Düşünce ve Kuram Dergisi

Yaradılışın Devrim Sloganı: Jin Jiyan Azadî

Veysi Biçen

Zamanında dünyanın çivisinin çıktığını söyleyenler oldu (A. Maalouf). Ancak dünyanın tersine döndüğünü söyleyenler oldu mu hiç, bilmiyoruz! Astronotlar uzay araçlarında oturmuş dünyanın döngüsünü keyifle izlerken, tersten mi yoksa doğru mu döndüğüne neye göre karar veriyorlar acaba? Belki zamanı geldiğinde dünyanın fiziki koşullarına dair öğrenecek çok şeyimiz olacak. Belki buna ömrümüz de yetmeyecek. Lakin şimdilik tersten işleyen toplumsal bir doğamızın olduğunu artık iyi biliyoruz.

Azteklerin en büyük tanrısı Nanahuatzin, dünyaya ışığı getirmek, halkın geleceğini aydınlatmak, sonsuz kılmak zamanı ve onurlu bir yaşamın sürekliliğini sağlamak amacıyla kendisini feda ederek ateşe atar. Nanahuatzin tutuşup yandıkça güneşe dönüşür. Böylece dünyanın ve halkın ışığı olur; ölümsüzleşir, sonsuzluk ve özgürlük zamanının teminatı olur. Geriye kalan diğer Aztekli tanrılar ise, geceyi-gündüzü, mevsimleri ve zamanın döngüsünü harekete geçirmek, dolayısıyla güneşin dünyanın etrafında dönmesini sağlamak için el ele, sırt sırta, omuz omuza vererek güneşi itmeye başlar. Döngünün oluşmasıyla yaratılış ve özgürlük zamanı hayat bulur.

17 Aralık 2010 tarihinde Tunuslu genç Muhammed Buazizi, emektar insan yoksulluktan bedenini ateşe verirken, tutuşup yandıkça arkasından Arap Baharı’nın geleceğinden, yani güneşe dönüşeceğinden habersizdi. Ne yazık ki geriye kalan Arap tanrıları Aztekli tanrıların yaptıklarını yapamadıklarından, baharın kışa dönüşmesi de kaçınılmaz bir talihsizliğe dönüşecekti. Kürt kadını Jîna Amini ise, patriyarkal sistemin(ataerkil sistem, karakter, kurum) şiddet ve zorbalığına maruz kalarak son nefesini verirken, ruhunun milyonların bedenine gireceğinden habersizdi. Jin Jiyan Azadî haykırışlarının melodisi, sembolü ve tanrıçası olacağını da bilemezdi. Belki kendisi Jin Jiyan Azadî Devriminin dansını edemedi ama meydanlarda saçlarını dalgalandıran milyonlarca kadına yaşam ve özgürlük tutkusunun dansını yaşatma onuruna kavuştu. Emînî, dansın ve devrimin kendisi oldu. Yaşamın ‘Yaratılış Anı’ denilen büyüsü de böyle bir şeydir. Söz konusu kadın ve insani değerler olunca direniş ilkesinin kadında nasıl zuhur ettiğini gösterdi. İnsanlık, Jîna Amini’nin tanrıları ve insanları, kadınları ve erkekleri, kimlikleri ve toplumları, yaratılışı ve devrimi nasılda biraraya getirdiğine, birleştirici ve bütünleyici bir varoluşu meydana getirdiğine tanık oldu. Mitolojinin yaratılışı, bilimin oluşu ve kadının devrimi Jin Jiyan Azadî sloganında buluştu, aynı çatı altında ruh edindi. Aztekli tanrıların yaratılış için yaptıkları ile Tunuslu emektar insan ve Kürt kadınının devrim için yaptıkları arasında çok bir fark yok. Hepsi de özgürlüğü amaçlar. Tanrının yaratılış, insanın devrim çabaları aynıdır. Ortak bir amaç doğrultusunda vardırlar. Nihayetinde yaratılışın da devrimin de amacı Özgürlük Zamanının sesi olmaktır! Farklı olarak insan bunu yaparken, bir de sömürge zamanına karşı direnç gösterir. Bugün, başta Jin Jiyan Azadî diyen kadınlar olmak üzere, milyonlarca insan el ele, sırt sırta, omuz omuza vermiş, tersine işleyen toplumsal doğamızın döngüsünü düzeltmeye, dünyanın çivisini çakmaya çalışıyorlar. Sonra değineceğimiz üzere “slogan” bu sesin ve direncin dile gelme halidir.

 

Tersten İşleyen Düşünce Tarihinin İzleri 

Toplumsal doğamızın tersten işliyor olmasının temel nedenlerinden biri, tersten işleyen bir düşünce yapısının hükmünü sürüyor olmasıdır. Bu konuda düşünce tarihini taradığımızda ilginç izlere rastlanır. Ortalama MÖ. 3000’li yıllarda yaşadığı varsayılan Terzi Hermes, evren ve hakikatin tümüyle algılanmasında insan aklının sınırlı olduğunu keşfederek, sınırsızlığın sınırlık içinde kavranamayacağını söyler. Fakat kendisinden 2500 yıl sonra Pythagoras tersi bir tutum takınarak sınırlı olanın sınırsız olana baskın geldiğini ileri sürecektir. Pythagoras’a göre sınırsız olan şeyler eksik, kusurlu ve amaçsızdır. (Burada Pythagoras, erkeğe göre kadının sınırsız enerjisinin eksik, kusurlu, amaçsız ve tamalanmamışlığının teorisini yapanların yolunu açmış oluyor.) Aradan 2500 yıl daha geçer. Düşünce tarihinin yolu, Albert Einstein’in düşünce istasyonundan geçmek üzereyken, Einstein onu yakalar ve araya girer; ‘Aklımın almadığı tek şey bu evrenin aklımıza nasıl sığabilmiş olmasıdır!’ diyecektir… Bu sözlerden sonra önce Einstein’in kendi kafası karışır, sonra düşünce tarihinin kafası karışır; düşüncenin yokluğunun etkisi koca yeryüzünde sığınacak bir tünel bulamazken, iki arada bir derede kalmışcasına evrenin Einstein’in aklına nasıl sığdığına şaşar kalır, stop eder.

2500 yıllık aralarla üç bilge filozof, üç düşünce tarihi. Bir uçtan bir uca düşüncenin nasıl ters yüz olduğunu görüyoruz. 5000 yıl önceki düşünce ile şimdiki düşünce arasında 180°lik baş aşağı düşüşte tersten düşünce kalıbının nasıl oluştuğuna tanıklık ediyoruz. Aynı düşünce periyodunun 2500 yıl daha devam ettiğini varsayalım, o zamanın insanı muhtemelen evrenin aklımıza değilde, aklımızın evrene nasıl sığabilmiş olduğuna şaşacaktır! Şimdide ona 2500 yıl daha ekleyip dereceyi 360’a çıkardığımız 5000 yıl sonraki insanın aklına bakalım: Kesinlikle, şaşacak bir şeyi kalmayacaktır! Yani Francis Bacon’un makine dünyası ile Newton’un mekanik evren modeli (fül) hayat bulacaktır (Robotlaşma!). Peki gerçekten Albert Einstein’in dediği gibi koca evren insanın aklına sığabilmiş midir, acaba? Bir de bu sorgulamayı yaparak ilerleyelim; tabi kadına yaklaşım üzerinden yapalım, çünkü birey ve toplumların (insanın) düşünce yapısı kadına yaklaşımda açığa çıkar. Daha doğrusu kadına yaklaşımdan ziyade “ölçü” kadının kendi bilincidir. Kadın bu anlamda hem düşünce tarihinin hem varoluşunun aynasıdır.

