Düşünce ve Kuram Dergisi

3.Dünya Savaşı ve Hegemonik Rekabet

Cezmi Kartal

Giriş

Irak ve Afganistan işgalleriyle başlayan ve geniş bir coğrafyada kesintisiz bir hal alan savaşın gittikçe şiddetleneceği ve karmaşık bir boyuta evrileceği yaşanan son gelişmelerle daha açık dillendirilir oldu. Sovyetlerin çözülüşünden sonra ABD’nin dünyaya dayattığı yeni nizam, hegemonya iddiasını takip eden savaşlar, halkların baharı, onu izleyen devletlerin yıkılış ve yeniden kuruluş süreci, bu zeminde yaygınlık kazanan bölgesel ve küresel hegemonya mücadeleci, yeniden şekillenen ittifaklar, işgal ve devrimler son 30 yıllık süreci ve özel olarak da yirmi yıldır Ortadoğu coğrafyasının tamamına yayılan savaşı, 3. Dünya Savaşı olarak nitelememiz için yeterli bir zemin olarak değerlendirmek mümkün. Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal kriz, Avrasya üzerindeki jeopolitik hedefler, bu alandaki ittifaklar (Rus-Çin) ekonomik politik mücadeleler, 2008 Gürcistan, 2014 Kırım ilhakı ve şu an Ukrayna’da devam eden savaşı bu çerçeve içine dahil edebiliriz. Savaş oldukça kompleks bir görünüm sergilemekte, yürütülüş tarzı olarak farklılıklar göstermekte, mekansal kaymalar yaşamakta, büyük bir coğrafyaya yayılmış küçük ve orta ölçekli çatışmalarla süreklileşmektedir. Elbette içinde bulunduğumuz savaşı birçok perspektiften ele alıp değerlendirmek mümkün. Ancak ağırlık merkezini hegemonik rekabete dayanan yeni emperyal düzenlemeler oluşturduğundan, dünya sistemi ya da merkezi uygarlığa ilişkin yapılar üzerinden 3. Dünya Savaşını değerlendirmeye çalışacağız.

 

Hegemonik Rekabetin Ekonomik, Politik, Teorik Zemini

1980’lerle birlikte Teacher ve Reagan öncülüğünde “başka alternatif yok” denilerek dünyaya zorla dayatılan neoliberal ekonomi düzeni büyük bir krizi yaşıyor. Bunun kolay atlatılamayacak bir kriz olduğu, kapitalizmin artık sınırına ulaştığı ve dolayısıyla yeni bir genişleme evresine giremeyeceği paylaşılan ortak kanıdır. 1945’te 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra başlayan son uzun dalga, 1973 kriziyle daralma evresine girdi. Yapısal kriz uzun dalga sınırını çoktan aşmasına rağmen, öngörülen toparlanma sürecine hala girilemediği gibi, 2008 finans krizinde de görüldüğü gibi dip noktasına vardı. Sistemin kendini ekonomik olarak sürdürebilme kabiliyeti gittikçe azalmaktadır. Yapısal kriz, kapitalist ekonomiye içkin unsurlarla aşılamadığından, yeni emperyal yayılım çevreyi yeniden düzenleyen jeopolitik hedefler, birikim alanları üzerindeki hegemonyanın rekabeti ve en önemlisi de savaş gibi bir dizi dış unsur devreye sokulmaktadır. Bu noktada içinde bulunduğumuz süreci daha iyi anlamak için yapısal krizlerle daha yakından göz atmak yararlı olacaktır.

İnişli, çıkışlı kriz evreleri ya da Kondratyev çevrimler olarak tanımlanan uzun dalgaların ilki 1780-1847, İkinci dalga 1848-1896, Üçüncü dalga 1896-1945 ve şuan içinde bulunduğumuz son uzun dalga da 1945’den günümüze kadar gelen süreci kapsamaktadır. 50 ile 60 yıl arası bir süreci ifade eden bu uzun dalgaların ilk evresi ekonomide genişleme ve büyümenin sağlandığı, sermaye birikiminin yeni yatırım alanları ile büyüdüğü, artı-değerin artmasıyla kar oranlarının yükseldiği çıkış evresidir. Uzun dalgaların yükselme evrelerinin başlamasını sağlayan ekonomiye içkin yapıyı üretim sürecine dahil edilen yeni unsurlar olarak kavramak mümkün. İlk dört evrede üretim yapısına dahil edilen yeni araçlar hem sanayi kapitalizminin başlamasına hem de daralma evreleriyle kendini görünür kılan yapısal krizin aşılması ve yeni bir genişlemeye girmesine ön açıcı bir faktör oldu. Üretim yapısına dahil edilen buhar makinası (birinci dalga), çelik ve demiryolu (ikinci dalga), elektrik enerjisi (üçüncü dalga) ve son dalgadaki petrol, kimya otomotiv teknolojileri dünya ekonomisinin yeniden kurulumunun kritik aşamalarını ifade eder. Kapitalist modernitenin en temel özelliği olan kesintisiz sermaye birikimi, karakteri gereği yeni yatırım alanları oluşturmak ve sürekli artı-değer üretmek zorundadır. Aksi halde yapısal kriz aşılamayacağı gibi bu, kapitalist dünya ekonomisinin ve bu ekonomiye dayanan dünya sisteminin çöküşü anlamına gelecektir. Her uzun dalganın daralma evresinin başladığını haber veren yapısal krizler, haliyle sistem çapında yeni düzenlemeleri gündeme getirmekte. Ve bu süreçler tıpkı günümüzde de şahit olduğumuz gibi köklü alt üst oluşları beraberinde getirmektedir. Bunun en büyük sebebi elbette dünya sistemi ve devletler arası ilişkilerin düzenlenmesine ekonomik yapının oynadığı roldür. Kondratyev çevrimlerin merkez çevre ilişkilerin yeniden düzenlenmesinden, hegemonya-rekabete, sistem karşıtı güçlerin devrimci çıkışlarından savaşlara bir dizi mekanizmayı harekete geçiren özelliği inkar edilemez. Yükselme, ekonomik büyüme evrelerin artık-değer üzerinden yoğun bir hegemonya mücadelesi yürütülürken daralma evrelerinde bu rekabete savaşlar eşlik ederek yeni hegemonik geçişleri sağlar. Ayrıca son iki yüzyılda şahit olduğumuz bütün sistem karşıtı çıkışlar da çoğunlukla bu daralma evrelerinde gerçekleşmiştir. Birinci dalganın daralma evresinde (1815-1847) Waterloo Savaşında Napolyon’un yenilmesiyle İngiltere hegemonik üstünlüğünü ikinci defa kabul ettirmiş, Avrupa restorasyon sürecine girmiştir. Aynı dönemde 1830-1848 devrimleri bütün Avrupa’yı etkisi altına almıştır. İkinci dalganın duraklama döneminde ise (1873-1896) İngiliz hegemonyası 1873 yapısal kriziyle gerilerken Almanya ve ABD hegemonya iddiasıyla çevrim sürecine dahil oldular. Emperyalizm hız kazandı, dünya merkez ülkelerin paylaşımı üzerinden yeni bir sürece girdi. Emperyalist yayılma üç dalganın duraklama evresine (1914-45) 1. Dünya Savaşıyla girdi ve bu defa Ekim Devrimi ile sistem karşıtı güçler de bu sürece dahil oldu. Hegemonik rekabetin şiddeti 2. Dünya Savaşını tetiklerken savaş sonrasında sona eren İngiltere hegemonyasının boşluğunu ABD doldurdu. Fransa ve Almanya iddiasını kaybederken rekabet sürecine Sovyetler dahil oldu. Keynesyen ekonomi politikalarıyla yükselme evresine geçen dünya ekonomisi, 1973 yapısal kriziyle yeni bir duraklama evresine girdi ve hala gerçek anlamda çıkabilmiş değildi.

