Düşünce ve Kuram Dergisi

Sovyetlerde Erkeklik Mecazları

Mahsum Erdal

“Sosyalizm simya gibi. Simyacı fikri. İlerilere uçtu, ama bilinmeyen bir yere vardı…”
Bir Rus Yurttaşı (Aktaran: S.Aleksiyeviç:2016:301)

Soljenitsin “iktidar bir zehirdir, binlerce yıldır tanınır”(1974:s.132) derken muhtemelen onun içerdiği erkeklik teması üzerinde düşünmemişti. İktidarı erkeklik olgusu üzerinden düşünmenin ve aralarındaki mutekabiliyet ilişkisini çözmenin tarihi, iyimser bir iddia ile en fazla ikinci dalga feminizme kadar (1960) uzanır. Elbette, erkeklik olgusu ile iktidar arasında doğrusal bir ilişkiden bahseden teorik kavrayış, bahse konu zamanla eşanlı gelişmedi. Gerçekleşen, “dünya-sistemin politik kurumlarını ayakta tutan jeo-kültürün derinden sarsıl(masıydı)” (Wallerstein:s.118).Bu, tarihsel bir düşünce konjonktürünün oluşmasına yol açtı. Sistemin işleyiş tarzına duyulan kızgınlık ile sistem-karşıtı hareketlerin dünyayı dönüştürme kapasitelerine duyulan hayal kırıklığı, başka bir tür politik akıl yürütmeyi ve tarz geliştirmeyi zorunlu kıldı. Biriken devrim enerjisinin yerel içeriği ne olursa olsun, “anti-modernist kültür devrimi”(A.Öcalan: 2015:s.290) ortak temayı oluşturmaktaydı. Bununla sadece kapitalist modernitenin hegemon gücü karşıya alınmıyor, aynı zamanda dünya düzeninin tersten tamamlayan “gizli işbirlikçisi” konumundaki Sovyetler’in siyaset etme tarzı da reddediliyordu. “Sovyetik(!) tarzı ihtiva eden kültür, siyaset ve etik anlayış karşısında da bir konumlanış gelişmekteydi. Nitekim Sovyet kaynağından beslenen özgürlük ideasının modernist sistemin bir tersinmesi olduğu giderek daha fazla anlaşılmaktaydı.

Sovyetler bu zaman diliminden sonra artık umut mekânı değildi. Dahası, bu kanaat pratik deneyimlerin bilgisi ile giderek daha fazla güçleniyordu. İktidar olan sistem-karşıtı yapılar verdikleri hiçbir sözü tutmamış ve derin bir hayal kırıklığına sebep olmuşlardı. Çünkü geliştirdikleri politik tarz ve sahip oldukları güç istenci toplumsal çokluğu inkâra ve yaşamı olumsuzlamaya dayanıyordu. Oysa idea bambaşkaydı.

Bu ters-yüz olmanın toplumsal mücadeleler perspektifinde, kendi üzerine düşünme kabilinden bir sürece vesile olmaması düşünülemezdi. Nitekim ideolojik, felsefi ve siyasi bir soruşturma, arayış başladı. Soru şuydu: Sisteme tersten eklemlenmenin mahiyeti nedir, buna sebep olan ne ve neden kaybediyoruz?

Soruya muhtelif cevaplar geliştirildi. Bu uğurda en kıymetli çabalar, yönelinen felsefi ve pratik olanlardı. Epistemolojik bir tarz geliştirmeye girişmeyi de bilahare belirtmek gerek. Kurulu düzeni yapılandıran ve onu ayakta tutan bilgi yapılarının sorgulanmaya başlaması, başka tarz düşünme biçimlerini olanaklı kıldı. İktidar ve onun yapısal karakteri daha fazla düşün dünyasının sorgulama nesnesi haline gelmeye başladı.

İktidar olgusunun mercek altına alınmasının gerekçesi ne olursa olsun, onun inceleme nesnesi derekesine çekilmesi onu kimi vasıflarından soyundurdu. Teorik olarak inceleme nesnesi haline getirilmesi NE’liği üzerinde olduğu kadar KİM’liği üzerinde de düşünmenin olanaklarını açığa çıkardı. Foucault, iktidarı konumsal olarak “her yerde” ve “her taraftan gelen” bir olgu şeklinde telakki eder. Her ne kadar, Foucault’un iktidara dair epistemolojisi 68 devrimci gençlik hareketlerinin yenilgisinden elde edilen çıkarsamalara dayansa da onun “her yerde”liği ve “her taraftan gelir”liği, onunla “baş edilemezliği” ima etse de, iktidarın vasıtalarını görünür ve algılanır kılması önemli bir açınsama getirdi.

