“Tıpkı dünyaya geldiğimiz zamanki gibi öldüğümüz zaman da bilinmezden korkarız.
Ne var ki bu korku gerçeklerle ilişkisi olmayan, bizim içimizden gelen bir şeydir.
Aslında ölmek de doğmak gibidir: yalnızca bir değişim.”
İsabel Allende
Denilebilir ki, gözlerini açtığından itibaren insanın en çok anlamaya çalıştığı ve bilmek istediği olguların başında yaşam ve ölüm gelmektedir. Mitolojik, dinsel, felsefik ve bilimsel arayışların odağında yaşam ve ölümü anlama istemi vardır. Evrende anlamı geliştirebilen tek varlık olarak insanın serüveninin yaşam ve ölüm ikilemini anlama doğrultusunda şekillenmesi tam da insanın varoluş niteliğine göredir. Diğer varlıklardan farklı olarak insanın yegane özelliği anlamlaşmasıdır. Evren insanı anlamlaşma niteliğinde oluşturmuştur. Bu evrenin anlamlaşmak istemesidir. Evren anlamsız bir boşluk değildir. Evrenin bir oluş-gerçekleşme amacı vardır. Bu amaç en genel anlamıyla anlamlaşmaktır. Mikro evren olarak insanda bu oluş-gerçekleşme amacı somutlaşmıştır. İnsanın anlamı geliştirebilme niteliği bu amaçla bağlantılıdır. İnsan anlam gücünü ve anlam verebilme niteliğini geliştirdikçe evreni, dolayısıyla kendisini anlamlaştırır. Söz konusu anlamlaşmanın temeli veya odak noktası ise yaşam ve ölümü anlamlandırması ve anlamlı bir ölüm ve yaşama sahip olmasıdır.
Bu bağlamda, insanın anlamlı bir yaşam ve ölüme sahip olma istemi, insanın temel arayışlarından biri olmuştur. Her ne kadar iktidarcı-devletçi sınıfın geliştirdiği anlamsızlık insanın aklına ve yüreğine musallat olup onu yolundan saptırsa da, evreni ve insani öze bağlı kalıp anlamlı bir ölüm ve yaşam arayışını sürdüren insan hep varolagelmiştir. Eğer günümüzde halen bu arayış varlığını koruyorsa, tarihsel olarak kesintisiz bir şekilde varlığı korunan bir arayışın sonucudur.
Elbette iktidarcı-devletçi sınıfın geliştirdiği büyük anlamsızlık ve ölüm sistemi içinde insanın anlamlı bir yaşam ve ölüm arayışı kolay olmamıştır. Büyük bedeller ödenerek gerçekleşmiştir. Tarih yaşam ve ölümün, özelde de anlamlı bir yaşam ve ölümün kolay olmadığını örneklerle gösteriyor. Anlamlı bir ölüm ve yaşamın sahibi olabilmek için işkenceleri, cayır cayır yakılmaları, çarmıhları, zindanları vb. göze alabilmek gerek. Kolay olan anlamsız yaşamdır, dolayısıyla anlamsız ölümdür. Evreni ve insani arayışa bağlı olan insan kolay olanı tercih etmemiştir. Zor olanı tercih etmiştir. Anlamlı bir yaşamın ve ölümün sahibi olmanın zorluğu, iktidarcı-devletçi sınıfın anlamsızlığı ve ölüm sistemini yaşamın her yanına yaymasından ve bunu her türlü ideolojik ve zor aygıtlarıyla dayatmasından ileri gelmektedir.
Öte yandan yaşam ve ölüm ikilemi üzerinde yoğunlaşırken, insanın ilginç bir paradoksuyla karşılaşıyoruz. Evreni varoluşun bir parçası olarak insan yaşamda var olduğu andan bu yana yaşam ve ölüm karşısında daima bir direniş, kaçış ve kabulleniş içinde olmuştur. Denilebilir ki, farkında olunsun ya da olunmasın, insanın her direnişi, kaçışı ve kabullenişi ölüm ve yaşamla bağlantılıdır. İnsan yaşam ve ölüm ikilemini anlamlandırmaya çalışırken, göz önünde bulundurulması gereken bir olgu da bu direniş, kaçış ve kabulleniş paradoksudur. İnsan yaşamda ve ölüm karşısında neden direnir? Neden ölüm ve yaşamdan kaçar? Neden ve nasıl yaşam ve ölümü kabullenir? Bu soruların cevabı şu açıdan önemlidir: İnsan yaşam ve ölüm ikileminde kaçışlarını, kabullenişlerini ve direnişlerini anlamlandırmadan anlamlı bir ölüm ve yaşam sahibi olamaz.