Şuan içinde bulunduğumuz son uzun dalga krizinin 3. Dünya Savaşına zemin olan başlı üç sebebini öne çıkarmak mümkün. Birinci, krizden yeni yükselişe geçmek için ABD öncülüğünde dünyaya dayatılan neoliberal ekonomik düzen ikincisi, reel sosyalizmin çöküşüyle yaşanan jeopolitik boşluğunu doldurma, üçüncüsü de ABD’nin dünyaya dayattığı tek kutuplu dünya ve yeni düzen girişimi bunun yeni mücadeleler için yarattığı zemin.

Kapitalizmin yaşadığı kriz 70’ler sonrası ivme kazanan finans sermayesi, 80’lerle birlikte neoliberal ekonomi politikaları ve 90’larla üretim sürecine dahil olan bilgi, bilişim, enformasyon ve yüksek teknolojiyle aşılmaya çalışsa da, bu faktörlerin reel ekonomide değer yaratma kabiliyeti olmadığı için öngörülen büyüme ve gelişme sağlanamadı. Paradan para kazanma olarak finans sermayi yatırıma dönüştürmek amacıyla sermayenin önündeki bütün sınırsal engeller kaldırıldı. Sosyal devlet yükümlülüklerine son verildi. Özelleştirmenin kapıları ardına kadar açıldı, işverenlere yönelik vergi politikası olabilecek en alt seviyelere çekildi. Bu neoliberal ekonomi politikaları kapitalizmin krizine yanıt olmadığı gibi, 2008 ABD de başlayan yeni bir krizle çöküşü iyice hızlandırdı. ABD’nin başını çektiği tek kutuplu dünya tasavvurunun zeminin olmadığı reel sosyalizmin çöküşüyle daha da belirginleşti. Ancak pürüzsüz bir mekanda hareket kabiliyetine sahip olduğunun yanılsamasına kapılan ABD, yeni dünya düzeni noktasında başlattığı girişim; soğuk savaş sonrası hegemonik rekabet yeniden gündeme getirirken buna yeni merkez çevre ilişkilerinin düzenlenmesi, halkların baharıyla sistem karşıtı bir duruşun yeniden doğuşu ve sonu gelmez çatışmalara dahil oldu. Tüm bu hususları hegemonya çevriminin yaşadığı sancılar olarak değerlendirmek mümkün.

 

Hegemon Rekabetin Jeopolitiği ve Karakteri

Elbette yukarıda belirttiğimiz hegemonya mücadelesinin ekonomik zemini yeni bir hegemonya geçişi için yeterli bir zemin değildir. Yapısal krizi yeni bir hegemonya hiyerarşisi yaratması, merkezlerin çevre alanlarını genişletmesi, yeni merkezlerin oluşumunun engellenmesi ve savaş gibi ideolojik, kültürel yayılma gibi kapitalist moderniteye içkin bir yapı ile birlikte gelişimine bağlıdır. Bu noktada ABD, Rusya ve Çin’in soğuk savaş sonrası giriştiği hegemonya mücadelesinin bir zemini de Avrasya ve Ortadoğu üzerinde yeniden biçimlendirilmeye çalışılan merkez çevre ilişkilerinin düzenlenişi olmaktadır. Barry Gills’in belirttiği gibi, “Bütün hegemonik geçişlerin temelinde merkez çevre ilişkilerindeki hiyerarşileri yeniden yapılandıran kesintisiz bir gelişme ve az gelişme süreci yatar.” [1]Eşitsiz iş bölümü olarak tanımlanan merkez çevre ilişkileri birikim alanlarını düzenlendiğinden hegemonyaya giden yolu açar. Ancak merkez çevre ilişkilerinin söz konusu düzenleniş yapısı gereği hegemonyayı zor ilişkileri sürecine dahil eder. Bu noktada siyasal ve askeri güç kullanımı ve merkezileşmesi, birikim alanlarının yeniden oluşumunu, dağıtımını gerçekleştiren faktördür. Ancak bunun tersi de geçerlidir. Yani Çin örneğinde gördüğümüz gibi birikim, ekonomik güç üzerinden sağlanan merkezileşme siyasal gücün artırımına yol açar ve bu güce sahip devleti hegemonik rekabet içerisinde yer almasını sağlar.

