Düşünce ve Kuram Dergisi

İslam ve Marksizm

İhsan Eliaçık

Karşılaştırmayı önce iki alanda yapmak istiyorum; birincisi teorik, ikincisi pratik. İslâm’ın teorik içeriği ile Marksizm’in teorik içeriği, felsefi yönelimi, dünyaya bakışı, dünyayı algılayışı ve kavrayışı birbirine benziyor mu, benzemiyor mu? Sonra da, sosyal hayata yönelik argümanları birbirine benziyor mu, benzemiyor mu, onlara bakacağız.

Teorik olarak, tarihsel materyalizm veya maddecilik nedir? Pratik olarak da, ekonomi politik, toplumların yaşamış olduğu servet, para, sermaye, mal, meta gibi konularda yaşadıkları pratik sorunlar ve bu sorunlara yönelik olarak çözüm önerileri nelerdir? Bu iki karşılaştırma, İslâm ve Marksizm’in ne olduğunu veya ne olmadığını, örtüştüğü veya tersleştiği noktaları, aşağı yukarı ortaya koyacaktır.

Marksizm’in yöntemi, tarihsel materyalizm ya da tarihsel maddecilik dediğimiz konudur. Bu şu demektir: İçinde yaşadığımız dünyayı neyle açıklayacağız? Bu dünyada neler olup bitiyor? Yağmurun yağmasından, bir çiçeğin toprağın altından çıkıp, ağaç haline gelmesinden, suların kaynamasına, depremlerin olmasına, toplumların yükseliş ve çöküş sebeplerinden sosyal dönüşümlere, devrimlere, savaşlara sebep olan şey nedir? İçinde var olduğumuz dünyayı neye dayanarak açıklayacağız? Bu hususta yöntem ne olacak?

Dinler bu hususta, Tanrı kavramını kullanmışlardır. Tanrı yağmur yağdırıyor, Tanrı deprem verdi, Tanrı ekmek verdi, aş verdi, çiçek verdi, Tanrı bizleri yarattı, ortaya çıkardı diye, biyolojiden tutun fiziğe kadar, astronomiden tutun antropolojiye kadar, her işin içine Tanrı’yı dahil ederek, bütün bu olup bitmekte olanı Tanrı’nın yapıp etmekte olduğunu söylerler. Yaratılışçı dinlerin genellikle yöntemi, açıklama (yukarıdaki soruları yanıtlama) tarzı böyledir.

Bir de İdealizm vardır. İdealizm, ruh veya tin diyerek, onun, tarihteki tezahürü, ortaya çıkışı diye açıklar. Mesela Hegelcilik böyle bir şeydir. Devleti, hatta tarihin ortaya çıkışını tinin, ruhun ortaya çıkışı ve yürüyüşü diye açıklar. Bu da, birtakım fikirlerle, birtakım soyut kavramlarla dünyada olup biteni açıklamak demektir.

Materyalist yöntem, bu ikisine de katılmaz. Ve der ki: Tabiatı, tarihi, insan hayatını açıklarken, bunların haricinde, olup olmadığı şüpheli olan, görünmeyen bir varlığa dayanarak değil, somut, görünen, gözümüzün önünde cereyan eden olaylara göre bunları açıklamalıyız. İşin içine, görünmeyen, spekülatif, varlığı yokluğu tartışılan, ruh gibi, tin gibi, Tanrı gibi, bir takım idealar gibi kavramları katarak açıklamaya çalıştığımız zaman, biz, içinde yaşadığımız tabiata yabancılaşıyoruz, tabiatın doğasını kavrayamıyoruz, keşfedemiyoruz, der.

Mesela, yağmur yağıyor demek yerine, rahmet yağıyor dediğiniz zaman, bu daha çok dinsel bir açıklama (dil-ifade ediş) oluyor. Allah yağmur yağdırıyor dediğin zaman, işin içine Allah’ı katmış oluyorsun, Allah var mı yok mu, yağmuru Allah mı yağdırıyor, Allah ile yağmurun ilişkisi nasıl sorunu (sorusu) ortaya çıkıyor. O zaman tarihsel maddecilik diyor ki, bunların hiçbirini işin içine katmayalım, direk, yağmur yağıyor diyelim. “Allah yağmur yağdırıyor demeye gerek yok, işte yağmur var, yağmak var, bunun olmasının bir (fiziki) sebebi var; sular buharlaşıyor, soğuk hava tabakasına değiyor, tekrar aşağıya doğru iniyor.” Böyle meteoroloji kavramları kullanarak ve olay ne ise, doğrudan onun adını çıplak olarak vererek açıklamak, sebep sonuç ilişkilerinin birbiri ardına getirip izah etmek (Materyalist yöntem) demektir. Elde bulunan, deneylenebilir, gözlemlenebilir, maddeye dayalı, gözümüzün gördüğü, kulağımızın işittiği, elimizin dokunduğu, dilimizin tat aldığı materyallere göre, tarihi, tabiatı ve doğayı açıklamak demektir, tarihsel maddecilik dediğimiz şey budur.