Foucault, Althusser’in “ideolojik aygıtlar” şeklinde çözümlediği iktidarın kurumsallığını toplumsal yüzeye taşıdı. Oradaki salınım tarzlarını inceledi. Bunu da temel olarak bilgi ve iktidar arasındaki mütekabiliyeti çözümleyerek yaptı.

Foucault’un bu çözümleme tarzı, yüzeye yerleşik iktidarın taşıyıcı vasıtalarının KİM’liği üzerinde düşünmeyi daha fazla olanaklı kıldı. Nitekim, feministler bu hattan ilerleyerek iktidarın cinsiyeti konusunda fikir beyan edip, onun hakikatini anlamaya çalıştı. Feminist literatür artık iktidar ve erkekliğin birbirine sarkan ve birbirini sarmalayan niteliğini çözümlemiş bulunuyor. Toplumsal yüzeydeki iktidarın ileti vasıtaları tespit edilmiş bulunuyor: Erkekler!

Biz de bu makalemizde reel sosyalist gerçekleşmenin siyasi ve toplumsal pratiği üzerinden kurduğu toplumsal cinsiyet rejimini, onun mecazlarını anlamaya çalışacağız.

 

Baştan-Verili Seçkin Erkek Kimliği

Reel sosyalizm, siyasi perspektif olarak kendini devlete ve dolayısıyla iktidara odaklamış baştan-verili bir yapıydı. Baştan-verili olmak, tarihsel olarak oluşmuş iktidar ve devlet formlarıyla özsel bir akrabalık ilişkisi içinde olmasını anlatmaktaydı. Lenin başta olmak üzere sosyalist ideologlar, devlet denen siyasi organizasyonu belli bir gereksinim içinde araçsallaştırmak istediler: “Devrimci bir iktidara gereksinmemiz var, (belli bir geçiş dönemi için) bir devlete gereksinmemiz var” (Lenin: 2008: 66) dediler. Elbette “bürokratik ve askeri aygıt” olarak yaftaladıkları devletin “kötülüğü”nün farkındaydılar. Bu nedenle, devleti “hazırlop” devralmayacak, bu “makineyi parçalamak” suretiyle yıkacak ve “işçi-köylülerin özgür bağlaşmasının ilk koşulu” (2008:80) yapacaklardı. Fakat “ulus-devletçi ideoloji ile demokratik toplumcu ideoloji(yi) iç içe, karışık ve eklektik olarak bir arada” (A.Öcalan:2015:297) ele alan bir siyaset felsefesi içinden düşünmeleri, onların sadece kendi düşünce yapıları içinde ters-yüz olmalarına yol açmadı, aynı zamanda yaman bir açmaz ve muğlaklığa sabitledi. Bu onları karşı oldukları sistemi tersten olumlamalarına sebep oldu. Teorideki açmazın ve muğlaklığın özü, toplumsal çokluk’un devlet/iktidar kişiliğinde Bir’e indirgemesiydi. Ontolojik olarak aralarında ters orantılılık ilişkisi olan bu olguların Bir’e indirgenmesi hiçbir surette yadırganmadı. Neden? Çünkü tarihsel gelişme diyalektiğinin böyle işlediği düşünülüyordu. Fakat bu, eninde sonunda yüzleşilmesi gereken bir politik krizi kendi eliyle (veya aklıyla) düşünce sisteminin göbeğine yerleştirmek anlamına geliyordu. Sosyalist düşüncenin ve “özgürlük kavramının politik krizi” (Baysoy :2013) bu şekilde teşekkül ettirildi. Çünkü yaşamı olumsuzlayan tahakküm diyalektiği varlığın kendini gerçekleştirme tarzı olarak kabul edildi. Bu sebeple iktidarcı ideoloji ile toplumcu ideolojinin uyumlulaştırılma çabası baştan-krizli bir açmaza kendini hapsetmek anlamına geliyordu. Nitekim, her “kriz diyalektiğinde kendini olumla(yan)” (2013) ve doğrulayan tahakküm ve iktidar oldu. Reel sosyalizmin düşünsel uzamı da politik pratiği de bunu net bir şekilde ortaya koydu. 

