Düşünce ve Kuram Dergisi

1921 Anayasası ve Kürtler

Selami Bulut

 “Şimdi veya güncel olan, tarihin kendini sorun ve çözüm olanaklarıyla sunma halinden ibarettir. Tek fark şudur: Geçmişe müdahale edemeyiz, ama şimdiye, güncele müdahale edebiliriz.”
Ali Fırat

 

Bu yazı 1921 anayasasında Kürtlerin yerini tartışmayı amaçlamaktadır. Bu konuda öncelikle söylenmesi gereken, 1921 anayasasının Türk hukukçularınca birkaç münferit örnek dışında pek ele alınmadığı, bazı özelliklerinin kısaca vurgulanarak geçiştirildiğidir. Bu yazıda da yararlanılan çok az çalışma dışında özgün bir araştırmaya tabi tutulmamıştır. Kürtler ve özerklik bağlamında ise çeşitli metinlere referanslar yapılmasına karşın, siyasal yapının ana çerçevesi olarak anayasanın titizlikle ele alınmadığı fakat yüzeysel yaklaşıldığı gözlemlenmektedir. Bir devleti kuran meclisin yaptığı anayasanın üzerinde bu kadar az durulmasının, kaçınılmaz olarak ortaya konulacak tartışmaların yaratacağı yüksek maliyet ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Birinci mecliste yapılan tartışmalar, konumuz bağlamında anayasa yapım sürecinde ortaya konulan tartışmaların içeriği ve düzeyi ile bu anayasanın bugün görmezden gelinmesi karşılaştırıldığında, entelektüel olgunluk ve siyasi kültürde muazzam bir gerilemenin olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.

1921 anayasasının ortaya çıkışını 1918 yılından başlayarak ele almak gerekiyor çünkü anayasayı yapan siyasi iradenin oluşumu 1. Dünya Savaşının ertesinde gelişmeye başlamıştır. Savaş sonrası Ortadoğu, konumuz itibariyle ise Anadolu ve Kürdistan, tam bir kaosu yaşamaktadır. Esasen savaş bu coğrafya için 1918’de bitmemiştir. Galip devletlerin bile siyasal programlarında, ajandaları ve temel hedefleri özsel bir değişmeye uğramasa bile, birkaç yıl gibi kısa bir sürede oluşan nüanslar hiçbir şeyin netleşmediğini ortaya koymaktadır. Öyle ki Mondros Ateşkesi ve devamında Sevr Antlaşması ile ortaya konulan pek çok madde hayata geçirilememiştir.

İstanbul Hükümetinin varlığına karşın, oluşan merkezi idare boşluğu sebebiyle, Anadolu ve Kürdistan’da yerel direniş örgütleri kurulmaya başlanmış, devamında ise onlarca kongre yapılmıştır. Bu kongreler daha sonra Erzurum ve Sivas kongreleri ile bir araya getirilmiştir. Burada oluşan siyasi irade ise Birinci Meclisi kurmuştur. Birinci Meclis ‘milli mücadelenin’ örgütlenmesi, saltanatın kaldırılması, Lozan Anlaşmasının imzalanması ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması gibi hayati adımlar atmıştır.

Devletin kuruluşuna varan siyasi süreç, mümkün olan en geniş ittifakı kurma çabası ile geçmiştir. Yerellerde var olan bölük pörçük direniş birimlerinin bir araya toplanması ve dışında kalanların direnişe eklemlenmesi temel gaye olmuştur. Örgütlenme sürecinde ortaya çıkan sorunlar için genel olarak iki politikanın geliştirildiğini söylemek mümkündür. Farklı siyasal eğilimler ‘ülkenin kurtarılması’ fikriyatı ve en geniş temsili mümkün kılacak bir siyasal formasyon projeksiyonu ile bir arada tutulurken; etnik farklılıklar, birden fazla etnik unsurdan oluşan ‘İslam milleti’ olma durumu ve yine eşit temsiliyet siyasal programı ile bir arada tutmuştur. Geliştirilen bu politikalar bir tür toplumsal sözleşmeye evrilmiş ve 1921 anayasası ile somut olarak ortaya konulmuştur.

Öncelikli olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürtlerin durumu ve Kürt entelijansiyası/ileri gelenlerinin konumlarını ele alarak Kürtlerin büyük kısmının Kemalist harekete destek vermelerinin sebepleri üzerinde durmaya çalışacağım. Devamında Kemalist hareketin Kürtleri ittifaka dahil etme çabalarının sebepleri ve bu amaçla geliştirilen politikaları üzerinde duracağım. Son olarak çerçevesi 1921 anayasası ile ortaya konulan ittifak zemininin ana hatlarını açıklamaya çalışacağım.

 

Birinci Dünya Savaşı Sonrası Kürtler

Sovyet devriminden sonra, Çarlık Rusya’sına ait gizli belgelerin açıklanması ile birlikte haberdar olunan Sykes-Picot anlaşmasında Kürtlere dair herhangi bir madde yoktur, Kürdistan’ın ise galip devletler arasında paylaştırılması öngörülmüştür. Birinci Dünya Savaşını bitiren Mondros Ateşkes Antlaşmasında Kürtler ile ilgili bir madde bulunmamasına karşın, ‘herhangi bir karışıklık çıkması durumunda’ Kürdistan’ın işgali öngörülmüştür. 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması Kürtler için Fırat’ın doğusunda özerklik ve bağımsızlık istenmesi durumunda 1 yıl içerisinde Milletler Cemiyetine başvuru yapılacağı öngörülmüştür. Buna ek olarak anlaşmada ABD başkanı Wilson’a bırakılan inisiyatifle Kürt nüfusun yoğunca yaşadığı şehirlerin bir kısmı (Erzurum, Van, Bitlis) müstakbel Ermenistan’a bırakılmıştır.

Hegemonik güçlerin kendi aralarında yaptıkları anlaşmalarla, masa başlarında cetvelle çizilen haritalar görüldüğü gibi sık sık değişebilmektedir. Kürtler ve Kürdistan konusunda ise ‘Ermeni ve Ermenistan’ kartının hep diri tutulmaya çalışıldığı rahatlıkla görülmektedir. Bu nedenle Kürtlerin savaş sonrası ana gündemi Kürdistan üzerinde kurulacak bir Ermeni devleti olmuştur. Bu durum hem izlenen politikaların hem de geliştirilen ittifakların temel belirleyeni olmuştur. Diğer yandan muhataplar da bu korkuyu hep diri tutmak için elinden geleni yapmıştır. Bu yolla dönemin Kürt seçkinlerinin, bağımsızlığın da ihtimal dâhilinde olduğu, Kürtlerin ulusal demokratik haklarının garanti altına alındığı bir siyasal formasyon taleplerini zaman zaman geri planda tutarak, kurulacak Ermeni devletini engellemeyi öncelemeleri sağlanmıştır.