Bunu da kendi içinde ikiye ayırabiliriz: Marx ve Engels’ten önceki tarihsel materyalistler, doğayı esas alırlar. İnsanı biraz ihmal ederler ve derler ki, insan doğanın çocuğudur, doğada mekanik bir işleyiş vardır, bunu kavradığımız zaman, evrenin de nasıl işlediğini anlayabiliriz. Marx ve Engels’in buna katkıda bulunduğunu ve geliştirdiğini görürüz, onlar, işin içine insanı da katarlar, insanın doğayı değiştirebileceğini söylerler. İnsanın doğa içinde gelişmiş varlık olduğunu ve insan faaliyetinin, insan eyleminin, insan pratiğini doğayı, hatta tarihi algılamamızda önemli bir etken olduğunu söyleyerek, saf doğacı Materyalistlere artı olarak, işin içine insanı da katan, Materyalist anlayış geliştirdiklerini görürüz.

 

Bunun, İslâm’la alakası nedir?

İslâm, diğer dinlerden bir din değildir. Mesela Katolik Kilisesi de, olup biten her şeyi, Tanrı ile açıklıyor, başka dinler de, bir Tanrı var, her şeyi O yapıp ediyor diye izah ediyor. Yetişemediği izah edemediği yerde de, Tanrı’nın bir hikmeti vardır, hikmetinden sual olunmaz diyor, işin içinden çıkıyor.

Kuran’da da bir Allah kavramı var. Aslında başka bir açıdan bakarsak Kur’an da, dünyayı açıklama girişimidir. Peygamber Muhammed, tarihi, tabiatı, doğayı, Allah kavramını kullanarak açıklamış ve bu açıklamalarını Kitaba yazarak bize ulaştırmıştır. İşte biz ona, Kuran’ı Kerim diyoruz. Kuran’ın yöntem olarak şöyle bir özelliği var, eski dünya ile yeni dünya arasında durur. Eski dünyadan kastettiğim, her şeyi Tanrı ile açıklayan, işin içine materyal ve madde cinsinden hiçbir şey katmayan açıklamalardır. Yeni dünyadan kastettiğim de, Tanrı’yı veya tini, ruhu devre dışı bırakıp, her şeyi materyalle, madde ile açıklayan, rasyonel izah getiren açıklama tarzıdır. Kuran, bu ikisinin arasında bir yerde durmaktadır. Kuran’ın tarzı, safi dinlerin yöntemi değil, safi materyalist bir yöntem de değil. İslâm’ın ve Kuran’ın yöntemi, her şeyi madde ile materyal ile açıklayan ya da, İslâm öncesinin yöntemi olan, her şeyi görünmez bir güçle açıklayan yöntem değildir. İslâm, bu dinleri deforme etmek, daha rasyonel, gözle görünen şeylerle açıklama reformunu getirmiştir. Bu nedenle, sakın ola ki, İslâm’ı diğer dinlerle aynı kefeye koyup, bu da dinlerden bir dindir, bu da (tarihi, tabiatı, insanı, toplumu vd.) Tanrı ile açıklıyor demeyesiniz. İslâm’ın, reformcu özelliğini görmemiz lazım.

Peki bu, eski (dünya görüşü) ile yeninin arasında durmak nasıl oluyor? Bu şu demek: Dil olarak, eski dünyanın yöntemini kullanmak ama içerik olarak da yeni dünyanın unsurlarına ve açıklama biçimlerine (somuta) dayanmak demek. Kuran’daki açıklamalar, yeni dünyanın, akla, maddeye, materyale dayalı açıklamalarını, eski dünyanın din dili ifade etmektedir. Kuran, eski dünyanın dilini konuşuyor ama yeni dünyanın materyallerini kullanıyor. İşte, Kuran’ı Kerim’deki Allah kavramı, bunu ifade ediyor. Mesela diyoruz ki, Allah onları cezalandırdı. Mesela bir kavim günah işlemiş, o yerde deprem olmuş, onların günahını yüzlerine vurmak için, yaptıkları yanlışı söylemek için, Kuran’ı Kerim’de bir ayette diyor ki, Allah onları helak etti. Hâlbuki orada deprem oldu. Deprem, onların yaşadıkları yerin altından geçmekte olan bir fay hattının kopmasıyla oldu; tamamen materyal bir dille ifade edersek: Şurada neden deprem oldu; çünkü oradan şu fay hattı geçiyordu, o fay hattı şu kadar yıldır kopma durumundaydı, şöyle bir tetikleme ile fay hattı koptu ve yer sallandı; jeolojinin dilini kullanıyoruz. Ama aynı olay için Kuran dili, Allah onları cezalandırdı diyor.