Bu sonuç, tahakküm diyalektiğini oluşturan ve sürdüren epistemolojinin kısmileştirilerek devralınmasından kaynaklandı. Çünkü fark, siyasi bir retorik derekesine indirgendi. Felsefi olarak kendiliğin farkla kurulduğu yeterince farkedilemedi. Modernite “aklın, düşünmenin, felsefenin ve metafiziğin teolojiye ve tanrıya karşı özne temelinde”, (Baysoy-Özer:2014:88) oluşan kültürü ‘bilimsellik’ gerekçesiyle olduğu gibi devralındı. Öznenin KİM’liği ve siyasi dayanakları; mekânı -toplumsal, siyasal, kültürel vs- kurucu tarzı problem edilmedi. Onun kurulum stratejisinin politik olarak hangi esaslara dayandığı yeterince irdelenmedi. Oysa o, tahakküm ilişkisinin sabitiydi. Tarihsel olarak da tahakküm ideolojisinin sıralı biçimlerinin (tanrı ve devletten sonra) sonuncusuydu. Onun kendini oluşturma tarzı öncüllerini taklit etme ve yorumlama biçimindeydi. Aralarındaki özsel ilişki “yaşamın direniş kapasitesini eksiltmek” ve “onun farklılaşma gücünü elinden almak” (Çelik-Özer:2016:99) şeklindeydi. Bu üç kurgunun kendilik algısı, “dişiliğin inkarına (dayalı) kültürel çarpıtma”ya (Plumwood: 2004: 48) yaslanmaktaydı.

Sosyalist ideologlar, “bilim-bilimsellik” ve bağlantılı olarak oluşan kavram kataloğunun içine gömülü halde bulunan eril ekonomi-politiği anlayamadı. “Varlığın mümkün tarzı” olarak kendini sunan anlatının ardındaki gizli eril politikayı sezemedi. Bourdieu’cü ifade ile, varlık bilimin siyasal karakteri ve siyasetinin de varlık bilimi halini alması gerçeği görülemedi. Yani hegemonik diyalektiğin “üretici çekirdek”i (Lefebvre) ve başlangıç noktası doğru analiz edilmedi. Tahakkümün cinsiyet düzenini kuran bağıntısı ve bu bağıntıyı gerçekleştiren “özne”nin ilişki tertibatı, üzerinde düşünülmeksizin kabul edildi. Çünkü bilimsel yasa her şeyin üzerindeki kraldı. Kralın KİM’liğinin önemi yoktu!

Aydınlanma ideolojisinin fethetmeye dayalı ereksiyon halindeki ilerlemeci anlayışına asimile olmaları sosyalistleri, farkın ve çokluk’un politik pratiğini geliştirmekten alıkoydu. Politik toplum olmanın esas olarak neye dayalı bir mahiyet içerdiği derinliğine anlaşılamadı. Yaşam nosyonunun her şart altında iktidardan taşan bir varoluşu içerdiği görülemedi. Aksine, yaşamın özgürlük ve fark kapasitesini olumsuzlayarak tahakküm altına almaya çalışan, özsel olarak cinsiyetçi yönelim ve bunun mikro, makro halleri dikkate çekilmedi. Toplumsal düzleme dayatılan kategori statü ve sınıflaştırmaların esas olarak cinsiyetçi bir politik tasnif olduğu çözümlenemedi.

Toplumsallığa ilişkin politik olanakların homojen bir dayatma ile kontrol altında tutulmaya çalışılması sadece iktidarın politik pratiğini değil, güç arzusunun NE’liğini ortaya koydu. Cinsiyetçi olarak tertibatlanan bu arzu, tüm uygarlık öyküsünün motivasyonuydu. Yani hikaye yine “kurnaz ve güçlü adam”ın hikayesiydi. Kendini “efendinin seçkin erkek kimliğine başvurarak” (Plumwood:2004:66) ve dolayısıyla toplumsal zemin üzerinde bulunan diğer öğeleri ilişkisel bir tanım içinde kendine katarak oluşturmuştu. Yaşamın olumsuzlanması dediğimiz şey de bu! Kendine katma, seçkin erkek kimliğini merkeze çeken ve diğer tüm toplumsal öğeleri bununla ilişki temelinde tanımlamaya dayanıyordu. Bu, “tabi kılınmış bir ötekiye bağımlılığın inkârı” (2004: 63) idi. Tarih boyunca görülen efendi kimliği, bu noktanın açınımıydı. Arka plana itme, derin ayrımlar oluşturarak radikal bir dışlama pratiği geliştirme, nesneleştirerek kendine araçsal kılma ve nihayetinde homojenleştirme, tertibatın diğer tamlayanları konumundaydı.

Bu tertibatın teolojik veya doğa kanunu gibi bir kozmolojiye dayandırılması, ondaki keyfiyet gerçeğini görünmez kıldı. İçerim halindeki eril politik arzu hesaba çekilmedi. Ataerkilliğin hakikat algılamaları ve seçkin erkekliğin sistematik varsayımları toplumsallığın “kanun”u kabul edildi. Bu noktada aslında kurulan bir özdeşlik ilişkisiydi. Sosyalist erkeklerin eril politik arzuyu hesaba çekmemelerinin kendi kimlik algılamaları açısından getirileri vardı. Zaten hegemonik eril arzu kanlı, canlı erkek temsilleri ve elbette bunun kültürü vasıtasıyla “öte yaka”da “santral”ler kurabildi. Eril ekonomi-politiğin kendini olumlaması böyle gelişti.