Pythagoras: Mevzuya iyi-kötü ikilemiyle yanaşır: “Düzeni erkeği ve ışığı yaratan bir iyi ilke vardır; bir de kaosu, karanlığı ve kadını yaratan kötü ilke”nin olduğuna inanır. Yaklaşımı Zerdüştçe’dir lakin kadın konusunda Zerdüşt’ü yanlış anlamış olmalıdır; çünkü Ahura Mazda’nın ruhu ve ışığın mekanı olan Spenta Mainyu salt eril öfkeli değildir. Sokrates: “Kadın insanı ya filozof yapar ya da deli eder” derken, kadının müthiş bir kaos küpü olduğunu ima etmiş sayılır ki, tamamlanmamasıyla neye dönüşeceğinin, neye evrileceğinin belirsizliğine dikkat çekmiş oluyor. Platon: Kadını “Düşük Ruh” olarak görür. Erkeği ruh, kadını beden olarak tanımlar. Kadın zayıf aklı melekelerden yakın, insan-hayvan arasında sıkışmış eksik varlık, bilgi ve erdemden uzak ve doğurganlıkla sınırlandırılmıştır. Erkeği ise yücelterek bilgi, akıl, erdem ve ruh sahibi sayar. Aristo: Bilinen klasik tanımıyla “kadın eksik erkektir” sözü meşhurdur. Erkek ise insan’dır. Kadın dünyaya tamamlanmamışlığıyla yani sakat erkek olarak gelir. Doğanın bir hatası ve doğuştan kusurlu olduğunu iddia eder. Bilgi, erdem ve ussallıktan yoksun, erkeği düzensizliğe çeken, hayvandan bir tığ üstün ama erkekten eksik, düşünen erkek ile düşünmeyen hayvan arasında sıkışmış kalmış eksik varlıktır. Özellikle Aristo’da üstün/yetkin akıl erkek olup yaşamın sürekliliğini sağlayan dölleyici öznedir. Darwin: Ezen-ezilen sınıf çelişkisinin teorisyeni olarak güçlüler dünyasının savunucusudur. Alt-üst toplum sisteminde insan toplumunu üst, maymun toplumunu alt toplum olarak ifadelendirir. Kadın üst insan toplumunda değil, alt maymun toplumuna yakın, “maymunun komşusu” saymıştır. Yani henüz evrimini tamamlamamış, yarım kalmışlıkla statülendirmiş olur. Paracelsus: Kadının övgüsünü iğrenç oluşuna dem vurarak yapar. Sartre: Kadını boşluklar dehlizine çeker. Ona göre kadın tamamlanmamış boşluk ve yarık haliyle vardır. Boşluğun ve yarığın ancak erkek tarafından tamamlanabileceğini söyler. Francis Bacon: Doğanın dişiliğini nesnelliğe tabi tutar. Tahakkümcü-iktidarcı bilim anlayışıyla doğayı makineden ibaret görürken kadını metalaştırmış olur. Özne olarak gördüğü insan erkektir, kadın ise nesnedir. Filozofluğu erilliğe, yani eril özneye sevdalılığı sarhoş ata benzer. Sigmund Freud: Freudyen analizinin baş mimarı olarak yaşadığı dünyada kadına yer yoktur. Kadının kaderini anatomisine bağlar. Yaşamın merkezine vajina’yı yerleştirir. Bu merkezde kadın bir kompleksler yumağıdır. Ona göre eksik olan kadının tek derdi ve amacı erkek olmaktır. Kompleksli yapısının nedeni de erkek olmamış (ve olamıyor) olmasından ötürüdür. Hegel, Kant, Nietzsche, Schopenhauer, Rousseau ve daha listeyi uzatabileceğimiz çoğu filozof, en değme tabiriyle kadını aşağılayıcı görmekten kendilerini alamamışlardır. İnsan bu durumu anlatmakta zorlanıyor tabi. Belki çok iyimser olacak ama, galiba kadını, doğanın ve kadının eliyle sulanan ama sadece erkeğe koklanan “Gaveleana Menekşesi” çiçeğiyle karıştırmış olmalılar!

Demekki evren, Einstein’in dediği gibi insanın aklına sığabilmiş değildir. Yanılmıştır. Eğer gerçekten evren insanın aklına sığabilmiş olsaydı, kadına yaklaşım bu düzeyde hoyratça olmazdı. Çünkü Einstein doğa ve evrenin dişil karakteri gereği önce kadının aklına sığması gerektiğini hesap edememiştir. Aslında bu öncelik-sonralık mevzusuna da girmeye hiç gerek yoktur. Tersten düşünme(çürütme)biçimlerinin yolu da handikaplarla doludur. Başka bir yanılgı biçimine yol açabiliyor. Lakin dememiz o ki, düşünce dünyasında kadına yaklaşım buyken, ve kadına saldırılardan dolayı ciddi ciddi akli melekelerini ve özgüvenini büyük oranda yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayken, evrenin insanın aklına sığabilmiş olduğunu düşünmek en büyük yanılgılardandır. Normalde evrenin mi aklımıza, aklımızın mı evrene sığıp sığmadığını değil, özellikle 2500 yıldır koca koca filozofların nasıl böyle düşündüğüne şaşmak gerekir. Zaten bu şaşkınlığın bir dışavurumu olsa gerek ki, bir kadın filozof olarak varoluşçu felsefenin filozoflarından olan Simone de Beauvoir’ın haklı olarak dile getirdiği “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözü, özü itibariyle 2500 yıllık düşünce tarihine cevap niteliğini taşımaktadır. Zira insan, insan olarak doğar. insanın kadın olmakla insanlıktan nasıl çıkarıldığının en güzel ifadesi ve eleştirisi oluyor.