İlk bakışta, işin içine Tanrı sokmakla, olayı izah etmiyor diyebiliriz. Bu dille, o dil arasında fark var ama olay aynı. Desen ki, Allah insanları nasıl cezalandırdı, ne oldu da bu oldu dediğinde de, başlıyor izah etmeye. Diyor ki, fay hattı diye bir şey var, o onu tetikledi, o onu tetikledi, fay hattı koptu, yer sallandı ve çöktü, burada yaşayan halk da günahkâr bir halktı, uyarılara kulak asmadı, cezalanmış gibi oldu. Din dilini böyle konuştuğuna bakarak, bazıları kendilerini kaptırıp, hakikaten dilde geçtiği gibi (somutlama yapmaksızın) yorumlayarak, sebep sonuç ilişkilerine dayalı, şartların somut tahlilini yapmaktan uzak dururlar ve aksini materyal bir dil, hatta dinsizlik olarak görürler. Kimi dindarlar, mesela, tüp bebek tedavi gördük ve çocuğumuz oldu diyen biri için, yahu, Allah verdi desene derler, hatta böyle bir dili dinsizlik olarak görürler. Bazıları da, olayın materyalist tarafında durarak, yahu işin içine Allah’ı karıştırma, bırak, olayı dinle açıklama, maddi koşullara göre açıkla der ve Allah kelimesinin kullanılmasından rahatsız olur. Diğer memleketlerde olduğu gibi, bizim memleketimizde de bu gerilim sürer durur. Mesela bir gurup der ki, insan evrim geçirdi; milyon yıllara yayılan bir süre içinde canlı gelişti, insan maymundan veya aynı kökten akarak geldi. Biyoloji Fakültelerinin birinci sınıfındaki Anadolu’dan gelen çocuk, anasından, babasından, köy hocasından, Âdem’i Allah topraktan yarattı diyen telkinlerle büyür, birdenbire o derslere girince, insan evrim geçirdi, maymundan geldi denince, şok geçirir. Bu gerilimi birçoğunuz yaşamışsınızdır, halen de yaşanmaktadır. Bu gerilimleri yaşamaya gerek yok. Benim görüşüme göre, evrim İslâm’a aykırı değildir. İnsan, aynı kök atadan gelmiş de olabilir, maymundan da dönüşmüş olabilir. İnsanın topraktan yaratılması demek, topraktan gelen gıdalardan yaratılması demektir. Âdem’in kaburga kemiğinden kadının yaratılması diye bir şey yok, Kuran’a göre Âdem ile Havva çift olarak (tek bir neftsen) ortaya çıkmıştır.

İslâm, materyalist dille, din dili arasında duran bir yönteme sahiptir. Yani, İslâm materyalizme karşı diyemeyiz ama materyalist yöntemin kullanmadığı bir yöntemi kullanmakta, din dilini kullanmaktadır. Bunu Türkiye’de en iyi açıklayanlardan biri de, Marksist düşünür Hikmet Kıvılcımlı’dır. Mesela, Esma-ül Hüsna Şerhi var, Allah Peygamber Kitap diye yazdığı eserler… Türkiye Marksizm’inde, susuş kumkumasıyla karşılaşmış, dini terimler kullanıyor diye ihmal edilmiş, bir kenara bırakılmış ve okunmamış, geliştirilmemiş bir yazar, öksüz bırakılmıştır. Benim, Hikmet Kıvılcımlı’nın Marksist Kuran Tefsiri diye bir yazım var, internette bulabilirsiniz. Orada, Fatiha Tefsiri, Esma-ül Şerhi’nden, bazı ayetleri açıklamasından örnekler gösterdim. Kıvılcımlı’nın söylediği şudur: Muhammed’in kafasında Allah diye beliren şey, evrenin gidiş (deveran) yasaları, doğa kanunları ve toplumların yükseliş çöküş yasalarını ifade eder, o bütün bunları Allah diye açıklamıştır. Kur’an’da Allah’ın yeryüzündeki ayetleri, doğanın gidişatı olarak açıklanır. Doğa kanunlarına sünnetullah/Allah’ın yasaları der. Buradaki Allah kavramı, doğayı açıklamamıza ve yorumlamamıza engel değildir…

