Düşünce ve Kuram Dergisi

Marksizme Kavramsal ve Kuramsal Bir Bakış

Mahmut Yamalak

Marksizmden söz ettiğimizde şu tarihsel gerçeklere işaret ettiğimizi bilmeliyiz:

-O güne dek sosyalizmin en geniş ve tutarlı teorik ve felsefi bir açıklamasıdır.

-Bir yüzyıldan uzun süre tüm dünya ezilen halklarına umut taşırıp özgürlük rüzgarı estiren bir mücadelenin bayraktarlığı olmuştur.

-Düşünce dünyasında kendi iç bütünlüğüne sahip bir felsefenin kendisidir.

-Ancak bir yüzyıl sonra trajik bir şekilde politik ve felsefi krizlere gömülme gerçekliği vardur.

Bizlerin “Neden Marksizmi paradigmal olarak eleştiriye tabi tutuyoruz?” sorusuna da geçerli bir yanıtımızın olması gerekir.

Marksizm gibi “büyük teoriler” yaşamın her alanına cevap olmaya girişirler. Dolayısıyla bir eleştiri veya analizi ya da kendisi gibi teori olan bir başka paradigmal bütünlükle karşılaştırılması titiz ve sabırlı çalışmaları gerektirir. Ama önce, “Neden böyle bir çalışma yapılmalı?” sorusuna dair cevap olabilecek birkaç nokta sıralayabiliriz:

1-Marksizmi yeniden yorumlamak ve yeni koşullara uyarlamak için… Bunun için Marksist olmak ve teorinin kendisinde veya uygulanmasında sorunlar olduğunu; bunların giderilmesi halinde teorinin aksamadan ilerlemeyeceğine inanmak gerek.

2-Marksizmi karalamak-kötülemek, teorinin oluştuğu 19. yüzyılın ortalarından bu yana hiyerarşik devletçi güçler ve onların kalemşörleri tarafından yapılagelen bir pratiktir. Ezilenlerin öncülüğümü yapmış herhangi bir teori veya pratiğe bu tarz bir yaklaşımı reddetmek temel bir görevimizdir.

3-Hareket olarak beslendiğimiz, büyük oranda kavram ve kategorilerimizi dayandırdığımız ve içinde yetiştiğimiz bu büyük teoriyi eleştiri ve analize tabi tutarak anlamaya çalışmak için…

Marksizme yaklaşımımızı belirleyen elbette gerçek bir tanıma, anlama ve Demokratik Uygarlık Paradigması (DUP) ile arasındaki farka ve bunların nedenlerine yoğunlaşmaktır. Bu yazı kapsamında bir teorik bütün olarak DUP ile arasındaki içerik ve yöntem farklılıkları yorumlanacaktır.

 

Paradigma

Paradigmayı siyaset, fizik, sosyoloji vb. alanlarındaki “teori”den ayıran özellikler vardır. Bir paradigma için;

-Teorik bir dünya görüşü

-Buna dayalı bir kavram ve kategoriler, ilkeler ve programlar bütünlüğü,

-Uygulama için benimsenen yöntem ve teknikler gerekir.

Paradigma tüm bunları kapsayan bütüncül bir sistemli görüştür. Paradigma aracılığıyla dünyaya, topluma, içinde yaşadığımız çevreye ve insana bakış açımızı netleştirir; bu sayede olay ve olguları sorgular, nedenlerini araştırır, anlamaya ve açıklamaya çalışırız. Ayrıca anlama-açıklama-sorgulama pratiklerinde bize yön verecek olan kavramları oluşturur ve pratikleştirme yöntemlerini belirleriz. Bu yanıyla paradigma pratikle iç içe gelişir. Pratik yaşamdan soyutlanır, onunla deneyimlenir ve onu yönlendirir.

 

Marksist Paradigma

Marksist paradigma da bir bilinç ve uygulama bütünlüğüne sahip olarak gelişti. 18. ve 19. yüzyıl sosyalizm üzerine derin tartışmaların olduğu, teorinin ve pratiğin sınanıp uygulama alanı bulduğu geniş siyasal teori alanlarında büyüme imkânı bulduğu bir dönemdir. Marx’ın yaşadığı 1800’lerin ortalarında birbirleriyle rekabet eden farklı sosyalizm arayışları aynı politik zeminde tartışarak yürüyorlardı. Fransa’da burjuvazinin feodalizmi yedekleyerek ezilenleri bastırması ve iktidara yerleşmesi, İngiltere’de ekonomik ve sosyal yaşamın değişmesi, Almanya’nın birliği, Rusya’nın yayılma eğilimli olması gibi gelişmeler ortamında sosyalistler yön belirlemeye ve siyasal bir güç olarak ortaya çıkmaya çabalıyorlardı.

Marx ve grubu da bu tartışmaların içinde bir taraf olarak, ekol olarak yerleşir ve gelişirler. İçinde yer aldıkları politik atmosfer özellikle Fransız burjuva devriminden etkilenip bunu ezilenler lehine yeni bir devrime dönüştürmeye çalışanları kapsayan çeşitli radikal grupları kapsıyordu. Anarşizmin teorisyenlerinden Proudhon, Fransız 1797 Devrimi döneminde idam edilen Babeuf’un komplo yöntemlerini savunan taraftarları, pozitivist Comte, Alman sosyal demokratları Lasalle ve Weitling… Farklı yer ve zamanlarda veya aynı ortamlarda bu arayışın değişik versiyonlarını temsil ederler. Marx da bu atmosferde bir teorisyen ve pratik eylemci olarak yerini alır. Süreç içinde, teorik tespitlerden ayrışarak kendi dünya görüşünü somutlaştırır.

Marx’ın sistemden ve diğer muhalif birey ve gruplardan epistemolojik (bilgi-bilimsel) bir kopuş yaşadığı dile getirilir. Kendi kavram ve kategorilerini oluşturma anlamındaki bu kopuş, anlaşıldığı üzere zihinsel bir kopuş için yetmeyecektir. Ancak yine de önemli ve değerli bir mücadele süreci olarak görülebilir.

Marx’ın sistemden epistemolojik kopuşu için özellikle 1845-1847 arası yayınladığı beş temel eseri gösterilir. Bunlar;

1-Kutsal Aile…Genç Hegelcilerle yaşadığı fikir ayrılığı ve onlara dönük eleştirisidir. Bunun “Hegel’den kopuş” biçiminde değerlendirdiği de bilinmektedir.

2-Feuerbach Üzerine Tezler…Materyalizmin mekanikçi yorumuna eleştiren bu eser, özellikle, “filozoflar şimdiye kadar yalnızca dünyayı yorumlamakla yetindiler, bize kalan onu değiştirmektir.” Diyen 11. Teziyle felsefi bir kopuşu ilan eder.