Bu noktada 3. Dünya Savaşına damgasını vuran ve ağırlık kazanan jeopolitik eğilimlere göz atarak konuyu ilerletebiliriz. Ortadoğu’yu da içine alan geniş Avrasya jeopolitiği ABD-Çin ve Rusya’nın çıkarlarının kesiştiği alan olmaktadır. Soğuk savaş sonrası önem kazanan bu jeopolitik alan üzerindeki mücadele, hegemonya geçişini sağlayacak temel bir faktördür. Dolayısıyla Sovyetlerin çözülüşü sonrası küresel güç iddiasında olan bütün güçler, jeopolitik hedeflerini ve rekabette bunların yönetimini bu alanlara kaydırdılar. Küresel güçlerin jeopolitik hedeflerinin bu alan üzerinden yeniden kurulumunun bir çok sebebini saymak mümkün. Birincisi; elbette yeni siyasal güç merkezileşmesine açık bir alan olmasıdır. Bunu açığa çıkaran tarihi olay Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Avrupa balkonlarından Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar olan bölgede yaşanan boşluktur. Sovyetlerden kopan devletler üzerinden gerçekleştirilecek güç birliği, hegemonyanın yeniden kurulumunda önemli bir faktör olarak görülmektedir. İkincisi; Ortadoğu ile birlikte zengin enerji kaynaklarına, rezervlere sahip bir coğrafya olmasıdır. Üçüncüsü; Neoliberal dönemle birlikte önem kazanan ekonomik canlılığı olmaktadır. Dünya nüfusunun en yoğunlaştığı alan olması itibariyle Avrasya, üretimin ve tüketimin yeni merkezi olarak öne çıktı. Avrasya’nın yeni birikim alanı olarak yükselişini sağlarken, birikim üzerinden yeni güç mücadelelerinin de ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.

ABD’nin Avrasya’daki jeopolitik önceliği Brzezinski’nin demokratik köprübaşı olarak tanımladığı Avrupayı arkasına alarak AB ve NATO’nun genişlemesi üzerinden sağlanacak yayılımdır. Bu yayılımın politik, askeri amacı Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte oluşan boşluğu doldurmak ve geniş bir coğrafyada ABD çıkarlarını garanti altına almaktır. Sovyet mirasına talip olan ABD’nin coğrafyada ki üstünlüğü Rusya’nın hegemonik güç olarak yeniden çıkışını engelleme işlevi görebileceği gibi, ekonomik olarak yükselen Çin ile rekabette de önemli bir mevzi kazanımı olarak ele alınmaktadır. Dünya toplam üretimindeki payı gittikçe artan ve birikimin yeni alanı olarak yükselen coğrafya, Çin gibi ABD’nin de iştahını kabartmaktadır. Dünya ekonomisindeki payı azalan ABD, bölge üzerindeki hâkimiyetle tekrardan eski gücüne kavuşması hedeflemektedir. Benzer bir yayılımı ve kuşatmayı hasmı olan Rusya’ya yaptığı gibi Pasifik’te arttırdığı varlığıyla Çin’e karşı da gerçekleştirmek istemektedir. Çin ile olan rekabetinin merkezine ekonomik mücadeleyi koyan ABD, Çin’in bölgesel bir güç olmanın ötesine geçmesine engellemek istemektedir. Hem Rusya hem Çin’in alanını daraltma üzerinden şekillenen bu hegemonik kurgu, elbette kolay gerçekleşecek bir durum değildir. Ortadoğu’dan Kafkaslara değin ulaşan istikrarsız kuşak, AB’nin güvenlik ve ekonomik çıkarlarını merkeze koyan ve keskin bir hegemonik rekabete girişmek yerine uluslararası esnek işbirliğini önceleyen tutumu, öte yandan ABD hegemonyasının karşısına Avrupa vizyonunla çıkması, Rusya’nın eski Çarlığın ve Sovyet özlemi, Çin’in ekonomik büyümesi, ABD jeopolitik hedeflerinin gerçekleşmesi önünde başlıca engeller olmaktadır.

Rusya açısından da benzer bir jeopolitika geçerlidir. Dağılan ve Sovyetlerden kopan eski cumhuriyetlerin bağımsızlığını tanımakla birlikte, Sovyet olmayan yeni birlik etrafında eski komünist bloğu etrafında toplamak ekonomik, siyasi, askeri işbirliğini geliştirmek, bu yeni küresel siyaset ve ekonomiye etki etmek isterken ABD ve NATO’nun da yayılım alanını daraltarak, Avrasya hâkimiyeti sağlamanın arayışındadır. ABD’nin tek kutuplu dünya nizamının karşısına Çin ile geliştirdiği ittifakla, çok kutuplu dünya yaklaşımını koyarak rekabette yer almak istemektedir. Bölgesel bir güç olmayı kabul etmeyen Rus jeopolitiği, haliyle ABD yayılım alanlarıyla kesişmektedir. Asya ve Kafkasya’ya hâkim olan Rusya, öte yandan Avrupa’nın doğuya doğru açılımını da Belarus-Ukrayna güvenlik kuşağıyla engellemek istemektedir.

Rusya şimdiye kadar attığı adımlarla hegemonya iddialarını ve jeopolitik çıkarlarına bağlı olduğunu fazlasıyla gösterdi. Gürcistan işgali, Kırım ilhakı, Suriye müdahalesi ve son Ukrayna Savaşı bu bağlılığın yansımaları olduğu aşikâr. Öte yandan ABD karşıtı Çin ittifakı, Hindistan, İran, Pakistan’ı içine alan alternatif ekonomik-politik iş birliği organizasyonları, rekabetin Rusya lehine gelişiminin önemli adımları oldu. Rusya hegemonya çevriminin ağırlık merkezine politik ve askeri gücü alarak savaşlarla zor aygıtının yetkin kullanımıyla yeni galibi tayin etmek isterken, Çin bu gücü arkasına alarak birikimin mekânsal kaymasını sağlayacak ekonomi hamleleriyle ABD’yi saf dışı bırakmak istemektedir. Bu noktada Çin jeopolitiği ekonomik önceliklere sahip. Bunun yoğunlaştığı hedef ve stratejileri kısaca özetleyecek olursak en batıdan, Kazakistan, Japonya’ya kadar olan coğrafya da hakimiyet ve Pasifik ülkeleri üzerindeki kontrolünü arttırarak denizlerde Çin egemenliğini sağlamak, Japonya ve G. Kore ile ABD’nin Çin karşıtı ittifakının alanını daraltmak. İkincisi, tarihin en büyük yatırımı olarak sunulan 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyasının önünü açan Marshall yardım programının katbekat aşan Kuşak Yol projesiyle tarihi ipek yolunu ticaretinin merkezi haline getirmektedir. Bunun çok kutuplu bir dünya uzamında gerçekleşebileceğini düşünen Çin, küresel dünya vizyonuna daha fazla ağırlık vermektedir. Bu üçüncü stratejik yaklaşım Çin’in tüm güçlerle ilişkilerini, işbirliğini düzenleyen bir faktör olduğu gibi ekonomik yayılımın önünü açan bir olgu olmaktadır.