“Kompleks” olarak görülen dişilik (kadın, doğa, tüm dişil varlıklar), özünde erkeğin takıntısına dönüşmüş komplekstir. Tecriti uygulayanın farkında olmaksızın kendini tecrit etmesine benzer. “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı eserinde G. G Marquez, romanın kahramanına, kapısının önüne gelen düşmanını yakasından tutturup (ayaklarını yerden kesmek suretiyle) havaya kaldırarak ona şu sözleri söyletir: “Seni ömrüm boyunca ölü olarak yanımda taşımaktansa, diri diri gezdirmeyi yeğlediğim için böyle yapıyorum”der. Yani düşman da olsa öldürülen insanın vebali ağırdır. Bu vebal (vicdanen), defnedilmemiş ölüyü ömür boyu sırtta taşımak kadar ağır bir vicdan tranvasıdır. Bu anlamda tecriti uygulayan kişi tecriti, dişiliği kompleks olarak gören kişi de dişilik kompleksini ömür boyu sırtında taşır. Sümerlerle başlayan ve daha sistematik olarak yunanlı düşünürlerle devam eden dişilik kompleksi binlerce yıl düşünce tarihinin ve filozofların sırtında taşıdığı kompleks olmuştur. Sırtta taşınan dişiliğin kendisi değil, kompleksin kendisidir. Burada ölü yok, diri de yok, kompleks var! Bu kompleks, ölüsünü ömür boyu sırtında taşımaktan bin kat daha ağır bir yüke bedeldir. Yaşam ve özgürlüğün anlamını yitirmesi de bu ağır yükün altında kalmakla alakalıdır. Yeri gelmişken bir parantez açalım: (DAİŞ, Şengal saldırısında çocuk dahil erkekleri öldürdü, erkeğin ölüsünü sırtında taşıdı ama kadını fiziki olarak öldürmekten ziyade köle pazarlarında sattı, tecavüz etti… Onu binlerce kez öldürdü. Kadının hem dirisini hem ölüsünü sırtında taşıdı: Ama bir daha o yükün altından kalkamadı.)

İnsanın anlam vermekte zorlandığı şey, toplumun ve düşünce tarihinin beyni sayılan filozofların nasıl böyle düşünüyor olmalarıdır. Bunların annesi, teyzesi, halası, ablası, kız kardeşi, nenesi, eşi, dostu, sevgilisi. yokmuydu? Hiç mi kadın sevgisini yaşamadılar? Peki böyle uç bir kadın karşıtlığının nedeni ne olabilir? Salt patriyarkal karakterle açıklamak bazı ayrıntıları kaçırmamıza neden olmaz mı acaba? Kesinlikle kafa karıştırıcıdır. Fakat meramımızı, yargımızı ilerletmekle anlamaktır. Gerçekten de tüm filozoflar kadına karşı niyetli mi yaklaştı? Koca filozoflar işlerini güçlerini bıraktılar kadın karşıtlığı için mi uğraştılar? Aralarında iyi niyetli olanlar yok muydu? Şüphesiz niyetli karşıtlık üzerine patriyarkal sistemi güçlendirmek için hizmet edenler çok oldu. Ancak iyi niyetliler niye bu cendereden kurtulamadılar? Örneğin Yunanlı düşünürler arasında kadına karşı kıyasla en çok olumlu olan düşünür Pythagoras’tır. Dönemine göre cemaat örgütlenmesi yapan; camia insanı olarak kabul edilen, toplumcu özelliğiyle öne çıkan, sürgün hayatı yaşamış ve cemaatinde çok sayıda kadının olduğu söylenen, evrene kadının kolyesinin adı olan “kosmos” adını veren, hatta kendisi öldükten sonra cemaatini yöneten ve düşüncelerini yayanın eşi ve kızı olduğu söylenen bir düşünürden bahsediyoruz. Lakin söz konusu kadın olunca yalpalanmaktan ve kadını kötü ilkeyle özleştirmekten kendini alamıyor. İsmi geçen çoğu filozof egemenlikçi iktidarın gazabından kurtulamamış olanlardır. Sokrates hayatını ortaya koyar. Bir zamanın ruhunu sembolize eder. İstisnalar hariç, Yunanlı düşünürler arasında gazaba ugramamış, sürgün hayatı yaşamamış filozof kalmamıştır. İktidara, egemenlikçi sisteme ve patriyarkal sisteme en büyük hizmeti sunan ve kadına da en ağır sözü söyleyen Aristo bile kaçmaktan ve annesinin evine sığınmaktan kurtulamamıştır. Doğrusu, annesinin evinde (olasılıkla)anasının kucağında ölen Aristo’nun kadına dair son sözlerini insan merak etmiyor değil. Nietzsche, gölgesi bile onunla barışık gezinemedi!

Çok sayıda neden sıralanabilir. Teolojik, dinsel, metafiziksel, bilimsel, felsefik, epistemolojik, ontolojik nedenler sıralanabilir. Yine sınıfsal, hiyerarşik, iktidarcı, devletçi ve askeri düzen bürokratik sistem vs. tüm maddi uygarlık unsurları birer neden olarak ardarda sıralanabilir. Ve hepsinin temelinde de patriyarkal zihniyetin oluşturmuş olduğu düşünce kalıpları vardır. Fakat söz konusu birey, toplum, kadın, doğa ve evren sorunları olunca, daha derine/öze, doğrudan muhataba inmeyi gerektiren bir tahlil ve yaklaşımın lüzumu kendisini gösteriyor. Bu konuda patriyarkal sistemin birincil derecedeki kanserli hastasının “ontoloji” olduğunu PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan öğreniyoruz. Öcalan’ın dikkat çektiği ikilem sorununa ontolojik çözüm/cevap arayışı tüm sorunların kaynağı olarak öne çıkmaktadır. Toplumsal doğamızın ve düşünce yapımızın Sümerlerden beri tersten işlemeye başlamasının en temel nedeni, uygarlığın çıkmaz sokağı olan ontolojik çıkmazdır. Varlık bilimi olan ontolojinin patriyarkal sistemin etkisinde edindiği bazı düşünce kapıları vardır ki, erkeği bir yana bırakalım kadının kendisine bile gölgesinin eğri olduğunu söylettirir. İtiraf etmek gerekir ki, eğer 21.yüzyılın başlarında Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma ile tanışmamış olsaydık, adı geçen filozoflar gibi can alıcı konularda tersten düşünmeye devam etmiş olacaktık. Sosyalist bir geleneğe sahip olduğumuzdan ve dava insanı olmamızdan kaynaklı belki kadın eksiktir, tamamlanmamıştır, nesnedir diyemiyecektik belki ama edimlerimiz, anlayış ve bakış açımız pratik yaşamda çok farklı olmayacaktı. Buna rağmen halen de değişime direnen zaaflı yanlarımızla ortada put gibi sırıtıyor.

Oluşun kökeninin dişil olduğunu söyleyen Öcalan’a göre varoluşun karakteri ikilidir. Dikkat edecek olursak oluşun kökeni dişil iken, dişilin karşısındaki öğe eril değil, ikilemdir. Bir düşünce kalıbı olarak ontolojik çıkmazın en belirgin hatası, dişil oluşun karşısına eril öğeyi çıkartıyor olmasıdır. Dişilliğin karşısına erillik geçtimi, doğal olarak eril öğe tamamlanmış özneye dönüşür. Dişil öğe ise, basit sınırsız, tamamlanmamışlığıyla oluş haline devam etmekle nesnelleşmiş oluyor. Tamamlanmamışlık, oluş halinde devam eden varlığa mahsus sayılır. Bu nedenle kusurlu ve eksiktir. Dolayısıyla söz konusu kadın olduğunda, kadının özne, yani bu haliyle insan olma şansı yoktur. Alışageldik varlık tanımları buna müsaade etmez. Pyythogoras, Platon ve Aristo gibi düşünürler ruh-beden ikilemini tanımlar gibi insanı tanımlamakla bu sorunu dahada derinleştirmişlerdir. Oysa dişiliğin karşısına erilliği çıkartmış olmaları, herşeyden önce varoluşsal bütünün bozmakla en çokta kendi düşüncelerini kelepçelemiş oluyorlar. Özellikle Aristo’nun düz mantığı en çok bu konuda kendini görünür kılmıştır. Dönemin filozoflarından en rasyonel ve realist görünüşe sahip: her iki görüşü de bir arada tutmayı başarmış Aristo’nun bu ayrıntıyı nasıl kaçırdığını anlamak zordur. Eğer Aristo’nun niyeti sorgulanacaksa, belki de en çok bu konuda sorgulanmayı hak ediyor. Zira bilindiği kadarıyla Yunanlı düşünürler içinde hem rasyonalist hem realist görüşü ustaca düşünceye yansıtan tek düşünür Aristo’dur. Lakin hem akli hem gerçeklikten uzak tutumundaki tezatlık sorgulanmaya değerdir.