 

Marx’ın Din Tanımına Gelelim…

Marx’ın dinle ilgili söylediği sözler, Türkiye’de yanlış anlaşılıyor.  Marx şöyle diyor: Din, var olan duruma bir protesto; ruhsuz koşullara ruh; mazlum insanın içli çığlığı; kalpsiz dünyanın kalbi ve halkların afyonudur. “Din afyondur” sözünü de oraya dayandırıyorlar. Buradaki cümlelere dikkat ederseniz, din için, önce protesto diyor. İnsanlar eski çağlarda var olan durumu protesto etmek için, Allah diye haykırırdılar. Allah’u ekber demek, ey kral, ey padişah, ey zalim, ey tiran, ey insanları katleden kişi veya kişiler, siz büyük değilsiniz, büyük olarak Allah var ve O sizden hesap soracak! demekti;  bu onu ifade ediyordu,  protestonun diliydi. Marks da din için, var olan duruma protestodur diyor; ruhsuz koşullara ruhtur diyor. Yani din, dünyaya bir anlam verir; burada neden yaşıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, ölüyoruz, toprak oluyoruz, kemik oluyoruz bu mu, bir anlamı yok mu?

Din, bir ruh, bir mana derinliği, maneviyat getirir. Din, kalpsiz dünyanın kalbidir; yani, vicdanı harekete geçirir. Ve, din halkların afyonudur diyor. Afyon, acıyı dindiren şey demek, uyuşturan demek değildir. O dönemlerde afyon, acıyı dindirmek için kullanılıyordu. Acıyı dindiren, acılar içerisindeki adama morfin vermen lazım ki acısı dinsin, yoksa dayanamayacak. Dünyanın acılarına karşı sabredenlerle Allah beraberdir, direnmen lazım, sonunda mutluluk olacak, güzel günler bizi bekliyor, yarınlarda cennet olacak, kötü olan bu dünyayı değiştireceğiz, iyiler mükâfatını alacak diyerek insanın acısını dindirir ve hayatın acımasızlığına karşı ayakta tutan direnç unsuru olur demektir.

Gördüğünüz gibi, Marx’ın sözlerinin ilk dört maddesinde, çığlık diyor, ruh diyor, protesto diyor, kalp diyor, beşincisinde de, afyon diyor. Burada, Ali Şeriati’nin dediğini söyleyecek olursak, dine karşı din söz konusudur. Evet, dinler, alttakilerin, ezilenlerin elinde protesto, mazlum insanın çığlığıdır.  Mana arayışı, bir ruh, canlılık getirmedir ama aynı din, ezilenlerin elinden çıkıp, ezenlerin eline geçerse, sarayların, saltanatın eline geçerse, onlar halkı uyuşturmak için dini kullanırlar. Mesela derler ki, “bu olup bitenler (kendilerinin yol açtığı olumsuz sonuçlar) için, bütün bunlar Allah’ın bizim için yazmış olduğu kaderdir.” “Kadere isyan mı ediyorsun?” “Allah’ın yasası böyledir.” “Allah bu dünyayı böyle dilemiş, size ne oluyor ki buna isyan ediyorsunuz?” derler. Bu, İslâm tarihinde bir Emevi doktrinidir.

Emeviler, kendilerine isyan edenlere, var olan durumun Allah’ın kaderi olduğunu ve Emevi iktiranına itirazın, Allah’ın kaderine isyan manasına geleceğini söyleyerek “kadere iman ilkesi”ni İslâm’a soktular. Oysa İslâm’da, kadere iman diye bir prensip yok, bu onlar tarafından sokulmuştur. İslâm’da özgür irade vardır. Bu anlamda Kuran’daki cennet tasvirleri, dünyada ulaşabileceğimiz mutlu geleceği ve insanlığın nihayetinde ulaşacağı, barış, esenlik, adalet dolu ülküyü ve nihai hedefi ifade eder. Der ki, bu dünyada acılar var, ıstıraplar var, yokluklar var, sefalet var ama bunlara dayanmalısınız (yılmamalısınız), eğer bunlara dayanırsanız, sabrederseniz, mücadele eder direnirseniz, nihayetinde sizi mutlu bir gelecek bekliyor. Orada, zulmün, eşitsizliğin, adaletsizliğin olmadığı bir dünya kurulacak, işte Kuran buna cennet diyor, Marksizm buna sınıfsız toplum diyor, nihai aşamada, komünal toplum diyor, İslâm’ın cennet dediği ile aynı; biri din dili ile diğeri materyal dille aynı şeyi söylüyor.

