Düşünce ve Kuram Dergisi

Bir Anti-Emperyalizm Karikatürü: Türk Solunun Anti-Amerikanizmi

Veysi Sarısözen

“Anti-emperyalizm” kavramının Türk siyasi tarihindeki evrimi ilginçtir. Bugün Türk solunun “klasik” kesiminde kazandığı anlam ise berbattır.

Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yıkıldı. Bu savaştan önce 2. Enternasyonalde devrimci kanat, yaklaşan savaşın emperyalist karakter taşıdığını saptamış ve buna karşı sosyalistlerin tutumunu da, “kendi emperyalizmine karşı iç savaş” olarak belirlemişti. Osmanlı’nın “teslim” olmasından az önce, “kendi emperyalizmine karşı” ihtilal yapan Lenin’in partisi, İngiliz, Fransız ve Rus emperyalizminin Osmanlı topraklarını paylaşma amaçlı gizli anlaşmalarını açıklamış ve sosyalist Rusya’nın bu anlaşmaları tanımadığını ilan etmişti. Bu anlaşmalar aynı zamanda Kürdistan’ın da paylaşımını kapsıyordu.

Rus devrimcileri “gizli diplomasiye” karşı bu tutumu aldığı sırada yıkılma aşamasındaki Osmanlı devleti Alman emperyalizmiyle birlikte Sovyetlere karşı büyük bir taarruz yapmıştı. Almanlar Ukrayna’yı zapt etmiş, Moskova’ya dayanmıştı. Lenin o nedenle Almanya ile kendisinin “Tilsit Anlaşması” dediği, eşitsiz ve haksız Brest Litovsk Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı. Bu anlaşmada, Sovyetlerin karşısında Almanların yanında Osmanlı devleti de vardı. Osmanlılar devrimin zor anından yararlanmışlardı. Ve daha sonra TC-Sovyetler arasında krize yol açacak olan Kars ve Ardahan da işte o anlaşma nedeniyle Rusya’dan alınıp Osmanlı’ya verilmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin’in Boğazlarda “kontrol” talebi yanında İsmet İnönü hükümetinden Kars ve Ardahan’ı da istemesi işte bu “haksız anlaşmayı” Sovyetlerin kısa bir zaman içinde geçersiz ilan etme kararına dayanıyordu.

Kemalist rejim bir yandan Osmanlı’nın Alman emperyalizmi ile birlikte izlediği politikayı devam ettirirken, bir yandan da “emperyalizme karşı” Sovyetlerle “ittifak” politikasını da izliyordu. Britanya ile yapılan gizli diplomaside “Bizi desteklemezseniz icabında komünist de oluruz ha” şeklindeki (bugün başka bir bağlamda devam eden) şantajların adı o sırada “anti-emperyalizmdi”. Gerçekte ise bu politika emperyalist dünyayla “anlaşmak” anlamına geliyordu. Sevr Antlaşması bilindiği gibi Osmanlı ordusunu dağıtmıştı. Ne var ki Kazım Karabekir’in başında bulunduğu 3. Ordu varlığını korumuştu. Korumuştu ama bu ordu İstiklal Savaşı’na “katılmadı”. Kemalistler bu orduyu Sovyet sınırında tuttular. Demek ki Kemalizmin tarihindeki “anti-emperyalizm” anti-emperyalizm değilmiş.

Türk devletinin “anti-emperyalizmi” İkinci Dünya Savaşı’nda da yeni bir sınavdan geçti. Birinci Dünya Savaşı “iki emperyalist blok arasındaki bir savaştı”. İkinci Dünya Savaşı ise Nazi Almanyasının Sovyetlere saldırmasıyla farklı bir karakter kazanmıştı. Bir tarafta ABD-Britanya ve Sovyetler Birliği, diğer tarafta ise Almanya ve müttefikleri arasındaki bu savaş “antifaşist” karakterdeydi.