Toplumsal ağırlık ve siyasal örgütlülük göz önüne alarak, Kürt seçkinlerini, en geniş bağlamda, ikiye ayırabiliriz. İlk grupta, aşiret reisleri ve özellikle 19. Yüzyıl itibariyle Mirliklerin tasfiyesiyle birlikte ortaya çıkan iktidar boşluğundan yararlanarak güçlenen Şeyhler yer almaktadır. İkinci grupta ise ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşayan, Osmanlı’nın ‘modern’ eğitim veren okullarında eğitim almış ve Osmanlı bürokrasisinde görev almış veya bu çevreyle ilişkili kişiler yer almaktadır.

Aşiret reisleri ve Şeyhlik kurumları geleneksel toplumsal önderler olarak kabul edilmektedir. Geleneksel önderler klasik Osmanlı döneminden, merkezileşme eğilimlerinin ortaya çıktığı 19. Yüzyıl başlarına kadar, yarı-otonom statüde yaşamakta ve Osmanlı’nın geri kalan kısımlarından oldukça geniş yetkilere sahip olarak yönetici pozisyonda bulunmaktadırlar. 1800’lerden itibaren ise devletin merkezileşme çabaları temelinde kademeli olarak tasfiye edilmişlerdir. Bu süreçte alanlarına dönük saldırılara karşı bir tür koruma refleksi biçiminde isyanlar geliştirmişlerdir. Geniş özerkliğin ortadan kaldırılmasına karşın Osmanlı Devletinin bir tür zımni sözleşme oluşturma çabaları son bulmamıştır. II. Abdülhamit döneminde oluşturulan Hamidiye Alayları, Aşiret Mektepleri, ortadan kaldırılan Mirlik yönetici ve ailelerine askeri bürokratik görevler verme ve maaş bağlama gibi politikalarla, eskisine göre sınırlı dahi olsa bir tür özel hukuk oluşturulmuştur. Diğer bir deyişle oldukça geniş ayrıcalıkları ellerinden alınmıştır ama farklı ayrıcalıklardan da faydalanmaya devam etmişlerdir. Osmanlı Devleti ise bu politikalarla hem Kürtleri bölebilmiş, hem bir kısım Kürdü kontrolünde tutabilmiş hem de bazı kirli işlerini bu gruplara yaptırabilmişlerdir.

Bu kesimin özellikle Hamidiye alayları ile Ermeni katliamlarında aktif olarak yer aldıkları biliniyor. Birinci Dünya Savaşından sonra bu kesim arasında yaygın olarak yargılanma korkusunun olduğunu söyleyebiliriz. Mesut Yeğen İngiliz belgelerine dayanarak şu tespiti yapar: “Türkiye Kürtleri ve elitleri 1915’te yaşanan Büyük Felaket’in sorumluları arasındadır ya da öyle addedilmek korkusunu taşımaktadırlar. Bu durumda, yüzlerce sene birlikte yaşadıkları Ermenileri yerinden eden ve kalan malına mülküne el koyanlara kaderlerini Milli Mücadeleyle birleştirmekten başka yol kalmamış görünmektedir.”[1]. Sorumlu tutulma kaygısının Kemalist örgütlülüğe angaje olmada temel etkenlerden birisi olduğu görülüyor. Bunun yayında, kanımca daha güçlü olan sebep ise Kürt nüfusun yoğunca yaşadığı alanlarda bir Ermeni Devletinin kurulması olasılığıdır. 1878 Berlin Anlaşmasından itibaren gelişen Ermeni Devleti ihtimali, savaş sırasında Kürdistan’ın önemli bir kesimini işgal eden Rusya tarafından desteklenmişti. Sevr anlaşmasında da bu görüşe yer verilmesi ihtimali güçlendiriyordu. 19. Yüzyıldan itibaren güçlenen Nakşibendi şeyhlerinin toplum üzerindeki etkileri de göz önünde bulundurulduğunda, Hristiyan bir ulusun tebaası olarak yaşama ihtimali hayli korkutucu görülmüştür. Böyle olunca Türklerle ‘İslam milleti’ olma düşüncesi çekici hale gelmiştir. Son olarak geleneksel önderlerin temel güdülerinin kendi hâkimiyet alanını korumak olduğunu vurgulamak gerekir. Bu kişilerin dönemin ihtiyaçlarına cevap olacak bir ulusçu fikre hayli uzak olduğu bir gerçektir. Temel yaklaşım genel olarak aşiretini korumak olmuştur. Zaman zaman bu amaç uğruna diğer aşiretlerle işbirliği yapılmıştır. Buna karşın aynı saikle dış bir güce, örneğin Osmanlı Devleti, yaslanıldığı ve diğer Kürt aşiretlere saldırdığı da olmuştur. Hamidiye Alaylarına dahil olmuş aşiretlerin kendi hakimiyetlerini genişletmek için diğer aşiretlere saldırdığı bilinmektedir. Bu nedenle ortak dini referansa dayanarak, kendi hakimiyetlerini konsolide edebilecekleri bir siyasal formasyonun içinde yer almaya seve seve razı olmuşlardır. Kemalist önderlikten bekledikleri de bu olmuştur. Hamit Bozarslan’ın 20. Yüzyıl başındaki Kürt örgütlülüğü için “Kürtlüğü, egemenlik ve bağımsızlık taleplerinde bulunmadan, yenilenmiş bir Osmanlı sözleşmesi fikri çerçevesinde anladılar”[2] tespitinin özellikle geleneksel Kürt önderleri için doğru olduğunu düşünüyorum. Bu yönüyle milli mücadeleye eklemlenmenin karşılığı olarak beklenen ‘yenilenmiş bir Osmanlı sözleşmesi’ olmuştur.