3-Alman İdeolojisi…İdealist tarih ve toplum tezlerinin bir eleştirisidir.

4-Felsefenin Sefaleti…Proudhon ve onun komünalist anlayışına dönük eleştirileri içerir.

5-Komünist Manifesto…Bu sürecin sonlandığının, artık politik mücadelenin başladığının ilanıdır.

Epistemolojik kopuş kendisinden önceki ve sonraki külliyata da anlam katar. Örneğin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın epistemolojik kopuşu için “Bir Halkı Savunmak”(BHS) gösterilebilir. Bu ilk grup döneminde yazılan bir bildirinin de sonrasında yazılan, “Demokratik Uygarlık Çözümü”nün de temel parametrelerini içerir. Bu nedenle Marx’ın “epistemolojik kopuşu” için gösterilen eserlerin paradigmal olduğunu söyleyebiliriz.

 

Marksist Paradigmanın Esasları

Marksizm yeni bir paradigma olarak şekillenirken kendi ayrımını da somutlaştırır. Buna dair birkaç nokta sıralanabilir:

-İnsanın düşünce, görüş ve kavrayışını yani bilincini belirleyen maddi yaşamdır.

-Toplumlar tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir. Toplumsal bilinç de bunu yansıtır.

-Her çağın egemen düşünceleri o çağın sınıfının düşünceleridir.

-Alt yapı üst yapıyı belirler.

-Toplum için belirleyici olan ahlak ve zihin değil, üretim tarzıdır.

-Sınıflar arası çelişkiler antagonisttir (uzlaşmazdır).

-Şiddet bir çözüm ve devrim aracı olarak zorunludur vb…

Marx-Engels teorik bir tartışma ortamından, teorik ve pratik olarak yol haritası çıkartma gayretindedirler. Bunu bir anda bir pratikle veya teorik tespitle değil, yılları alan düşünsel bir çabayla yapıldığı da ortadadır. Eski kavram ve kategorilerden kurtulup yenilerini inşa etmek, eskiden arınmak, yeniyi pratikleştirmek zorlu bir süreçtir. Ancak bunun en azından bir “kopuş” olduğunu anlamak için yakından bakmak gerekir.

 

Marksizmin Liberalizm ile İlişkisi

Aydınlanma; bilim, felsefe ve politika da yeni bir çağın başlangıcıdır. Bu dönemde eskiden epistemolojik bir kopuş yaşandığı söylenebilir. Akılcılık, hümanizm, rasyonalizm gibi değerlere dayanan Aydınlanma filozofları devleti yeniden düzenlenmesi, yurttaşların devlet karşısında haklarını güvenceye alma, dini ve inancı devlet yönetiminden uzaklaşma ilkelerini savunurlar.

Liberalizm ise burjuvazinin Aydınlanma çağı filozoflarının yeni bir devrimci görüşlerini sınıf çıkarlarına uyarlama ve pratikleştirme girişimidir. Reformasyon, Rönesans ve Aydınlanma insan düşüncesini uzun süreden beri içine sokulduğu rehavetten uyanıp yeniden şahlanışıdır. Elbette Aydınlanma filozofları arasında kapitalizmi arzulayanlar da vardır; ancak genel olarak bu çağın düşünürleri insanlık adına hareket ettiklerini savunurlar. Bir sınıfın değil, genel olarak insanlığın yol göstericileri olduklarını iddia ederler.

Burjuvazinin öğütlenmiş iktidara hazırlıklı bir sınıf olarak bu gelişmeleri sahiplenip sınıf çıkarları için ideolojileştirmesiyle de liberalizm doğar. Aydınlanma değerlerini sahiplenerek ona ters düşme ustalığını gösteren liberalizm kendisini “Aydınlanma’nın sağ yorumu” olarak yansıtır.

Marksizm ise gerek Aydınlanma’yla gerek liberalizmle kurduğu sorunlu ilişkiler nedeniyle, bir “sol yorum” olmaktan kurtulamaz. Buradaki sol yorum bir “kopuş” olduğunu iddia etse de özünde merkezin sınırlarında gezinen, merkeze göre sol bir yorum olduğundan, liberalizmle de yakın ilişkilidir.

Kimi Marksistlere göre Marksizm, Aydınlanma’nın doğru temelde yeniden yorumudur. Aydınlanma’nın  mirasçılığını olumlayan bu çevreler için onun gerçek sahiplenicisi Marksizmdir. Bu durumda Marksizmin yaşadığı krizin de Aydınlanma’nın yeniden yorumlanmasıyla aşılacağı iddia ederler.

Aydınlanma’nın “İnsan özgürlüğü amaçtır, akıl ise bunun aracıdır.” diyen geleneğine dayanan liberalizm, kendini siyasal iktidarı buna göre değiştirmek isteyen siyasal ve ekonomik bir doktrin olarak sunar. Bundan sonra Aydınlanma’nın kendinden sonraki tüm doktrinleri etkileyen akılcılık, deneycilik, rasyonalizm gibi temel prensipleri onun için birer ideolojik doktrine dönüşür. Liberalizm, insanlığın evrensel talep ve beklentilerini ifade eden özgürlük, mülkiyet, güvenlik, baskıya direnme gibi doğal hakları bu doğrultuda sahiplenerek ideolojikleştirir. Gerçekte onun için toplum bir soyutlamadır; onu oluşturan bireylerden ayrı bir doğası yoktur. (DUP’ında toplumun “ikinci doğa” olduğunu hatırlatalım.) Ona göre toplumun iradesi ve amacı yoktur. Birey dışındaki her kurumlaşma gereksizdir; Toplum, ulus, sınıf, grup vs. bir anlama sahip değildirler. Temel değer, özne olarak bireydir.

Bireyi ontolojik (varlık bilimsel) ve epistemolojik bir merkez olarak kabul eden liberalizm, gerçek varlık olarak bireyi esas alırken, gerçek bilgiyi de “bireye ait olan bilgi” olarak addeder. Ona göre birey kendi kendine yeten, eyleminin gerekçesi yalnızca kendisi olandır.

Marksizm ile liberalizm ilişkisi en başta beslendikleri kaynak olan Aydınlanma’yla başlar. Bireyi sadece sınıf içinde somut bir gerçeklik olarak konumlandıran Marksizm, özünde somut birim olarak sınıf’ı gösterir. Birey sınıfın içindeyken somuttur. Maddi üretim süreci içinde birey ve sınıf karşılıklı etkileşimle oluşurlar.