İkilem olmaksızın varlığın varoluşu mümkün kılmasının olanaksız olduğunu düşünen Öcalan, ikilemin taraflarını iyi-kötü ayrıştırmasına tabi tutmaz. İkilemin her iki tarafının ne iyi ne kötü olarak ela alınmayacağını, fakat “aynı” olmadıklarının da altını çizerken, tarafların “farklı”oluşuna dikkat çeker. Tarafların aynı olması halinde varoluşun meydana gelemeyeceğini, ama iyi-kötü ayrıştırmasına tabi tutularak uçlaştırmanın da engel teşkil edeceğine inanır. Sağlıklı bir ontolojik tahlil yapmanın ölçütü olarak ancak farklılığa dayalı ikilemin varoluşu özgür kılabileceğinden emin gibidir. Ölçütün farklılık üzerine ilkeselleşmesi, klasik düşünce kalıplarının (doğmaların) aşılmasında belirleyici olur. Oluş, kendi mecrasında “farklılık”, “farklılaşma” ve “´farkındalık” ölçütlerine dahil olup değişip dönüştükçe, varlığın ikilemini, yani varoluşu meydana getiren evrensel ilkeye doğru yol alır. Zerdüştlükte’de “benzer ölçüt”, “farkındalık” üzerine kurulur ama, Zerdüşt evrensel ilkeye varmak için, varoluşun mümkün kılan tarafları çakıştırır. Abdullah Öcalan ise, tarafları çatıştırmaksızın ilke ve ölçü arasında evrensel değişme bağını kurarak yol alır. Bu yönüyle pozitif diyalektiği esas alarak varlığı tahlil eder. Ontolojiye yönelirken pozitif diyalektiği esas alması, iyi-kötü, ruh-beden, dişil-eril, kadın-erkek gibi ikilemlerde öze-nesne ayrıştırmasını ortadan kaldırır, ihtiyaç olmaktan çıkarır. Yani kadın mı özne erkek mi özne, hangisi nesne türünden bir anlayış ve bakış açısının gereği zayıflayarak tartışma konusu olmaktan çıkmış oluyor. Pozitif diyalektik yöntemiyle ontolojinin klasik düşünce kapılarını yıkan A. Öcalan, böylelikle ontolojiyi eril zihniyetin etkisinden kurtarır. Yeni bir görüş, anlayış ve bakış açısını geliştirerek “düşünce”de şeffaflık oluşturur. Jineoloji (kadın bilimi) ve Özgür Eş Yaşam gibi hayata, doğaya, varlığa ve toplumsal doğamıza bakış açımızı değiştiren düşünce yeniliğinin çıkış yapma şansı, ontolojinin pozitif diyalektik zeminine çekilmiş olmasına bağlı olarak gelişir.

Pozitif diyalektiğin ontolojiye yansıması konusunda bilindiği kadarıyla tarihte sadece Taocu felsefede hayat bulmuştur. Taocu felsefenin ontolojik çözümlemelerinde yin-yang ikilemi arasında tarafların “sırayla” hakarete geçmesi, diğerinin dinlenmeye çekilmesi, farklılığa dayalı “Eşitlik ilkesi”nin varoluşu nasıl meydana getirdiğinin ve evrensel ilkeye doğru nasıl yol aldığının emsalsiz örneği gibidir. Taocu felsefe Hermetik, Mithroyi ve Zerdüşti felsefenin sentezi olarak gelişir. Pozitif diyalektiği esas alır. Fakat ne yazık ki Taocu ontoloji Yunan patriyarkal ontolojisinin gölgesinde kaldığı için, çıkış yapma şansı bulamaz. Eğer Yunan ontolojisinin gölgesinde kalan Taocu ontolojinin çıkış yapma fırsatı olmuş olsaydı, o zaman patriyarkal sistemin ontolojik düşünce kalıpları 2500 yıl daha devam etmeyebilirdi. Hatta Mezopotamya‘da Jineoloji’nin daha erken çıkış yapmasını kolaylaştıracak pozitif düşünce zemini oluşturulabilirdi. Lakin Yunan ontolojisinin gölgesinde kalan Taocu ontoloji, gölgede serinleyerek (varlığını koruyarak)ancak 2500 yıl sonra Öcalan’ın çıkış yapmasını bekleyecekti. Dolayısıyla Taocu ontoloji ile Öcalan ontolojisi, benzer pozitif argümanlar üzerinden patriyarkal ontolojinin panzehirini oluştururlar. Taocu ontoloji çıkış yapma fırsatı bulamadı, ama Öcalan ontolojisi Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma eksenindeki Jineoloji ile çıkış yapma fırsatını yakaladı ve patriyarka ontolojinin düşünce kalıplarını(en azından) dünya entelektüeller camiasında yıkmayı başardı. Bugün, dünyada rağbet görmesinin nedeni, binlerce yıldır filozofların yapamadığını yapma üstünlüğü ve cesaretini gösterebilmiş olmasındandır.

 