İnsan yaşama anlam verdiği andan itibaren, ölüme de anlam vermiştir. Ya da tersine, ölüme anlam verdiği andan itibaren yaşama da anlam vermiştir. İlk anlam damlası insanın aklı ve yüreğine düştüğü an’da yaşam ve ölümün iç içeliği fark edilmiştir. Bu, aynı zamanda ölüm ve yaşam ikileminin fark edilişidir. İnsanın anlam arayışı bu ikilemi fark etmesiyle başlamıştır. Bu aynı zamanda insanın direniş, kaçış ve kabulleniş içine girdiği sürecin de başlangıcıdır. Bu direniş, kabulleniş ve kaçış anlam arayışıyla bağlantılıdır. İnsan yaşam ve ölüme anlam verdikçe kendini direniş, kaçış ve kabulleniş içinde bulmuştur. Yukarıda bu durumu bir paradoks olarak tanımladık. Bu anlam arayışıyla bağı olduğu sürece zorunlu bir paradokstur. Zorunluluğu insanla birlikte var olan yaşam ve ölüm ikileminin oluşturduğu çelişkiden ileri gelmektedir. İnsanın var oluşu çelişkisiz olamaz. Çelişki insan varoluşunu oluşturan, gerçekleştiren olgudur. İnsan açısından yaşam ve ölüm ikilemi böylesi bir oluşturucu ve gerçekleştirici çelişik niteliğe sahiptir. Bu çelişkidir ki insanı direniş, kaçış ve kabullenişe zorlamıştır. Oluş ve gerçekleşme de, bu çelişkinin yol açtığı inşada somutlaşmıştır. İnsan anlam arayışıyla salt ölüm ve yaşam ikileminin içiçeliğini fark etmiyor, aynı zamanda onu inşa ediyor da. Bu noktada insanın varoluşsal olarak sahip olduğu yaşam ve ölüm ikileminin inşa edilmiş niteliği ortaya çıkıyor. Diğer tüm gerçeklikler gibi insanın ölümü ve yaşamı da inşa edilmiş gerçeklikler olarak varlık kazanıyor. Salt yaşam inşa edilmiş gerçeklik değildir, ölüm de yaşamın olmazsa olmazı olarak inşa ediliyor. Tıpkı yaşam gibi ölümü de inşa eden anlamdır. Nasıl anlam verilmişse ölüm öyle inşa edilmiş oluyor.
Bu nokta da ölümün mü yaşamın mı önce geldiği sorusu yanlış soru olduğu gibi, doğru cevaba da götürmez. ” ‘ Yaşam ölümden öncesidir’ demek pek tatminkar bir açıklama olmamaktadır. Daha doğrusu olan yaşamın ancak ölümle mümkün olabildiğidir.” Öncelik ne yaşamda ne de ölümdedir. İktidarcı-devletçi sınıfın insanı içine aldığı büyük anlamsızlık ve ölüm sistemi nedeniyle sanki yaşam önce ölüm de sonra gelir gibi bir çarpıklık, yanılgı yaratmıştır. Oysa iç içelik ve birlikte varoluş ölüm ve yaşam diyalektiğinin ontolojisidir. Anlamlı bir yaşam ve ölümün sahibi olmak için bu ontolojik diyalektiğin bilinci çıkarılması ve farkına varılması oldukça önemlidir. Bu da ancak doğru temelde anlamlandırma ve anlam vermeyle olabilir.