İnönü hükümetinin bu savaştaki tutumu Kemalist “solculara” karşı çok övülür. Oysa Türk devletinin bu savaştaki “tarafsızlığı” objektif bakımdan Nazilerden yana bir politikaydı. Çünkü TC “tarafsız” olduğu sırada Naziler İngiltere hariç tüm Avrupa’yı İtalya ile birlikte işgal etmişti. Nazi ordusu Bulgaristan-Türkiye sınırına dayanmış, Sovyetlere saldırmış, Moskova önlerine kadar gelmiş, oradan Bakü petrollerini ele geçirmek amacıyla Stalingrad’a saldırmıştı. Kaldı ki İnönü hükümeti sübjektif olarak da “tarafsız” değildi. Emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet o sırada Nazi işgali altındaki Kırım’a gidiyor, Nazilerle gizli anlaşmalar yapıyordu. Hitler Türkiye’ye Sovyetleri işgal ettikten sonra “Türki Cumhuriyetleri ikram etme” sözleri veriyordu.  Türk Genelkurmay Başkanı ve heyeti Hitleri “sığınağında” ziyaret ediyor ve İnönü hükümeti Nazilere pamuk ve krom gibi stratejik ürünler satıyor, Alman U-Botlarına Boğazlardan gizli geçiş imkanı hazırlıyordu.

Bir başka “anti-emperyalist” iddia da, “Kürt feodallerinin ayaklanmalarında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu” iddiasıydı. Bu iddia İkinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce de piyasaya sürüldü. Dersim soykırımı böyle bir “anti-emperyalist, anti-feodal” politika şalıyla örtüldü. Oysa bu soykırım İkinci Dünya Savaşı’na hazırlığın bir parçası olarak gerçekleştirildi. İktidar savaşta Nazilerin Balkanlardan Trakya’yı işgal ettiği durumda, Sovyetlerin de Kafkaslardan Kürdistan’ı işgal edeceğini hesaplamıştı.

Planları şöyleydi: Nazilerin işgaline karşı koyma konusunda hiçbir önlem almadılar. Tam tersine böyle bir işgal durumunda Almanya ile ittifak kuracak bir “alternatif” hükümet hazırlığı yaptılar. “Turancı faşistler” işgal durumunda İnönü’nün başkanlığında hükümete geçecek, böylece Almanların Türkiye girişi “işgal” olmaktan çıkıp, Türkiye ile ittifak haline dönüşecekti. (Bu politika Stalingrad savaşında Nazilerin yenilmesine kadar geçerli oldu. Naziler yenilince aralarında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu sivil ve asker faşistler tutuklandı, bu da Kemalistlerin “antifaşist” defterine sahte bir not olarak eklendi.)

Buna karşılık Sovyetlerin Almanları Anadolu’da durdurmak amacıyla Kürdistan’ı işgal planına karşı kanlı bir önlem alındı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler nasıl Rusların müttefiki olarak görülüp jenositle yok edildiyse, Dersim Alevi Kürtlüğü de böyle bir işgal durumunda “Kızılbaşların Kızıl Ordu’yu destekleyeceği” öngörüsüyle yok edildi. Kemalist tarihte bu da “emperyalizmle işbirliği yapan Kürt feodallerine” karşı “anti-emperyalist, anti-feodal” bir politika olarak yazıldı. Demek oluyor ki Kemalist “solun” İkinci Dünya Savaşı dönemindeki tutumu da ne anti-emperyalistti ne de antifaşist. Ortada üstü örtülmüş “faşizmle, Alman emperyalizmiyle, anti Sovyet işbirliği” söz konusuydu.

Derken Türk milliyetçilerinin anti-emperyalizmi en büyük sınavını Kıbrıs’ta verdi. Kıbrıs macerası Adnan Menderes hükümeti döneminde başladı. Bülent Ecevit dönemiyle en yüksek aşamasına ulaştı. Bugün Kuzey Kıbrıs’ın “ilhak” edilme hazırlıklarını yaşıyoruz. Kıbrıs hadiseleri 1960’larda Başbakan İsmet İnönü’ye ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson’un mektubuyla birden “anti-emperyalist, anti-Amerikan” bir sözde “karakter” kazandı. ABD “Kıbrıs’a müdahale edersen, silah ambargosu yaparım” demişti. İnönü de “anti-emperyalist” bir “devrimci” olarak, Johnson’a karşı “Yeni bir dünya kurulur Türkiye’de orada yerini alır” diye kafa tutmuştu.