İkinci grup Kürt aydın grubu dönemin entelektüel tartışmalarından daha fazla etkilenmiştir. Bu grupta ağırlıklı olarak Mirliklerin tasfiyesi ile birlikte sürgünler nedeniyle ya da aşiret mektepleri vasıtasıyla İstanbul’a gelmiş ve orada eğitim almış, devamında Osmanlı bürokrasisinde görev almış kişiler bulunmaktadır. Bu Kürt aydınları üzerinde özellikle Kürdistan’da Ermeni milliyetçiliği, İstanbul’da ise Türk milliyetçiliğinin etkisi yoğundur ve bu nedenle bir Kürt milliyetçiliği fikrinin geliştiği görülmektedir.  Bu grup için öncelikli olarak söylenmesi gereken, etkin bir Kürt örgütlülüğünün sağlanamaması ve net bir politik ajandaya sahip kurumsallığa dönüştürülememesidir. Örneğin Savaş sonrasında kurulan ve Kürt aydınları arasında yoğun ilgi toplayan Kürt Teali Cemiyeti net bir fikir birliğine varamamış, örgüt içinde özerkliği savunan etkin isimler olduğu gibi bağımsızlığı savunan kişiler de yer almıştır[3]. İdeolojik olarak netleşememe ise politik manevra kabiliyetini hayli köreltmiştir. Böyle olunca Sevr’de ortaya çıkan otonom Kürdistan düşüncesini destekleyecek bir siyasal örgütlülük söz konusu olamamış, Kürdistan’ın önemli bir bölümünde oluşturulacak Ermenistan ile Kürdistan’ın bölünecek olması da ayrıca tepki çekince örgütün önemli isimlerinden Seyit Abdülkadir Sevr Konferans Başkanlığına bu tepkiyi dile getiren bir telgraf çekmiştir[4]. Paris Konferansında Kürt tarafını temsilen katılan ve esasen Ermeni heyetinin tezlerini çürütmek için çaba sarf eden Şerif Paşa’nın Kürtleri temsil ettiği tüm örgütlerce konferansa bildirilmiştir. Fakat Şerif Paşa iki devletin bağımsızlığını sağlayacak bir anlaşmayı Ermeni heyetle imzalayıp, konferansa sununca yine pek çok örgüt konferansa Paşa’yı kınayan telgrafları göndermiştir. Kürtlerin statüsünün tartışıldığı uluslararası toplantılarda bile ortak bir temsilcinin seçilememesi ve net bir talebin ortaya konulamaması kafaların ne kadar karışık olduğunu ortaya koymaktadır.  Bu grubun bir fikir birliği oluşturamamasının en önemli sebebi Osmanlı Devleti ile yaşadıkları ilişkinin doğasıdır. Öncelikle bir Osmanlı, daha sonra Kürt aydını olma durumu söz konusudur. Hamit Bozarslan “devletin idarî ve askerî aygıtıyla bütünleşik” olma durumunu, Emir Kâmuran Bedirhan’ın, dönemin Kürt aydınları ile ilgili şu sözleriyle örnekler: “Bunların çoğunun bir ayağı Kürt kampında, diğeri de Osmanlı ve Müslüman kampındaydı. Onlar nâzır olmak istiyorlardı.”[5]. Osmanlı Devleti’nin ‘ıslah’ etmek için açtığı okullarda büyümüş ve devlet erkânında verilen görevlerle ödüllendirilmiş aydınlar, bağımsız devlet kurmakla, Osmanlı’da bakan olmak düşünceleri arasında yalpalamışlardır. Bu çelişik durumun hem nedeni hem de sonucu olarak görülebilecek başka bir handikap ise grubun ağırlıklı olarak ülke dışında olmalarıdır. Kürdistan’da şubeler açma çabası olmuştur ama örgütlerin öncü kadroları İstanbul’dan çıkmayı tercih etmemiştir. Adına söz söyledikleri halkın arasına karışmak ve örgütlenmek onlar için uzak bir fikir olmuştur. Belki de bu sebepten toplum nezdindeki etki düzeyleri açığa çıkmamıştır. Örneğin bağımsızlık fikrini savunan ve Bedirhanların öncülük ettiği grup ülkeye dönüp mücadele etmekten ziyade, dış güçlere dayanarak ki bu noktada da ciddi bir diplomatik faaliyet yürütmekten uzaktırlar, Kahire’den sınırlı bazı girişimlerde bulunmaktadırlar[6]. Dönemin Kürt aydınları Kürdistan Prensi olmayı düşlemişlerdir fakat bu düşü ülkeden oldukça uzakta kurmuşlardır.

Ele aldığımız dönem içerisinde, Kürtlerde var olan genel eğilimin bir istisnası bulunmaktadır: Koçgiri Ayaklanması. Direniş Dersim-Sivas-Erzincan hattında ortaya çıkmıştı. Ankara hükümetinden Kürt tutsakların salıverilmesi, Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu alanlardan Türk memurların alınması ve özerklik talep edilmişti. Direniş kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu durum sert tartışmalara sebep olmuş, bir kısım direnişci için öngörülen ölüm cezası tartışmalar sonrası verilmemiş, sürgünler için ise kısa süre sonra af ilan edilmiştir. 1923 sonrası sürgün ya da ölüm cezasına çarptırılan Kürt mebusların, direnişi desteklemedikleri ve eleştirel bir tutum aldıkları görülüyor. Buna ek olarak direniş sınırlı bir alanda gelişmiş ve yayılmamıştır. Şunu da eklemek gerekiyor: Koçgiri isyanı “Bağımsızlık bir yana, geniş bir Kürt özerkliğinden çok, yerel bir özerkliği hedefliyordu.”[7]. Bu sebeplerle isyanın bir istisnayı teşkil ettiğini ve Kürtler arasındaki genel eğilimin Kemalist hareket ile işbirliği olduğunu düşünüyorum.

Hamit Bozarslan 1919-1920 yıllarında merkezi hükümetin ortadan kalktığını, 1920-21 yıllarında ise merkezi hükümetin oldukça zayıf olduğunu söyler ve ekler: “devlet kurmayı amaçlayan, birleşik bir Kürt hareketi bir dış destek ve meşruiyet kazanabilirdi; buna rağmen, Kürt eşrafının çoğu, Kemalist güçlerle işbirliğini tercih ederek devlet kurmaya çalışmadı.” (Bozarslan, 2005: 161)[8]. Kürt aydını, zihin dünyası ve yapısal sebeplerle Kemalist hareketle işbirliğine giderek Kürdistan’da Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi ve klasik dönem Osmanlı düzenine benzer bir özerklik elde etmeyi tercih etmiştir.

 

Kemalist Hareket

‘Kemalist Hareket’ ile kastettiğim şeyin 1919-1923 yılları arasında gelişen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden süreci örgütleyen kişi ve kurumlar olduğunu öncelikle belirtmem gerekir. Hareketin içinde yer alan pek çok öncü kadronun 1923 sonrası siyaseten tasfiye edildiğini ve bu dönemde tahayyül edilenden oldukça farklı bir sistemin yaratıldığını da ayrıca eklemeliyim.

Osmanlı devletinin defacto ortadan kalktığı 1919 yılında, Misak-ı Milli olarak kabul edilen sınırlarda otoriteyi yeniden tesis etmek ve bağımsız bir devlet kurmak fikriyle yola çıkan M. Kemal ve arkadaşlarının önünde üç temel problem bulunmaktaydı: 1) Batı sınırlarında ortaya çıkabilecek bir Yunanistan 2) Doğu sınırlarında ortaya çıkabilecek bir Ermenistan 3) Sevr ile birlikte iyice açığa çıkan ve Misak-ı Milli Sınırlarının önemli bir bölümünde kopuşa sebep olabilecek bir tehlike olarak Kürdistan. Yunanistan ihtimaline karşı savaşla çözüm geliştirilmiştir. ‘Doğu cephesinde’ var olan sorunlara karşı ise çoklu politikalar geliştirilmiştir.