Kuran’daki cennet ayetlerini, ne öngörüyor diye tek tek inceledim; cennet, yarınlarda, gelecekte, ahirette, ahiret son demek, ne zaman bilmiyoruz, kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın zamanda kurulacak yaşamdır. Bunu (bu toplumun nasıl bir toplum olacağını) 5S ile ifade edebiliriz, Kuran’ın cennet dediği şey bunların gerçekleşmesidir: sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, saldırısız ve savaşsız bir dünya… Bu gerçekleştiği an, cennet kurulmuş demektir. Bu nerede olacak? Burada olacak, bu bir mahallede olabilir, bir evde de olabilir, bir arkadaş gurubunun içinde de olabilir. Eğer siz kendi arkadaş gurubunuz içerisinde sınırları kaldırırsanız, sınıf yaratmazsanız, hiyerarşi oluşturmazsanız, birbirinizi sömürmezseniz, birbirinize saldırmazsanız ve aranızda savaş çıkarmazsanız, onbeş kişi kendi aralarında cenneti kurmuş demektir. Kuran’ın cennet dediği şey, bu 5S’nin olmadığı her yerdir.

İspanyol kadın anarşistlerin devrime katılışlarını ve yenilişini, hazin sonunu anlatan Libertarias adlı bir film var. Bir rahibe, devrimcilere katılır, bu kadınlar anarşist kadınlardır. Film, anarşist kadınların devrime katılıp kapitalist emperyalistlerle savaşını, hem de örgüt içinde erkeklere karşı mücadelesini anlatır. Fas’tan Cezayir’den getirilen zebella askerler, anarşist kadınların cephesini basar, kadınlara hem tecavüz eder hem de öldürürler. Film, moral bozucu, hazin bir şeklide biter. En son o rahibe kadın, ölmekte olan arkadaşının üzerine kapanır ve ona bazı sözler söyler, film bununla biter. Rahibe, yine yenildik, yine olmadı ama birgün gelecek bu dünyada ölüm (cinayet, öldürme) kalkacak, kimse kimseye tecavüz etmeyecek, sınır olmayacak, insanlar mutlu olacak, seninle o dünyada tekrar buluşacağız diye, ağlaya ağlaya arkadaşına telkinde bulunur; ve, oraya cennet denecek der. Kuran’daki ve dinlerdeki cennet ülküsü, orada çok güzel anlatılır.

Cennet, insanları uyuşturmak için söz edilen hayali bir yer değildir, basbayağı bildiğiniz dünyevi hedeflerdir, burada olması gereken şeyleri anlatır. Ama cennete iman öyle sonsuz bir inançtır ki, bir dindar, burada olmazsa öldükten sonra, kemik olduktan sonra, toz toprak olduktan sonra, hatta insanlık âlemi yok olduktan sonra, eninde sonunda, bu dediğimiz olacak der. Eninde sonunda bu sınırlar kalkacak, bu sınıflar yok olacak, sömürü olmayacak. Kimse kimseye saldırmayacak, barış içinde yaşanacak ve savaş diye bir şey olmayacak, insanlar acı çekmeyecek, ağlamayacak. Bu eninde sonunda olacak. Buna inanıyorsanız, cennete iman ediyorsunuz demektir. Cennet, çok ilerici ve devrimci bir hedeftir. Dinlerin cennet ülküsü ile, ilerde bir gün sınırlar kalkacak, devlet olmayacak, eşitlik olacak, kimse kimseyi sömürmeyecek şeklindeki komünal toplum, sınıfsız toplum ülküsü örtüşmektedir. İslâm ile Marksizm’in geleceğe dair tasavvuru da, bu noktada örtüşür.

 

Son Konumuz da Ekonomi Politik Meseleler…

Biliyorsunuz Das Kapital, Marksizmin temel kitabıdır. Bir kapitalizm analizi. Aslında bir iktisat kitabı, okunması da bayağı zor, kök söktürür. Das Kapital’de beş tane temel kavram var. O kavramların birbiriyle ilişkileri irdelenir ve böylelikle kapitalizmin çözümlemesi yapılır. Birinci kavram, Meta kavramıdır. Marx der ki, kapitalist toplum, dışarıdan baktığımızda, bir meta yığını halinde görünür. Meta fetişizmi insanların her şeyinin satılık hale gelmesidir. Meta, insanlara satılmak üzere üretilmiş şey demektir. Bir gün gelecek, insanın onuru bile satışa çıkarılacak. Bir gün gelecek, satılık olmayan hiçbir şey olmayacak, her şeyin bir fiyatı olacak der. İşte bu, meta fetişizmidir. Bir şey üretiyorsun, ama ihtiyaç gidermek için değil, sırf satmak için.