Sovyetlerin dağılması sonrası son otuz yıllık hegemonya mücadelelerine güncel durumdan yola çıkarak, bir göz attığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. Rusya ve Çin hegemonik yükselişlerini sağlarken; on yıllarca süren savaşlarda yıpranan, dahası jeopolitik hedeflerinin altında kalan bir ABD gerçeği bulunmakta ve savaşı yeni boyutlara taşımak istemektedir. Irak ve Afganistan’da yenilen, Çin’in ekonomik gelişimini Rusya’nın askeri-politik yayılımına engel olamayan ve bir çok alanda da bu güçlerin gerisine düşen ABD’nin aksine; Rusya ve Çin hem özgün hedeflerinde mesafeler kaydettiler hem de geliştirdikleri ittifakla politik-ekonomik bir yayılımın merkezine geçtiler. Şuan tanık olduğumuz Ukrayna savaşı 3. Dünya Savaşının güç mücadelelerinin hem bir sonucu hem de savaşın artık yeni yaklaşımlar jeo stratejileri farklı bir boyuta evrilmesini yalın biçimiyle ortaya koymaktadır. Ukrayna savaşı öncesi Rusya ve Çin liderlerinin 4 Şubat 2022 tarihli ortak bildirgeleri, şimdiye kadar ki güç mücadelelerini bir sonuca bağlanırken, savaşın bundan sonraki aşamasına ve yürütülüş tarzına ilişkin de ciddi sinyaller vermektedir. Çin, Rusya ortak bildirgesinde öne çıkan hususlar açıkça ifade edilen bir ABD hegemonyası karşıtlığına dayanırken, Rusya ve Çin ittifakını tarihte eşi benzeri görülmemiş bir ittifak olarak sunulmaktadır. İki ülke yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasını talep etmektedir. Zira Rusya-Çin ittifakının Avrasya’daki ağırlığı yeni bir güç dengesi oluşturmaktadır. Çok kutuplu ve çok taraflı bir küresel uluslararası yönetimi benimsediklerini ilan ederlerken, ulusüstü küresel kurumların (BM, G20, DTÖ) reformdan geçirilmesini istemektedirler. Ayrıca iki güç yukarıda belirttiğimiz gibi, Rusya-Çin ittifakını bir istisna olarak öne sürmekte, eşsiz bir konum ve ayrıcalık olarak tanımlamakta. Ve “Büyük Avrasya Ortaklığı” üzerinden bu ittifakı somutlaştırmaktadırlar.

Bildirgenin ABD hegemonyasına karşıtlığı da, NATO’nun genişlemesine askeri hedeflerinin saldırgan içeriğine, ABD’nin “Asya-Pasifik barışını” tehdit eden bölgesel ittifaklar karşısındaki ortak tutum olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca ABD saldırganlığının araçları olarak ifade edilen ‘Turuncu devrimler’, yaptırımlar ve demokrasi, insan hakları retoriğine de karşıt bir söylem de uzlaşarak işbirliği ve dayanışmanın geliştirilmesin de iki güç ortaklaşmaktadır.

Sonuç olarak, küresel güçlerin sahip olduğu bu jeopolitik hedefler, merkez çevre yapısını ekonomik, politik ve askeri olarak yeniden düzenlerken, kaçınılmaz olarak merkez-merkez ilişkilerini hegemonik rekabet zemininde yeniden düzenlemekte, hegemonyalar arası hiyerarşiyi tekrardan oluşturmaktadır. Son yirmi yılın bütün savaşların sonu gelmez çekişme ve çatışmaların zemini olan bu yapısal duruma, özcesi hegemonya mücadelesinin yürütülüş tarzına ve karakterine daha yakından göz atmak yararlı olacaktır.

Bilindiği gibi hegemonya toplumsal artının (siyasal ve askeri güç kullanarak) ayrıcalık payına sahip olan merkez veya hiyerarşik olarak merkezler üstü bir konumu temsil eden devletleri tanımlar. Elbette hegemonyanın varlığı, rekabeti, çok eski bir tarihe kadar götürülebilir. Hegemonya çevrimleri üzerinden Sümerlerden ABD’ye kadar ki kesintisiz gelişiminden söz edilebilir. Çeşitli tarihsel süreçler hegemonik rekabetin aldığı biçimler, hegemonyanın karakteri farklılık taşımaktadır. Bu uzun bir tarihi anlatıyı gerektirdiğinden son 30 yıllık hegemonya ve rekabete odaklanmak daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.