Kemalist Hareketin izlediği esas politika ‘İslam milleti’ olarak Kürtleri Türklerle ortak hareket etmeye çağırmak olmuştur. 1922 yılana kadar düzenlenen Kongrelerden Birinci Meclise kadar bütün örgütlenmelerde temel hedeflerinden birisi Halifelik kurumunu kurtarmak olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla ‘Halifeye bağlılık’ fikri ve ‘İslam milleti’ olma durumu Kürtleri kazanmanın makul yolları olarak görülmüştür. Bununla bağlantılı olarak, Kemalist Hareketin sürekli canlı tutmaya özen gösterdiği husus ise ‘Ermeni tehlikesi’ olmuştur. Yani ‘Kürdistan topraklarında Ermeni devleti kurulacağı’ tehlikesi[9]. Kürt ileri gelenleri için olası bir Ermeni Devletinin ne kadar korkutucu olduğunu yukarıda ele almıştım. Milli mücadele kadroları bu korkuyu abartılı bir şekilde işleyerek, Kürtleri ‘din kardeşliği’ üzerinden, mücadeleye dahil edebileceklerini düşünmüşlerdir ve oldukça da başarılı oldukları söylenebilir. Örneğin Kazım Karabekir “Kürtlük cereyanı” tehlikesinden bahseder ve ekler: “Kürdistan’ın Ermenistan olacağını anlatmakla mesele kolay hallolur.”[10]. M. Kemal’in 1919 yılında Kürt aşiret liderlerine gönderdiği mektuplarda da ‘Ermeni tehlikesi’ fikrinin ustalıklı bir şekilde işlendiği görülmektedir[11]. Temsil Heyeti üyelerinden Mirza Beyzade Hacı Musa Bey’e 3 Aralık 1919 tarihli mektubunda “Kürt asil kavminin mukaddes hilafet makamına dini bağlılığı”ndan bahseder.  İşlenen bu ‘Ermeni tehlikesi’ ve ‘hilafete bağlılık’ düşüncesinin, Kürtlerin ‘Müslüman kardeşleriyle’ ittifaka girmesini sağlaması umulmuştu.[12]

Kemalist Hareket açısından oluşturulacak yapıya Kürtleri dahil etmek hayati düzeyde önemli görülmüştür. Hem ‘Kürtlük cereyanının’ önüne geçmek hem de Ermeni Devleti’nin önüne geçmek için Kürtlerin kazanılması gerekiyordu. Ayrıca batıda Yunanistan’a karşı savaşabilmek için ‘Doğu’ ile birlik sağlanmalıydı. Bu nedenle oldukça yoğun çabanın sarf edildiğini görüyoruz. M. Kemal Erzurum Kongresinden itibaren geçmişte ilişkide olduğu Kürt ileri gelenlerine ulaşmaya çalışmış. Sivas Kongresine davet etmiş, hatta kongreye gelmeyen kişileri Temsil Heyetine seçmiştir. Kürtlerin temsili konusunda Birinci Mecliste de çaba sarf etmiştir. Bunları başarabilmek için ise Halifelik Kurumu, ortak din olgusu ve Ermeni tehlikesi en çok işlenen konulardır. Bunun yanında Kürtlük tehlikesini yaratabileceği düşünülen her olay ve kuruma da müdahale edilmiştir. Örneğin İngiliz Binbaşı Noel’in Kürdistan gezisinin önüne geçmek için her yol denenmiştir. Yine Kürt Teali Cemiyeti’nin kapatılması da bu kapsamdadır. Bu iki politikaya ek olarak ise Kürtler ve Türklerin ortak vatanı olarak ele alınan Misak-ı Milli sınırları içerisinde, Kürtlerin özerk gelişimlerini sağlayabilecekleri bir siyasal yapının oluşturulacağı taahhüt edilmiştir.

Kemalist Hareketin bu politikaları, Kürt elitlerinin öncelikleri ile birleşince Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu sağlayan Kürt-Türk ittifakı gelişmiştir. Bu ittifak kurumsallığını kongreler ve devamında kurulan Birinci Meclis ile kazanmıştır. Yasallığının çerçevesini ise 1921 anayasası yani Teşkilatı Esasiye Kanunu çizmiştir. Zamanın ruhunu ve ittifak zeminini gözler önüne seren anayasanın ilgili maddeleri aşağıda ele alınacaktır.

 

Kendi Kaderini Tayin Hakkı

Madde 1- Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesinin ilk cümlesi Türkiye cumhuriyeti anayasalarında da tekrarlanmıştır. Fakat ikinci kısım 1924’ten itibaren kesilip atılmıştır. ‘Halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi’ neden istenmemiştir? Bu cümlenin ortaya çıkış serüveni sanırım cevabı içermektedir.

Birinci dünya savaşının ertesinde ABD başkanı Wilson’un ortaya koyduğu 14 maddelik prensipler listesi[13] oldukça popülerdir ve dönemin uluslararası konferanslarının temel referans kaynaklarından birisidir. Listenin 12. Maddesi Osmanlı ile ilgilidir ve Türk olmayan halkların mutlak dokunulmaz muhtar (özerk) bir gelişme fırsatına sahip olması gerektiğine ilişkindir. Kürt entelektüellerinin Kürt ulusal taleplerini dile getirirken sıkça başvurdukları dayanak noktalarından birisi budur. Başta Kürt Teali Cemiyetince çıkarılan Jin dergisi olmak üzerek, prensiplerle ilgili olarak pek çok övgü yazısı yayınlanmıştır[14]. Ayrıca dört bir yanda toplanan onlarca kongrede de prensiplerin önemsendiğini ve buna dayanarak kararlar alındığını biliyoruz[15].

Bir diğer önemli nokta 1917 Ekim Devrimidir. Mecliste defalarca Bolşevik olunmadığı fakat Bolşeviklerle sadece işbirliği yapıldığı vurgulansa da Bolşevik Devrimin halk iktidarı düşüncesi etkili olmuştur. Özellikle Avrupa Devletlerine karşı, yani emperyalizme karşı, ortak bir düşman algısının var olması sebebiyle Sovyetlere karşı bir ortaklık duygusunun geliştiği görülmektedir. Sovyetlerin de M. Kemal önderliğini ve milli mücadeleyi desteklediği unutulmamalıdır. Siyasal bir program olarak sosyalist bir düşüncenin var olduğunu iddia etmek zordur. Buna karşın anayasa taslağının sunuş bölümünde “emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmundan” kurtulmak için yapılan mücadele çağrısının oldukça coşkulu bir şekilde vurgulandığını göz önünde bulundurarak, halkçılık düşüncesi üzerinde Sovyet Devriminin etkili olduğunu düşünüyorum[16].