Slogan Aidiyet Yitiminin Bir Sonucudur 

Slogan, aidiyeti duyulan kutsalların ve değerlerin yitirilmesinin bir sonucu olarak dile gelir. Aidiyet yitimi, kelimelerin anlamını yitirmesine benzer. Anlamını yitirmiş kelimenin kuru bir taştan farkı kalmaz. Aidiyet ve anlamdan yoksun “taşlaşmış” kelimenin vaat edebileceğim bir özgürlük de olmaz. Anlam yitimi, özgürlük yitimi demek oluyor ki; en akıllı, zeki, cesur insanı da, en durağan, korkak, melül, abdal insanı da reflekse yönlendirir, harekete çeker, dile getirir; en nihayetinde eyleme geçişinin motor gücünü tetikler. Aidiyeti duyulan her türlü kutsalın ve değerin gaspı, sömürüsü, taciz ve tecavüzü beraberinde tepki refleksini doğurur. Hz. Ayşe’nin kadın doğacağıma taş olaydım minvalindeki sözleri bu gerçeği en yalın haliyle anlatır. “Taş Olmak” tüm gerilemelerin gerisini açıklar. Kadın aidiyetinin tümden yitiminin çığlığıdır. Aidiyetini yitirmek, kendinden verecek bir şeyinin kalmadığını gösterir. Yaşamın ve varoluşun bir anlamının kalmadığının beyanı olarak “Taş Olmak”, tüm yitirmişliğin ifadesi oluyor. Ama buna rağmen yitimlere razı olmaktansa, taşlaşmış hayattan yana tercihini kılmak(da), tetiklenmiş refleksin bir sonucu olarak dışa yansır. Bunun özgürlükçü eğilimini de doğru ve anlamlı bulunmakta fayda vardır. Hz. Ayşe’nin kurduğu cümlenin slogan değeri olduğundan, bu sözlerin özgürlükçü eğilimindeki ısrarına karşılık geldiğine mutabık kalınabilir. Slogan dediğimiz şey, sadece belli bir ritim ve ses tonlarıyla melodileşmiş tepki refleksi değildir. Bu, çağımızın söylem ve tepkiyi ortaya koyma, dillendirme biçimidir. Oysa, tepki ve eyleme dayalı her türlü söylemin bir slogan değeri vardır. Hz. Ayşe’nin sözü de, tepki ve eylem refleksini içeren bir söylem olarak özü itibariyle slogandır. Sloganik söylem ve cümle kurmuştur. Sisteme dayalı görünsede, bir tepkinin sonucu olduğu açıktır. Tepki içerikli sistemler de doğal olarak bu kapsama girer, slogan değeri taşır. Her halükarda slogan, tıpkı Hz. Ayşe’de olduğu gibi, esas olarak aidiyeti grup edilmiş insanların reflekslerinin hem fiziki hem sözlü olarak harekete, eyleme ve dile gelmemiştir. Aidiyete duyulan sorumluluğun bir gereği olarak gerçekleşir. Zira aidiyet anlam ve özgürlüğün temelidir! 

Öznelliğe Dayalı Aidiyet Ortaklığında Slogan Olmaz

Sloganın aidiyet yitimiyle alakalı bir şey olduğunu belirttik. Doğrudan gaspı gerektirir. Gasptan kastımız klasik hırsızlık değildir. Yaşamın anlamını ve özgürlüğünü içinde barındıran aidiyetin saldırı altında tutulmasına diyoruz. Bunun için de mülkiyetin, hiyerarşinin, iktidarın ve ataerkilliğin başlamış olması gerekiyor. Her ne kadar Göbeklitepe’deki Bereket Baba figürü kafaları kurcalasada eski zamanlara doğru uzandıkça eril tanrıların varlığına pek rastlanmaz oluyoruz. Ama insan tarihinin hemen her döneminde dişil tanrıların varlığına rastlayabiliyoruz. Ana Kadın (Tanrıça) kültürün hakim olduğu ve adına “Doğal Toplum” denilen bu dönemlere “Tanrıçalar Çağı”da diyebiliyoruz.

Tanrıçalar çağında daha çok doğa-insan ikilemi diye bir şey vardır. Animist inanç ve düşünce sistemi doğa-insan ikilemi üzerine paradigmalaşır. Doğanın karakteri dişil olup, canlıların ve yaşamın öznesi konumundadır. İnsanların ve tanrıların ortak mekanı doğadır. İnsanlar ve tanrılar doğada birlikte yaşarlar. Doğadaki her şey tanrıçalardan izler taşır. İnsan için tanrıçalar, doğada yansımasını bulan kutsallardır. Doğayı, insanı ve tanrıçaları birbirine bağlayan şey, ortak bir evrensel özneyi paylaşıyor ve bu öznede buluşuyor olmalarıdır. Yani “Aidiyet Ortaklığı”belirgin öznenin kendisi oluyor. Kutsal kitap’ta tanrının sözü olarak geçen “ben bir sır idim, bilinmek için evreni yarattım” deyişi, ortak aidiyet öznelliğini çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Tanrı öznelliğinin insan öznelliğine geçişini ya da çokça dile gelen ifadesiyle “sureti”ni yansıtır. Kimlikler her ne kadar ayrı olsada(doğa, insan, tanrı tanrıçalar), öznelliğe dayalı aidiyet ortaklığı söz konusudur. Sosyolojik anlamıyla birey ve toplumların her ne kadar ayrı ayrı kimlikleri olsada (Fars, Arap, Türk, Kürt… vb. ) nihayetinde aidiyete dayalı öznel kimliklerinin “İnsan”olmalarından kaynaklanması gibidir. Doğa öznedir; fakat insan bu öznenin nesnesi değil, parçasıdır. Doğa, insan ve tanrıçalar varoluşsal öznenin birer parçası olarak birleşiktirler, parçalı değil, öznede bütünlüğü sağlar. (Sadece insanın adı zikrediliyor olsa da bu tüm canlı türleri için geçerlidir.) Kozmos insan kendisini evrenin her yerinde görür. Evrendeki her bir şeyin kendisini temsil ettiğine inandıkça, onu bu kanıya götüren semboller eşliğinde doğa ve tanrıça öznelliğinin aidiyet ortaklığına dahil olur. Fiziki dahiliyeti nesnel kaldığından, aidiyet ortaklığına öznel katılımını tamamlamak için kutsal değerlere bağlanmayı öğrenir. Böylece doğada ve tanrıça kültüründe öznelliğe dayalı aidiyet ortaklığına gider.

Dolayısıyla anayanlı doğal toplumda, kendisini öznelliğe dayalı aidiyet ortaklığında hisseden insanda, doğa ve tanrıçaya karşı tepki ve eylem birliği oluşmaz. İnsanın aidiyetini temsil eden ve onu ifade eden kutsallara ve değerlere karşı tepki ve eylem birliği (refleksi) oluşmadığından, sloganın burda bir rolü ve gereği olmaz. İnsan’daki aidiyet hissiyatı onu daha çok tepki ve eylem refleksine değil, kutsanmışlığa, adanmışlığa ve sevgi-saygıya götürür. Bu nedenle doğal toplumun insanı slogan atmaz, şükür eder. Aidiyet hissiyatı beraberinde şükür, niyaz, dua, yakarma, kurban, adak, özür, özeleştiri, dileme… gibi dilekleri getirir. Bir ağacı keserken özür dilemeyi, bir hayvanı avlarken af dilemeyi, doğa felaketlerinden korunmak için kutsallarına sığınmayı bilir. Böyle bir ortamda insanın slogan atacağı bir koşul ve zemin yoktur.

