendisliği ve bağlantılı pedagojik planlamalar, asimilasyon politikaları medya eliyle veya medyanın ön açıcılığıyla uygulamaya sokulmaktadır. Özel tüketim ve bireysel zevklerden bütün ulusu, ülkeyi ilgilendiren konulara, politikalara kadar hegemon iktidar güçlerinin çıkarları öncelenmekte, buna uyumlu bir toplumsal rıza ve sempati oluşturulmaktadır.
Medya 90’lı yıllardan sonra Joseph S. Nye, Jr.’nin kavramlaştırdığı “yumuşak güç” tanımı kapsamında bir enstrüman olarak tanımlanmaktadır. 20-21. yüzyılda toplumu istenen amaca göre yönlendirmek için medyanın kullanılması bir “operasyon aracı” olarak her zaman aranan bir araç olmuştur. Medya, kapitalist modernite sisteminin en önemli taşıyıcı sektörüdür. Kitlelerin ve piyasaların kontrolü, bölgesel ve küresel hegemonyaların inşası ve bunların devamlılığı önemli oranda medyayla oluşturulmaktadır. Okul, aile, inanç, kültür kurumları bu işi uzun bir zamanda gerçekleştirebilirken, medya çok hızlı ve her türlü güncel gelişmeye göre kendini hızla uyarlayarak toplumsal tercihleri, rıza ve talepleri belirleyebilmektedir.
Joseph S. Nye, Jr.’nin kitabına yazdığı önsözden biraz uzunca bir alıntıyla “yumuşak güç” ve bunun medya bağlamlı toplumsallıkla ilişkisini daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır: “Yumuşak güç, istediklerinizi zorlama veya karşılığını ödeme yerine cazibe yoluyla elde etme becerisidir. Yumuşak güç bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve politikalarının cazibesinden ortaya çıkan politikalarımız başkalarınca meşru görüldüğü zaman yumuşak gücümüz artar. ABD’nin uzun zamandır kayda değer yumuşak gücü vardır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Franklin Roosevelt’in ‘dört özgürlük’ünün Avrupa’daki etkisini; Demir Perde’nin gölgesinde Amerikan müziğini ve Özgür Avrupa radyosu haberlerini dinleyen gençleri; Tiananmen’de protestolarını özgürlük heykelinin aynısını inşa ederek sembolize eden Çinli öğrencileri; 2001 yılında Amerikan Haklar Bildirisi’nin kopyasını isteyen özgürlüğüne yeni kavuşmuş Afganları; bugün evlerinin mahremiyetinde yasaklanmış Amerikan videolarını ve uydu yayınlarını gizli kapaklı izleyen genç İranlıları bir düşünün. Bunların hepsi ABD’nin yumuşak gücünün örnekleridir. Diğerlerinin sizin örneklerinize hayran kalmalarını ve sizin istediklerinizi istemelerini sağlayabildiğiniz zaman onları sizinle aynı doğrultuda hareket ettirmek için eskisi kadar ‘havuç ve sopa yöntemini’ kullanmamıza gerek kalmaz. Baştan çıkarmak, zor kullanmaktan her zaman daha etkilidir ve demokrasi, insan hakları ve bireysel fırsatlar gibi birçok değer oldukça baştan çıkarıcıdır.”[2]
Aydınlık ve Karanlık Savaşı Medya Alanında da Sürmektedir
Joseph S. Nye, Amerikan emperyalizminin daha güçlü, daha etkili olması için çalışan akademisyen ve devlet adamıdır. Machiavelli çizgisinde modern bir düşünür, söyledikleri ABD gibi devasa bir askeri ekonomik sömürgeci imparatorluk tarafından uygulanmaktadır. Bütün bu teorilerin uygulanmasının birçok enstrümanı var, özellikle uluslararası hukuku ve normları belirleyen kurumlar, bu enstrümanların başında gelmektedir. Nye, bu konu için şöyle demektedir: “Örneğin 19. yüzyılda İngiltere ve 20.yüzyılın ikinci yarısında ABD, İngiliz ve Amerikan ekonomilerinin liberal ve demokratik yapısına uyumlu bir uluslararası kurallar ve kurumlar yapısı tesis etmek suretiyle değerlerini arttırmışlardır. Bunu İngiltere için serbest ticaret ve altın standardı; Birleşik Devletler için ise, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Birleşmiş Milletler (UN) ile gerçekleştirmişlerdir.”[3] Bu ve benzeri alt kurumları toplumsal sorunları çözmek için değil, kapitalist modernite ve öncü güçlerinin hegemonyasını toplumlara benimsetme, onları sisteme “entegre” etmek için kurmuşlardır. Benzer şekilde her ulus-devlet hegemonyası da kendi hegemonik alanları içinde “yardım kuruluşları”, “mahkemeler”, hak arama kurumları oluşturmaktadır ve hepsinin asıl amacı toplumsal sorunları çözmek değil, bağlı bulundukları sistemin çıkar ve politikalarına göre kitleleri, kurumları, hatta devletleri yönlendirmek, entegre etmektir. Örneğin, Türkiye güya Afrika ülkelerine yardım götürüyor, okullar açıyor, su kuyuları açıyor, gıda yardımı yapıyor ve her saniyesini abartılı bir şekilde kameralara çekip, medyada bir propaganda kampanyası olarak yayınlıyor. Aslında bu çaba sömürgeciliğin “yumuşak güçle” oralara yaydırılmasıdır. “Cazibe” oluşturup oradaki toplumda amaçlanan “rıza” oluşturulduktan sonra, yani “politikalarınız başkalarına meşru görüldüğünde”[4] hiçbir zor aracına gerek kalmadan orada amaçlarınızı (hegemonya, sömürgecilik, bağımlılık ilişkileri vb.) gerçekleştirebilirsiniz. Hegemonyalar artık “kitle diplomasisi”yle sağlanıyor; kitleler, uluslar “sizin örneklerinize hayran” kaldıklarında artık o ilişkiyi yönetebilir, hükümetleri değiştirebilir, ülkenin genel politikalarını belirleyebilir duruma gelirsiniz. Neoliberal politikalar bu şekilde dünyanın her tarafına yaydırılmaktadır.