Oysa Türk devletinin NATO üyesi bir devlet olarak Kıbrıs meselesindeki politikası, özellikle 1960’larla birlikte Kıbrıs’ın “ikinci bir Küba” olma ihtimalini önlemek üzere, Kıbrıslı Rumların İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattığı silahlı mücadeleyi bastırma ve Kıbrıs’ta özellikle III. Makarios (Mihail Hristodulu Muskos) ve Kıbrıs Komünist Partisi’nin ardılı Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) etkisini kırmak amacını güdüyordu. Rumlar İngilizlerle savaşırken, Türk devleti Kıbrıslı Türklerin İngiliz hakimiyetindeki Kıbrıs polis teşkilatına katılmasını ve İngiliz sömürgecileriyle birlikte anti-emperyalist Rumlara karşı savaşmalarını örgütlemişti.

Kıbrıs olayları 1960’ların başında Türk gençliğinin saflarında “sahte” bir anti-emperyalizme yol açtı. “Kıbrıs’ı işgal” anti-emperyalist bir hedef olarak savunuldu. Öyle ki 60’ların yükselen anti-emperyalizminin başlangıç noktası işte bu “Kıbrıs” nümayişleri ve Johnson’un mektubuna karşı anti-Amerikan gösterileri oldu.  İşte bu tarihsel arka plan, Türk solunun Kemalizm ile olan “yakın akrabalığı”nın “anti-emperyalist” sahte içeriğini bize anlatır.

1960’dan 12 Mart 1971 Darbesi’ne kadar geçen dönem boyunca “anti-emperyalist” iddialı sol politikalar sürekli CHP ve Kemalistlerle ittifak politikalarına temel oluşturdu. Cuntacı eğilimleri körükledi. Kemalizm ile “proleter devrimcilik” arasında “Çin Seddi” olmadığına dair Türk solunun iddiası işte bu “sahte anti-emperyalizm, anti-feodalizm tarih tezine” dayanır. Başka yönleri de vardır. Özellikle aktüel gerçeklikle ilgili Türk solunun “anti-emperyalizmi” Türk egemen burjuvaziyle doğrudan ya da zımni işbirliği politikası olarak günümüzde çok yıkıcı sonuçlara yol açmaktadır.

Türk solu, “anti-emperyalist ve anti feodal” çizgisini Kemalistlerle işbirliği politikasının stratejik temeli haline getirmek için Türkiye’nin iki dönemiyle ilgili şu çarpıtmayı yaptılar: Birincisi, Türk Kemalist kurtuluş mücadelesini ve Atatürk dönemini “anti-emperyalist ve anti-feodal” bir dönem olarak tanımladılar. Böylece “milli demokratik devrimin” bu iki hedefi bakımından Kemalistlerle ittifak politikasını formüle ettiler. İkinci olarak ise, CHP sonrası dönemde kapitalizmin büyük bir hızla gelişmesini göremediler. Oysa Lenin, “emperyalist sermaye ihracının aynı zamanda sömürgelerde kapitalist ilişkileri geliştirdiğini” yazmıştı. Türk solu ise “Emperyalizm Türk kapitalizmini geri bıraktırıyor” diyerek, emperyalizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleden ayırmışlardı.

Sonuç şudur: Türk kapitalizmi Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte gelişmeye başladı. Devlet kapitalizmi olarak hayata gözlerini açtı. Ve başlıca büyük sanayi kuruluşları işin başında “tekelci” karakter taşıyordu. Türk kapitalizmi Avrupa gibi “serbest rekabetçi kapitalizm” dönemini yaşamadı. Kurulan her büyük fabrika milli pazarda tekel oluşturdu. Devlet tekellerinin öncülüğündeki bu kapitalizmin gelişmesi, üretimin yeniden genişletilmiş üretime dönüşmesi şu engelle karşı karşıyaydı: Milli Pazar yoksulluk nedeniyle ve yol, enerji, ham madde, teknoloji vs. gibi gerilikler nedeniyle dardı. Tekeller bu dar pazarda büyüme zorluğu içindeydi. Potansiyel büyüktü, ancak iç pazar dardı. Tıpkı dar bir ayakkabıdan ayak tırnağının ete batması gibi kapitalizm acı çekiyordu. Bu ayakkabıyı fırlatıp atmak gerekiyordu.