Kurulan birey-toplum diyalektiğine göre birey belirli bir sınıf içinde vardır; öteki ile ilişkisini de sınıf belirler; bu ilişkilerde bireylik kazanır ve toplumu da etkiler. “Sınıf bilinci”ne bağlı olarak da birey ancak sınıf içinde varoluşunu tamamlayabilir.

Liberalizmin bireyle ilişkisi daha açık olurken, Marksizmin paradoks içeriyor. Eğer bireyin varlığı kendi dışında bir varlıkla (sınıfla) belirleniyorsa, o halde birey yoktur; olmayan birey sınıfı da oluşturamaz; yok eğer bireyin varlığı temel ise (liberalizmin dediği gibi) o halde sınıf yok demektir. Aslında liberalizmdeki “toplum yoktur, birey vardır” anlayışı, Marksizmde “birey değil sınıf esastır” yaklaşımıyla, toplumsallığı değişik biçimlerde zayıflatarak ilginç bir şekilde buluşmaktadır.

Marx’ın coşkuyla karşıladığı Aydınlanma’yı, Öcalan insanlık adına kaygıyla, yer yer kimi sonuçlarından hareketle karşılar. “İnsanlık ve doğa çok büyük bir istismara uğratılmakta karşı karşıyadır. Bu istismarı kolay kolay kabul edemeyecek olan toplum vicdanı (ahlakı) büyük bir zihniyet değişimi temelinde yeniden inşa edilecektir.” der. Empirik yöntemin temel alınıp sezginin yok sayılması, bilimin dinselleştirilip dogmalaştırılması, edilgen, evrimleşmeyen doğa anlayışı; edilgen, belirlenmiş toplum anlayışı, özne-nesne ayrımı, madde-bilinç yorumu gibi sonuçlarından hareketle, daha baştan modernitenin eleştirisini hedef alarak yola çıkar. Marksist ekolu “liberalizmin sol kanadı” olarak somutlaştıran Öcalan, modernite eleştirisinde onu da liberalizmle benzer özellikleri bakımından eleştirir.

Marksizm ile liberalizmin topluma, evrenselliğe yaklaşımı benzer tahribatlara yal açmaktadır. Sınıfı en alt birim yapan Marksizm “kolektif birey” kavramını ortaya atar. Bu, içindeki bireylerin ortak iradesini taşıyan “birey”dir. Liberalizmin bireyi Marksist sınıfta üst bir aşamaya sıçrar. Liberalizmde tümel ile tikel arasında doğrudan bir ilişki kurulur. Aynı şekilde eylem, devlet vb. birçok noktada Marksist ve liberal tezler yakınlaşırlar.

Fransız Devrimi’nin üç sloganı özgürlük, eşitlik ve kardeşlik insanlığın genel talepleri olarak bu süreçte politik arenaya giriş yaparlar. Marksizm de Aydınlama’nın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye çıkar. Sosyalist değerlerle liberal değerler bu ortamda yanyana gelişti. “İnsanın insanca yaşaması” fikriyle “insanın sömürülmemesi” fikri arasında pek fark yoktu. “Birey olmak” ile “sınıf içinde birey olmak” derin bir çatışmaya neden olmadılar. Temel talepler kaygısızca paylaşıldı. Dolaylı veya dolaysız direkt bir etkileşim kaçınılmazdı.

Ancak esas önemli olan “etkileşim” değil, sistemden koptuğunu söyleyen bir ideolojinin sistemin düşünce ve zihniyet kalıplarını kıramaması, buna rağmen radikal bir kopuş gibi söylemini oluşturması gerçekliğidir. Bunun yarattığı sonuç, kendisiyle birlikte kurtuluş umutlarının da sisteme eklemlenmesini engelleyememedir.

 

Marksist Bilincin Pozitivizmle İlişkisi

Pozitivizm belli yöntemlerle hareket eder:

1- Bilgiyi salt gözleme bağımlı kılar. Gözlemin aracı da deneydir. Deneyle elde edilemeyen bilgiyi reddeden pozitivizm, ahlak, zihniyet yapıları gibi deneye tabi tutulamayan olguları da “tanımlanamaz” olarak ilan edip reddeder.

2- Kavramları mutlak halden göreli hale getirir. Mutlak kavramlar elde etmenin imkansız oldupunu ileri süren pozitivizm, evren ve dünya hakkında fenomenlerin asıl nedenini bulmaya çalışmayı da anlamsız görür.

3- Sosyal fenomenleri yasalara bağımlı getirir. “Aslolan yasalardır” deyip, sonuçta tüm her şeyi açıklayacak tek bir yasaya kadar bu arayışın sürmesi gerektiğini söyler.

4- Bilimleri hiyerarşik olarak gruplandırır. Matematik ve sosyal fiziği “iki üstün bilim” addederek, temele de sosyal fiziği yerleştirir.

Marksizm ve pozitivizmin paylaştığı birçok ortak noktanın olduğu kuşku götürmez. İkisi de ilerlemecidir, bilimin ilerlemesini toplumun ilerlemesi olarak görme eğilimindedirler; ikisi de aklın ilkelerini esas alırlar; maddi-manevi gereksinimlerin insanı sürekli ve somut eylemler içinde bulunmaya zorunlu hale getirdiğine inanırlar; deneyciliği, akılcılığı savunurlar…

Marksist bilinç pozitivizmle iç içe oluştuğundan görünür bir çatışmayı da yaşamaz. Marx’a göre, bilginin nesnesi bilgiden önce gelir. Bilgi sayısız evrelerden geçtikten sonra, bu evrelerin her biri etki-tepki sonucunda şekillenir ve bu da maddeyi harekete geçirir. Madde ise var olan şey olarak hareket ve karşılıklı etkileşimle oluşur. Maddeyi tanımlayan “hareket” birbirine zıt eylemlerin sonucudur. Zıtlık ilerleyerek maddeyi oluşturur. Hareketin bu seyri helezonik, sarmal, döngüsel veya saçaklı değil; doğrusaldır ve her zaman ileriye dönüktür. Hareket hiçbir zaman daha net düzeye doğru olmaz; her zaman daha yetkinleşmeye doğru olur.

Marx, gerçekliğin insandan kopuk olmadığını ve hiçbir zaman eksiksiz olmadığını söyleyerek bilgilenmenin sürekliliğine vurgu yapar. Ancak bilginin tek kaynağı olarak “madde”yi göstererek Bacon, Descartes’le başlayıp Comte ile zirveleşen pozitivizmi soldan desteklemiş olur. Ona göre bilgilerimiz daha etkin ve yetkin olarak maddeye döner ve kendini madde aracılığıyla tanıtır.

Marksist düşüncenin iki temel ayağı (1-Maddenin hareketi hep doğrusal ve ileriye dönüktür, 2-Bilgilerimizin tek kaynağı maddedir) pozitivizmin de temel doğrularıdır.