Ataerkil ideoloji, içine girdiği kabın şeklini alan sıvı misali, “Sovyetik” (!) tarzını geliştirmede gecikmedi. Buna olanak sunan, toplumsal bilinçte yarattığı hakikat algısıydı. Kabul “gerçekleşmiş olan zaten gerçekleşmesi gerekendi” şeklinde oluşunca, yaşam aleyhine eril ekonomi-politiğin zaferi kesinleşmiş oluyordu. Bu noktadan sonra sosyalistlik yaftası önemsiz bir ayrıntıydı. Yaşamın uzandığı her yere uzanması gereken sosyalizm kendini iptal edercesine, kendinden önce oralara iktidarı götürdü. Bu, sosyalizmin güç istencinin tahakküm diyalektiği içinden oluştuğunu net bir biçimde ortaya koydu.

 

İktidarın Erkeklikle Olan İlliyet Bağı

Yaşamın değil de iktidarın paradigmasal değerde kabul görmesi, doğal olarak sosyalist gerçekleşmeyi iktidar tanımlı bir çerçeveye yerleştirdi. Dolayısıyla sistemin bütün yapıp etmeleri bu çerçeve içinden anlam ve ruh kazandı. Paradigma iktidar temelli olunca, ona dair en derinlerde sahip olunan bilinçsiz varsayımlar ve değerler de kucaklanmış oldu. Verili olanın kısmileştirilerek kabulü, mental olarak bir farklılaşma ortaya çıkarmadı. Modernitenin özellikle zihinsel planda odaklandığı; gördüğü-görmek istemediği, göstermek/kapatmak istediği göstergeler kısmi farklarla sahiplenildi. Erkek “insan” kimliğinin bütün temsil vasıflarını taşıyan özne olarak reel sosyalizmde de kabul gördü. Bu, iktidarın erkeklikle olan illiyet bağları nedeniyle yadırganmadı da. Erkeklik kendini özel bir çaba dolayımıyla oluşturmaya yönelmedi. Çünkü olan-biten kendisinden ibaretti. Yansız (cinsiyet körü) bir kimlik gibi kendini sundu. Kendini tasdik ettirme, onaylatma gibi bir derdi olmadı. Gücü de varlık tarzını “ispat etmeye yeltenmemesinden” (Bourdieu : 2015: 22) kaynaklanıyordu.

Reel sosyalizmin iktidar-verili olmasının doğal sonucu erkekliğe hapsolmasıydı. Erkeğin ve ona ait değerler dizgesinin “çekirdek kompleks” (A.Pearsons) rolüyle sosyalizmin kurucu öğesi gibi çalıştırılması toplumcu ideolojik kabullerin kısa zamanda iptal edilmesini beraberinde getirdi. Böylece zaten kısmi olan fark’lar silinmeye başladı. Söylem bazlı, başka bir anlatı geliştirilse de mental olarak kendini icra eden erkeklikti. Kadın, erkek tanımlıydı. Onu dolayımlamak zorundaydı. Cins sorununa “çözüm” perspektifi de bu dolayım içinden oluşuyordu. Sözgelimi, “kadının işçileşmesi” -ki işçileşme cinsiyet rejimini onaylamanın en sefil halidir- önermesi de buna dayalı oluştu. Bu, kadının erkekliğin politik turnikesine sokmak demektir. Şüphesiz kadın toplumsallığın başat öğelerinden biriydi ve toplumsallığın uzandığı her yerde olmalıydı. Tabi ki özerk bir kimlik olarak… Reel sosyalizmde olan bu değildi. Kadın özerk bir öteki, gerçek anlamda başka bir benlik; hedefleri, gereksinmeleri ve içsel değeri olan, saygı gösterilmesi gereken bir faillik merkezi (Plumwood 195) olarak görülmedi. Elbette bir eşitlik, özgürlük retoriği geliştirildi. Ancak bu, politik pratik ile iptal edilmekteydi. Erkeğin kurucu öğesi olduğu ekonomi-politik tertibata kadın, hacimli bir katılım gösterse bile, -ki, Sovyetler bu konuda artan bir oran ile tüm ülkeleri geride bırakmışlardı. 1984’te kadınlar toplam iş gücünde %51 (Oral:1996 syf:64); 1985’te hükümetlerde yer alan kadınlar istatistiğinde ise %33’lük oran ile ilk sırada yer almaktaydı (1996:113) -onu onaylamaktan öteye bir sonuç yaratmıyordu. Nitekim, “kadın sorunun”un -bu tanımlama tarzının kadını “sorun” biçiminde bir kod ile sunduğuna dikkat ediniz!- çözümü dahilinde büyük bir mesafe alınmıştı. İstatistikler de bunu doğruluyor. Ama “sorun” denen şey her aşamada varlığını korudu. Çünkü problem, toplumsal öğe ve dinamiklerin BEN’lik tanımlı olması bazında politikti. Zihniyet devrimi gerçekleştirilmeden de ne mesafe katedilir ne de toplumsal kültürel dönüşüm gerçekleştirilebilirdi. Buraya kadar anlattıklarımız erkekliğin “bir iktidar ilişkileri ağı” (Connell: Akt: Sancar: 2011:32) gereksindiğini, iktidarın da erkekliği yansıtan ve stilize eden bir kurum olduğunu anlatmak içindi. Reel sosyalist pratik, kısmi farklar içerse de, nevi şahsına münhasır bir örnek değildi. Gelin şimdi de reel sosyalizm özelinde “fallik dram”ın (Plumwood:83) icra tarzını anlamaya çalışalım.