Bu etkenler literatürde genellikle halkçılık ile ilişkilendirilmiştir fakat doğası üzerinde pek durulmamıştır. Halkçılık düşüncesinin doğal sonucu olarak, halkın kendi kaderini belirleme fikri hakimdir. 1921 anayasasında halkçılık fikrinin “egemenliğin halka verilmesi, özerk vilayetlerde halk tarafından kullanılması olarak kavrandığını” anlıyoruz[17]. Halkçılığın bu biçimi 1924 ve devamında tamamen terk edilmiştir. Halkın kendi geleceğini kendisinin belirlemesi, kendini yönetmesi fikri temel yaklaşım biçimidir. Görüşmeler sırasında üzerinde en çok durulan konulardan birisi baskıcı devlet idaresi olmuştur. Örneğin İsmail Suphi Soysallı halkın yüzyıllardır baskı altında sömürüldüğünü anlatır ve çözümün halkçılıkta olduğunu söyle[18]. Görülüyor ki halkçılık devlet baskısına set çekebilecek, halkın kendini yönetebileceği bir kavram olarak ele alınıyor.

Bu etkenlerin özünde ortaya çıkan gerçek ise farklı kesimleri bir arada tutma çabasıdır.  Dinçer Demirkent anayasa yapım süreci ve tartışmalarından yola çıkar halkın etnos değil demos olarak ele alındığı belirterek ekler: “Halk hem sınıfsal olarak hem de etnik olarak parçalı ve çatışmalı bir birliktelik olarak kavranmıştır.”[19]. Birinci Mecliste önemli oranda sosyalist ve Müslüman ile farklı etnik kimliklerden kişiler yer almaktaydı ve bu kişiler var olan kimlikleri ile oradaydılar. En geniş oranda temsili hayati önemde gören meclis, parçalı halkı en kapsamlı bir şekilde içinde barındırmanın yollarını aramaktadır. Burada egemenlik konusuna yaklaşımda ilkesel bir tutum ve farklılık var gibi görünmektedir. Fakat bunun da ötesinde yapısal sebeplerle egemenliğin bu şekilde ele alınması gerekiyordu. Çünkü Birinci Meclisi mümkün kılan ve eğer muvaffak olunursa kurulacak ülkeyi mümkün kılacak olan, oluşturulmuş geniş bir ittifaktır. Bu ittifak çok etnikli, çok sınıflı ve çok fikirlidir. Bunları bir arada tutacak formül ise ‘halkın kaderini bizzat idare etmesi’ fikriyle hayat bulmuştur.

Halkçılığın bu biçiminin 1924 sonrası benimsenen biçiminden oldukça farklı olduğu görülüyor. Halen anayasada yer alan halkçılık ilkesi, herhangi bir farklılığı barındırmayan, sınıfsız, tek-etnili toplum kabulüyle, ulaşılması gerekli bir varış noktasını değil, düşmanı bol bir yalanı anlatır. Bu kurguda Kürt olmak ilkeyi ihlal etmek, halka düşman olmak anlamına gelir. 1921 anayasasında ise Kürt olmak meşru, Kürt olarak kendini gerçekleştirmek ise bir hak olarak görülmüştür.

 

Türkiye Halkı

Madde 3- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşır.

1921 anayasasında herhangi bir etnik grubun isminin geçmemesi ve devletin adının Türkiye olarak zikredilmesi ayırıcı özelliklerden birisidir. Bu konunun üzerinde duran ender Anayasa hukukçularından Bülent Tanör şunu ifade etmektedir: “‘Türkiye Devleti’ ibaresi, etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun, belli bir siyasal coğrafya (Misak-ı Millî sınırları) içinde yaşayan insanların siyasal birleşmesinin en üst noktası olan devleti, bütün kucaklayıcılığıyla ifade ediyordu” [20]

Bu konuyu önemsiz bir ayrıntı olarak gören hukukçuların dönemin hakim zihniyet dünyasını ele almadıklarını ya da almak istemediklerini açıklıkla söylemek gerekir. Çünkü dönemin siyasi kadroları Türk yerine Türkiye ifadesinin kullanılmasına açıkça anlam yüklemektedirler. Örneğin anayasayı hükümet adına sunan İsmail Suphi Soysallı Türkiye köylüsü ifadesini şöyle açıklar: “Türk köylüsü, Kürt köylüsü, alemun bu memleketin köylüsü”[21]. Türkiye ifadesinin Türk etnik kimliğini değil sınırlar içerisinde yaşayan bütün etnik unsurları kapsadığı açıkça vurgulanmaktadır.

Türk yerine Türkiye ifadesinin kullanılmasının en önemli sebebi, ülkenin sınırlarının sadece Türklerin yaşadığı yer değil Türk ve Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu yer olarak belirlenmesidir. İstanbul Hükümeti ile Heyet-i Temsiliye arasında imzalanan Amasya 2. Protokolünde şu ifadeler yer almaktadır: “Osmanlı Devleti’nin tasavvur ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği…”[22]. Erzurum Kongresinde “üst kimlik tanımlamasında ‘Türklük’e ya da bir etnik aidiyete vurguda bulunulmamış, ‘Müslümanlık’ temelinde bir birliktelik tasavvuru ortaya konulmuştur”[23]. Yine misak-ı milli’nin 1. maddesinden de birden fazla ırktan mürekkep bir ülke öngörüldüğü açıkça anlaşılıyor[24]. Ele aldığımız dönemin son aşamalarından olan Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’nün, Britanya heyetinin tezlerine karşı öne sürdüğü en büyük argüman ülke sınırlarının Türk ve Kürt nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu alanı kapsadığıdır. Dolayısıyla ülke sınırı konusunda tek bir ulusun hakim olduğu alan kesinlikle düşünülmemiştir. Türkiye kelimesinden de birden fazla ulusun bir arada yaşadığı ve hakim kimliğin Müslümanlık olduğu bir devlet adı anlaşılmıştır. Ülke sınırlarının dayanağının ise Kürt ve Türk nüfusun çoğunluğu oluşturduğu alanlar olduğu defalarca dile getirilmiş ve yazılı olarak kayıt altına alınmıştır.