Öcalan felsefesinin önemli ayaklarından biri de bilgi ve bilme tarzımız üzerinedir. Öcalan insanla araştırmasını derinleştirir. Marx’ın “sınıftaki insanı” değil; canlı-cansız evrendeki yapıtaşlarının yetkince dizildiği bir varlık olarak insanı, düşünen canlı madde dizilişi olarak konumlandırır. Artık “cansız madde” ve onun yansıması olarak bilinç değil, aynı varlıkta canlı ve cansız yapının analiz edebileceği bir bilinç gelişiminden söz edebiliriz.

Bilginin kaynağını araştırmamızın nedeni evrendeki varlığımızın nedenlerini ve yerini bilme merakımızdır. Marksizmin de içinde olduğu bu düşünce dünyası bizi dar bir seçenekle karşı karşıya bırakır; “Evren maddi midir, değil midir? Bilgi için deney mi bilgi mi önemlidir?” gibi sorularla oyalanmamızı ister. Öcalan bu çemberi kırarak başlar. Sezgili, özgür tercihli düzenlere, varlığın aynı anda dalga ve parçacık olarak iki ayrı görünüme sahip olabildiği kuantum evrene, en gelişmiş zihin yapısına sahip insanda canlı ve cansız maddenin bir arada olduğuna dikkat çeker. Bununla başlayan insan paradigmasal olarak ciddi bir varoluşsal sürece de girmiş demektir. Bu, Marksizmin epistemolojisiyle açıklanamayan bir dünyadır. Geldiğimiz aşama maddenin canlı olup olmadığını tartışacağımız bir aşama değildir. Artık Marksizmin tespitlerinin yeterliliği-yetersizliği değil, insan bilgisinin geldiği aşamaya denk arayışlarımızın olup olmaması sorunu vardır önümüzde. Marksizm de dahil, o dönemin bilgi yapılanmasının yetmediği bir evrende yaşıyoruz.

Bu noktada Öcalan düşünce tarzımızı sorunsallaştırmaktadır. Kendi farkına varmak isteyen evrenin, bunu insan aracılığıyla yapmak istediğinden söz eder. Algısı ve bilgisi sınırlı insanın evreni var edebilmek için toplumsallığa yönelmesi gerektiğine işaret eder.

Karşılaştırma veya aynılaştırmanın anlatmaya yetmediği bir gerçeklik söz konusudur. Marx yaşadığı dönemin düşünce dünyasında bir tarafı seçerek seçeneklerini sınırlandırırken, Öcalan düşünce ufkunu zorlar, tüm seçenekleri tartıştırır ve sınırlı insanın toplumsallıkla yetkinleşebileceğini gösterir.

Bir noktadan sonra Öcalan “Neyi bilebiliriz?” sorusunun yerine “Nasıl bilebiliriz?” sorusuna ve bilgilenmenin önündeki engellere eğilir. İnsanın toplumsallıkla sınırlanmış olmasının yarattığı engel ile iktidar yapılarının bilgiyi tekelleştirmesini sorunsallaştırır. Daha da önemlisi; bilmemizi engelleyen iç ve dış nedenlere yönelerek soruları değiştirir.

Marksizmde bilgiye egemen olma öndeyken, Öcalan bilgiyle insandaki potansiyel enerjiyi açığa çıkarmayı ve bununla yeniden inşa etmeyi amaçlar.

Başa dönersek, Marx epistemolojik bir kopuşu değil, ama yöntemsel bir farklılığı oluşturabilmiştir. Marx, Aydınlama’nın yarattığı ortamda “liberalizmin sol kanadı”olmaktan öteye geçememiştir. Eleştiri ve analiz birlikteliğiyle amaç var olan sınırları ortadan kaldırıp hakikate ulaşmak olmalıdır. Bunun için doğru amaç kadar doğru yöntem de gereklidir.

DUP’na yoğunlaşırken, Marksist epistemolojinin açmazları da görünür hale gelebilmektedir. Bütün iyi niyetine, saygın pratiğine ve çabalarına rağmen Marksizmin liberalizmin ve pozitivizmin sol versiyonu olmaktan kurtulamamasına neden olan prangaları anlamak önem kazanıyor.

 

Determinizmin Rolü

Olay ve olgular arasında nedensellik bağı kuran determinizm (indirgemecilik), gerçekleşen bir olayın daha önce gerçekleşmiş başka bir olaydan kaynaklandığını öne sürer. Şu an olan bir olay bir başka olayın nedeni olacaktır. Böylece olaylar birbirine yaslanarak bir “zorunluluk” oluştururlar. Herhangi bir olay bu zorunluluğun dışına çıkamaz; her şey olması gerektiği gibi olur.

Bir çeşit kadercilikle karşılaştırabilecek olan bu yaklaşım, özgür seçilime zemin bırakmaz. Özgür kararlarla seçtiğimizi düşündüğümüz şeylerin de aslında daha önceki nedenlere dayalı bir zorunluluk içerdiğini söyler. Biz seçtiğimizi sanıyoruz, ama aslında sadece zorunlu olanı idrak etmiş ve kendi kararımız gibi onaylamışızdır.

İki önemli bilimsel gelişme de determinizmin doğrulanması biçiminde sunulunca, artık her alanda geçerli bir olgu olarak kabul görür:

Bu gelişmelerden ilki Newton’un fizikteki yasalarıdır. Newton fiziği, bir nesnenin hareketini bir başka nesneyle açıklar. Gözleme dayalı ve tümevarımcı bir bakışla Newton, fiziksel güçler ve matematiksel eşitlikler aracılığıyla evrenin tanınabileceğini ileri sürer. Saat gibi işleyen bu evrende her şey nedenlere ve yasalara dayalı olarak işlemektedir.

Diğeri de Darwin’in evrim yasalarıdır. Evrimin doğal ayıklanma yoluyla gerçekleştiğini tespit eden Darwin’in görüşleri tüm toplumsal-siyasal gelişmelere de uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu da güçlü olanın ayakta kalabildiği bir toplum ve orman kanununun geçerli olduğu bir yaşam gerçekliğinde tasavvur etmeye kadar giden yolu açar.

Determinizm özellikle fizik ve biyolojideki bu gelişmeleri de yedekleyerek nedenselliği tanrısal bir güç olarak öne çıkarır, yaşadığımız evreni neden-sonuç ilişkisi bağlamıyla açıklamaya çalışarak da olasılıkları yok eder. Bu geleceğin sınırlarının da kesin çizgilerle çizilmesi gibidir. Varlığın-maddenin gelecekte alacağı biçimi çizmek, mutlak bilgiye sahip olunduğu yanılgısını yaratır. Determinist bilinç bilgi ile nesneyi özdeş görür; böylece elindeki bilgi ile madde üzerinde hakimiyet kuracağını öne sürer. Nesnenin iç yapısını, içinde bulunduğu çevreyi ve özneyle ilişkisini yok sayar. Nesnenin bilgisinin kendisindeki tek bilgi olduğunu sanır. Bu da onu nesne hakkında her türlü tasarımı yapmaya götürür.