Bu ayakkabı 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle atıldı. Cuntanın adamı Turgut Özal’ın “Dışa açılma” sloganı Türk tekelci kapitalizminin “bölgesel emperyalist” aşamaya adım atışının stratejik adımıydı. Bu adım 1980 ortasında atıldı ve 80 sonunda reel sosyalizm yıkılınca atılan adımın önündeki engeller de yıkıldı. O zamana kadar dünya pazarlarının paylaşımı tamamlanmıştı. Reel sosyalizm yıkılınca hem bu ülkeler, hem de onların dünyadaki nüfuz alanları yeniden paylaşılacak pazarlar haline geldi. Ve şu anda yaşanan savaşlar bu yeni paylaşım döneminin sonucu oldu. Türk tekelci kapitalizmi “bölgesel emperyalist” aşamaya bu dönemde yükseldi.

Türk solunun klasik unsurları geçmişteki programlarını korumak ve Kemalistlerle dirsek temasını kaybetmemek için Türk kapitalizminin tekelci karakterine rağmen “emperyalist” olduğu gerçeğini inkar ediyorlar. Böylece onlar emekçi sınıfların karşısında tekellerin, finans kapitalin, mali oligarşinin, endüstriyel askeri kompleksin değil de “dış güçlerin”, Amerikan emperyalizminin vs. durduğunu söylemeyi sürdürüyorlar. Bu politikanın en ağır sonucu “anti-emperyalizm” kılıfı içinde “Türk milliyetçiliğinin, şovenizmin ve giderek ırkçılığın” sürdürülmesidir. Türk solunun klasik unsurlarının Kürt sorunundaki “devlet yanlısı” tutumu Türk kapitalizmi ve devletinin emperyalist karakterini reddetmeleriyle yakından ilgilidir.

Hiç kuşkusuz Türkiye sosyalist hareketinin tarihine ilgi duyan genç insanlar özellikle 60’lı yıllardaki anti-emperyalist mücadelelerden bugün de esinleniyorlar. Ancak o günlerden bu yana dünya durumu değişti. O zamanlar dünya da “farklı iki dünya sistemi” arasında büyük bir mücadele vardı. Dünya sosyalist sistemiyle emperyalist sistem dışındaki “sömürge, yarı sömürge, bağımlı, yarı bağımlı” ülkeler dünya devrimci sürecinin parçalarıydı ve o nedenle “çağımız sosyalist devrimler ve milli kurtuluş savaşları çağıdır” saptaması bütün devrimci partilerin programlarının başlangıç noktasını oluşturuyordu.

Nitekim iki karşı sistemin savaşımı boyunca emperyalizmin sömürge sistemi çöktü. (Kürdistan ve Filistin gibi istisnai sömürgeler dışında, sömürgeler biçimsel bağımsızlığa kavuştu ve giderek ezici çoğunluğu kapitalizm yolunu seçti, bir kısmı ise “kapitalist olmayan yol” adı altında, örneğin BAAS’çı rejimler oluşturdu ve bunlar da devlet kapitalizmi yoluna koyuldu.) Dünya devrimci sürecinde böylece büyük bir değişim oldu; “ulusal kurtuluş savaşları” dönemi kapandı, eski sömürgelerin önünde “kesintisiz bir süreç” boyunca demokratik halk devrimlerinden sosyalizme geçiş” aşaması ortaya çıktı. Ama daha önemlisi dünya devrimci sürecinin merkezi çöktü, reel sosyalizm yıkıldı. Eski sosyalist ülkeler kapitalist ülkeler haline geldi. O halde “eski programlar” geçerliliğini kaybetti.

