Düşünce ve Kuram Dergisi

Türkçüler-Kurtçular-Demirciler

Osman Özarslan

Türkçüler 

İttifak-ı Hamiyet Cemiyeti (1865) ile başlayan, Fransız Devrimi’nin 100. yılı vesilesiyle 1889’da Askeri tıbbiye okulunda, İttihat ve Terakki’ye evrilen Osmanlı Jön Türk akımı, II. Meşrutiyeti takiben 1913’teki Bab-ı Ali baskınıyla birlikte giderek homojenleşti ve anasır ya da ümmet gibi heterojen ‘gömlekler’ çıkarılarak, günümüzün ‘beton cumhuriyeti’nin harcı  millet/milliyet formunda karılmaya başlandı (Zürcher, 1995; Ahmed, 2014; Temo, 2013).

İttihatçılık içerisindeki çok kültürcü, liberal, İslami-feminist, sosyalist eğilimler bir vesile tasfiye edilip, Türkçülük, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyen paşaların elinde asıl siyasi doktrin olarak kalınca, tıpkı günümüz rabiasına benzer bir şekilde, dilde Türkleşme, dinde Türkleşme, iktisatta Türkleşme ve siyasette Türkleşme gibi tekçi-Türkçü akım güçlendi. Hal böyle olunca, gene günümüzde herkesin birbirini FETÖ’cü olmakla suçlamasına benzer bir  şekilde, İttihat Terakki, Bab-ı Ali, Saray ve Ordu bürokrasisinin tepesindekiler birbirlerini  Türk olmamakla ya da soyağacındaki Türk olmayanlardan dolayı ‘safkan’ olmamakla suçlamaya başladılar (Çalen, 2020)… Ki bu işlerin sonu, Cumhuriyetin, öjenizme (Mazhar Osman, 1935) battığı dönemlerde, Mimar Sinan’ın kafatasının mezarından çıkarılıp ölçülmesine ve sonra da (nedense) kaybedilmesine kadar vardı (Mülayim, 2018).

Mehmet Ziya, Ziya Gökalp, Babanzade Rıfat, Süleyman Nazif, Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Ağaoğlu Ahmed vs. birbirlerini, siyasi muarızlarını, bürokrasideki ve Bab-ı Ali’deki hasımlarını mütemadiyen Kürt, Arnavut ve Macar olmakla vb. suçladılar. Elbette bu iddiaları ispatlayacak, doğum yerleri, akrabalık ilişkileri, dünürler, soyağaçları bulundu, ifşa edildi (Çalen, 2020)… İkinci Meşrutiyet’in işte bu kavga kıyamet günlerinde Süleyman Nazif, durumu açıklamak için şöyle bir veciz söyledi: “(Ci, cı, cü, cı), Türkçede  meslek edatlarıdır. Kahveci, arabacı, kömürcü, sabuncu gibi… Nasıl, Kahveci kahve, arabacı  araba, kömürcü kömür, sabuncu da sabun demek değilse, Türkçülerin de çoğu Türk değildir.”

Öte yandan, bu yıllarda yapılan tartışma her ne kadar bir Türkçülük/milliyetçilik tartışması olsa da, İkinci Meşrutiyet sonrası Osmanlı münevverlerinin yaptığı bir tartışma olarak, kültürel bir bağlamda ilerliyordu, ki sonradan Mustafa Kemal’in “fikrimizin babası” diyeceği, Ziya Gökalp bu yıllarda, milleti, kültür/hars gibi mefkureler üzerinden tanımlayıp milletin kuturunu büyütmeye çalışıyordu.

1930’larda ise Türkçülük tartışmaları, dünyada esen ve biyolojik-tıbbi/öjenist faşizmden beslenen akımlardan ziyadesiyle etkilendi. Zaten 1927’de Mustafa Kemal’in kendi tek adamlığını kurması ve 1925-30 arası yoğun bir şekilde süren Kürt isyanları, rejimi, yalnızca Kürtlere karşı değil, Kürtçülük siyasetiyle yakın ilişkisi olan İslamcılık siyasetine ve çok uluslu bir yapı olan Osmanlı kültür/tarihine karşı da hassaslaştırmıştı. Avrupa’da Hitler Nazizm’i Alman ırkının mayasını Alman kırsalının romantik döneminde, İtalyan faşistleri de keza Latin ırkının ervah-ı ezelini Etrüsklerde araştırıyordu. Türkiye’de Reha Oğuz Türkkan,  Nihal Atsız gibi ırkçıların başını çektiği, milleti kültür değil, kan ve soy nesebiyle arayan çevre, yalnızca İslam kültürüne batmış olan Osmanlı’yı değil, Fars kültürüyle iç içe olan Selçukluları, yerleşik hayata ve mani dinine geçip, Göktürk yazıtlarını dikte ettiren Bilge Tonyukuk’un sözünü dinlemeyen Uygurları, diğer kavimlerle ilişkiye geçen Türk boylarını hatta, Çin sarayından cariye, aşçı, uşak getiren Türk komutanlarının da üzerlerini kalınca çizdiler.