Eski toplumlarda, adamın bağı, bahçesi vardı, yaşamak için onları doğada yetiştiriyordu, gidip onlardan topluyordu, üretimi satmak için değildi. Ama bizi kapitalist toplum öyle bir yere getirdi ve öyle bir yere doğru gidiyoruz ki, bunun sonucu ne oluyor? Etraf satılmak üzere üretilmiş şeylerle dolu ve birbirimizle metalar üzerinde ilişki kurduğumuz an, hem kendimize hem doğaya yabancılaşıyoruz. İşte buna alinasyon deniyor, insanın doğaya, kendine yabancılaşması, işçinin, makinenin etten kemikten bir parçası haline gelmesi. Adam (işçi) ne yapıyor, akşama kadar koluyla makine çeviriyor; çeviriyor, çeviriyor, çeviriyor. Yedi sekiz saat çalışıyor, patron, artı değerine, emeğine el koyuyor, eline de üç kuruş veriyor, bununla evine git yat, sabah tekrar gel diye. Adam da evine gidiyor, yorgun argın düşüyor, yemeğini bile zor yiyor, karısıyla yatarken bile, hâlâ kolu makine çeviriyor, hâlâ! Eli, kolu, zihni makinede; karısına yabancılaşıyor, evine yabancılaşıyor, topluma yabancılaşıyor.

Şuan dünyadaki üretim, insanlar öğlene kadar çalışsa yine elde edilebiliyor. Yani bizler, kapitalizm tarafından fazladan çalıştırılıyoruz; neden? Birbirimize yabancılaşalım, dünyanın ötesinde ne var, insanlıkta neler oluyor, düşünmeyelim diye. Öğrencilerin önüne bol miktarda kitap konuluyor, ezberle ha ezberle, ezberle ha ezberle; aslında, burada verdiğiniz performansın yarısıyla da bu okulu bitirirsiniz. Üretim için, dünyada hiç kimse hiçbir şey yapmasa, doğa, her insan için sekizyüzelli dolar değerinde, doğal rızık üretiyor. Buna din diliyle, Allah’ın insanların rızıkını vermesi diyoruz. Mesela, denizin içinde balıklar ürüyor, kim ekiyor tohumunu? Veya ağaçlar kendiliğinden büyüyor. İçmek için pınarlar akıyor. İnsanlar hiçbir iş yapmasa, dünyanın mevcut nüfusuna göre bölündüğünde, sekizyüzelli dolar ederinde, doğa bize rızık veriyor, insanlar yalnız bununla geçinse bile, güllük gülistanlık yaşar.

Benim görüşüme göre, gün boyu çalışma olmamalı, çalışmayı bu kadar abartmanın bir âlemi yok; bu derece çalışma, bir müddet sonra köleliğe dönüşüyor. Evet, çalışalım bir şeyler üretelim de, bu kadarına gerek yok. İnsanlar güne erken başlamalı, öğlene kadar çalışmalı, öğleden sonra, akşam, çalışma diye bir şey olmamalı. İnsanlar öğleden sonra, eşleriyle, sevgilileriyle sinemaya gitmeli, felsefe tartışmalı, göl kenarına gitmeli, resim yapmalı. Sabah sekizden, akşam dokuza kadara çalışmak da nedir! Bu, insan yaşamı değildir! Başka bir dünya hayal edebilmeniz lazım, kapitalistler bizi kandırıyor. Çok çalıştırmak için, çalışmazsanız ölürsünüz, şöyledir böyledir diyorlar; çünkü emeğinize el koyacaklar ya! Bu söylediklerinin hepsi de yalan!

Meta, Das Kapital’in birinci kavramı; ikinci kavramı, Emek; üçüncü kavramı, Mal; dördüncü kavramı, Para; beşinci kavramı da, Sermaye.. Das Kapital bu beş kavramdan oluşur, bunları anlatır. Meta nedir, mal nedir, bunlara harcanan emek nedir, emeğin miktarı, ücretli emek ne demektir, emeğin satışa çıkarılması ne demektir, sermaye nasıl oluşur, sermaye süreci, sermayenin yeniden üretimi, artı değere el konulup, tekrar sermayeye katılması ile sömürünün nasıl ortaya çıktığı anlatılır. Bütün bunları analiz eder. Marks’ın değeri şuradadır: sömürüyü kanıtlamıştır. Hani dedik (dedim) ya: sömürüsüz bir dünya olacak. Marks’ın kitabı, batı Avrupa’daki sömürüyü kanıtlamıştır. İşçiler iyi şartlar içinde çalışabilir, sefalet içinde olmayabilir, hatta işçiler, havuzlu villalarda bile yaşatılabilir, işçiler hayatların hiç şikâyetçi de olmayabilirler. Amma, kapitalist, makineyi önüne koyup, işçiyi çalıştırıp, onu makinenin bir parçası haline getirip, ürettiği on liralık değerden, sekiz lirasına el koyup, iki lirayı işçiye vermekte, işçiyi havuzlu villada yaşatmaktadır ama sekiz lirasına da el koymaktadır. El koyma var! Bu sömürüdür!