 

Dış Belirlenimli Tazyik

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Sovyetlerde de eklektik mecazları siyasi iktidarın kurumsal desteğine gereksinme duydu. Onun üsluplaştırılmasında ve kültürleştirilmesinde siyasi iktidarın rolü başattı. Erkekliğin gereksindiği çevreyi iktidar temin ve tanzim etti. Bunu toplumla kurduğu ilişki tarzı ve ona yönelttiği beklentiler üzerinden gerçekleştirdi. Toplumun devlete ve onun kurumlarına eklemlenmeli hale getirilmesi; geniş Sovyet topraklarının kontrolü için geliştirilen denetim stratejileri; politik kapsama ve dışlama tarzları; insanların ve sembollerin toplumsal mekanda varoluş biçimleri erkeklik mecazları tarzında varlık kazandı.

Bu mecazların karakterize olmasında konjonktürel siyasi durum görmezden gelinemez. Yapısal içerimlerinden kaynaklanan sorunlarına ek olarak “dış belirlenimli tazyik” diyebileceğimiz yönelmeler de Sovyetler’in kendini üsluplaştırma ve ifade etme tarzına negatif olarak büyük katkı yaptı. İçten ve dıştan devrimi tasfiyeyi hedefleyen ayaklanma ve savaşların yoğun bir şekilde baş göstermesi -1918-1921 arası 20 vilayette bastırılan ayaklanmaların sayısı 344’tür-(Soljenitsin:1974:258), onun ahlaki ve politik amaçlar temelinde kendini gerçekleştirme ihtimalini de ortadan kaldırdı. Devrim, içerdiği kısmi farkları sert mücadele ve savaş ortamında koruyamadı. Tahakküm diyalektiği darboğazlar oluşturarak “iki ikna edici” -ki, bu devrimin iktidar lehine teslim alınması olarak da okunabilir- bir şekilde kendini olumlamış ve ilişki tarzını “var kalmanın” biricik tarzı olarak kabul ettirmişti. Ortaya çıkan sonuç iktidar ve onun külliyatının tüm yönleriyle tahkim edilmesiydi. Bunun da siyasi, sosyal sonucu erkeklik kimliğinin tavan yapmasıydı. Savaş kuvvetli bir kaldıraç gibi, erkekliğe zirve yaptırdı. Çünkü “cinsellik ve saldırganlık arasındaki bağlar (bu yolla) pekiştirildi”. (Segal:1992:44). Öyle ki, “düşman” platonik seks partilerine dönüşebildi. Buna çarpıcı örnek, cephe hattında Nazi bayrağı ele geçiren yazar Konstantin Simonov’un bu bayrak üzerinde seks yapmaktan hoşlanmasıydı. (Figes:2011:447). Simonov “düşmanı becerme”nin hazzını böyle bir dekor ve kurgu içinde yaşıyordu. O, tekil bir kişi gibi görünse de, fantastik kurgu erkekliğe dair güçlü ileti akıntıları barındırıyordu. 