Dikkat edilirse insanın yaşam ve ölüm ikilemini ele alırken, her seferinde önümüze çıkan olgu anlamlandırmadır. Doğru bir anlamlandırma hem yaşam ve ölüm karşıtlığını, hem anlamsızlığı giderebilir hem de anlamlı bir ölüm ve yaşamın sahibi kılabilir. Bu noktada anlamlandırmanın içeriği önem kazanıyor. Doğru anlamlandırma ile kastedilen nedir? Anlamsızlık, yaşam ve ölüm karşıtlığına hangi anlam vermeyle aşılabilir? Hangi anlam vermeyle anlamlı bir ölüm ve yaşam sahibi olunabilir? Bizce bu soruların cevabı demokratik modernite paradigmasıdır. Demokratik modernite paradigması insanın tarihsel ve güncel anlam arayışının somut ifadesidir. Yaşama ve ölüme anlam verişi hem iktidarcı-devletçi sınıfın geliştirdiği anlamsızlığı, dolayısıyla ölüm ve yaşam karşıtlığını gideriyor hem de insanı anlamlı bir yaşam ve ölümün sahibi kılıyor.
Anlamsızlık ve Ölüm Sistemi
Egemen sistemin büyük bir anlamsızlık ve ölüm sistemi olduğu anlaşılıp ona karşı her yönüyle kopuş ve negatif bir tutum takınmadıkça anlamlı bir yaşam ve ölüm sahibi olunamaz. Anlamsızlık ve ölüm sisteminin egemen olduğuna dair anlamlı tanımlamalar yapılmıştır. Ancak demokratik modernite paradigması dışındaki tanımlamalar hem eksik hem de anlamlı bir yaşam ve ölüm niteliğine sahip değillerdir, buna yol açmamışlardır.
Bu konudaki en çarpıcı tanımlamalardan birini F. Kürnberg yapmıştır. Adorno’ya esin kaynağı olan F. Kürnberg’in bu tanımı, “yaşam yaşanmıyor” dur. Adorno Yahudi soykırımının yarattığı dehşet karşısında “yanlış hayat doğru yaşanmaz” demiştir. “Adorno’nun dile getiripte çözemediği (…) deyimi (…) aslında kilit bir deyimdir ama açıklamasızdır. Hayatın temel yanlışlığı nerededir? Yanlış hayattan kimler sorumludur? Nasıl inşa edilmiştir? Yanlış yaşamın hakim sistemle ilişkisi nedir? Bu ve benzer soruların cevabı yoktur.” M. Foucault daha ileri bir tespite giderek, “Modernite insanın ölümüdür” demiştir. Foucault her ne kadar insanın ölümünü gerçekleştirenin kapitalist modernite olduğunu somutlaştırsa da neyle, nasıl öldürdüğü açıklamasızdır. Bu tespitler önemli olmakla birlikte eksiktir ve alternatifsizdir.
Özünde yaşamın yaşanmıyor oluşu, yanlış hayatın doğru yaşanmaması ve insanın ölümü büyük anlamsızlık sonucu geliştirilmiş yanlış yaşam ve ölüm kurgulanmaların sonucudur. Bu tanımların temel eksikliği, özünde neyin bu tür sonuçlara yol açtığının çözümlenememesi ve sadece kapitalist moderniteyi işaret etmeleridir. Kapitalist modernitenin hangi niteliği böylesi sonuçlara yol açmıştır? Bir sistem olarak kapitalist modernitenin bu niteliği neyin, kimin mirasıdır? Bu soruların cevapları verilmediği için yapılan tanımlar bir yerde muğlak kalmıştır. Demokratik modernite paradigmasının özgünlüğü ve çözüm gücü bu noktada ortaya çıkıyor. Demokratik modernite paradigması hem kapitalist modernite sistemin anlamsızlık ve ölüm sistemi oluşunun asıl niteliği olarak zihniyetini, bilgi, bilme ve bilincini çözümlüyor hem bu niteliğinin iktidarcı-devletçi uygarlık sistemiyle bağını kurarak onun bir devamı ve sürdürücüsü olarak tanımlıyor hem de anlamlı bir yaşam ve ölümü alternatif olarak geliştiriyor.