M.Kemal’in Türkiye kelimesinden ne anlaşılması gerektiği ile ilgili çokça beyanı bulunmaktadır. 24 Nisan 1920 tarihli meclis konuşmasında ülke sınırlarından bahsederken şu ifadeleri kullanmaktadır: “fakat bu sınır dahilinde tasavvur edilmesin ki, İslami unsurlardan yalnız bir cins millet vardır.”[25]. Yine Türkiye halkının farklı milletlerden oluştuğunu 1 Mayıs 1920[26] ve 16 Ekim 1921[27] tarihli meclis konuşmalarında dile getirmektedir. Son olarak 2 Şubat 1923 tarihinde, İzmir’de halka yaptığı bir konuşmada Türkiye halkının farklı ırklardan oluştuğunu söylediği görülmektedir[28].

Milli Mücadelenin birden fazla etnik ulusu bir araya getirirken kullandığı ana tez Müslümanlık olmuştur. İttifakın zemini ‘islam milleti’ olma şiarıyla oluşturulmuştur. Fakat her ulusun kendi kaderini elleriyle belirleyeceği de defalarca dile getirilmiştir. Bunun yasal zeminini kongreler sürecinde karar tutanakları, Meclis sürecinde ise anayasa olmuştur. Kürtler ve Türklerin yaşadığı coğrafyayı ülke sınırı olarak belirlemek, Misak-ı Milli’de belirlenen hedeflere ulaşmak için, uluslararası görüşmelerde kullanılabilecek yegâne tezdir. Fakat bunun da ötesinde Kürtleri Milli Mücadeleye dahil etmenin yegane yolu da budur. Nitekim Musul’dan vazgeçilmesi sonrası Kürdistan’ın parçalanmasının sonuçları çok geçmeden ortaya çıkmış ve direnişler dönemi hemen başlamıştır. İkinci olarak Kürtler ve Türkler dışında da farklı etnik kimliklerin bu sınırlar içerisinde yaşadığı kabul edilmektedir. Örneğin Çerkezler milli mücadelenin önemli bir unsurudur ve mecliste temsil edilmektedir. M. Kemal’in meclis konuşmasında dile getirdiği gibi dönemin ittifakı ‘yalnız bir cins milletten’ oluşmuyordu. İşte Türkiye ifadesi bu nedenle birden fazla etnik unsuru tanımlayabilecek bir kelime olarak kullanılmaktadır. Son olarak, Türkiye ifadesi, anayasanın hiçbir yerinde Türk kelimesinin geçmemesi ile birlikte ele alınmalıdır. 1924 anayasasında da ülke adı Türkiye Cumhuriyeti olarak belirlenmiştir fakat anayasada defalarca geçen Türk kelimesinden, resmi dil ve vatandaşlık gibi maddelerden Türkiye sınırları içerisinde yaşayan halkın tek bir etnik gruba indirgendiği görülmektedir. Görülüyor ki birden fazla etnik unsuru kapsadığı, bizzat anayasayı yapanlarca çokça dile getirilen Türkiye ifadesi, 1924 yılına gelindiğinde etnisist bir anlamı ihtiva eder hale gelmişti.

 

Özerklik

Madde 11- Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir.

1921 anayasasını diğer anayasalardan temelde ayıran nokta belki de özerklik konusudur. Anayasanın yarısından fazlası (23 maddenin 14’ü) özerk idareler konusuna ayrılmıştır. Metinde açıkça muhtariyet ifadesi kullanılmıştır. Taslakta yer alan ‘tam muhtariyet’ ifadesinden ‘tam’ kelimesi, bağımsızlık olarak algılanabileceği gerekçesiyle uzun tartışmalar sonucunda çıkarılmıştır. Ayrıca vurgulanması gereken diğer bir nokta herhangi bir ulusa özerklik tanınmadığı ve fakat idare usulü olarak özerkliğin ilkesel olarak benimsendiğidir. İdare usulü olarak özerklik hususu ise kongreler döneminin yerelliği öne çıkaran karakteri, yine yukarıda değinilen Sovyet etkisi ile yakından ilgilidir. Yani halkçılık düşüncesi özerklikle somutluk kazanacaktır.

Üzerinde durması gereken nokta birinci meclisin farklılıkları barındıran karakterinin optimum yönetim biçimi olarak özerkliği dayatmasıdır. Şunu iddia ediyorum; 1923’e giden yolda yan yana durması gereken geniş kitlenin bağlanma noktası özerklik fikriyle mümkün olabilmiştir. Burada sadece özerklik ifadesi değil, özerkliğin ele alınış biçimi, özellikle anayasa görüşme tutanaklarında üzerinde sıkça durulan konular da ittifaklar politikasının etkisini gözler önüne sermektedir.

Özerklik ile yerelin şuralar (Sovyetik örgütlenmeden etkilenilmiştir) aracılığıyla yönetilmesi öngörülmüştür. Askeri, adli işler, iç-dış siyaset ve uluslararası ilişkiler gibi alanlar merkezi yönetime bırakılarak, Meclisçe yürütülmesi öngörülürken; eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık gibi pek çok alan yerel idarelere bırakılmıştır. 12. maddede şuraların 2 yılda bir, vilayet halkınca seçilecek üyelerden oluşması kararlaştırılmıştır. Böylece toplumun birçok sorununu kendi seçeceği kişiler vasıtasıyla yerelde çözebileceği; Meclis’e seçeceği vekiller aracılığıyla da bütünün kopmaz bir parçası olacağı öngörülmüştür.

Birinci Millet Meclisi oldukça renkli bir yapıya sahipti ve çatışan görüşleri içerisinde barındırmaktaydı. Ergun Özbudun’un 1921 anayasasını milli iradeyi gerçekten temsil eden tek anayasa olarak nitelemesi bu bağlamda oldukça yerindedir[29]. Böyle bir meclisin temsilde çeşitlilik konusunu hayati önemde görmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle anayasa yapım sürecinde en çok tartışılan konuların başında temsil konusu gelmekteydi. Mümkün olan en geniş düzeyde temsiliyetin gerçekleşmesi amaçlanmıştır. Yerel özerklik ise katı merkeziyetçi uygulamalara duyulan tepki ve merkezdeki çeşitliliğin yereldeki yönetim serbestisi ile sağlanacağına duyulan inançla ilgilidir. İdarenin baskısı altında sömürülen yoksul halk kitlelerinin kendini gerçekleştirmesinin önü bu şekilde açılacaktı. Görüşmelerde güvenlik konusunun yerel idareye bırakılması dahi tartışılmış fakat güçsüz halkın kendini koruyamayacağı gerekçesiyle kabul görmemiştir (S.265)[30].

Daha önce de değindiğim gibi anayasada hiçbir etnik grubun adı geçmemektedir. Bu bağlamda 1921 anayasasında herhangi bir ulus için özerklik statüsünün öngörülmemiş fakat anayasa ile bütün etnik grupların özerk bir idareye sahip olacağı radikal demokratik sayılabilecek bir sistem ortaya konulmuştur. Özerklik konusunda Kürtlerin ön plana çıkmasının sebebini anlamak için ise birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor.