Sovyetler “düşman çemberi” altında “kuşatılmış bir kale”ydi. Bu kalenin her ne pahasına olursa olsun savunulması gerekiyordu. “Kale”nin savunma anlayışı dışa ve bağıntılı olarak ise karşı tedbirler almayı gerekli kılıyordu. Savunma ve tedbir geliştirme anlayışı tahakküm diyalektiğinin içinden oluştu. Ulus-devletçi tüm enstrümanlar, temelde içe karşı olmak üzere, çift yönlü çalıştırıldı. Ulus-devletçi siyasi anlayışın bir sonucu olarak türdeş toplum yaratma yönetim anlayışının esasını oluşturdu. Toplumsal yüzeyin iktidarın öncelikleri, beklentileri ve talepleri temelinde derin ayrımlara uğratılması, ilişkisel bir tanımlama ile “bizden olanlar ve olmayanlar” şeklinde bir tasnife gidilmesi, toplumsal çokluk’un ve fark kapasitelerinin red ve inkar edilmesi, savunma anlayışının zihinsel kodlarını ortaya koyuyordu. Daha sonraları kendi insanına “devrim dekordu sadece” (Aleksiyeviç:29) dedirtecek bu anlayışın sosyalizm inşa etmediği anlaşılacaktı. Böylece “öte yaka”da kendi üstüne katlanan iktidar, katman olarak kalınlaşmış oluyordu.

Birinci Dünya Savaşı içinden boy veren devrim, iç savaş, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş ile adeta esir alındı. İçte ve dışta savunma anlayışı iktidara angaje eden devrim, ontolojik anlamını kaybetti. Yaşamı ve ondaki farkı; toplumu ve ondaki çokluğu olumlayarak savunma hattını güçlendirmesi gereken devrim, tam tersini yaptı: iktidarı topluma yöneltti ve “tabandan delinmesi imkansız bir devlet yarattı” (Aleksiyeviç :136). Bu, toplumun nefes alamayacak biçimde iktidara ve onun beklentilerine göre tanzim ve tayin edilmesi anlamına geliyordu. “Sosyalist dram”ın (Aleksiyeviç:9) sahne kurgusu böyle oluştu(ruldu).

Sovyetlerin savaşlara gark olmasının doğrusal sonucu, erkekliğin kültürel olarak pekişmesi ve toplumsal mekana yansıtılmasıydı. Toplum ve bireyler arası ilişkiler savaş semantiği içinden kuruldu: “birbirine siperlerden ve nişangahlardan bakmaya” (Aleksiyeviç:142) başlamışlardı. İktidarın toplumu örgütleme ve onu mekana yerleştirme tarzı militerdi. Bu, iktidarcı güç istencinin kendini örgütlenmeye yansıtmasıydı. Piyoner komsomol, solhoz, Duma komünü vs. Tüm toplumsal örgütlenme ve yerleşme biçimleri bu tür güç istencinin eki, uzantısı ve tamamlayanı pozisyonundaydı. Toplum ve onun bireyleri üretici ve kurucu vasfa sahip değillerdi; iktidara angajeydiler ve oradan gelip oraya gidiyorlardı.

 

Düşmanlarla Dolu Bir Sahne

Ahlaki politik kriz de böyle başladı. Sovyet iktidar anlayışı toplumunu hızla çürüten bir mekanizma yarattı: Kendi kendini yiyen, budayan ve ortadan kaldıran… Devleti yaşama aşkın kılan bu yapı, sosyalist amaçların hilafına, topluma kötülük eden bir mekanizmaya dönüştü. Baskının, şiddettin ve kötülüğün gündelikleştirilmesi, toplumu çürütücü bir sarmal içine attı. Kendini iktidarın bakış açısından görmeye başlayan toplum ve bireyleri, kılıktan kılığa girdi ve her duruma uygun maskeler taşıdı suratında. İktidar beklentilerine ayarlı maskeler, kamusal senaryonun gereği olarak taşınıyordu. Binbir surat takınmak iktidarın bir dayatmasıydı ve ondan öğrenilmişti. Bir tür yaşam ve geçim yoluydu bu. 

İktidar da çok suratlıydı ve toplumsal yüzeyde bulunan bütün kimliklere ait maskeleri vardı. Sözgelimi, “elektrik saatini kontrole gelen usta, sokakta size çarpan bisikletli, demir yolu biletçisi, taksi şoförü ve ya Allah rızası için geceyi evinizde geçirmek üzere misafir ettiğiniz berduş” (Soljenitsin:21) vs. kılık değiştirmiş yalın kat iktidar suretleri olabilirdi. Bu yüzden toplum ve bireyleri, genel geçer, ayırıcı farkları olmayan, uyumlu kolektif bir kişilik taşımayan azami gayret gösteriyordu. Sovyet yurttaşı Poblubni’nin günlüğüne yaşadıkları “iç benliğin dışa dönük kişilikte (nasıl) yok olduğunu” (Figes:176) çok güzel anlatmakta: “gün boyunca ağzı sıkı duruyorum, iç dünyamı gizli tutuyorum, bunlar bağımsız karakterli bir kişi olmama fırsat vermiyor. Herhangi bir özgür düşünce ile kendimi açıkça ya da keskince dışavuramıyorum. Bunun yerine başka herkesin söylediği şeyleri söylemek zorundayım. Engebeli bir arazide yürümek, en az direnişli yolu izlemek zorundayım. Bu çok fena. Hiç istemediğim halde bir yaltakçı, kurnaz bir köpek karakterine bürünüyorum: uysal, korkak ve her zaman teslimiyetçi” (Figes:181)