Günümüzdeki hegemonya kurgulanışına ilişkin dile getirilecek önemli husus, rekabet üzerine kurulu sınıflar ve devletler arası düzende tek bir hegemon gücün varlığından söz edilemeyeceğidir. Belli alanlara hükmeden hegemon güçlerin varlığına tarih boyunca rastlamak mümkün. Hegemonyalar arası ilişkiyi tanımlayan ikili karakteri rekabet ve karşılıklı işbirliği olarak tanımlamak mümkün. Ancak rekabet ve iş birliği ilişkilerini daha geri tarihlere değin götürsek de son 30 yıllık süreçte, özcesi küresel dünya gerçekliğinde bunun bazı değişimler geçirdiği de aşikar. Hegemonyalar tarihte görülmedik biçimde halkalar halinde birbirine bağlanmış durumdadır. Ne rekabeti ne de işbirliğini 21. yüzyıl öncesi durumla tanımlamamızı sağlayan bir gerçeklik var karşımızda. Şimdiye kadar ki şahit olduğumuz hegemonyalar setinin, rekabet ve işbirliği esnek bir zeminden çok belli eksenlere göre biçim alan bir karaktere sahiptir. Örneğin; 1. ve 2. Dünya Savaşlarında ve soğuk savaş döneminde rastladığımız işbirliği, belli bir hegemonik kutbun başka bir hegemonya kutbuna karşı verilen rekabete dayanıyordu ve işbirliği bununla sınırlıydı. Aynı eksenle sınırlı bu işbirliğinin klasik biçimi kabaca itilaf devletleri, ittifak devletleri, mihver devletleri-müttefik devletleri, doğu ve batı bloku olarak şekilleniyordu. Bu zeminde karşıt pozisyonlarda yer alan hegemonik güçlerin ilişkileri sadece rekabetle sınırlıydı.

Dost düşman ayrımı karşı sınırlarla belirginleştiriliyordu. Sovyetlerin dağılışı ve tek bir birleşik dünya pazarının oluşması, devletler arası ilişkilerin yeniden düzenlenmesini getirdi ve bu (biçimde devam etse de) eksen ziyaretini ortadan kaldırdı. Kabaca barış içinde birlikte yaşama dönemi, devletler arası ilişki biçiminin niteliğinin belirlenmesinde başat bir faktör oldu. Ve bu zeminde ABD-Rusya rekabet halinde olmasına rağmen geniş kapsamlı bir iş birliğini de esas almaktadır. Aynı durumu Çin ve ABD ilişkilerinde, AB ve diğer merkezler arasındaki ilişkide de görmek mümkün. Bu durumun açığa çıkmasını sağlayan hususu sadece gerileyen ulus-devlet egemenliği ve ulusaşırı şirketlerin egemenliğine bağlamak yetersiz olur. Esnek ilişki zeminine geçiş sürecine Sovyetlerin dağılması sonrası, AGİT vizyonunda görmek mümkün. 1990 sonrası kurulan AGİT, soğuk savaştan çıkışın sinyallerini veren, “her devletin güvenliği ve çıkarı temelinde istediği güçle ittifak ve ilişki geliştirmesi” tarzı kararları küresel ittifak, politika, diplomasi, ekonomi ilişkilerin yeni biçimini belirledi. Rekabet halinde olan bütün merkezler farklı alanlarda kapsamlı ilişkilerde birbirine bağımlı hale geldiler. Örneğin; Çin, Batı ve ABD’nin rakibi olmakla birlikte, aynı zamanda ortaklaşmaktadırar. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Libya kararında görüldüğü gibi ortak operasyonlar gerçekleştirmektedirler. Rekabet alanlarında dahi bu ilişkilere rastlamak mümkün. Çatışma durumuna getirmeden hem Rusya hem ABD’nin Suriye’de birbirlerinin varlığını kabul etmesi de bu durumu ifade eder.

Elbette ilişkilerin bir de rekabet yönü vardır. Böylesi bir küresel uzamda işbirliğini ortadan kaldıran keskin bir rekabet pek mümkün olmadığından, rekabet ekonomik alandaki gelişme ve ABD’nin başlattığı uzun süreye yayılan 3. Dünya Savaşı zemininde gerçekleşmektedir. 3. Dünya Savaşı diğer savaşlardan ayıran en önemli özelliği jeopolitik hedefler doğrultusunda yürütülmesi, topyekün ve yıkıcı savaştan kaçınılması olmaktadır. Yeniden yeniden düzenlemeye elverişli çapı küçük, alanı geniş ve sürekli bir hal alarak devam eden savaş, yukarıda belirttiğimiz küresel hegemonik rekabet tarzının bir yansıması olmaktadır. Ortadoğu’da vekaletler üzerinden gerçekleştirilen savaşlar, devletlerin direk savaş içerisinde karşı karşıya gelmemeleri sadece nükleer savaş endişesinden kaynaklı bir durum değil, küreselciliğin yarattığı çok kutuplu dünya vizyonuyla ilgilidir. Devletler arası ilişki ve rekabet hiç olmadığı kadar serbest piyasa karakterine benzer bir zemin üzerinden gerçekleşmektedir. Özcesi her gücün kendi çıkarının temsiliyetine soyunduğu ancak, sistemin sürdürülmesinde hemfikir olup işbirliğini geliştirdiği bir politik alanın mevcudiyeti söz konusudur. Elbette Ukrayna müdahalesi ile başlayan yeni dönem bir dizi değişiklik yaratacaktır, bu öngörülebilir. Rekabetin keskinleştiği, şimdiden devletler arası savaşın başladığı bu yeni dönem, hegemonik rekabet ve işbirliğinin karakterini değiştirecektir. Çok kutuplu, küresel siyasetin pazarın olanaklarından fazlasıyla yararlanan Rusya-Çin’in aksine ABD soğuk savaş tarzı, kutuplaşmanın arttığı dost düşman ayrımının belirgin olduğu rekabet biçimine hakim olduğundan, hegemonik rekabeti eski formatta yürütmek istiyor. Aksi halde mevcut tarzda yürütülen savaşın bir hegemonya çevrimine yol açacağını şimdiden görmektedir. Ukrayna Savaşıyla Batı ve ABD’nin çift kutuplu dünya, soğuk savaş, güçlü NATO söylemleri, Rusya’ya yönelik yaptırımlar ve dünya ekonomisinden silerim tehditleri yeni dönemin şifrelerini, hegemonya mücadelelerinin yeni bir evreye girdiğinin sinyallerini ve 3. Dünya Savaşının yeni bir boyuta taşındığının açık işaretlerini sunmaktadır.