 

Aidiyet Ortaklığını İfade Eden Bilgeler 

Tarihte öznelliğe dayalı aidiyet ortaklığını ifade eden çok sayıda bilge insan vardır. Fakat bunlardan meramımız, en iyi anlatabilecek olanlar Terzi Hermes, Hallac-ı Mansur ve Zerdüş’tür. Terzi Hermes “nur sizsiniz” derken, insanı evrenin en kutsal öznesi olan ışığın aidiyetiyle onurlandırır. Hallac ı Mansur Terzi Hermes’i duyar gibidir. Ona cevap verircesine “Enel Hak” diyecektir. İki kelimeyle insanı, doğayı ve tanrıyı aynı aidiyetle birleştirir. Onun felsefesinde doğa, insan ve tanrı ölçüsü arasında tek bir ayrımı, kıyıda köşede kalmış tek bir parça yoktur. Hak’tan Hak yolunda her şeyin evrensel, gerçek ve aynı öznelliğe sahip olduğunu anlatır. Bu ancak doğa-insan diyalektiğiyle açıklanabilir. Orda korkulu bir tanrı olmaz, çünkü aidiyet ortaktır. Bunun daha belirgin özelliğini Zerdüşt’te görürüz. Zerdüşt öğretisinde “Tanrı olup bitenleri görmüyor mu?” Tanrı kaderimizi böyle mi yazmış vb. şeklinde tanrının varlığını tartışma konusu yapabilecek eğilimler gelişmez. Çünkü Zerdüştlükte tanrı evreni yaratırken kötülüğe karşı mücadele etmek ve iyi ilkenin tüm unsurlarını evrenin içinde tutmak, muhafaza etmek için yaratılmıştır. İyi ilkesine sahip olan insan da kötülüğe karşı savaşmakla yükümlüdür. Burada doğal olarak hiç kimse tanrının kulu değildir; tam tersi mücadele arkadaşı ve yoldaşıdır. Tanrı ise, yoldaşlığa bir önderlik konumundadır. İdeolojik anlamıyla tanrı stratejik önderliktir, insan taktik önderliktir. Aynı amaç doğrultusunda aidiyet ortaklığını temsil ederler. Hallac-ı Mansur “Enel Hak”derken taktik önderlik misyonunun farkındadır. Zerdüşt de öyle. Bu bilinçte olan insan, tanrıya tepkisel sitemde bulunmaz, onun varlığını tartışma konusu yapmaz, ondan bir şey istemez, beklemez. Çünkü Zerdüştlükte tanrının yoldaş insana buyruğu/öğüdü; “kendin yapacaksın”, “kimseden beklemeyeceksin”, “kendin kendini savunacaksın” vb. şeklindedir. Bu, insanın tanrı özenelliğindeki özgür irade öznelliğidir. Yani Zerdüştlük inancında insanlar ve tanrılar ortak bir aidiyete ve amaca sahiptirler. Tanrı insanlar, insanlar da tanrılar gibi mücadele etmek, yaşamı anlamlı, doğru, iyi, güzel kılmak ve onu savunmak için vardır. Kimsenin kimseden bir şey beklemediği, herkesin iyi ilkesine karşı sorumlu olduğu, üzerine düşeni doğruluk öngörüsüyle yapması gerektiğinin bilinci hakimdir. Zerdüştlük’te tanrılar ve insanlar bu kadar iç içe geçer ve birbirinin yoldaşı olurlar. Ahura Mazda’nın Zerdüştle mağaradaki(dağ) buluşmaları buna örnektir. Hem diyaloğun kuruluyor olması hem bir araya gelmeler tanrı-insan yoldaşlığını ve iç içe geçişinin en açık örneğidir. Tanrılar ve insanların öznelliğe dayalı ortak ciddiyette nasıl buluştuklarını ve nasıl bir arada yaşadıklarını anlatır. Dolayısıyla burada slogan değil, var olan kutsallara ve değerlere bağlılık inanç ve savunma düşüncesi baskın geliyor. Aidiyet ortaklığına katılım da bunu gerektiriyor.

Doğal toplumda, yani tanrıçalar çağında bir anlayış ve yaşam biçimi olarak aidiyet ortaklığına katılım çok daha özlüdür. Doğa, insan ve tanrıçaların aidiyet ortaklığı yaşamın temel özgürlük bilinci olarak karşılık bulur. Ancak hiyerarşik sınıflı sistemin buluşmasıyla toplumsal sistem büyük oranda değişime uğrar. Mülkiyetçi, iktidarcı, hiyerarşik sınıflı devletçi sistem, maddi uygarlığı inşa ederek, başta kadın ve tanrıça kültü olmak üzere toplumsal değerlerin ve kutsalların gaspı, saldırı ve sömürüsünün tarihsel sürecini başlatır. Tarihte bunun en yalın örneğine Sümer Tanrıçası İnanna’nın ME’lerinin gasp edilmesiyle karşılaşırız.

 