Atsız ve arkadaşlarına göre, Türk’ün mayası, tıpkı Göktürk yazıtlarında dendiği gibi Ötüken ormanındaki primitif ve savaşçı yaşamdı.  Bu yüzden, 1930-40’ların primordialist, öjenik çevresi, 1930 ile M.S. 5. Yüzyıl arasındaki yaklaşık 14 Yüzyıllık dönemi hiç yaşanmamış sayıp tarihi, Göktürk yazıtlarının dikildiği zamandan, Türklerin Ön Asya’da Çinlilerle savaştığı döneme sabitlemeye çalıştılar (Atsız, 1950).  Türkçülüğün mayasını, bu dönemin kültürü, dini inanışları, sosyal hayatı, ritüelleri, sembolleri, kelimeleri üzerine inşaa etmeye çalıştılar (Atsız, 1950).  Öte yandan, erken dönem Türkçüler nasıl devşirme insanlardıysa, erken Türkçülüğün kavramları, sembolleri ve kelimeleri de aslında Orta Asya Türkünü ve kültürünü dışarıda bırakacak şekilde devşirilmiş, kavramsal dünya kolonizasyona tabii tutulduktan sonra 1930’ların mental dünyasına uygun ve o dönemin Türkçülüğünün ideolojik argümantasyonu için gerekli olan teçhizat ve mühimmatla yeniden doldurulmuştu.  Türklüğün bu dolduruşa getirilme süreci tahmin edileceği üzere, tarihsel bir ayıklamayla bizzat tarihsel Türk’ün dışarıda bırakıldığı bir inşa süreciydi.

 

Kurtçular 

19-20. Yüzyıllardaki pek çok milliyetçi akım gibi Türkçülük de kendisini aşkın bir zamanda, ervah-ı ezelde mayalamaya çalıştı. Bunun için de gene diğer milliyetçilik akımlarında olduğu gibi, Türkçülük için de bu aşkın zamanla ya da Hobbes’in deyişiyle “doğa durumundan yerleşiğe geçişe eşlik eden ulusun kurucu mitinde, ulusun öksüz çocuklarına (genellikle) -süt- annelik ya da doğurgan kadınlık etmiş olan bir hayvan vardır.” Türklerin ön Asya dönemi ile Anadolu’nun senkretik İslami arasındaki döneminde, kurucu hayvan figürlerine sıklıkla rastlanır.  Ki başka türlüsü de zaten pek düşünülemez. Diğer animist, panteist konar göçer kabileler gibi Türkler de doğa merkezli bir kozmolojiye sahipti. İsmine büyük bir başlıkla Şamanizm denilen bu çoklu inanışlar, ritüeller ve tabular sisteminin altında kut-ata, kutsal-dağ/ağaç gibi animizmin pek çok formu mevcuttu (Bozkurt, 1999).

Latin kültüründe “axis mundi” (yaşam ağacı ya da göğün direği) denilen şey Ön Asya’dan Anadolu’ya kadar dünyanın direği olarak gelmişti ve kutsal dağların ya da (kayın, ardıç, sedir gibi) ulu ağaçların, göğün insanların üzerine çökmesini engellediğine inanılıyor, gene şaman ayinlerinde, kutsal alanlarda ya da kutsal ağaçların altında, göğe yükselmek için beyaz atlar kurban ediliyor ve şaman kendi sembolik aleminde önce yerin dibine iniyor, kayın ağacının köklerine varıyor, oradan da kötü ruhlarla savaşarak, kozmolojiyi kuran ve insanları koruyan ülgen’in yanına varmaya çalışıyordu (Ögel, 2020; Çoruhlu 2020).

Benzer ayinler, kutsal dağlar için de düzenleniyordu. Ya da bazen hem axis mundi olan ağaç hem de kutsal dağ aynı mekanda olabiliyordu. Kut-atalar yalnızca dağlar, ağaçlar, derelerle de sınırlı değildi, pek çok başka hayvan, aynı zamanda hem Türk kavimlerinin kült tabusu hem de kut-atasıydı (Ögel, 2020; Çoruhlu 2020). Örneğin, kartallar, şahinler ve dağ keçileri gibi evcil hayvanlar… Toynaklarının kayalara sürtmesiyle yıldırımları çağırdığına inanılan ve çakmak taşlı kayalardan geçerken, ayaklarına keçe bağlanan koyun sürüleri (Boratav, 2013).