 

Üçüncü Dünya Savaşına Genel Bir Bakış

Şuan içinde bulunduğumuz 3. Dünya Savaşını anlamamızı kolaylaştıracak bir çerçeve sunarak, anlatıma başlamak daha yararlı olacaktır. Uzun süreye yaydırılmış, on yılları bulan bu kompleks savaşın birçok farklı aşamalardan geçtiği ve farklı biçimlerde yeniden yeniden kurgulandığı aşikar. Kabaca şuan içinde bulunduğumuz savaşın, her bir evresinin ortalama on yılı bulduğu dört çevrimden söz etmek mümkün. 3. Dünya Savaşına özgü bu çevrimler sadece zamansal bir ayrım değil, savaşın değişen karakterine, yürütülüş tarzına, dahil olan güçlerle farklı boyutlara taşınmasına gönderme yapan bir ayrım olarak ele alınabilir. Bu savaş çevrimini maddeler halinde ifade edecek olursak;

1)     Hazırlık evresi olarak formüle edebileceğimiz bu süreç 1991 Sovyetlerin dağılmasından, 20021 Afganistan işgaline kadarki on yıllık süreci kapsar. Hazırlık süreci olarak tanımlamamızın sebebi dağılan dengeler sonrası yeni bir dünya düzeninin yaratılması noktasında arayışların olduğu bir süreci ifade etmesinden ötürüdür. Tarihin sonu, medeniyetler savaşı gibi metinler, Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi gibi tasarımlar bu evrenin karakterini belirleyen hususlardır. Yeni iş birliği kuruluşları NATO ve AB’nin yeni vizyon arayışın sonucu olarak bu evrede şekillendi.

2)     Başlangıç evreleri; sembolik olarak 11 Eylül İkiz Kulelere saldırıdan, esas olarak da Afganistan işgalinden 2010 halkların baharı olarak adlandırdığımız sürece kadar olan dönemi kapsamaktadır. ABD’nin tek yanlı saldırı ve savaşının olduğu bu dönem, 2010 sonrası dönemin bir nevi hazırlayıcısı oldu. Ortadoğu’da yeni ulus-devlet kurgusunun planlandığı bu evrede, hesapların tutmaması üzerine sürece demokrasi ve özgürlük talepleriyle halklar dahil oldu. Ve Rusya’nın tekrardan küresel bir güç olma vizyonuyla toparlamaya girmesi oldu.

3)     Derinleşme evresi; 2010 da başlayan halkların başkaldırıdan 2022 Ukrayna savaşına kadar süren bu evre, savaşın bütün Ortadoğu’ya yayıldığı, statükonun parçalanmayla yüz yüze geldiği, devletlerin yıkılıp yeniden kurulmaya çalışıldığı, on yılları bulan iç savaşların yaşandığı bir süreci kapsamaktadır. Devrim ve karşı devrimin birbirini takip ettiği bu evrede, bölgesel ve küresel hegemonya arayışı olan bütün güçler vekaletler üzerinden sahaya indiler. Hegemonik rekabet savaşa derinlik kazandırırken, sonu gelmez çatışmalarla Ortadoğu savaşın merkezi haline geldi. Hegemonik rekabette geriye düşen ABD, Irak ve Afganistan’dan “çekilmek” zorunda kaldı. Rusya ve İran nüfus alanlarını genişletti ve bu durum Ukrayna müdahaleleriyle savaşın yeni bir boyuta evrilmesini beraberinde getirdi.

4)     Yayılma evresi; Ukrayna savaşıyla 3. Dünya Savaşının artık yeni bir evreye girdiği belirtilebilinir. Savaş mekânsal bir kayma yaşadı. Vekaletler değil devletlerin sahip olduğu kapsamının genişlediği ve dozunun artıp şiddetlendiği bu yeni evre, savaşın bundan sonrası için önemli ipuçlarını da içermektedir. Bu yeni sürecin karakterini ve bundan sonraki seyrini Rusya ve Çin’in kış olimpiyatları sırasında yayınladıkları ortak bildirge üzerinden okumak mümkün. NATO etrafında yeniden şekillenen Batı Bloku, Rusya ve Çin’in çekirdeğini oluşturduğu Avrasya ortaklığı, ağırlık merkezlerinin bunlar olduğu çift kutuplu dünya sürecine girdiği daha açık ifade edilmektedir. Ulus-devletlerin daha çok güçleneceği, hegemonya mücadelelerinin daha çok keskinleşeceği öngörülebilir. Henüz oluşum aşamasında olan bu çevrimde ittifaklar jeopolitik hedefler ve mücadele biçimleri yeniden gözden geçirilecek ve savaş Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Pasifiklere kadar yayılacaktır. Bunun nasıl olacağına dair bir şeyler dile getirmek için henüz erken ancak, dengelerin değişeceği ve yeni güç dağılımlarının yaşanacağı öngörülebilinir.