Bu bakış açısına göre ele alındığında anlamsızlık ve ölüm sistemi, dolayısıyla yanlış yaşam kurgulaması Sümer rahip iktidar-devlet sistemiyle başlamıştır. Tarihin ilk anlamsallığının geliştirildiği, yaşam ve ölüm karşıtlığının olmadığı, yaşam ve ölümün iç içe olduğu ve kutsandığı doğal toplum sonrası Sümer rahiplerinin geliştirdiği iktidarcı-devletçi sistemle anlamsızlık ve ölüm sistemi geliştirilmiştir. Bu anlamda yaşam ve ölümün anlamlılığı anlamsızlığa; kutsallığı lanetliliğe, canlılığı da ölüme dönüştürülmüştür. İnsan anlamlılıktan, kutsallıktan ve canlılıktan kopartılarak iktidarcı-devletçi sistem egemenliği altına alındıkça, anlamsızlık ve anlamca ölüm gerçekleşmiştir. Bu durum aynı zamanda insanın özgürlüğünün de yitirilişidir. Anlamsızlığın ve anlamca ölümün özgürlüğün yitirilmesiyle bağı vardır. Sümer rahip iktidarı-devletinden başlayarak insan kölelik girdabına alınıp iktidara-devlete bağımlı kılındıkça anlamsızlaşmış, öldürülmüş ve köle kılınmıştır. Çünkü iktidara-devlete bağımlı insan köleleşmiş, özgürlüğü yitirilmiş insandır. Anlamlı yaşamın ve ölümün, anlamca yaşıyor olmanın en önemli özelliklerinden biri özgür olmaktır. İktidara-devlete kul-köle olanın anlamı olamaz. Dolayısıyla kendine ait bir yaşamı ve ölümü olamaz. Bu temelde, anlamsızlık ve ölüm sisteminin tarihi Sümer rahip iktidarcı-devletçi sistemden başlatılarak, beş bin yıllık iktidarcı-devletçi uygarlık sistemiyle izini sürüp kapitalist moderniteye getirmekle ancak yaşamın neden yaşanmadığını, yanlış hayatın neden doğru yaşanmadığını, insanın ölümünü, dolayısıyla anlamsızlığı ve ölüm sistemini anlayabiliriz. Bu bağlamda, kapitalist modernite sisteminde gerçekleşen anlamsızlık ve ölüm sistemi beş bin yıllık iktidarcı-devletçi merkezi uygarlık sisteminin devamı ve sürdürücüsü oluyor.
2015’te Charli Hebdo terör saldırısında öldürülen Bernard Morris, “Kapitalizmin en büyük dalaveresi yıkıcı güçleri, ölüm dürtüsünü kanalize etmek ve büyüme yönüne saptırmaktır” der. Kapitalist modernitenin geliştirdiği ölüm dürtüsünü biyolojik-fiziki anlamından ziyade anlamca yönüyle ele almak gerekiyor. Biyolojik olarak ya yaşla ya farklı nedenlerle değişime uğramasına ölüm denmesi özünde iktidarcı-devletçi zihniyetin, bilgi, bilme ve bilincin bir saptırmasıdır. Kaldı ki, biyolojik olarak da yaşam sonlanmıyor, değişime uğrayıp farklı şekilde devam ediyor. Öte yandan önemli olan biyolojik olarak yaşamak değildir. Anlamca yaşam değerli ve olması gerekendir. Gerçeklik bu olmasına rağmen, iktidarcı-devletçi sınıf zihniyetiyle kendisini ve sistemini tanrısallaştırarak ölümsüz, insanı ise ölümlü ilan etmiştir. Devletçi-iktidarcı mitolojiden, eskatolojiye ve pozitivizme değin tüm iktidarcı-devletçi zihniyet bunu ilan etmiştir. Bu durumu güya bilimselleştirerek zirveleştiren kapitalist modernite sistemidir. Tanrının ve insanın ölümünün kapitalist modernite sisteminde ilan edilmesi tesadüfi değildir. Tanrının ve insanın ölümü, tarihin ve ideolojilerin sonu, hepsi aynı noktaya çıkar: Kapitalist modernitenin ölümsüzlüğü! Aslında kapitalist modernite ölüm dürtüsünü insana kanalize ederken, insanı anlamca öldürürken, kendisini ölümsüz ilan edip ölümsüzlük temelinde büyütüyor. İnsanı anlamca öldürürken, kendisi büyüyor. Kapitalist modernitenin ölüm dürtüsü ve büyüme olgusu da bu temeldedir. Kapitalist modernite ölüm dürtüsünü insana kanalize ederek kendisini yaşatıyor.