Marksizmdeki determinizmi “zorunlu uygunluk yasası”nda somut olarak gözlemleyebiliriz. Buna göre toplum evrelerden oluşur (ilkel köleci, feodal, kapitalist, sosyalist); her bir evre kendinden öncekinin sonucudur ve kendinden sonrakinin nedenidir. Toplumsal yasaya göre her bir evrenin yaşanması zorunludur. Her bir evre yeterli nedenler oluşmadan kurulamaz ve yok olamaz. Bu gelişimi sağlayan motor, güç sınıf savaşımıdır. Her bir toplum bu şekilde daha ileri bir aşamaya geçer.

Son tahlilde komünizmle sonuçlanan bu teleolojik (amaçsal) şema determinist ve pozitivist esaslara dayanmaktadır. Olasılığa, rastlantıya, kaos aralığına ihtimal vermez. Doğal gelişimi nedenselliğe ve yasalara dayandırırken, nedenselliği de mutlak özne olan bir sınıfta açıklar.

Paradigmal olarak Öcalan’ın bir tehlike olarak görüp çözümlediği en önemli olgulardan biri de nedensellik ve ona dayalı özne-nesne ayrımıdır. Marx “kolektif özne” dediği sınıfla bu açmazı aşmaya çalışsa da, bireysel özneyi yadsımak ve yeni bir “tanrısal özne” kategorisini sınıf biçiminde devreye sokarak aynı noktaya düşmekten kurtulamaz.

İnsanın doğadan ayrı ele alınıp, doğa üstünde bir özne kılınma çabaları öncelikle giderek insanın nihilist bir batağa sürüklenmesiyle ardından kendi içine dönüp birbirini nesneleştirmesiyle tahripkar bir sürece evrilir.

Özne-nesne ayrımı ideolojik bir tercih olarak liberalizm tarafından da, Marksizm tarafından da benimsenmiştir. Öcalan ise, özne olarak kendini konumlandıran insanın dış dünyayı hegemonik bir nesneleştirmeye tabi tutmasının sonuçlarını inceler. Öcalan, özneyi veya nesneyi abartılı yüceltme-alçaltmanın her ikisinin de aynı gerçeklik algısının; hiyerarşik-devletli yaklaşımın değişik versiyonlarının ifadesi olduklarını kanıtlarken, kapitalist modernitenin sağ ve sol versiyonlarına da eşit mesafededir.

Özne ile nesnenin ilişkisi karşılıklı etkileşimle süregider. Öznenin nesneye yaptığı her müdahale her ikisinde de değişime yol açar. Varlık kendi kendisiyle özdeş olduğundan, ona yapılan her müdahale dışsaldır. Bu nedenle mutlaka onda değişime yol açar. Özne yaptığı müdahalelerle nesneden bilgi alırken hem nesneyi hem kendini değişime uğratır. Alınan bilgi mutlak ve sabit bir bilgi olmadığından, her ikisinin de yakınlaşmasına yol açar. Nesne durduğu yerde bilgi veremez; özne ancak gerekli bilinç ve yöntemle ondan bilgi alabilir. Bu nedenle ikisinin ilişkisi Marksizmdeki gibi hiyerarşik değil, simbiyotiktir. Bu, Öcalan felsefesinin temel ayrım noktalarından biridir.

Özne, tanımaya çalıştığı nesnenin (dış dünyanın) içinde ve onun bir parçasıdır. Bu nedenle tanımlamaya çalıştığı her şeyde kendine yakınlaşır; bulduğu her gerçeklikte kendinden de bir parçayı tanımlamış olur. Canlı-cansız evrenin özeti olan insan doğada veya toplumda yaptığı her keşifle kendini yakından tanımış olur. Liberalizm ve Marksizmde “doğaya hakim olan insan” Öcalan’da “doğayla bütünleşen insan” olur. Bu özne-insan “doğa üstü bir güç”, “özneler-üstü kolektif bir özne” veya “duyular-üstü bir güç” değil; tanımaya çalıştığı dünyanın bir parçası (ama en yetikn, düşünebilen ve doğanın evriminin son halini temsil eden) bir insandır.

Özne-insanı bu denli simbiyotik bir ilişkiye sokan şey de ondaki toplumsallık gerçeğidir. Toplumsallaşma, onun simbiyotik temelde özneleşmesinin temel dayanağıdır. Yeniden hiyerarşik ilişkiye girmemesinin garantisi sınıfsallık değil, toplumsallıktır. Sınıfsallık, diğer sınıflar üzerinde nesneleştirme girişimlerini meşrulaştırır. Toplumsallık ise, toplumdan yana olan her kesimi kapsadığı gibi, bunun dışında kalan kesimleri de nesneleştirmez.

İnsan tek başına doğayı ve kendini tanıyabilme gücüne erişemez; ancak toplumsallık insanı yetkinleştirerek bu güce ulaştırabilir. İnsan toplum içinde ahlaki ve demokratik değerlerle oluştuğundan, geleceği şekillendirmede de inşa özelliğini gösterebilir. İnsan doğduğu  ve beslendiği kaynak olan doğaya ve topluma ancak toplumsallık içindeyken yabancılaşmaz.

Özne ile nesne bir noktadan sonra içiçedirler. Öcalan, insanın kendini özne olarak konumlandırmadan, doğa ve toplumdan edindiği yetilerle bu özelliğini koruyabileceğine ve bu içiçeliğe uygun yaşayabileceğine dikkat çeker. İnsan fiziki olarak doğadandır, sosyal ve psikolojik olarak toplumdan. Hakim özne olduğunda, esasen kendi kökleri üzerinde bir hakimiyet kurmaya çalışıyordur. Bu da kendi sonunu hazırlaması anlamına gelir. Varlığın kendisini tanıması ancak bu iç içeliğin kavranmasıyla mümkün olabilir.

Üzerinde durulması gereken bir nokta da neden-sonuç ilişkisinde ulaşılan “zorunluluk” anlayışının toplumsal gelişime dair yorumudur. Bu bakışa göre ardışık bloklar biçiminde aynı rota üzerinde ilerleyen bir toplumsal tarih söz konusudur.