“Tarihin sonunun” ilanından sonra ABD’nin tek kutuplu dünya tasavvurunun gerçekçi olmadığı, dünyanın üzerine kurulu olduğu sisteme tezatlık içerdiği daha net ortaya çıkmış durumdadır. Yanılsamanın özünü 70 yıl kendisiyle uğraştıran komünist bloğun dağılması oluşturuyordu. Tarihin sonu ilanının propagandatif olmanın ötesinde bir anlam taşımadığı kısa sürede açığa çıktı. Zira ABD’nin önünde pürüzsüz bir dünyanın kapıları açılmak bir yana kapitalist modernitenin yapısal krizi, sistem sorunları yeni sürecin oluşturduğu boşluk daha açık hissedilir oldu. Medeniyetler çatışması üzerinden gündeme taşınan arayışların küresel dünya gerçekliği karşısında dar bir ufuk olduğu kısa sürede görüldü. Açıkça yeni dünya ABD hegemonyasının onaylanması ve gelişmesinin değil, tıpkı Sovyetlerde olduğu gibi dağılışın sinyallerini veriyordu. Dolayısıyla ABD’nin tek kutuplu dünya ve kutbun lideri olma hevesi, her şeyden önce yeni bir dünya kurgusunu gerekli kılıyordu. Başlıca sebeplerini sıralayacak olursak; Batı bloğunu aidiyet hissinin zayıflaması, ABD liderliğine duyulan ihtiyacın zayıflaması, geniş bir coğrafyada yaşanan istikrarsızlık ve sisteme dahil olma sorunları, ABD jeopolitiğine duyulan karşıtlık, dünya toplam üretiminde azalan ABD payı, ekonomik olarak büyüyen Çin gerçeği ve birikim alanında bir kaymaya doğru gidilmesi, yeni kurguyu dayatan başlıca etkenler olmaktadır. Yeni dünyanın ABD öncülüğünde inşasının ekonomik hedeflerle mi yoksa politik, askeri stratejilerle mi olacağı temel bir handikap olarak öne çıktı. 80’li yıllarla birlikte dayatılan neoliberal dünyanın muğlaklığı ancak bir savaşla giderilebilirdi. Ve ABD’nin tercihi de bu yönlü oldu. Sonuçta Avrasya yayılmacılığı, zengin enerji kaynaklarının kontrolü, sisteme başkaldıran ‘asi’ devletlerin yıkılıp yeniden kurulması üzerine Ortadoğu dizaynı, yaygınlık kazanan, bilgi, bilişim enformasyon ağının kontrol altına alınarak yeni hegemonya biçimlerinin oluşturulması, Batı kültürünün ve demokrasi, insan hakları retoriğinin tekrardan dolaşıma konulmasıyla ideolojik liderlik gibi bir dizi hedefle ABD hegemonyası, 21. yüzyılda da sürdürmek için 3. Dünya Savaşının fitilini ateşledi. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesinin yegane yolu; ABD kontrolünde sürdürülen ve uzun süreye yaydırılan kontrollü bir savaştı. Halkların baharı, savaşa yeni hegemon güçlerin dahli, direnişler gibi daha çoğaltabileceğimiz farklı sebepler, ABD’nin kontrollü savaşını rayından çıkardı. ABD’nin başarısızlığı ve kontrolünü kaybetmesinin sembolik ifadesi, Taliban egemenliğine son vermek için işgal ettiği Afganistan’dan iktidarı tekrardan Talibana devrederek çıkması oldu. Ne Irak’a ne Afganistan’a demokrasi geldi, tersine DAİŞ gibi yapıların geniş bir alana yayılan ve yılları bulan hakimiyeti gelişti.

ABD müdahalesinin tek yanlı şiddeti ve Ortadoğu ile kültürel doku uyuşmazlığı, savaşın içinden çıkılamaz bir hale dönüşmesinden başka bir sonuç yaratmadı. Trilyonlarca dolar maddi kayıp, binlerce can kaybı, milyonlarca insanı içine alan göç hareketliliği, istikrarsızlık, onlarca yılı bulan iç savaşlar ve savaşın yarattığı felaketler oldu. Daha savaşın ilk on yılı dolmadan ABD açısından yeni bir Vietnam sendromu başladı. 2007 yılından itibaren bölgeye binlerce yeni asker sevk edilmesine rağmen gittikçe zayıflayan bir kontrol sorunu baş gösterdi.

ABD açısından yaşanacak yenilginin sinyalleri daha o zaman verilmeye başlandı. ABD’nin patinaj yaparak tarihi tekerrür ettiği bu ortamda, AB ekonomik önceliklerini merkeze alarak kendi gündemiyle uğraşırken, Çin neoliberal ekonomik düzeni büyük bir kabiliyetle araçsallaştırılıp ekonomik gücünü büyüttü. Rusya eski Sovyet cumhuriyetleri üzerindeki hakimiyetini tekrardan geliştirmeye başladı ve 2008’de Gürcistan’ın NATO üyeliği gündeme geldiğinde savaş açarak ABD nizamına karşı rekabetin fitilini ateşledi. ABD açıkça dile getirmek gerekirse, Ortadoğu stratejisinin kurbanı oldu. Ortadoğu’da belki yapıları ve devletleri yıkma kabiliyeti olduğu açıktı ancak, yapıcı ve kurucu özelliği oldukça zayıftı. Zira ABD ile çelişkisinin kökenlerini kültürel yapı oluşturuyordu ve bu yeni dizaynın önünde engelleyici bir faktör olduğu gibi elverişli bir aparat olmaktan da çıktı. Afganistan ve Irak müdahaleleri ile başlayan savaş, ABD açısından tam bir çıkmaz durumu ifade eden, bu ilk on yılının sonunda Ortadoğu’nun kaderini halklar lehine tayin edecek yeni bir güç ortaya çıktı. 2010’da Tunus’ta başlayıp bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan halkların başkaldırısı haliyle savaşı yeni bir evreye taşıdı. Halkların başkaldırıyla gerçekleştirdiği bu müdahalelerin anlamı açıktı; hegemonya tesisi için başlayan savaşı bir moderniteler savaşına çevirmek. Savaşın artık toplumlara vereceği bir şeyinin olmadığı görüldü ve Ortadoğu halkları daha özgür bir Ortadoğu için inisiyatif geliştirdi. Kimsenin öngörmediği bu durumun gelişimi onlarca yılı bulan iktidarların, rejimlerin dağılmasına ve diktatörlerin bir bir yıkılmasıyla sonuçlandı. Bir kez daha savaş çevrimine devrimler dahil oldu. Ancak bu defa çok kısa sürüp sonuçsuz kaldı. Devrimin yüz yıllık statükoyu parçalayıcı öngörüldüğü anda; kapitalist modernite bileşenleri başkaldırıyı yozlaştırmaya ve müdahalelerle kontrol altına almaya girişti. Tüm sistem güçleri bir yandan halkların baharı karşısında ortak bir tutum sergileyip birleşirken, öte yandan ortaya çıkan kaotik ortamı hegemonik rekabetin nesnesi haline getirmeye ve devrimi kullanmaya çalıştılar. Türkiye, İran, körfez ülkeleri gibi bölgesel ve Rusya, ABD gibi küresel güçler yeniden pozisyon alıp sahaya çıktılar. İsyan enerjisi hızla İhvani Müslim, DAİŞ gibi örgütlere kaydırıldı ve bunlar gibi yüzlerce örgüt üzerinden vekalet savaşı başladı. İsyanların var olan yapılar dışında bir çıkışın olması ve halklar lehine bir tutuma sahip olması elbette önemliydi. Ancak alternatifsiz ve öncülükten yoksunluk hızla sisteme dahil olmasını doğurdu. Bu zemin üzerinde yeni paylaşımlar savaşı şiddetlendi.