Sloganın Tarihsel Kökeni, Aidiyet ve Özgürlük Arayışının Tarihiyle Paraleldir 

“ME”ler Tanrıça İnanna’nın toplumsal yasalarıdır. Hem kadın bilimini, hem kadın kimliğini ve statüsünü hem de toplumun değer ve kutsallarını ifade eder. Binlerce yıllık Ana Kadın Tanrıça kültünün sembolleştiği aidiyet yasalarıdır. ME’lerin tanrı Enki tarafından gasp edilmesiyle birlikte tarihin “ilk aidiyet gaspı” gerçekleşmiş olur. Böylece tanrıça İnanna şahsında kadın mücadelesi başlar. Tanrıça İnanna’nın “ME’lerimi istiyorum” biçimindeki slogana eşdeğerdir. “ME’lerimi istiyorum” ile “Özgürlüğümü istiyorum” arasında çok bir fark yoktur. Çırpınışları, arayışları, ısrarcılığı ve kararlılığı adeta “Baskılar Beni Yıldıramaz”demeye getirir. Son tahlilde İnanna ME’lerini almayı başarır. Başarır başarmasına da, tırnak içinde “eşeğin aklına bir kere karpuz kabuğu girmiştir”, gaspın ve sömürünün izleri, zemini koşulları çoktan oluşmuştur. İnanna, gelecekle tanrıça Tiamat şahsında tarihin “ilk kadın cinayeti”nin işleyeneceğinin kokusunu da alır gibidir. Çaresizce geri aldığı ME’lerini tapınağında saklamak zorunda kalır. Bu demek oluyor ki, Me’lerin gasp edilmesiyle gaspa ve sömürüye dayalı ilk sistematik saldırı kadına karşı gerçekleşmiştir. Kadın erkek çatışmasının başladığını, tarihte sloganı ilk atanın kadın olduğunu, ilk sömürenin erkek, ilk özgürlük arayışına çıkanın kadın olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla baskının, gaspın ve sömürünün başladığı yerde (zaman ve mekanda), sloganın başlıyor olması mantıksız değildir. Zaten sloganın özü aidiyet ve özgürlük yitimine karşı tepki içerikli sözsel eylemi ifade etmektedir. Yaşamın “anlam”ına, kutsalın “mana”sına dayalı aidiyet ve özgürlük yitimi çok doğal olarak tepki refleksini doğurur. Bu refleks tepkisel mimik ve beden hareketiyle başlar, sonra “söz”ile devam eden hak arayışı mücadelesine dönüşür. ME’ler şahsında aidiyet yitimi gerçekleşirken, devreye aidiyet özgürlüğünü amaçlayan söz, yani slogana girer. Böylelikle taşlaşmış, yani anlamını yitirmiş kelimeler yeniden gündeme gelip canlanırken, bundan “özgürlük” kelimesi doğumunu gerçekleştirecektir. Özgürlük, ancak aidiyet ve anlam yitiminin gerçekleşmesi halinde zihinde yer bulup düşünce simgesi oluşturabilir. Baskının, sömürünün, gaspın, özetle “yitimin” olmadığı yerde “özgürlük” düşünceye, dile, söze, kelimeye gelmez, ne olduğu çok bilinmez de. Mutluluğu tatmak için mutsuzluğun ne olduğunu; iyi’ye iyi doğruya doğru diyebilmek için kötünün acısını yanlışın cefasını çekmiş olmayı gerektirmesine benzer. Özgürlük, mutluluk, iyi, doğru gibi iyelik melekleri, tek başına, insana tanrının melekleri gibi soyut gelir. Bilinmek için Zerdüştçe karşıtını gerektirir. Hatta tanrının bilinmek için insanı yaratması gibidir. Bu nedenle doğal toplumda yaşam ve anlam itibariyle değilde, kelime olarak özgürlüğün ne olduğunun biliniyor olmasının olasılığı çok düşüktür. Şüphesiz doğal toplumda sadece avcılık kültüründen bile yola çıkarak “şiddet”diye bir şeyin var olduğuna varılabilir. Klan-kabileler arası çatışmaların olduğu da düşünülebilir. Ancak toplumsal yasaları, vicdan ve ahlak ölçüleri, doğa-insan tanrıça öznelliğine dayalı aidiyet ortaklıkları, ruha ve canlılığa ve kutsal değerlere duyulan bağlılık ve saygılarından ötürü, “anlam”a dayalı aidiyet yitiminin gerçekleşebilmiş olduğunu söylemek zordur, çok düşük bir olasılıktır. O zaman gaspın, yani aidiyet(ME’ler) yitiminin gerçekleştiği yere bakmanın lüzumu var demek. Tarih okumalarımızdan “Özgürlük” kelimesinin(kavramının) ilk kez nerede, ne zaman ve ne amaçla kullanıldığına rastlıyoruz. Ünlü Alman Araştırmacı Sümerolog S. N Kramer, Sümerlere dayandırdığı özgürlük kelimesinin tarihçesini şöyle açıklar : “Bu bölgede… (Sümer ülkesini, Mezopotamya’yı kastederek) insanın kayıtlı tarihinde ilk kez olarak “özgürlük” sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz; bu sözcük düz anlamıyla “ana dönüş” anlamına gelen Amargi sözcüğüdür.”(2) Görüldüğü üzere tarih okumalarımız bizi aidiyetin yitirildiği, gasp edildiği zaman ve mekana götürüyor. Doğrudan olmasada dolaylı olarak “özgürlük”anlamını türeten “amargi” sözcüğü “ana dönüş” anlamı itibariyle anaya, kadına, doğaya, yaşama, tanrıça kültü ve doğal toplumun sınırlarına dönüşü ifade eder. İnanna’nın gasp, sömürü, baskı ve aidiyet yitimine karşı direniş mücadelesiyle örtüşen tarihsel bir gerçeğe tekabul eder. Yani özgürlük kelimesi de ilk kez burada dile gelmiş, yokluğu kendisini hissettirmiştir. Demekki sloganın ilk kez atıldığı yer, özgürlüğün ilk kez amaçlandığı yerdir! Bunu ilk kez kim dillendirmektedir? Kadın! Ne istemektedir? Özgürlük! Ne amaçlamaktadır? Anayanlı özgür yaşamı! Kadının, yaşamın ve özgürlüğün nasılda bir araya geldiğini ve öznelliğe dayalı aidiyet ortaklığını dillendirip amaçladığını görüyoruz. Yani Jin Jiyan Azadî sloganının tarihçesini… İnanna’dan Arin Mirkan ve Jîna Emînî’ye uzanan köprü… Dil aynı dil, slogan aynı slogan, amaç aynı amaç, mekan aynı mekan, zaman aynı zaman! Arada yaklaşık 6600 yıl olması, zamanı farklılaştırmaz. Çünkü buradaki zamanın ruhu aynıdır, sömürge zamanıdır, kendisine ait olmayan zamandır. İnanna’dan başlayan Emini’ye uzanan bu zamanın karakteri aleyhte işleyen kadının gerileme zamanıdır! Jin Jiyan Azadî Devrimiyle son bulmasını ve zamanın kendi doğal mecrasına, kozmik akışına girmesini umut ediyoruz.

Bu temelde sloganın tarihini, kadının sömürge tarihi olarak kavramak önemli olacaktır. Sloganı ilk atan kadındır. Özgürlüğün peşine de ilk düşen kadın olmuştur. Sümerler’de İnanna, Babiller’de İştar, Mısırlar’da İsis, Yahudiler’de Mariam, Hiristiyanlık’ta Muyem, İslamiyet’te Ayşe sloganı ilk atanlar olmuştur. Tarihte nerde bir kadın ismine rastlasak, acı izleriyle karşılaşırız. Tiamat’ın slogan atmaya bile vakti kalmaz. Dünya’nın mecazen Nuh Tufanından beri tersine dönüyor olasılığını söylerken birazda bunu kastediyoruz. Toplumsal doğamızın tersten işlediğini tarih bize anlatırken, acaba kozmik olarak da tersine giden birşeyler mi var, diye insanı düşündürtmüyor değil. Zira “Zaman” mekanın karakterinden bağımsız değildir. Her coğrafya kendi zamanının ruhunu yansıtır. Canlılar da bu zamanın ruhuna tabidir. Aslında tersten işleyen toplumsal bir doğamız vardır derken de, farkında olmaksızın tersten işleyen bir zaman ve mekanımızın olduğunu da söylemiş oluyoruz. Keza bize ait olmayan sömürge zamanını (gerileme zamanı)yaşadığımız için, acaba mekanda’da mı bir gariplik var, hissi basınc gösteriyor. Bu basınç, ciddi ciddi insana dünya tersine dönüyor olabilir mi sorusunu sordurtmadan edemiyor.

 

Kozmos-Zaman Denkleminde Jin Jiyan Azadî 

Bazı sloganlar somut bazıları soyuttur. Genelde sloganların karakteri somut olur. Örneğin “kimliksiz yaşamak istemiyoruz” denildiğinde yitik bir gerçeğe işaret edilmiş olur. “Baskılar beni yıldıramaz” denildiğinde baskıya, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek “denildiğinde de işkenceye dikkat çekilmiş olur. Bunlar somut sloganlardır. Doğrudan muhatabı hedef alır. Bu tür sloganlarda güncel somut tahliller belirleyici olur. Yani durduk yere “insanlık onuru işkenceyi yenecek “denilmez. Somut, güncel gerçeklik onu ancak dedirtir. Somut sloganların karakteri an’a veya kısa süreli zaman dilimlerine hitap etmeleridir. Lakin soyut sloganların karakteri öyle değildir; kimi farklılıklar gösterirler. Soyut sloganlar çok nadir bulunurlar. Birden fazla soyut slogan bulmak çok zordur. Bazı davalarda soyut slogan hiç yoktur, bazılarında en fazla bir, ikinciyi bulmak mümkün olmayabilir.