Yukarıda ifade edildiği gibi Kürtlerle ittifak için geliştirilen ‘Ermeni tehlikesi’ ve din kardeşliği politikaları, ‘Kürtlerin özerk gelişimlerini’ sağlayabilecekleri bir siyasal formasyon ile tamamlanmıştır. M. Kemal ve arkadaşlarının, Kazım Karabekir’in ‘Kürtleri kazanmak için Ermeni tehlikesini anlatmak yeterlidir’ görüşüne katılmadıkları anlaşılmaktadır. Öncelikle, Kürtlerin Wilson prensipleri çerçevesinde serbest gelişim hakkının tanınacağı defalarca dile getirilmiştir. Misak-ı Milli’nin birinci maddesi ırkların karşılıklı saygı içerisinde yaşayacakları ve ırki ve sosyal haklara sahip oldukları belirtilmiştir[31]. Misak-ı Milli sınırlarının Türk ve Kürtlerin çoğunlukta oldukları yerleri kapsadığını bir kez daha hatırlatalım. Amasya 2. Protokolde “Kürtlerin serbestçe gelişmesi temin edecek” bir hukuk sisteminin yaratılacağı taahhüt edilmiştir[32]. M. Kemal’in Mebus Kamil Bey’e yazdığı 28 Mayıs 1919 tarihli mektup oldukça ilginçtir: “İdare usulü, ırkların haklarının korunması gibi arada halledilebilecek aile meselelerinin…”[33]. Anlaşılıyor ki Kürtler için özerklik o tarihlerde aile içerisinde çözülecek basitlikte bir konudur. M. Kemal Cemil Paşazade Kasım Bey’e 16 Haziran 1919 tarihinde yazdığı mektupta ise şöyle demektedir: “Kürt kardeşlerimin hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hukuk ve imtiyazın verilmesine tamamen taraftarım.”[34]. 23 Haziran 1919 tarihli Erkanı Harbiyesi Umumiye Reisi Cevat Paşa’ya yazılmış mektupta ise şu ifadeler yer almaktadır: “Kürdistan’ın refah ve mutluluğuna kefil olacak bir idare tarzının temini için her vakit amadeyiz.”[35]. Tarihlerden anlaşılacağı üzere arzulanan ittifaka dönük ilk adımların atıldığı dönemdir.

Millet Meclisi açıldıktan bir gün sonra M. Kemal tarafından yapılan şu konuşma, öncesinde taahhüt edildiği üzere farklı ulusların haklarının korunacağını vurgulamaktadır: “Bu vatan sınırı dahilinde yaşayan İslami unsurların her birinin kendine mahsus olan muhitine, adetlerine, ırkına mahsus olan imtiyazları bütün samimiyetle ve karşılıklı kabul ve tasdik edilmiştir.”[36]. M. Kemal bunun artık kabul edildiğini söyler fakat konunun “mevcudiyetimiz kurtarıldıktan sonra” detaylandırılacağını da ekler[37]. Bu kabul ve tasdik 1921 anayasası ile yasal güvenceye kavuşmuştur. Detaylar ise kurtuluştan sonraya ertelenmiştir. Fakat bunun öncesinde de bazı adımların atılmış olduğunu anlıyoruz. Bu konuda şimdiye kadar açığa çıkan en önemli belgelerden birisi Meclis Vekiller Heyetinin El Cezire Cephesi Kumandanlığına gönderdiği,  oldukça önemli bir belge olan 27 Haziran 1921 tarihli talimattır. M. Kemal tarafından imzalanan talimatla “milletlerin kendi mukadderatlarını bizzat idare etmeleri hakkı”nın bütün dünyada olduğu gibi BMM’ince de tanındığı; Kürtlerin bu hak kapsamında doğrudan halk tarafından yönetilen mahalli birimler kurma haklarının olduğu ve  “Kürdistan’daki bütün mesainin bu gayeye müstenit siyasete tevcihi Elcezire kumandanlığına aittir.” denilerek özerklik inşa görevinin kumandanlığa verildiği görülmektedir[38]. Dolayısıyla 1921 anayasası ile çerçevesi çizilen özerklik modelinin oluşturulması için savaşın bitmesi beklenmeden, bu yönde sınırlı bir takım adımların atılmak istendiği söylenebilir.

Kurtuluştan sonra sayılabilecek bir tarihte, 16/17 Ocak 1923 tarihinde, M. Kemal bir gazetecinin Kürtler ile ilgili sorusuna, Kürtler ve Türklerin oldukça iç içe geçmiş bir coğrafyada yaşadıklarına işaret ederek, şöyle cevap vermektedir: “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir.”[39]. Görüldüğü gibi M. Kemal anayasanın özerk sistemler üzerine kurulduğunu, dolayısıyla Kürtlerin de yerel özerkliğe sahip olacağını belirtmektedir.

Yukarıda anılan belgeler sebebiyle 1921 anayasasındaki özerklik hususu genel olarak Kürtlerle ilişkilendirilmiştir. Anayasada Kürtlere özerklikten bahsedilmediği, fakat bütün etnik grupların kendi kaderlerini idare edebilecekleri bir tür özerklik modelinin yer aldığını bir kez daha hatırlatalım. Fakat şunu da eklemek gerekiyor; özerklik taahhüdü Kürtleri kazanma konusunda geliştirilmiş en etkili politikadır. Özerklik modelinin terk edilmesinin üzerinden çok geçmeden isyanların başlaması bunun göstergesidir. Tekçi bir söylem ile Kürtlerin milli mücadeleye dahlini sağlamak pek mümkün olmayacaktı. Bu nedenle, sadece Kürtler için oluşturulmasa da, anayasada yer alan özerklik modelinin Kürtlerin ittifaka dâhil edilmesinin önemli bir etkeni, bir tür ön koşulu olarak ele almak doğru görünmektedir. 1925 yılında Şeyh Said direnişi sonrasında idam edilen Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, Dersimli 20-30 bin vatan evladının vatan savaşına katılması için bir an önce anayasanın meclisten geçmesini ve uygulamaya konulmasını istediğinde, aslında Kürtlerin ittifaktaki konumlarını ve anayasanın Kürtler için ne anlama geldiğini çok net ortaya koymaktadır[40].