Byung-chul Han ölüm dürtüsünü şöyle tanımlamaktadır: “ Ölüm dürtüsü, yaşamın bütün mercilerini ‘ölüm uyduları’ haline getirerek solgunlaştırmaktadır. Ölüm dürtüsü canlının çözülmesi yönünde içeriden çalışmaktadır. Ölüm dürtüsü kendini önce içe dönük saldırganlık olarak ifade etmektedir.” Ölüm dürtüsü tüm bu boyutlarıyla insana kanalize edilip, insanda anlamsızlığı geliştirip onu uydu haline getirdikçe büyür. İnsanın canlılığının en temel özelliği anlamıdır. İnsanın canlılığının çözülmesi anlamca çözülüp öldürülmesidir.
Kapitalist modernitenin büyüme ilkesinin temelinde ölüm dürtüsü vardır. Elbette tahakkümü, saldırganlığı, emek sömürüsü, sermaye birikimi de büyümesini sağlıyor. Ancak bu olgular büyümesinin temeli değiller. Asıl büyümesinin temeli ölüm dürtüsüyle anlamsızlığı geliştirmesi ve insanı anlamca öldürmesidir. Kapitalist modernitenin ölüm sisteminin boyutları olan yukarıda belirttiğimiz olgular anlamsızlıkla vücut buluyorlar. Kapitalist modernite ölüm dürtüsüyle anlamsızlığı insanda hakim hale getirmeden, insanı anlamca öldürmeden, iktidarını-devletini, emek sömürüsünü, sermaye birikimini sağlayamaz ve aynı zamanda büyümesini gerçekleştiremez. Çünkü anlamsızlaşmayan, anlamca ölmeyen ve ölüm sistemine bağlı/bağımlı kılınamayan insan anlamla direnir, kapitalist modernitenin büyümesine izin vermez. Kapitalist modernite güçleri bunu bildiğinden, öncelikle anlamsızlığı ve anlamca ölümü ölüm dürtüsüyle gerçekleştirmiş. Bu yönüyle kapitalist modernite güçleri öncelikle ölüm dürtüsünü biriktirir, yeniden yeniden üretir. Bununla sonuç aldıkça iktidar-devlet, güç, sermaye birikimini gerçekleştirir. Tüm bunların anlamsızlığı ve anlamca ölümü insanda gerçekleştirmesiyle bağlantılıdır.
Aslında kapitalist modernitenin saldırganlığını ve ölü-seviciliğini de bu temelde ele almak gerekiyor. Kapitalist modernitenin sürükleyici büyüme gücü olan ölüm dürtüsünün yarattığı anlamsızlık anlamca ölüm olduğuna göre, saldırganlığı ve ölü-seviciliği de anlamsızlık ve anlamca öldürme temelindedir. Tarihte geliştirdiği en büyük fiziki öldürme saldırganlığını da bu bağlama oturtmak gerekiyor. Kapitalist modernite güçlerinin ölü-seviciliği anlamsızlık temelinde ölen insana dairdir. Özünde kapitalist modernite güçlerinin fiziki insan gücüne muhtaçtır. Her yönüyle insanın fiziki gücü olmadan yaşayamaz. Fiziki olarak öldürmelerde ise anlamca öldürmeyi tam gerçekleştiremediğinden fiziki öldürmeyi esas alıyor. Çünkü karşısında direnenin anlamca olduğunu bilir. Eğer fiziksel öldürmeyi tercih etmiş veya ediyorsa, bu da, yine anlamca yok ediş içindir.
Günümüzde yaşanan büyük anlamsızlık ve ölüm sistemine kaynaklık eden kapitalist modernitenin ölüm dürtüsünü oluşturan kapitalist modernite zihniyetidir. Kapitalist modernite güçleri kendi zihniyetiyle ölüm dürtüsünü insana kanalize ediyor, insanı anlamca öldürüyor. Bu zihniyet çok boyutlu ve yaygınca insana kanalize edilmektedir. Bilimcilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik, bireycilik, ulus-devletçilik, endüstriyalizm ve maddiyatçılık boyutlarıyla insanı anlamca öldürüyor. Tüm bu boyutlar anlamsızlığı ve ölüm sistemini üretiyor. Anlamsızlık ve ölüm sitemini yeniden yeniden üreten, yaygınlaştırıp derinleştiren kapitalist modernite zihniyetinin bu boyutlarıdır.