Maria Mies’in “büyük erkek” (139) olarak betimlediği devlet, “yaşamı özerklikte ve kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti” (Adorno:15) haline getirdi. Sosyalizm “insanın toplum ilişkilerini en özgür belirleme yöntemi (A.Öcalan) iken, Sovyet örneğinde gerçekleşen bambaşka bir şeydi. Coşkun ve gür bir şekilde özerk bir iletişime dahil olarak sosyalleşecek bir toplumsal düzlem yaratmak yerine, kapalı, havasız ve herkesin tehdit ve “sosyal düşman” olarak algılandığı; bunun sonucu olarak da iletişim halinde olmayı parçalı ve kesintili bir sosyal çevre yaratıldı. Bu da Sovyetler’in sosyal olarak sosyalizme değil, kapitalizme hazırlandığını ortaya koydu. Nitekim reel sosyalist pratik, sosyalizmin anlamını genişleten bir sosyolojik temel geliştirmedi. Kapitalizme özgü ilişki sosyolojisinin tüm tema ve yüzlerini takınarak sosyalizm inşa etmeye kalkıştı. Ama olmadı. Buna rağmen, kendini “sosyalist” olarak tanımlaması aslında bir fark’ın olanak alanının istismarından başka bir şey değildi.

Sovyet iktidarı, toplumunu, “düşmanlarıyla birlikte varoldukları bir sahnede” ayakta kalmanın stratejilerine göre yapılandırıldı ve politize etti. Bu anlayışın veya sahne kurgusunun yapılandırdığı ilişki anlayışı sürekli bir çatışma zemininde herkesin birbirinin kurdu haline getirilmesiydi. Zaten homojenleştirme projesi buna dayalı işlemekteydi. Sovyet insanı her an oluşturulan geometrik konumlar -ki, bunlar iktidara ve onun erkeklik kültürüne angajedir- üzerinde birbiriyle çatışma içerisine sokuldu. Böylece toplumun ve insanların etkileşim içinde bulunma olanağı ellerinden alındı. Yaşamın ve farkın eylem kapasitesini daraltılmasının adı olan erkeklik, kendine-kötülük hüvviyetine büründü. Özgecil değerler etrafında yaşamı örmek yerine, rakip oluşturmaya ve onu alt etmeye dayalı fallik bir arzuya odaklı negatif bir ilişki düzlemi kuruldu. Bu durumun tek sonucu Sovyet insanının iletişim ve etkileşim evrelerinin daralması değildi. Daha da önemlisi Sovyet insanının kendini “tanıma, onaylama ve eylemlerinin özne(si) olarak tanınma olanağı”ndan (A.Melucci:2014:88) yoksun kalmasıydı.

Sistem dört başı mamur bir şekilde kendine örgütledi. İçerme ve dışlama siyasetini, çocukları da bunun bir parçası haline getirerek oluşturdu. “Halk düşmanı” tanımlaması kapsamında kovuşturmaya tabi tutulmuş kişilerin aile ve çocukları, suçun kolektifliği esası üzerinden benzer bir dışlama, enterne etme siyasetine maruz kaldı. Anne ve babalar, olur da olası bir suçlama ile karşılaşırlarsa, çocuklarının da suçlamanın kötü sonuçlarından etkilenmemeleri adına, onları kendilerini “büyük erkek”e ibraz etmelerini salık veriyorlardı. Böylece çocukların kişisel kimliklerinin ayarsızlaşması, çökmesi, dengelerinin bozulması pahasına kötülüğün onlara ulaşması engellenmek isteniyordu. (Figes)