 

Sonuç

Bu yazının konusu 1921 anayasası ve Kürtler ile sınırlıdır. Dolayısıyla 1924 anayasası ile birlikte yukarıda anılan hususların tamamen terk edilmesinin nedenleri üzerinde durmayacağız. Fakat şunu belirtmekte fayda var: M. Kemal’in hazırladığı 1924 anayasası taslak metninde özerklikle ilgili maddeler aynen korunmuştur. “Bu da demektir ki 1923’ün sonbahar-kış aylarında dahi Mustafa Kemal’in önerdiği idari yapı, 1921’deki gibi vilayet ve nahiyelerin özerkliğine dayanmaktadır”[41]. 20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren anayasa ile birlikte ise özerklik ile ilgili maddeler tamamen çıkarılmış ve Anayasada Türk kelimesine defalarca yer verilerek vatandaşlık anlayışı köklü bir değişikliğe uğramıştır. Anayasanın önemli bir kısmını oluşturan özerklik konusunda Hamit Bozarslan farklı bir noktaya daha işaret etmektedir: “Ağustos 1924’te –Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sadece altı ay önce bir Kürt delegasyonu Diyarbakır’da devlet temsilcileriyle görüştü ve yerel özerklikle ilgili bazı ılımlı milliyetçi talepleri sundular; bu hareket, devletin misillemesine, şiddet ve baskısına yol açmadı.”[42]. 1925 Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra ise bu politikaların tamamen terk edilerek, tekçi ve otoriter bir sistem inşasına girişildiği ve çok geçmeden Kürtçe konuşulmasının bile yasaklandığı bir siyasal sistem inşa edilmiştir.

Bugüne kadar açığa çıkan belgeler[43] gösteriyor ki, 1918-1923 yılları arasında Kemalist Hareket ile Kürtler arasında, yeni bir ülkenin kuruluşuna varacak, bir ittifak gelişmiştir. İttifakın oluşumunda iki taraf açısından farklı sebepler bulunmaktaydı. Fakat sonuç olarak Kürtlerin büyük kısmı M. Kemal’in öncülüğünde gelişen harekete eklemlenmişti. M. Kemal ise bu ittifakı mümkün kılacak bir siyasal örgütlenmeyi Birinci Meclis ile kurumsallaştırmıştı. Siyasal programın çerçevesi anayasa ile çizilmişti. Nitekim 1923 yılında Kürtlerle ilgili soruya, anayasayı referans göstererek cevap veren M. Kemal, ittifak metninin ne olduğuna işaret etmektedir.  Anayasada yer alan, ‘Türkiye Devleti’ ifadesi ile çok-etnili yapıyı esas alan ülke ve vatandaş tanımı; halkçılık ilkesinin bir gereği olarak halkın kendini yönetmesinin garanti altına alınacağı bir idari yapı ve bunun somutluk kazanacağı özerklik ittifak zemininin ana hatlarını oluşturur.

1923 sonrasında ise artık işler değişmiştir. Etnisist bir anlayışa dayanan yeni bir anayasa yapılmış, Kürt ve Kürdistan ifadeleri zamanla yasaklanmış, buna karşı gelişen itirazlar ise kanlı şekilde bastırılmıştır. Ana politika tedip ve temsil, itiraz edenler için ise tenkil olmuştur.  İttifakın ortadan kaldırılması, kaçırılmış bir fırsat gibi görünmektedir. Fakat epigrafta Ali Fırat’ın dediği gibi geçmişe müdahale şansımız bulunmuyor. 1921 anayasası ise bugünün sorunlar yumağını çözmek isteyenlere, tüm canlılığıyla bir yığın çözüm olanağı sunmaktadır.

 

 

[1] Mesut Yeğen , İngiliz Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, İletişim Yayınları, Ankara, 2012, S.20.
[2] Hamit Bozarslan , “Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği: Zımni Sözleşmeden Ayaklanmaya 1919-1925”, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma. Der. Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, S.94.
[3] Bozarslan, S. 169-170.
[4] Hasan Yıldız , Fransız Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Heviya Gel Yayınları, Köln, 1990, S. 66.
[5] Bozarslan, S. 172.
[6] Yıldız, S. 65.
[7] Bozarslan, S. 176.
[8] Bozarslan, S. 161.
[9] Sinan Hakan, Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920), İletişim Yayınları, İstanbul, 2019, S. 96.
[10] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, YKY, İstanbul, 2008, S.22.
[11] Atatürk’ün Kaleminden 6-Kürtler (2018), Der. Kurtuluş Güran, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2018, S. 52-53.
[12] Atatürk’ün Kaleminden…, S.92.
[13] Fourteen Points United States declaration. ( 13 Kasım 2019). Alındığı URL= https://www.britannica.com/event/Fourteen-Points
[14] Dilek Kızıldağ Soileau, Koçgiri İsyanı Sosyo-tarihsel Bir Analiz, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, S. 106-108.
[15] Bülent Tanör, Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918-1920), Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., S. 130.
[16] Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent, Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası 1921 Anayasası ve Tutanakları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, S. 60.
[17] Sevinç ve Demirkent, S. 21.
[18] Sevinç ve Demirkent, S. 75.
[19] Dinçer Demirkent, “Türkiye’de Cumhuriyetin Kuruluşu Sorunu: 1921 ve 1924 Anayasaları”, Ayrıntı Dergi, Alınındığı URL: http://ayrintidergi.com.tr/turkiyede-cumhuriyetin-kurulusu-sorunu-1921-ve-1924-anayasalari/#_ftnref15
[20] Bünelt Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, İstanbul, 1998, S. 211.
[21] Sevinç ve Demirkent, S. 76.
[22] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 83.
[23] Hakan, S. 216.
[24] Hakan, S. 329.
[25] Atatürk’ün Kaleminden…, S.103.
[26] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 104-105.
[27] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 124.
[28] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 132.
[29] Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2008, S. 2.
[30] Sevinç ve Demirkent, S. 265.
[31] Hakan, S. 329.
[32] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 83.
[33] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 40.
[34] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 43.
[35] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 49.
[36] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 103.
[37] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 103.
[38] TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, S. 550-551.
[39] Atatürk’ün Kaleminden…, S. 130.
[40] Sevinç ve Demirkent, S.204.
[41] Sevinç ve Demirkent, S. 43.
[42] Bozarslan, S. 180.
[43] Resmi tarihin temel görevlerinden birisi olayları çarpıtmak olagelmiş. Bu sebeple bugüne kadar ortaya çıkan pek çok belgenin ne kadar sansüre uğradığını bilmiyoruz. Örneğin İzmit konferansının sansür serüveni için bkz. Ayşe Hür,  Öteki Tarih II Mondros’tan İzmir Suikastı Davası’na, Profil Yayınları, İstanbul, 2013,  S.280-281. Başka bir örnek ise 1924 anayasasının ilk taslağının ‘yanlışlıkla ortaya çıkması’ bkz. Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent, Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası 1921 Anayasası ve Tutanakları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, S.41. Henüz ortaya çıkmamış ne kadar belge olduğunu da bilmiyoruz. Fakat Kürtler konusunda devletin ‘kozmik odalarında’ herkesten gizlenen belgeler olma olasılığı oldukça yüksektir.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.