Sömürüsüz bir ilişki nasıl olacak! Tamam, beraber çalışalım, üretelim ama birbirimizi sömürmeyelim, sömürü, insani bir olay değil! Herkes emeğinin karşılığını alsın, herkes üretime katkıda bulunsun, yeteneği, emeği kadar karşılığını alsın, amma, birbirimizi sömürmeyelim.

Das Kapitalin beş kavramı, meta, emek, mal, para, sermaye; beşi de Kuran’da geçer. Yani bu beşi, aynı zamanda birer Kuran kavramıdır. Mesela Kuran der ki Ali İmran Suresi 185. ayet: [ve mâ’l hâyâtu’d-dunyâ illâ metâu’l-gurûr] yani muhakkak ki dünya hayatı, sizin için gelip geçici bir faydalanmadan ibarettir. Necm Suresi 39. ayet: [Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ seâ.] yani insan için emeğinden başka hakkı yoktur. Yani siz, etten kemikten bir varlık değilsiniz, ette bize ait değil, boy da bize ait değil, vücutta bize ait değil; çünkü kendimizi kendimiz üretmedik, kendimizi sipariş vermedik. Biz sadece, şu alından dökülen terden ibaretiz. Bir şeye çalışır, çabalar emek verir, karşlığında bir şey elde edersin, işte o senindir; bu dünyada, ondan başka da bir hakkın yoktur. Ne yer bizim, ne gök bizim, ne su bizim, ne ağaç bizim, bunları biz mi yarattık? Biz mi sipariş verdik? Ben, kendimi sipariş vermedim, kim bilir böyle olmayı belki istemiyorum ama bizim dışımızda olan bir şey var.

Peki bana ait olan ne? Bana ait olan, özgür iradem ile çalışıp, alnımdan ter döküp, o emeğin karşılığında elde ettiğim şeydir, bu bir diploma olabilir, bir meslek olabilir, herhangi bir meta olabilir, onun da, ihtiyacım olduğu kadarı bana aittir, kişinin ihtiyacından fazlasını üzerinde taşıması ahlâki değildir. Mesela sizin üzerinizde ihtiyacınız olmayan bir şey var ve ona da arkadaşınızın ihtiyacı var ama siz çıkarıp ona vermiyorsunuz. Bu hem İslâmî değildir, hem insani değildir, hem de ahlâki değildir. İhtiyacın yok, niye üzerinde taşıyorsun? Bak, arkadaşın o şey için kıvranıyor! Demek ki sende, insanlık ruhu yok, ormanlardaki hayvanlardan bir farkın yok. Çünkü hayvanlar, böyle şeyler düşünmezler, ne olacak bu ormanın hali diye hayvanların düşündüğünü gördünüz mü? Veya, aslanın ceylana gidip de, şu, seni yeme sorununu bir görüşelim dediğini gördünüz mü? Ama insanlarda bunu sorun edinme vardır. Kan dökülüyor, sömürü var, bunları görüşelim diye insanlar bir şeyler geliştirir. Onun için, bu, geleceği düşünme sayesinde, şehirler ormandan, insanlar hayvandan ayrılmıştır.

Bu beş kavram Kuran’da geçiyor dedim, onları tek tek izah etmeyeceğim, şunu bilmeniz yeterli ki, Das Kapital’de geçen beş ana kavramın hepsi, Kur’an’da geçmektedir, ancak Müslümanlar bunu yeterince işlememişlerdir. Kuran’ı Kerim der ki, [Mülk Allah’ındır!] [Yerlerin, göklerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti Allah’a aittir!] Allah’a inanmayanlar için söyleyecek olursak, yerlerin, göklerin mülkü, görünmeyen bir Güce aittir. Yani, hiçbirimize ait değildir, buradan bu sonuç çıkıyor.