Bütün Ortadoğu; Libya’ya ve Mısır’a, Yemen’e, Suriye’den Irak’a kadar yayılan iç savaşta güçlerin pozisyon ve müdahalelerine bağlı olarak dengeler sürekli değişti. Mısır’da devrilen Mübarek’in yerine, Türkiye ve Katar’ın desteklediği Müslüman Kardeşler geldi, ancak körfez ülkeleri ve ABD’nin müdahaleleriyle Mursi devrilip yerine Sisi getirildi. ÖSO üzerinden gerçekleştirilen müdahale ile Esad rejimi devrilmenin eşiğine geldi. Ancak Rusya’nın müdahaleleri, İran destekli Şii sorunları ve Hizbullah’ın savaşa dahliyle Esad iktidarını korudu. Güç mücadelelerinin şiddetlenmesi, yaşanan boşluk DAİŞ gibi örgütlerin geniş bir alana yayılımını doğurdu. DAİŞ’e karşı mücadele koalisyonu ile ABD savaşa dahil olsa da, DAİŞ’in yenilgi sonrası Esad rejimini ve Rusya’nın Suriye’de ki varlığını kabul etmek zorunda kaldı. Türkiye, ÖSO üzerinden gerçekleştiremediği projelerini güvenlik kaygılarını öne sürerek ve bizzat Suriye’ye girerek uygulamaya girişti. Kısmi bir varlığı halen sürse de etkinliğini tümden yitirmiş durumdadır. 10 yıllık savaşta mağlupları tarafında yer aldılar. Irak ve Afganistan’da ABD varlığı son buldu ve körfez ülkeleri dışında neredeyse hiçbir nüfuz alanı kalmadı. Ancak Rusya, Suriye’deki varlığını kalıcılaştırmanın yanısıra destekçisi olduğu İran üzerinden de geniş bir alanda siyaset yapmanın olanaklarına kavuştu. Nüfus alanını, en çok geliştiren güç İran oldu. Irak’tan Suriye’ye, Lübnan’dan Yemen’e askeri, politik, ekonomik ve stratejik açıdan elverişli bir Şii kuşak oluşturdu. Hasımları olan körfez ülkelerini çevreledi. Elbette oluşan bu güç dengesi ve ağırlık merkezleri savaşın sonlandığı anlamına gelmiyor. Amiyane tabirle kartlar yeniden dağılıyor ve savaş yeni bir evreye giriyor.

Ortadoğu da etkinliği körfez ülkeleri ile sınırlı kalan ABD’nin Afganistan’dan çıkması yeni arayışların habercisiydi. Ortadoğu’da hegemonik rekabette yaşadığı gerilemeyi; Avrasyacı politikalara hız vererek gidermenin arayışına başladı. Bu yeni süreçte savaşın girdiği yeni çevrimin ilk temsilcisi, hali hazırda devam eden Ukrayna savaşı olmaktadır.

Savaşın bu yeni evresi geleceğe dair önemli ipuçları taşıyor. Önemli birtakım gelişmeler şimdiden tartışılmakta öngörülmektedir. 3. Dünya Savaşı boyunca AB tarafından yalnız bırakılan ABD’nin yeni evrede, Rusya ve Çin’i düşmanlaştırarak AB’yi tekrardan NATO etrafında toplamaya çalışmaktadır. Şimdiden ortak bir tutumun emarelerine rastlandığı söylenebilir. ABD ile ortak bir söylemin geliştirilmesi, ağır yaptırımlarla saf tutulması ABD’nin yaratmak istediği kutuplaşmanın yansımaları olmaktadır. Tek başına Rusya ve Çin’in karşısında duramayacağını acı tecrübelerle anlayan ABD, gerilimi tırmandırmak, Batıyı arkasına alacak rekabeti keskinleştirmekten başka şansı yok. 4 Şubat Rusya-Çin ortak bildirgesi ABD hegemonyasına açık bir meydan okuma olduğu gibi, mevcut güç dağılımından yola çıkarak, bu hegemonyanın sonunu ilan edilmesi anlamını da taşıyordu. Tekrar soğuk savaş döneminin hegemonik rekabet tarzını dolaşıma koymak isteyen ABD, karşısında ideolojik olarak düşmanlaştırabileceği bir komünist blok yok. Aynı sistemin, ekonomik düzenin artı-değerden ayrıcalıklı bir pay isteyen yeni kapitalist merkezleri var. Ekonomik olarak güçlü Çin ve politik-askeri olarak kafa tutmaktan çekinmeyen Rusya ittifakı, daha geniş anlamda Avrasya birliği, bu rekabetten geri düşmeyeceği söylenebilir. Birbirine kapalı ve belki alanlarda mücadele eden iki bloğun, ağırlık merkezinin hızla oluşmakta olduğu söylenebilir. Elbette bu da çözümü zor bir dizi sorunu doğuracaktır. Bu kadar iç içe geçmiş devletler arası düzende keskin tarzda yürütülecek rekabette her güç etkilenecektir. Ulusüstü küresel kurumların zayıflayacağı, ulus-devletlerin güçleneceği öngörülebilir. Cepheleşmeler, rekabette bir dizi yeniliği getirecektir. Devletler arası savaş, ekonomik sabotajlar, savaşın daha geniş bir alana yaydırılması ve eksen siyaseti, yeni dönemin parametreleri olarak öne çıkarken, şimdiye kadar dillendirme cesareti gösterilmeyen nükleer savaş ve caydırıcılık da bu yeni dönemin rekabet tarzına dahil olacağa benziyor. Elbette bir şey söylemek için henüz erken, oluşan ve hareket halinde bir sürecin henüz başındayız. Ancak köklü değişimlere gebe olduğu da inkar edilemez.

 

 

[1]     Dünya Sistemi, Andre Gunder Frank, Barry Gills,sy248

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.