Bütün bu işlerin odağında medya var. Medya olmadan bütün bu “yumuşak güç”, “kitle diplomasisi”, “rıza imalatı” gibi şeyleri gerçekleştiremezsiniz. Medya yalana, hileye, aldatmaya dayalı bütün bu şeyleri çok etkili ve ikna ediciliği yüksek düzeyde kitlelere sunabilmektedir. Neyin gündem olup, neyin gündemden çıkarılacağını belirleyebilmektedir. “Spor takımlarının veya yıldızlarının davranış biçimleri ya da televizyon veya sinema ile gösterilen çoklu görüntüler yoluyla da siyasi mesajlar iletilebilir. Görüntüler, değerleri genellikle kelimelerden daha güçlü bir şekilde iletir ve Hollywood dünyanın en büyük görsel sembol temsilcisi ve ihracatçısıdır.”[5] “Körfez Savaşı’nda bakış açılarının şekillendirilmesi için meydan CNN ve BBC’ye kalmıştır.”[6] Her devlet benzer şekilde “yumuşak güç” oluşturmaya ve bunun merkezine medyayı oturtmayı bir toplum yönetme şekli olarak geliştirmektedir. Soykırımlar yapan bir devlet bunu, dünya kamuoyunun gözünden bu yöntemlerle gizleyebilmektedir. Bir katil tüm dünyada sempati toplayan bir karakter olarak sunulabilmektedir. Bütün bu durumlar insanlarda bir gerçeğe inanma eğilimini çürütüyor. Çünkü medyada sunulan, tanıtılan her şeyin sahte, yalan, aldatma ihtimali çok yüksek olduğu pratik yaşamda deneyimlendikçe buna karşı gelişen tavır inanmama şeklinde gelişmektedir. Toplumsal doğada insanlar hep birtakım değerlere inanarak bir arada kalmış, toplumsallıklarını korumuşlardır. Ancak günümüzde medya platformlarında gerçekleştirilen simülasyonların gerçek yaşam ilişkilerine nüfuz ederek, tekrarlanır hale gelmesiyle toplum dağılıp atomize olmakta, olanak bulabildiği kadarıyla bireyler kendilerini diğer bütün birey ve toplumlardan yalıtma eğilimine girmekte, birbirine yabancılaşmaktadır. İnsan ve toplum doğasına ters yönde ilerleyen bir eğilim gelişmektedir. İnsan, “insansız”laşmakta, kültürel çoraklık gelişmekte, ortak toplumsal değerler yok olmaktadır. Her bir bireye göre farklılaşan ve sadece bireyle sınırlı kalan alışkanlıklar, zevkler, beğeniler, davranış ve söylem özellikleri; liberalizmde, neoliberalizmde yaşanan yükseliş, “post-truth” kişiliğin şekillenip başat hale gelmesine yol açmıştır. Kolektif değerler eriyip nesnel gerçeklikleri olmakta yerine bireylerin zevkleri, güdüleri her türlü sapıklığa kolayca kapılabilen duygusal dalgalanmaları bilinçsizce ve çılgınca bir tüketim ve sistemin çizdiği her türlü sınıra riayet etme şeklinde “çoban-sürü” ilişkiselliği günümüz kapitalist modernitesinde birey-toplum ilişkilerinin diyalektiği halini almaktadır.
“Medya” dediğimizde onu basit bir yan unsur olarak değerlendiremeyiz. Çünkü o her zaman iktidarcı, devletçi, sınıfların, sermayelerin hizmetinde işlem gören ve kapitalist modernite sistemini ayakta tutan önemli ayaklardan biridir. Dolayısıyla medyayı anlamak ve değerlendirmek bütün sistemi anlayıp değerlendirmeyi gerektirir.