Kafkaslara geldikçe, kutsallar listesine yeni hayvanlar eklendi. Bunların arasında geyik ya da marallar, Türkmen-Alevi senkretizmi içerisinde kutsallığını oldukça uzun süre korudu ve pek çok tahtacı köyünde, Alevi memleketinde geyikler, ceylanlar kutsal sayılır, merkeb-i evliya olarak ya da bizzat evliyanın kendisi olarak görülür, ki Abdal Musa’nın ceylan donunda yaralandığı kıssa, bu inanışı diri tutan en canlı anlatılardan birisidir hala.

Dolayısıyla Türkler arasında Türk kavimlerinin türeyişine ilişkin değişik coğrafyalarda ve tarihlerde, değişik kurucu ataların mitleri anlatılmıştır. Hatta 10.Yüzyılda, Hazar Türklerine İslamiyet’i tebliğ etmeye giden İbn-i Fadlan’a göre, Başkırt bölgesinde, insanlar fallus’a tapmakta, ağaçtan yaptıkları fallik nesneleri, yaratıcı/kutsal olarak yanlarında taşımaktadırlar.

Peki, nasıl ya da neden, 1930’larda Türk mitolojisi içerisinde, kut-ata ya da doğa durumundan medeniyete geçerken aracılık eden nesne, dağ, ağaç ya da hayvanlardan yalnızca birisi, yani kurt Türk milliyetçiliğinin sembolü olarak belirlendi? Daha da önemlisi örneğin, ceylanlar, kayın ağaçları, kutsal dağlar/dereler neden elimine edildi?

Bu sorunun yanıtı elbette zor değil, her milliyetçilikte eser miktarda militarizm olur ama Türk milliyetçiliği zaten İttihat ve Terakki mirası ve Almanya-İtalya-İspanya’dan esen faşizan rüzgarlarla hepten ajite olmuştu. O bakımdan, kurucu mitler içerisinde, kurt-ata miti, kurdun tek tabancalığı, evcilleştirilemeyişi, özellikle Nihal Atsız gibi primordialist, soy-kan ırkçılığı yapan, saldırgan bir yazar için uygundu; dahası, kurdun talancılığı, yerleşik hayata düşmanlığı, Ermeni tehciri, Rum mübadelesi, Şeyh Sait ve Ağrı isyanları, Trakya olayları  gibi erken Türkiye tarihinin henüz küllenmemiş hatıraları içerisinde de Türk milliyetçilerine ilham veriyordu.  1930’ların sonunda pek çok Türkçü/ırkçı yayın organı çıkartıldı. Bunların hepsi bahsettiğimiz minvalde, Orta Asya Türklüğünü, paramiliter bir seyr-ü sefer etrafında tasnif etmeye dönük yayınlardı; düşman kavimler, muhannet komşular vb… Kurt sembolizmi yayınlarda sıkça kullanılmakla birlikte Reha Oğuz Türkkan’ın çıkarttığı Türkçü dergilerden ilkinin ismi “Ergenekon”, ikincisi “Bozkurt”, üçüncüsü ise “GökBörü” (yani öz Türkçe Bozkurt) idi.

 

Demirciler

Türkçüler, erken dönemde yalnızca kut-ataları değil, kurucu mitleri de, elimine etmiş görünüyorlar. Çünkü bozkurttun alamet-i farikası olan Ergenekon exodus’u [huruc ya da çıkış], ya da demir eritme hikayesi, Hindistan’dan antik Yunan’a kadar pek çok medeniyetin mitolojisinde şu ya da bu biçimde yer almış görünüyor. Daha doğrusu demir, demiri işleme, demiri kullanma ve demircilik, tarihin en eski dönemlerinden beri kutsallık halesiyle kaplı. Bunun böyle olmasının sebebi, ilk demirlerin metalürjik değil, meteorit olması (Eliade, 2003).  Gökten düşen meteorit demirin, bir şekilde işlendikten sonra, ona sahip olana askeri ve tarımsal olarak büyük ayrıcalıklar getirdiği muhakkak. Bu yüzden Sümerlerde demir anlamına gelen sözcük an-bar (gök+ateş) bileşik bir kelime. Gene, antik dönemlerde meteorit demire sahip olduğu bilinen delphi (Latince vajina), oraya demirin düşmesinden kaynaklı olarak, gök ile yerin birleşim yeri olarak görülüyor. Türkçeye Orta Asya lehçelerinden gelmiş olan dem/damla(ma) etimolojik olarak t/dem(ir) ile yakın bir akrabalık içerisinde. Çünkü tıpkı yağmur gibi demirin de tanrı istedikçe gökten yağdığına inanılıyordu (Eliade)…

Bir şekilde demir cevheri keşfedilip işlenmeye başlandığında yani demir çağı başladığında ise, demir kutsallığını korumaya devam etti ve bu sefer de demirci ocakları ya da demir örsü yaratımın kökeni olarak görülen vajina/kadın ile eş anlamlı kullanılmaya başlandı, dahası günümüzde kullandığımız evren kelimesi, demirci ocağı demek olan evrenos kelimesi, dünyanın kuruluşuna ilişkin demirci ocağının kökenselliğini çağrıştıracak şekilde neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı (Eliade).