Tartışmalı konulara burada girmenin fazla bir anlamı yok. Biz Türkiye’ye ve Türk soluna bakalım. Bugün Türkiye’nin “emperyalizm tarafından sömürülen, geri bıraktırılan bir ülke” olduğunu söylemenin biricik anlamı, kendisi dünyanın 17’nci büyük ekonomisi haline gelmiş, Ortadoğu, Afrika, Kafkasya ve Balkanlarda nüfuz bölgeleri elde etmiş, Avrupa dahil bölge ülkelerine milyarlarca dolarlık sermaye ihracı yapmış Türk tekelci kapitalizmini, yani bölgesel Türk emperyalizmini, öteki emperyalistlerle rekabet sürecinde desteklemektir.

Şimdi Türkiye sosyalistlerinin önünde kendi emperyalizmine karşı savaş aşaması var. Gerçek anti-emperyalizm Türk bölgesel emperyalizmini yıkmaktır. Bu İran için de, Irak için de, İsrail için de, Pakistan ve Hindistan için de geçerlidir. “Sahte anti-emperyalizm”, emperyalizmi “dış olgu” saymaktır. Vaktiyle “sömürgeler” açısından doğru olan bu saptama, bırakalım bugünü, 1960’ların Türkiyesi için bile doğru değildi. O nedenle Türkiye sosyalist hareketinde “anti-emperyalist” olduğundan şüphe edilemeyecek olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (THKP) lideri Mahir Çayan “Emperyalizm Türkiye’de iç olgudur” diye yazmıştı.

Kemalist ideologlar günümüzde “anti-emperyalizm” kavramını Türk devletinin Kürt sorununu inkar politikasına destek vermek amacıyla istismar ediyorlar. Bunlar “dış güçlerin”, özellikle ABD emperyalizminin Türkiye’yi bölmek istediğini öne sürüyor ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni de “emperyalizmin” destekçisi olarak karalıyorlar. O nedenle bu çevreler Türkiye kapitalizminin “tekelci” yani emperyalist kapitalizm olduğunu kabul edemezler. Çünkü böyle bir kabul durumunda “bir emperyalist devletin öteki emperyalist devleti zayıflatması ya da bölmeye çalışması” gibi bir olgudan kendi ülkelerinin emperyalizmini destekleme sonucu çıkartmak yerine, “Türk ve Amerikan” emperyalizmleri arasındaki bu çelişkiden, kendi Türk emperyalizmlerini yıkmak için yararlanma sonucu çıkartmaları gerekir.

“Bizim emperyalizmimiz zayıf, ABD’nin ya da AB’nin emperyalizmi güçlü, biz zayıfı destekleyelim” gibi bir saçmalık sosyalizm tarihinde icat edilmemiştir. Marksist teoriden biraz haberli bir sosyalist, dünya emperyalist sistemi içinde devrim imkanını, “emperyalizmin en zayıf halkasında” görür. İlk muzaffer devrim “en güçlü emperyalist ülkede” değil, “emperyalizmin en zayıf halkası” olan Rusya’da gerçekleşti. Şu anda Türk bölgesel emperyalizminin içine girdiği savaşta yenilgisi ve faşist rejimin devrilmesi, Türkiye’de demokratik halk devriminin zaferi, tüm dünya emperyalist sistemine büyük bir darbe indirir. Böyle bir durumda Kürdistan’ın bütün parçaları özgürleşir, devrimci sürecin etkisi Irak, Suriye, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Mısır ve Mağrip ülkelerine yayılır. Bölgedeki devletlerin Konfederal birliği ABD, AB, Rus ve Çin hegemonyacılarının nüfuz alanlarını daraltır, bunların bölgedeki bölgesel emperyalist devletler arasındaki kavgadan yararlanma stratejileri çöker. Dünya devrimine yönelik “bölgesel devrimler süreci” başlar.

Günümüzde emperyalist zincirin zayıf halkası Kürdistan parçalarıdır. Kürdistan’ın parçalara ayrıldığı ve içinde Türkiye’nin de bulunduğu tüm devletler, sosyo-ekonomik kriz içindedirler, birbirleriyle nüfuz kavgası yapmaktadırlar, hepsi bölgesel güç merkezi olmak istemektedir. Bu nedenle silahlanmaktadırlar. Hepsi bölgesel emperyalist güç merkezi olmak için bölgesel savaşları tetiklemektedirler. Birbirlerinin pazarlarına el koymak için hepsi imkan bulabildikleri küresel emperyalist devletlerle birbirlerine karşı ittifak peşinde koşmaktadırlar.