Medya var olduğu tarihten günümüze kadar devlet-iktidar, sermaye, sınıf yapılarına karşı direnen muhalif kesimlerce de kullanılmıştır. Bir direniş aracı olarak egemen, sömürücü, katliamcı, işgalci, talancı, zulümkar egemenlerin medyasında sunulan yalanlara, çarpıtmalara, hakikatlerin tersyüz edilmesine, gerçeklerin gizlenip yalanların gerçek olarak sunulmasına karşı iktidar, devlet sistemlerinin dışında kalan alternatif, muhalif ideolojiler, inançlar, kültürler ve bunların her türlü örgütleri de basın-yayın araçlarını kullanarak topluma gerçekleri aktarmaya, toplumu gerçeklerle bilinçlendirmeye çalışmışlardır. Bunu bir mücadele biçimi olarak geliştirmişlerdir. Ve bu nedenle sistemli saldırılara maruz kalmış ağır bedeller ödemeyi göze alarak bu mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Kapitalist modernite sistemine veya yerelde ulus-devlet uygulamalarına veya bütün ulus-devlet sistemine karşı direniş içinde olan sosyal çevrelerden ulusal özgürlük direnişlerine kadar örgütlenen, kurumlaşan her direniş odağının bir de basın-yayın ayağı vardır. Olmak zorundadır. Kendi ideolojik politik hakikatlerini toplumlara anlatarak mücadelelerini güçlü kılmaya, egemenlerin söylediği yalanları deşifre etmeye çalışmaktadırlar. Bunu toplumsal savunma, toplumun öz savunması olarak görmek gerekir. Egemen sistem unsurları tarafından saldırılara maruz kalıp ölme, hapse girme, kurumlarının bombalanması, yakılması, kapatılması, ekonomik yıkıma uğratılması, dışlanması, sansürlenip engellenmesi gibi saldırılar göze alınarak yürütülen bir mücadele alanıdır. Toplumlara hakikatler aktarıldıkça zamanla yeni bir bilinç, zihniyet ve ideolojik duruş, tavır ve bunların örgütlenmesi ve eyleme geçmesi gerçekleşecektir.
Doğanın, ekolojik döngünün yıkıma uğratılması gibi; hakikatler, kültürler, değerler dünyası da medya eliyle büyük bir yıkımla karşı karşıyadır. Kapitalist modernitenin kendini var ettiği her alanda bu yıkım sürecektir. Bu yıkım sürecinde medya birinci sırada yıkım aracı olarak rolünü oynamaya ve bu rolünü gelişen teknik ve teknolojilerle daha da geliştirmeye devam edecektir.
Her türlü iktidar, sermaye, sömürü tekel sistemine karşı direniş içinde olan insanlar, sosyal, toplumsal çevreler ve kurumlar hiçbir zaman çaresiz değildir. Kapitalist modernite sisteminin medya hegemonyasına karşı toplumlara ulaştırılan her hakikat devrimci bir eylem niteliğindedir. “Çözme iradesi ortaya koymak için bilgi gereklidir.” Bunun için de gizlenmiş bir detayın, gözlerden kaçırılmış bir görüntünün susturulmuş bir sözün toplumlara ulaşması sistemi sarsıcı niteliktedir. Murray Bookchin, radikal meydan okumaktan bahsedip şöyle demektedir: “Politik ‘teknolojilere’ medya “araçlarına” ve kavramları elitist “sanat biçimlerine” dönüştüren bürokratik “karmaşıklıklara” radikal birşekilde meydan okumadan “uygun teknolojiler”den, “şenlikli aletler”den ve “gönüllü basitlik”ten söz etmek, bunların varolan toplumsal yapıya bir meydan okuma anlamına gelen devrimci vaadine tamamen ihanet etmektir.”[7] Radikal karşı koyuş, öncelikle ideolojik karşı koyuştur. İdeolojik karşı koyuş en üst perdeden ve karşı sistemin en büyük değerine yönelerek gerçekleşir. Soykırımcının, sömürgecinin suratına soykırımcı ve sömürgeci olduğunu haykırmak hakikatin tekrarıdır. Ancak sarsıcı ve onu tümden reddetmenin meydan okumasıdır. Bu nedenle de zaman içinde yıkıcıdır.Üçüncü Dünya Savaşı’nın sürmekte olduğu günümüzde en çok ve en pervasız kullanılan “silah” medyadır. Hakikatler öldürüldükçe, bu hakikatlere bağlı yaşayan insanların ölümleri haber değeri taşımamaktadır. Toplu öldürmeler, katliam ve soykırımlar medyada günlük söylenip geçilen haberler düzeyine inmektedir. Bütün devletlerde bu durum bir sistem olarak kurulmuş ve medya eliyle sürdürülmektedir. Her türlü iktidar ve devletlere karşı ezilenlerin, sömürülenlerin, zülme uğrayanların, kadınların, sosyal kesimlerin mücadelesi; metalurjik bir tanımla aydınlık ve karanlığın savaşının bir cephesi de medya alanında sürmektedir. Medyayı bu şekilde sistemsel bağlamı içinde okumak, tanımlamak halkların, direnen toplumların, kadınların mücadelesini daha güçlü kılacaktır.
Yoruma kapalı.