Yaşam ve Ölümü Tanımlamak
Tarih boyunca anlamlı bir yaşam ve ölüm arayışında olanları en çok meşgul eden yaşam ve ölüm tanımı olmuştur. Bu durum yaşam ve ölümün anlaşılması zor ve karmaşık olmasından ileri gelmektedir. Bu yönüyle dalga ve parçacık ikilemine benzemektedir. Nasıl ki, dalga ve parçacığın yeri ve zamanı aynı anda tanımlanmıyorsa, ölüm ve yaşamın mutlak tanımı da yapılmamaktadır. Yaklaşık olarak doğruya en yakın tanımı da yapılabilir. Ancak biliniyor ki, yaklaşık olarak doğruya en yakın biçimde tanımlansan da, bilinmeyen ve keşfedilmeyen yönü hep var olacaktır. Buna rağmen doğruya en yakın biçimde bir tanımı da yapılabilir.
Öte yandan yukarıda çözümlemeye çalıştığımız boyutuyla “ kapitalizmin en büyük tahribatı, yaşamın tanımını yok etmesi, daha doğrusu yaşamın, toplum ve çevresiyle olan ilişkisine en büyük ihaneti gerçekleştirmiş olmasıdır.” Bu durumda yaşam ve ölümün tanımı zor olup daima izafi bir yönü kalsa da, doğruya en yakın biçiminde tanımını zorunlu kılıyor. Yoksa anlamlı bir yaşam ve ölümün sahibi olunamaz. Her sorunda olduğu gibi anlamsızlık ve ölüm sistemi sorununu aşmak ve anlamlı bir yaşama ve ölüm sahibi olmak için öncelikle tanımının doğru yapılması gerekiyor.
Konumuz atom altı parçacıklar aleminde gerçekleşen ve genel yaşamı kapsayan yaşam değildir. Anlamlandırmaya çalıştığımız toplumsal yaşam alemindeki yaşam ve ölüm ikilemidir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, doğru ve anlamlı bir yaşamın ve ölümün tanımı ancak toplumsallıkla bağlantılı yapılabilir. Taplumsallıkla bağlantılı iç içe geliştirilmeyen her tanım yanlış ve sapma olur, dolayısıyla yanlış yaşam ve ölüm kurgulamalarına yol açar. Zaten mevcut egemen tanımların temel sorunu da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Temel görevi yaşamı ve ölümü doğru ve anlamca tanımlamak olan sosyal bilimlerin açmazı da budur. Yaşamı ve ölümü temel toplumsal gerçeklikler olarak tanımlamadığı için “yaşam ve ölüm nedir, toplumsal bağı nasıldır?” sorusuna cevap verememektedir. Bu bağlamda tanım açısından yapılması gereken ilk tespit, ölümün ve yaşamın ahlaki ve politik nitelikli olduğudur. Anlamlılığı da buradan ileri gelmektedir. Ahlaki ve politik toplumla iç içe tanımlanan yaşam ve ölüm tanımı hem doğruya en yakın tanımdır, hem de en anlamlı ölüm ve yaşamdır. Bu gerçeklikten hareketle şu denilebilir: Anlamlı yaşam ve ölüm ahlaki ve politik toplumla iç içe olan, sıkı bağlarla örülmüş ölüm ve yaşamdır. Tarihsel anlamda gerçekleşmiş anlamlı yaşam ve ölüm de bu temeldedir. İnsan açsından evrende anlamlı ölüm ve yaşamın gerçekleşme hali ahlaki ve politik toplumsallık temellidir. Bunu somut yaşanmış hali doğal toplum dönemidir. Doğal toplum ilk toplumsal gerçekleşmedir ve ahlaki-politik niteliktedir. Ahlaki ve politik olarak kendisini inşa ettikçe anlamlı yaşam ve ölümü de inşa etmiştir.