Bu da determinisit yoruma Öcalan’ın cevabı “kaos aralığı” tespitidir. Toplumsallıkta ve doğada zorunlu değil, esnek bir gelişim söz konusudur. Sürecin doğru ilerleyebilmesi için gereken bilinç ve iradedir. Bilinç insanın eylemlerini denetlemesini, gelişmeleri amaç doğrultusunda yönlendirmesini sağlar. Böylece toplumsal planda “zorunlu” denilen şey, kendiliğinden gelişen bir süreç olmaktan çıkıp bilinçli eylemin bir sonucu olur. Zorunlu olan nedenselliğe dayalı yasalar değil, bilinçli eylemsellikler olmaktadır.

Marksizmin liberalizm ve pozitivizmle ilişkisi, onun daha başlangıçtan itibaren inişli-çıkışlı, gerilimli bir paradigma olarak şekillenmesine yol açmıştır. DUP, buna dönük “iyileştirme”, “revize etme” veya “yeniden yorumlama” gibi saiklerle yaklaşmak yerine; sosyalizmde önemli bir durak olarak sistemle ilişki ve çelişkisi bağlamında değerlendirmenin önemli olduğunu gösterir. Bunun da yolu eleştiri-analiz birlikteliğiyle sistemli bir okumasını yapmaktır.

Marksist paradigmayı yorumlayarak ulaşabileceğimiz temel bazı tezleriyle konuyu sürdürebiliriz:

  1. Sistem Yorumu ve Bunun Yarattığı Sorunlar

Marksizmdeki kapitalizm tanımlarını karşılaştırdığımızda, bir yandan sert bir eleştirinin, diğer yandan bir mistifikasyonun at başı gittiğini görürüz. Bu mistifikasyon (yüceltme) çeşitli aşamalardan geçerek oluşur.

Toplumu ardışık modellere göre konumlandırma yaklaşımı, her bir formun durumunu da diğerlerine göre belirler. Bu şekilde bir toplum formu diğerine göre ilerici veya gerici olabilmektedir. Tanımlamanın bu hali, özünde bir varlığı kendi varoluş esaslarıyla değil, ötekiyle arasındaki farka göre belirlemenin sonucudur.

Bunun istenilen düzeyde yapılabilmesi için gereksiz şeyler atılıp, esas nokta tespit edilmeli. Kapitalizmin tarihini sadeleştirip, kendince esas gördüğü noktaya eğilirken Marx’ın amacı temel çelişkiyi bulmaktır. Ancak bu şekilde sadeleştirilen yani dar bir zaman ve mekana sıkıştırılan kapitalizm daha baştan  “araştırana-inceleyene göre bir kapitalizm” oluyor. Bu da sermayenin mistifikasyonu ve çelişkinin antagonistleşmesi biçiminde somutlaşıyor. Çünkü kendi tarihiyle özdeş bir kapitalizm karşıt sınıfların uzlaşmaz çelişki alanıdır. Saflar son derece belirgindir; düşman sınıf somuttur.

Marx’ın temel eserlerinden “Komünist Manifesto”da kapitalizmin bir dönem için devrimci-ilerici bir rol oynadığına vurgu yapılırken, sert eleştirilerle birlikte kapitalizmin meşrulaştırılması da yapılmaktadır. Manifesto, “Burjuvazi tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır,” derken, bu rolü şöyle sıralar:

-Üstün olduğu yerlerde feodal ataerkil ve kırsal ilişkilere son verdi,

-Dinsel, siyasal yanılsamalara dayalı sömürüyü kaldırdı, çıplak kaba sömürüyü getirdi,

-Saygın mesleklerin cilasını söktü,

-Aile ilişkilerini yıkıp salt para ilişkisine çevirdi,

-Üretimi süreli olarak değişime ve ilerleme yoluna soktu,

– Dünyanın dört bir tarafına açılırken, üretimi ve tüketimi kozmopolitleştirdi,

– Kapalı ilişkileri çok yönlü evrensel ilişkilere çevirdi,

– Toplumu “kırsal yaşamın bönlüğünden” kurtarıp kentlileştirdi,

– Yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere bağladı,

– Uluslaşmanın önünü açtı…

Marksizm bilinen en sert ve kapsamlı yorumlarından biri olarak, onu konjonktürel değil, esasen yapısal olarak ilerici gösterir. Verili bir coğrafyada (Avrupa’nın bir bölümü), verili bir tarih (16. yüzyıl sonrası) arasına sıkıştırılmış bu tanım modernizmin de meşrulaştırılmasına yaramıştır. Tanımını ve ideolojik yapısını ilerlemesi mantığa göre açıklandığından, özünde pozitivisttir.

Öcalan’ın kapitalizm tanımı bir yanıyla Marksist tanımın da eleştirisidir. Çünkü olgunun merkezine inerek, esasta zihniyet yapısını ve onun ulaştığı tanımı sorgular. Avrupa merkezli düşünce ve akıl bir ekoldür. 16. yüzyıldan itibaren de bir dünya sistemi hegemonya sürecinin başlamıştır.” der. Kapitalizm (dolayısıyla sistem) çözümlemesine Öcalan, öncelikle kafa karışıklığını giderecek tespitlerle başlar:

– Kapitalizm ekonomik bir sistem olarak tanımlanamaz,

– Yalnızca 500 yıllık bir zaman dilimine sıkıştırılamaz; köklerine devletli hiyerarşik ilişkilerin ilk ortaya çıktığı dönemde aramak gerekir,

– Avrupa coğrafyasıyla sınırlı değil; ilk ticari ilişkilerin ortaya çıkışından itibaren, ilk başta Ortadoğu’da, giderek tüm dünyada varlığı izlenebilir,

– Kapitalizm bir toplum biçimi değildir…

Kapitalizmin yıktıkları Marx için belli şartlarda “ilericilik” olarak ifadelendirilirken, Öcalan için bir toplumsal felaketin işaretleri olarak nitelendirilir. Kapitalizm mitolojiyi, dini, felsefeyi değersizleştirdi. Çünkü bunlar kapitalizme meşruiyet kazandırmıyorlardı. Toplumun düşünce dünyasında yerlerini koruyan bu olgular gerici oldukları için değil; duygusal zekayla bir arada kapitalizme izin vermedikleri için geriletildiler. Yerlerine pozitivist bilimcilik geliştirilerek toplumsal yıkım hızlandırıldı.

Toplum için pranga denilen kimi kutsallıkları yıkması onu ilerici yapmaz. Çünkü kapitalizm bilimcilik, milliyetçilik gibi dinle-feodalizmle de ciddi bir varlık-yokluk savaşı vermek yerine; uzlaşarak, yeni mezhepler oluşturarak ittifaka girmiştir.