Yerlerde ve göklerde ve bunun ikisinin arasındaki hiçbir şeyin mülkiyeti bize (insana) ait değildir. Özel mülkiyet, bir Roma kavramı, İslâm dünyasına ait bir kavram değildir. İslâm dünyası ve Doğu toplumlarına göre, mülk Allah’ındır. Yerlerin ve göklerin ve bu ikisinin arasındakilerin mülkü bizim (insanın) değildir, o halde biz (insan) emeğimiz kadar olanı alacağız, orayı burayı sahiplenip, şura benim, bura benim deyip, durmayacağız. Bu, felakete yol açmaktadır. Kavgaların, savaşların sebebi, insanların sahiplenme hırsıdır. Benim görüşüme göre, insanların çocukları bile anne babaya ait değildir; hak iddia edemezsiniz. Sadece, çocuklarımıza, anne babamıza karşı ödevlerimiz vardır; bunları yerine getirmeliyiz, bu kadar. Çocuklarımın büyüyüşünü izliyorum, hakikaten benden ayrı bir varlık yani. Ben buradan şu sonucu çıkarıyorum: Haa, Allah bana demiş ki, sizin aşkınızdan, muhabbetinizden, çiftleşmenizden, çocuklar meydana getireceğim, insanlığın böyle olmasını diledim. O çocuklar, büyüklerin yanlarında büyüyecek; küçüklerinize , büyüklerinize karşı görevleriniz var, bunları yapın. Allah benden bunu istiyor. O halde benim, o çocuğa babalık yapmam, onun da bana çocukluk (evlatlık vazifelerini yerine getirmesi) lazım, hakka, hukuka riayet etmemiz lazım, hepsi bu; benim, dediğin zaman olmaz.

Kadın da, kocasının mülkü değildir. Her şeyi mülkü gibi gördüğü için, adam evlendiği kadını da mülkü gibi görüyor. Kasabın eti dövdüğü gibi, istersem döverim, istersem severim diyor. Evliliğini, hak hukuk sözleşmesi çerçevesinde eşitçe bir araya gelmiş, eşitlik ilişkisi olarak görmüyor. Yani erkek, kadını kendine eşit görmüyor. Eşit görmediği için de, her türlü şeyi söyleme, dövme hakkına kendini sahip görüyor, çünkü, mülkü görüyor. Ben bir yere, tırnak içinde söylüyorum “kız istemeye” gittim, “kız isteme”; daha iş burada başlıyor. Kızınız Ayşe’yi, oğlumuz Mehmet’e istemeye geldik deniyor. Böyle bir cümlenin arakasında ne gelir? “Eh, fiyatta anlaşırsak olur.” Bu cümlenin gideceği yer neredeyse budur. Klasik cümleyi şöyle değiştirdim: “Kızının Ayşe ile oğlumuz Mehmet, evlenmeye karar vermişler, rızanız var mı? Bunu duyan adam (kızın babası) şaşırdı, ‘Ne yani, istemiyor musunuz?” dedi.

Evlenmek isteyen bu insanlar yetişkin, kendi kendilerine, bir şeye karar verme hakkına sahiptirler. Onlar karar vermiş, sizi de anne babası olduğunuzdan, onlara karşı görevimiz var, ödevimiz var, onları da yerine getirelim diye gelmişler, sizden rıza istiyorlar. Rızanız var mı? Rızamız var derlerse tamam, eğer rızanız yoksa, sizin rızanız için tekrar gelecekler, veyahut dinlemeyecekler (rızanız olmadığı için evlenmeyecekler veya rızanız olmadığı halde evlenecekler) orasını bilemem ama rızanız var mı, ben size bunu sormaya geldim, böyle denilmesi, böyle olması lazım. Bu, eşitlikçi bir ilişkidir, insanların birbirini özne yerine koymasıdır. Beşik kertmesinden, töre cinayetinden, kız istemekten, başlık parasına kadar, fiyat biçmeye kadar, cehaletin bin bir türlüsü, sanki dinin gereği sanılıyor, sanki İslâm, bunların böyle olmasını istiyormuş gibi.

Din, cehalet, medyumluk, fal, büyücülük, hepsi birbirine karışmış vaziyette. Din deyince aklınıza ne geliyor dediğim de, “el kesmek, taşlamak, çarşaf, cinci hocalar, büyücüler” bilmem ne. Din denince sizin de aklınıza bunlar geliyor, değil mi? Bunların hiç birinin dinle alakası yok kardeşim, size yalan söylüyorlar, size yalan söylüyorlar. Peki bir millet bu kadar yalana nasıl inanıyor? İnanır. İnsanlar büyük yalanlara inanır. Halk bir defa inandı mı onu döndürmek zordur ve hakikat insanı yalnızlaştırır…

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.