İnşa edilmiş toplumsal gerçeklikler olarak ölüm ve yaşam demek, yaşam ve ölümün sosyolojik olarak inşa edildiği anlamına gelmektedir. Bu da anlam vermekle gerçekleşen bir olgudur. Tanrısal ve pozitivist yaklaşımlar ölüm ve yaşamı canlı-cansız, tanrısal var etme ve alma biçiminde tanımlamışlardır. Bu tanımlamalar yaşam ve ölüm gerçekliğini yansıtmamaktadır. Evrensel bir varoluşun temel niteliği canlılıktır. Evrensel oluşumda cansızlık ve ruh vererek canlandırma yoktur. Atomaltı parçacıklardan insana dek evrendeki tüm varlıklar canlıdır ve her iki alemde (atomaltı parçacıklarda ve insan evreninde) gerçekleşen canlılığın değişimdir. Yine, yaşam ruhu alınarak geri alınamaz. Bu noktada ele alındığında, evrensel varoluşa bakıldığında yaşam ve ölüm ikilemi sadece insan varlığında söz konusudur. Atomaltı parçacıkta, kelebekte, kuşta, çiçekte ölüm ve yaşam ikilemi yoktur. İnsan dışındaki diğer varlıklarda yaşam ve ölüm ikileminin olmaması, varoluş niteliklerine bağlıdır. Diğer varlıkların varoluş niteliklerinde anlam verme ve inşa etme yoktur. Hayvanlar, bitkiler, yıldızlar, atomaltı parçacıklar kendilerine, yaşama-ölüme anlam vermezler ve inşa etmezler. Nitelikleri biyolojik ve fiziği aşmaz. Çünkü evrenle birebir uyum içindedirler. Osda insan evren içinde kendisine bir “evren” inşa etmek zorundadır. Bu, insana kendine özgü bir metafizik boyut sağlar.. Dolayısıyla biyolojik ve fiziği aşmaktadır. Bu niteliğinin en temel özelliklerinden biri anlam vermesi ve inşa etmesidir. İnsan kendine, evrene, yaşama, ölüme anlam vererek gerçeklerini inşa eder. Yaşam ve ölüm ikilemi de bu niteliğine bağlıdır. İnsan ölüm ve yaşama sosyolojik olarak anlam vererek onları inşa etmiştir.
Yaşam ve ölümün inşa edilmesini sağlayan anlamdır. Genel olarak bu ölüme ve yaşama anlam vermektir. Anlam vermek, zihniyet, bilgi, bilme ve bilinçle gerçekleşir. İnsan zihniyet, bilgi, bilme ve bilinçle anlam vererek potansiyel olarak var olan gerçekliği açığa çıkarır ve inşa eder. Bu temelde insan imge, simge, söz ve kavramla anlam verdiğini inşa eder ve yaşar. İnsan yaşam içinde yaşamın bütünlüklü işleyişinde var olan olay ve olgulara anlam verme süreciyle bilince çıkarttıkça anlam kazanmış olur. İnsanın bu anlam verme tarzı salt günlük olarak yaşadıklarıyla sınırlı değildir. Kendisi ve çevresiyle olan tüm ilişkilerinde olduğu gibi tarihsel, güncel ve gelecekle de bağlantılıdır.
Bu noktada önem kazanan husus hangi zihniyet, bilgi, bilme ve bilinçle ölüm ve yaşama anlam verildiğidir. Anlamsızlığın ve ölüm sisteminin, yaşam ve ölüm karşıtlığının aşılması anlamlı yaşam ve ölümün sahibi olunabilmesi için bu husus oldukça önemlidir. Çünkü hangi zihniyet, bilgi, bilme ve bilinçle ölüm ve yaşam anlam verilirse, ona göre inşa edilir ve yaşanır. Bu noktada en anlamlı anlam vermeyi demokratik modernite paradigması geliştirmiştir. İnsanlık tarihinde gelmiş-geçmiş tüm anlamlı yaşam ve ölüm inşalarının ve yaşantılarının sentezi olan demokratik modernite paradigmasının zihniyeti, bilgisi, bilme tarzı ve bilinci anlamsızlığı, ölüm sistemini, ölüm ve yaşam karşıtlığını aşan tarzda yaşam ve ölüme anlam vermiş, inşa etmiş ve yaşamaktadır.