Sonuç olarak, önce meteorit sonra metalürjik olarak demirin insanlığın ilk çağlarındaki önemi arttıkça, din, mitoloji, etimoloji ve kültürel yaşamda ağırlığı giderek arttı. Metalürjinin gelişmesiyle birlikte, mitoloji ve metalürjinin senkretik bir bileşimi olan simyacılık da gelişti (Eliade).  Demir, gökyüzü, göksel güçler, simya ve dünyevi iktidar arasındaki ilişki giderek komplike hale geldi. Önce Sanskritçe sonra Hintçede, Asuman hem Asen hem gökyüzü hem de gökten gelen, ateş getiren… gibi anlamlara karşılık geldi (Eliade, 2003).  Asuman kelimesinin, Arapçaya dönüşürken Osman haline geldiği biliniyor, aynı şekilde gökyüzü, gökten ateş getiren Asen’in, Türklerin Ergenekon’undaki dişi kurt, Gök-Börü Asena’ya evrilmiş olması muhtemel.

 

Sonuç  

En başa dönersek; kömürcülerin kömür olmadığı gibi Türkçülerin de Türk olmadığı bir vakıa, dahası Türk’ü emzirip Ergenekon’dan çıkaran, demir dağlarını eriten kurt da meğerse etimolojik ve mitolojik olarak takip edildiğinde, Sanskrit ve Hint nesebine bağlanıyor. Gerçeklik dünyasında zaten imkansız olan bir soy kütüğü hikayesini, mitolojik fanteziler dünyasında da ARİ bir yere bağlayamıyor gibi görünüyoruz.

Dolayısıyla safkan bir kurucu hikaye, tıpkı safkan bir ırk gibi imkansız. Tıpkı insani kültürün ve milletlerin melez yapılar olduğu gibi, mitoloji de senkretik ve etkileşimseldir. Türkçüler, saf bir kurucu mitoloji kurmak için Türk ırkçılığı içerisinden, Türk kültürünü mümkün mertebe bilinçli bir eliminasyona tabi tutmuş olsalar da, zaman içinde karşılaştırmalı bilimler ve bilhassa antropoloji-arkeoloji ve etimoloji arasındaki ilişki derinleştikçe, ırkçılığın içe göçürüp kendi kanında boğmaya çalıştığı kültürler, yeniden çiçeklenip kökleniyorlar, hayat buluyorlar.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

  • Ahmed, Feroz. (2014) İttihat ve Terakki 1908-1914. İstanbul: Kaynak Yayınları 
  • Zürcher, Eric.J. (1995) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları  
  • Temo, İbrahim. (2014) İttihat ve Terakki Anılarım. İstanbul: Alfa Yayınları 
  • Çalen, Mehmet Kaan. (2020) Milliyetçilik Araştırmaları Dergisi. “Ahmet Ağaoğlu’nda İslâm Ve Milliyetçilik İlişkisi”. Cilt: 2 Sayı: 2,  https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1132828 
  • Mazhar Osman (1935) Öjenik, İğdiş, Kısır * Mülayim, Selçuk. (2018) Belleten Dergisi. “Mimar Sinan’ın Mezarında Teşhis-i Meyyit” Ağustos 2018, Cilt LXXXII – Sayı 294 
  • Atsız, Nihal. (1950) Tarih Kültür Kahramanlar. “Türk Tarihinde Yabancı Kanlıların İhanet Serisi”.  
  • https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/Tarih KulturveKahramanlar.pdf 
  • Bozkurt, Fuat. (1999) Türklerin Dini. Cem Yayınları 
  • Ögel, Bahaeddin. (2020) Türk Mitolojisi 1-2. İstanbul: Altınordu Yayınevi 
  • Çoruhlu, Yaşar. (2020) Türk Mitolojisinin Ana Hatları. İstanbul: Ötüken Yayınları  
  • Boratav, Pertev Naili. (2013)100 Soruda Türk Halk Edebiyatı. İstanbul: Bilgesu Yayınları 
  • İbn-i Fadlan. (2011) Seyahatname. Yayına Hazırlayan, Ramazan Şeşen. İstanbul: Yeditepe yayınları

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.