Öcalan DUP özgülünde kapitalizm için yapılan tespitleri masaya yatırmakla yetinmez; esasen onun zihniyet formlarıyla hesaplaşır. Onun eklektik, spekülatif ve güdümlü bir zihniyet yarattığını belirterek yarattığı zihinsel karmaşayı sorunsallaştırır. Herkes kapitalizmi hedeflerken ekonomik yapıyı merkeze oturturken, Öcalan zihniyet yapısını öncelikli hedef olarak gösterir. “İyi bilmek gerekir ki, hiçbir insan topluluğu zihniyet formunu uzun süre tanımadan ve denemeden, maddi hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez” der.

Engels, “Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm”de şöyle demiştir: “…Toplumun ekonomik yapısı, daima kendisinden başlayarak, verili bir tarihsel dönemin tüm hukuki ve siyasi üst yapı kurumlarını ve aynı şekilde dini, felsefi ve diğer fikirlerin tam bir açıklamasını yapabildiğimiz gerçek temeli sağlar.”

Sistem analizi açısından yapısal bir farklılık söz konusudur. Marksizm ekonomik yapıyı temel alırken; Öcalan açısından zihniyeti karanlıkta bırakan sistem analizleri yine bu sistemin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz. Salt maddi yapıdan yola çıkılarak yapılan kapitalizm tanımı bir mistifikasyon ve meşrulaştırma girişimi olmaktan kurtulamaz.

 

  1. Eleştiri ve Analiz

Komünist Manifesto’da Marx bir devrimi zorunlu görür. “Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en radikal kopuştur.” der.

Toplumsal değişimi keskin bir reddediş ve yeniyi bir “tabula rasa” biçiminde algılamanın kendisi, esasen çelişkiler barındırır. Bu nedenle Marx bazen kapitalizmin mutlak yıkımından söz ederken, bazen Avrupa’nın çeşitli ülkeleri için seçimle sonuç alınabileceğini ifade eder. Bu gerilimli hal tüm bir Marksist teori dünyasını etkiler.

Birbirleriyle çatışan iki ana görüşten söz edilebilir:

Birinci görüş; bir devrim olmadan da kapitalizmden sosyalizme geçilebileceğini savunur.

İkinci görüş; bir devrim olmadan sosyalist ekonomik sisteme geçiş yapılabileceğini ama bunun tamamlanamayacağını, tamamlanması için devrimin şart olduğunu savunur.

Tek bir sosyalist geçiş modelinin olmadığını savunan görüşlerin bastırılması, teorideki gerilimi de arttırmıştır. Geniş bir geçiş modeli seçeneği ve bunlara dönük taktik ve stratejiler sert sınıf savaşımı söylemlerinin altında kalmışlardır.

Sorunun kaynağı sistem analiz tarzıdır. Aşılmak istenen kapitalizm nasıl bir sistemdir sorusuna yukarıda kısmen değinildi. Engels “İlkel aşamalar hariç, tüm geçmiş tarih sınıf mücadeleleri tarihidir,”(Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, 2012) der. Ulaşılan bu sonuç nasıl bir mücadele verildiğini de gösterir. Uzlaşmaz bir sınıf savaşımıyla sistem aşılacaktır. Bunu yapmak için Marx, var olanı eleştirir ve şimdi’yi analiz eder. Birincisi burjuva ideolojisinin eleştirisi, diğeri beş yüz yıllık kapitalizmin analizidir. Ancak her iki yöntem de aşılmak istenen kapitalizm için yeterli zemini oluşturmaz.

Yöntem olarak Öcalan beş bin yıllık sistemin eleştirisine ve kapitalist modelin analizine yönelerek bu dar çemberi aşar. Sadece büş yüz yıllık kapitalizmin, sadece Avrupa coğrafyasındaki halinin analizi, bir sistem analizi değil; konjonktürel, politik bir analizdir. Aynı şekilde sadece burjuva ideolojisinin eleştirisi de devletçi modernitenin ideolojisinin eleştiri olmaktan uzak kalmaktadır. Nitekim eleştiri ve analizinin dar kalması burjuvaziyi bir dönem için “devrimci” addetmeye kadar gitmiştir.

Marx’ın sistem analizi klasik ekonomi-politik sınırlarında kalmıştır. Öcalan ise bunu kapitalist modernitenin analizi biçiminde yürüterek bütün bir sistemi anlaşılır kılmayı amaçlar.

Bu nedenle Marx yöntem olarak ekonomi, ücret, fiyat, kar, rant, sermaye, iş bölümü, para gibi kategorilerle yoğunlaşırken; Öcalan bu kategorileri de içerecek şekilde toplum, devlet, tarih, ahlak, politika, demokrasi, direniş dinamiği gibi bütünlüklü kategorilerle paradigmasını örer.

Marx’ın yönteminde eleştiri ve analiz ayrı kategoriler halinde ilerler. İdeoloji eleştirilirken sistem analiz edilir. Nitekim Marx Kapital’de, bu çalışmasının hedefini şöyle açıklar: “Bu çalışmada kapitalist üretim biçimini ve bu biçime karşılık gelen üretim ve değişim koşullarını incelemek zorundayım.”

Anlaşılacağı gibi, teorik bir analiz ve tespit çalışmasıyla söz konusu kategorileri açıklamaya yönelir. Eleştiri ve analiz birbirini besleyen ama ayrı birer çalışma biçiminde değerlendirilmektedir. Bunun sonucunda, analizi yapılan olay veya olgu karşısında bir bilim insanı soğukluğu ve mesafesiyle durmak, onu herhangi bir “şey” olarak değerlendirmek normalleşir.

Analiz eden ile analiz edilen arasındaki bu mesafenin yarattığı sonuçların başta geleni ahlakın yadsınmasıdır. Çünkü ahlak ve diğer zihniyet formları analiz edilebilecek olgular değildir. analiz edeni özne, onun dışında kalan her şeyi nesne derecesine indirgeyen bu yaklaşım, esasen nesnel bir analiz yapma ihtimalini de kendisi ortadan kaldırmaktadır.

Yöntem sorununu aşmak Öcalan’ın en büyük uğraşlarındandır. Başta eleştiri ve analizi iç içe kullanarak sosyalizme paradigmal bir katkı yapan Öcalan, bu yöntemiyle sistemin bütünlüklü bir değerlendirmesine ulaşmaktadır. Bu sistemin eleştiri ve analiziyle birlikte toplumun da eleştiri ve analizi olabilmektedir. Yapıyı her yönüyle ele aldığından dolayı da, yeniyi inşa yöntemini de açığa çıkarmaktadır.