Bu anlamda öncelikle yaşam ve ölümü birbirine dahil eder. Bu temeldeki bir anlam vermede yaşam ölümünden, ölüm yaşamdan kopuk değildir. Ölüm ve yaşam iç içe anlamlandırılır ve yaşanır. Bu iç içe anlamlandırma yaşam ve ölümün birbirini şekillendirmesini beraberinde getirir. An’da gerçekleştirilen bu şekillendirme inşa etme ve yaşamdır. Bu, ölümü yaşama, yaşamı ölüme geri kazandırmadır. Hem anlamlı yaşama hem de anlamlı ölüme evet demektir. Bu anlam verişle aynı zamanda kendi yazgısını seçmektir. Anlamlı ölüm ve yaşam temelinde yazgısını seçmek, yaşamını ve ölümünü inşa etmek, yazgısını her türlü tanrısallıkların, egemenliğin ve hiçliğin elinden alıp kendi iradesine almaktır. Bu aynı zamanda her tür kul-kölece yaşamın ve ölümün reddidir de. İnsan için biricik olan ölüm ve yaşam böylesi bir yazgı seçimiyle kendi iradesine alandan* daha anlamlı hiçbir şey olamaz. Bu anlamlandırmanın yüceliğinin farkına varan insan, elbette seçtiği yazgısını sever; bu yazgının getirdiği her zorluğa, bedele razı olur, ona katlanır ve mutluluğunu yaşar. Yaşamı uğruna ölecek kadar sevmeyi doğuran, yaşamı bir direniş haline getiren, ölümü yaşama dahil edip anlamlı yaşam ve ölümü inşa eden, ölümsüzlük olgusunu doğuran gerçeklik bu türden yazgısını seçme, ölüm ve yaşamını iradesini alma, her türlü kul-kölece yaşamı reddetme ve seçtiği yazgısını sevip ondan mutluluk duyma gerçekliğidir. Marcus, “Şimdi ölüyoruz, ama bu sefer yaşamak için,” derken; Pir, “Ölüm diye bir şeyin olmadığına inanıyorum. Eğer insan için ölüm varsa, bu ölüm an’a mahkum yaşamın kendisidir. Asıl ölüm budur,” derken, bu hakikati ifade ediyorlar.
Elbette tüm bu yönleriyle anlamlı yaşam ve ölümün somutlaştığı olgu özgürlüktür. Anlamlı yaşam ve ölüm özgür yaşamdır. Ölüm ve yaşamın neliği, ikisinin kıyaslanmasıyla somutlaştırılamaz. Kıyaslama ancak anlamsızlık ve ölüm sistemiyle anlamlı özgür yaşamla yapılabilir. “Anlamak özgürlük” özdeyişi anlamlı yaşamın ve ölümün özgürlüğün en somutunu vermektedir. Günümüzdeki anlamsızlık ve sistemi ancak özgür yaşam temelinde yaşamın ve ölümün inşa edilmesiyle aşılabilir. Bu aynı zamanda anlamlı ölüm ve yaşamın neliğine verilmiş bir cevaptır. İnsanın anlamsızlığı ve ölüm sistemini aşması, anlamlı yaşam ve ölüme sahip olabilmesi ancak özgür yaşamla mümkündür. Özgürlük ve anlam bu yönüyle iç içedir. İnsan bu temelde yaşam ve ölüme anlam verip, “Gerek kendi içinde gerekse dışında baskı ve sömürüye alan bırakmadıkça, anlam ve hakikatini özgür gerçekleşmesinden bahsedebilir. Bu durumda anlam ve hakikati özgürdür. Özgür olmak, anlamlı ve hakikatli olmakla mümkündür. Özgür olamayanın kimliği, dolayısıyla anlamı ve hakikati de olamaz.
Bu bağlamda özgür yaşam somuttur. “Kapitalist modernitenin üç mahşeri atlısına karşı”, “Demokratik Modernitenin üç kurtuluş meleğiyle sürekli fikir-zikir-fiili yaşam mücadelesi” ve yaşamıdır. Kapitalist modernitenin üç mahşeri atlısı kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlete karşı, demokratik modernitenin üç kurtuluş meleği olan demokratik konfederalizm, ekolojik-ekonomik toplum ve ahlaki ve politik toplumu inşa etmek ve yaşamaktır. Bu temelde anlamsızlık ve ölüm sistemi anlamlı özgür yaşam ile aşılmış olur.
Yoruma kapalı.