Türkiye bölgesel emperyalist bir ülkedir. Bölgesel savaşların en tehlikeli etkenidir. Bu analizden “pasif bir barışçılık” çıkmaz. Bölgesel emperyalizm demek, bölgesel savaşlar demektir, bölgesel savaşlar ise bölgesel devrimin şafağıdır. Bu cümleyi şu amaçla yazdım. “Emperyalizm” kavramı elbette çok karmaşık bir ekonomik, sosyolojik süreçle ilgilidir. Emperyalizmin içeriğini bilimsel analizi bilim insanlarının işidir. Lenin bile “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserini yazarken, konuya akademik yaklaşımdan çok, politik yaklaşım göstermiş ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yazdığı bu eserde, “Emperyalist savaşlar, devrimlerin şafağıdır” demiştir.

Emperyalizmle savaş ve savaşla devrim arasındaki bu diyalektik ilişki Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımda pusula rolü oynar. Küresel emperyalist güçler kendi aralarındaki uzlaşmaz çıkar kavgasını dünya savaşlarıyla iki defa çözdüler. Ama artık bunu yapamazlar. Sebebi yalnız sermayenin küreselleşmesi, iç içe geçmesi değildir. Sebep bu devletlerin arasındaki nükleer “dehşet dengesidir.” Buna karşılık küresel güçler aralarındaki çelişkileri bölgesel emperyalist devletler arasındaki pazar kavgalarından yararlanarak çözme yolunu seçmişlerdir. Suriye’ye sıkışmış Üçüncü Dünya Savaşı bu gerçeği gözler önüne sermiştir. Önümüzdeki dönemde de bu tür çatışmalar sürecektir.

Bu savaş durumuna ancak bölgesel devrim son verebilir. Bu devrimin objektif şartları Ortadoğu’da olgunlaşmıştır, aynı zamanda devrimin sübjektif şartları da olgunlaşmıştır. Ortadoğu’nun kalbini oluşturan Kürdistan’ın bütün parçalarında devrimin öncü güçleri, tarihte eşine rastlanmayan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Günümüze kadar gelen devrim tarihi, bütün devrimlerin “yarım insanlık” devrimleri olduğunu gösterir. O “yarım insanlık” devrimleri zafere ulaşınca elbette kadınların desteğini kazanmıştır, ama hiçbiri “kadınların da öncü güç” olarak yer aldığı “bütünsel insanlık devrimleri” olamamıştır. Ortadoğu bölgesel devrim sürecinin sübjektif faktörü “bütünsel insanlık öncülüğüdür.”

Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu bölgesel ve dünya çapındaki misyonunu kavramak, onun dört parçada yıkmaya çalıştığı “ulus devletlerin” gerçekte birer “bölgesel emperyalist devlet” olduğunu anlamaktan geçer. Bunu kavrayamayan sol, Kürdistan renginde başlayan devrimci sürecin, her geçen gün bölgesel ve evrensel devrimci süreç haline dönüştüğünü de kavrayamaz. Kavrayamayınca da kendi milli emperyalizminin elinde zavallı bir oyuncak olur.

Milliyetçi Türk solunun enternasyonalist ve devrimci Türkiye soluna dönüşmesi, yaşadığı ülke hakkında açık seçik bir kavrayışa sahip olmasına ve buna uygun bir programa ve stratejiye sahip olmasına bağlıdır. Kimisi o zaman da milliyetçi olan Türk solu, 60’lı yıllarda “anti-emperyalizm” kavramını devrimci amaçlarla kullanıyordu. Böylece bu kuşak, o yıllarda sosyalist sistemle ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ittifaka giriyor ve Türk kapitalizmini bir sosyalist devrimle yıkmak yerine, onu emperyalist sistemden kopartmak yoluyla dünya devrimci sürecine stratejik bir katkı yapmaya çalışıyordu. Bugün böyle bir çizgi “anti-emperyalizmin karikatürü” olur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.