Yöntemde Marx ücret, para, değer gibi kategorilerden kapitalizmin analizine yönelir. Tarihte de bugünden geçmişe bakarken pozitivist ilerlemeci(lineer) bakışın etkisindedir. Öcalan ise basitten karmaşığa yönelirken klandan, hiyerarşiden, cinsiyet sömürüsünden başlar. Marx’da projektör bugünü aydınlatırken geçmişi nesnel analizden uzaklaştırır. Öcalan ise tarihte derinleşerek bugüne gelir. Bu tarz, içinde genelden özele, özelden genele geçişler, analiz-eleştiri bütünlüğünü barındıran esnek ve kapsayıcı bir tarzdır.

 

  1. Gelişimin Karakteri

Yukarıda değinilen lineer bakış açısı, bir olay-olguyu açıklamak için onun en gelişmiş noktasını esas alıp geriye doğru bakar. Kapitalizme bakarak feodalizmi tanımlayacağına inanır; tersine değil; aynı şekilde feodalizme bakarak köleciliği tanımlayabilir-açıklayabilir…

Marksist paradigma gelişimin bu halini “yadsıma” kategorisiyle açıklar. Marksizm’in temel kategorilerinden olan yadsıma, esas olarak Hegel felsefesinden devşirilmiştir. Hegel’de yadsıma politik bir anlama sahiptir. Hegel’in “mutlak Tin”le sonlanan idealist felsefesinde, varlık, mutlak Tin’den korktuğu andan itibaren yadsıyarak ilerler. Başta diyalektik olan bu yürüyüş sonuçta mutlak Tin’de son bulacağı için sonunda statiktir. Varlık ilerlerken zengin, varlık ve içeriği güçlenerek halden hale girer. Bir hali tümden yadsımaz; onu da içererek yeni bir hale bürünür. Bunun tez-antitez-sentez döngüsünde görebiliriz.

Marksizmde yadsıma Hegelyen yorumun sınıf mücadelesine dayanan sert bir halidir. Yadsıyan, yadsıdığını reddeder, geride bırakır ve yeniye tam bağlanır. Diyalektiğin bu yasasını Marksizm’de iki halde de görebiliriz. Doğada yadsıma eskinin olumlu yanlarını alıp yeni bir hale bürünmek iken, sınıf mücadelesinde ise keskin bir yadsıma veya reddediştir. Bu karmaşık durum politik söylemle felsefi söylemin farklılığından kaynaklanmaktadır. Birinci durumda yadsıma eskiyi reddeder. İkinci durumda eskinin olumlu özelliklerini alır. Yadsıyan veya yadsınan arasındaki farklılığın ve gerilimin altında yatan, paradigmal olarak benimsenen lineer bakışın etkisidir. Buna göre gelişme her zaman için;

– Alttan üste

– Basitten karmaşığa

– Aşağıdan yukarıya

– Daha az gelişmişten daha çok gelişmişe doğrudur.

Geri olan yadsınmıştır. Yadsınmalıdır. Bu nedenle kapitalizm ileri olmakta, ilerleme teknolojik ve ekonomik göstergelerle ölçülmektedir. Öcalan felsefesi yadsımayı “çelişki”, “karşıtlık” gibi kategorilerle bütünlük içinde değerlendirildiğinden keskin reddedişlere yönelmez.

“Burada dikkat edilmesi gereken diğer önemli bir husus, diyalektik kavrayışımız tez ve antitezin birbirini yok etme biçiminde değil, ‘bastırma ve geriletme’ karakterinde gelişmesidir. Toplumsal sistemler tüm doğada olduğu gibi tez, antitez haline geldiklerinde birbirini birlikte taşırlar. Aralarındaki mücadele şüphesiz önemli gelişmelere yol açar. Hiçbir zaman tez eski halinde kalmaz, ama antitez de bir kadiri mutlak olarak kendi öncülüğünü yenmez. Ondan beslenerek ancak ondan gelişir.” (Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, Amara Yayıncılık, 2015)

Aşana göre aşılanı değerlendirmek “kendilik”i de reddetmektir. “Aşan” belirleyici olduğu gibi, “aşılan” hakkında yargı da bildirebilmektedir. “O, bana göre, benim durumuma göre geridir; çünkü ben onu aşmışım” demektedir. Böylece öncüleri hakkında yargı bildirme, onları kategorize etme ve kendi ihtiyacına göre tanımlama hakkını kendinde bulmaktadır.

Öcalan’da “gelişmiş olan” kendinden öncekilerin varlığına dayanarak oluşmuştur. Bugünkü hali öncekilerin gelişme tarzlarınca belirlenmiştir. Öcalan bunun “ilk olanla açıklama” prensibinde somutlaştırır. Toplumu anlamak için kapitalizmden değil, “klan”dan başlar. Klan toplumun kök hücresidir. Bugünkü toplumun nüvelerini ve yapısal özelliklerini klanda bulabiliriz. Aynı şekilde devleti açıklamak için bugünkü devlet mekanizmasından değil, hiyerarşik ilişkinin ilk ortaya çıktığı kadının üzerindeki sömürüden ve hiyerarşinin yoğunlaşıp kurumlaştığı Sümer-Rahip Devleti’nden başlar. Başlangıç özelliklerini açıkladıktan sonra aşama aşama bugüne gelir. Bu yöntem, olgunun temellendirecek açıklamasını sağladığı gibi, onun süni kategorlilerle ilerici-gerici ayrımından kurtarır.Tersi durumda, “gelişmiş olan” var olanın bütün özelliklerinin değil, bir halinin anlaşılmasına yarar, ki bu da öncülerinin bilinmesi şartıyla.

İnsanın düşünce tarzı da son ile ilk olanı açıklamak şeklinde işlemez; aksine, ilk’ten yola çıkarak sona ulaşır. Son olan, öncekilerin taşıdığı yetersizlik ve tıkanmaların giderilmesiyle yeni hale ulaşmıştır. Önce’de son olan’a dair veriler varken, son olan’da önce’ye dair yargılar oluşmuştur.

Marx’ın ilk olan’ı açıklama tarzı gelişmiş olanın böbürlenmesini andırır. Feodalizmi açıklarken, oradan kapitalizme ulaşmak için değil, onun kapitalizmden ne kadar geri olduğunu açıklamak içindir. Öcalan ise ilk olan’ı, yeniyi açıklamanın ve anlamanın temeline yerleştirir.

Sonuç olarak; demokratik uygarlık paradigması Marksizmin sayısız yorumlarından biri değildir; onu da içerecek şekilde, bütünlüklü bir sistem ve onun çeşitli versiyonlarının alternatif paradigması olarak şekillenmiştir. Tarihsel-toplumsal aşamanın ihtiyaçlarına cevap olacak bir yetkinleşmeye doğru da ilerlemektedir.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.