Soyut sloganların karakteri güncel değil tarihseldir. Güncele’de hitap eder ama uzun süreli tarihsel bir kökeni içerir. Biyolojik değil kültüreldir, dolayısıyla taktiksel değil stratejiktir. Tekil olmaktan ziyade çoğul ve politiktir. Hem içe hem dışa dönüktür. Yani sloganın özü içseldir. Daha çok kendisine hitap eder. Sloganın birincil muhatabı kendisi, ikincil muhatabı karşı egemenlikçi çizgidir. Dişil kökenli olup hem zamana hem mekana seslenir. Birden fazla, çok sayıda anlam içerir. Anlamların hiç biri somut değil, soyuttur; yaşam, özgürlük, kadın gibi… İkileme dayalıdır, varoluşçudur. Yani dile geleni inşa etme, yaratma, oluşturma gücüne sahiptir. Farklılıkları, çeşitlikleri, manevi zenginlikleri kapsar; bu nedenle de üremeye dayalıdır. Hem sosyolojik hem kozmiktir; kozmosun ruhunu taşır. Söylemin, özün, sözün enerji küpüdür. Kendisi oluş hali olarak yaratılışı (devrimi) amaçlar. Her dile uyan, milliyeti genel ve evrenseldir. Dini, dili, ırkı, tekçi değildir. Birden fazla mesaj veren, hem maddi hem manevi özellidir. Özelliğe dayalı aidiyet ortaklığının ruhi sloganıdır. İşte tüm bu özellikleri kapsayan soyut sloganlardan biri Jin Jiyan Azadî sloganıdır. Kürtçe kökenli olan bu sloganın Kürt siyasal ve özgürlük hareketinde başka bir örneği yoktur. Zamanı, mekanı, coğrafyası birdir; altı bin yıllık tarihsel bir geçmişe sahiptir. İlkesi ve ölçüsü dişil kökenli olduğundan eşitlikçi ve özgürlükçüdür. Oluş kökenli olduğundan da yaratılışı, yani sosyolojik tabiriyle devrimi amaçlar. Evrenin kendisi de dişil kökenli olup yaşamı ve özgürlüğü amaçlar. Hemen tüm yaratılış teorilerinde evrenin dişil olduğuna, yaşamı ve özgürlüğü amaçladığına işaret edilir. Tanrı’nın, evrenin, dünyanın, insanın, taşın, toprağın, suyun, ateşin… Özetle evrenin her bir zerresinin özgürleşme istemi sık sık dillendirilir. Hiçbir şey amaçsız olmadığına göre her şeyin amacının özgürlük olduğu açıktır. Dolayısıyla Jin Jiyan Azadî, sadece insanın istemini değil, intihara sürüklenen evrenin istemini de seslendirir. Yani yaratılış kodludur da. Mikro evren (insan) ilk makro evren (kozmos)’ın ortak istemini dillendirir ve her iki evrenin ruhunu taşır. “Yaradılışın Devrim Sloganı”demekle, özünde bir anda bu ortak paydaya dikkat çekmeyi amaçlarız. Çünkü sadece sosyolojik yönüyle değil, kozmolojinin diline de hitap ettiği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Kozmoloji literatüründe Jin Oluşa, Jiyan Zamana, Azadî Varlığa denk gelir. Kadının kendisi bir oluş halidir; Yaşamın kendisi bir zaman akışıdır; Özgürlük ise varlığın, varolmanın, varoluşun kendisi olur. Bu literatüre göre, Jin Jiyan Azadî sloganı kozmik zamanın Ruhun’dan bağımsız değildir. Yeni bir ruh ve bilinç, yeni bir zamanın ruhunu (özgürlük zamanını ve devrimini)içeriyor. Dolayısıyla Bu zamanın ruhunun dişil olduğuna varıyoruz! Tanrıçalar çağına giriyor olabilirmiyiz(?) Bunu söylemek için henüz erken olabilir. Mezopotamya ve Ortadoğu’da hatta dünyada dişil zamanın ruhunun hayat bulması an meselesidir de denebilir. Fakat daha önemlisi, bu yargımızdan, şöyle bir sonuca varıyor olmamız anlamlı olacaktır: Kozmolojinin en temel, karmaşık ve tartışmalı öğelerinden biri olan zaman olgusunun bir ikileme sahip olduğunu anlıyoruz. Kadının Jin Jiyan Azadî dilinden edindiğimiz bu tespite göre “Zaman”, biri eril biri dişil olmak üzere ikilemli bir yapıya sahip olduğu varsayımıyla buluşuyoruz. Bu demek oluyor ki kozmos’ta işleyen zaman ikilidir, biri dişil biri erildir. Bir arada mı, Taoca sırayla mı Zerdüştçe dönemsel mi bilinmez ama, kozmos zamanının ikilemi olduğu fikri basınc gösteriyor. Kozmozun eril zamanının nasılına dair çok bir fikir yürütülmese de, dişil zamanının kozmos-kadın bağdaşıklığından yola çıkarak tahmin/fikir yürütmek mümkün olabiliyor. Bu temelde mevzuyu kozmolojik literatürden sosyolojik literature çektiğimizde: Dişil-eril özgürlükçü zaman formuyla karşılaşıyoruz. Yani sapma halinde olan eril-sömürge zamanına karşı kozmos’un orijinal zamanı olan dişil-eril özgürlükçü zaman formu devrededir. Buna göre salt Tanrı veya Tanrıçalar çağı değil “Tanrı-Tanrıçalar Çağı”ne giriyoruz demek ontolojik bakış açımıza daha uyumlu geliyor. Kaldı ki sosyolojik açıdan da bu dönemin dişil-eril zaman formu, “Denge Formu” olmak durumundadır. Bu form, kozmosun kendi denge formudur ve bugün bunu kadın dillendirmektedir, öncülüğünü kadın yapmaktadır. Dolayısıyla Kadının Kozmik Sesi olan Jin Jiyan Azadî: Özgürlük zamanına doğru sömürge zamanına son; devrime çağrı sloganıdır! Bugün başta Kürtler olmak üzere Mezopotamyalı, Ortadoğulu halkların “varolma” arayışında bu sloganı dillendiriyor olmaları tesadüfi değildir. Kürtler, Türkler, Araplar, Farslar, Ermeniler, Beluciler, Afganlar, Azeriler, Türkmenler, Süryaniler, Afrikalılar, Avrupalılar, Asyalılar… Dikkat edelim hepsinin de özgürlük sorunu vardır. Tüm dünya halklarının ortak sorunu kadın, yaşam ve özgürlük sorununu yaşıyor olmalarıdır. Jin Jiyan Azadî Devrimi, birbirine düşman kesilmiş tüm bu halkların ortak mücadelesi, sesi ve sloganıdır. Yeniden oluş, yeniden yaradılışın ortak birleştirici gücüdür. Jin Jiyan Azadî, tüm halklara özgürlük vaat eden devrimin ve yaratılış anının kozmik sesidir. Umudumuz yüksektir; dünyanın çivisi çakıldı döngüsüyle ilgiliyiz!

 

 

 

Kaynakça
  • Demokratik Modernite Dergisi Sayı 5, 2013

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.