“İdeal çocuğun propaganda imajı, erken gelişmiş olan ve dilinden sloganlar düşmeyen bir siyasal hatip” (Figes:61) biçimindeydi. Zaten sistem tam da bu amaca hasıl bir artık ürün elde etti. Çocuklar ve gençler yaş kategorilerine göre örgütlendirilmiş kurumlarda kalıba dökülüyorlardı. Karşıt olarak konumlandırılmış Sovyet yurttaşları arasındaki ilişkinin mahiyeti olduğu gibi çocukların birbirleriyle olan ilişkilerinde yankılanıyordu. Aynı zamanda onların kendinden önceki kuşaklarla ilişkileri de aynı tema etrafında şekil kazanıyordu. Çünkü rejim bu ilişki şeklini teşvik ediyor ve idoller yaratarak bu ilişkinin hakim kılınmasına yatırım yapıyordu. Sözgelimi Pavlik Mozorov ismi etrafında geliştirilen propaganda kültü, bu esaslar ve amaçlar üzerinden dolaşıma sokuldu. Pavlik, “kolektifleştirme” dönemi sırasında “sahte belge” düzenleyen babasını ihbar eden, bu ihbarı sonucu babası idam edilen ve sonrasında da akrabaları tarafından öldürüldüğü iddia edilin bir Sovyet kahramanına dönüştürülen köylü bir gençti. Maksim Gorki Pavlik’i 1933 sonbaharında başlatılan propaganda kampanyasının yüzü olarak “aynı kandan bir akrabanın can düşmanı olabileceğini ve böyle bir kişinin korunmaması gerektiğini anlayan” genç şehit olarak anacaktı.(Figes:161) Gorki böylece bir “örnek” dolaşıma sokmuş oluyordu. Pavlik kısa zamanda tüm çocukların “onun gibi olmak” istediği mitik bir figüre dönüştü. “Örnekleri dolaşıma sokmak ad’ın görkeminde işleyen” yasayı işletmek anlamına geliyordu. Çünkü “örnek, yasanın ve görkemin bir isimle buluşması içinde, iktidarı güçlendirmek olan bir noktanın, bir ögenin gücüne sahip”(Foucault:2008:79) oluyordu.

Muzorov propaganda imajının üzerinde şekillenen üç dikkat çekici örnek: Bunlar, rejimin karakterinin çocukların dillerinde kendini ele vermesi anlamına gelmekteydi: Nikolay İvanov eski bir rahip olan babasını “yıllarca tanrının var olduğunu anlatarak insanları aldattığı gerekçesiyle terkettiğini açıklıyordu. Yine 1932’de Yerel Yidiş gazetesine ailesini reddettiğini yazan başka bir oğlan çocuğu, “ailesinin gericiliğini” reddederek, “bana hayattaki önemli şeyleri öğreten Komsomol’u gerçek babam olarak görüyorum.” (Figes:167) diyecekti. Babası tutuklanan bir diğer çocuk da şaşkınlığının “bak hele şu halk düşmanlarına, bazıları babaymış gibi bile görünebiliyor.” (2011:174) biçiminde ifade edecekti. 

 

Stalinist Pay; Kendine -Kötülük

Reel sosyalist sosyolojinin tesisinde Stalin kişiliği başat öge konumundaydı. Stalin’in okul arkadaşlarından birkaçı “başarı kazanan hasımlarına kin besleyen, iftira edip dedikodu yaparak intikam almaya çalışan” (Deutscher:1990:42) biri olarak hatırlamaktaydı. Elbette bu kanaatler çocukluk veya gençlik dönemine ait önemsiz, basit hırslanmalar olarak kalabilirdi. Ama Stalin buna müsaade etmedi. Çünkü “sorun”larla baş etme tarzını siyaset etme tarzına yansıtarak; siyasetini karakteri ile karakterize ederek bu kanaatlere değer kazandırdı. Hele hele devlet aygıtının hareket ve işleyiş tarzının toplum içinde ihdas ettiği ilişki anlayışının Stalin’i betimleyen özelliklerle koşut olması, açığa çıkan büyük sistematiğin onun özelliklerinin bir açınımı olduğu kanaatini güçlendirdi. Rus tarihçi Mihail Gefter bu durumu “hepimizin içine giren Stalinizm” (Figes:34) gerçeği ile anlatmaya çalıştı. Stalin’in kendini çoğaltması diyebileceğimiz bu durum, en başta idari görevlerde yer alan parti bürokratlarında kendi yüzlerini yarattı. “Vidvijentsi” denen bu bürokratlar yoksul köylü kesiminden gelmeleri bakımından Stalin ile ortak bir hikayeye sahipti. Bu ortak hikaye onları Stalin yörüngesinde bir yönetim anlayışı ve tarzı benimsemelerine duygusal, sosyal zeminini oluşturdu. Bu kesim, sosyalist değerlerle bir bağ oluşturmakta güçlük çekmekteydi. Dilleri başka, pratikleri başka bir hikaye anlatıyordu. Dillerindeki slogancılık sosyalist, özgecil değerlerle aralarındaki mesafeyi kapatmalarına yetmiyordu. Tüm yatkınlıkları erkeklik kültürü içinden biçimlenmiş bu kesim, Stalinist rejimin üzerinde yükseldiği toplumsal, siyasal zemini her türlü yöntemle tayin ve tahkim ediyordu. Rejimle ilişkileri uyumlu ve uysal iken toplumla ilişkileri ise hiyerarşik, buyurgan, saldırgan ve hatta gaddardı. Siyasi fikirlerinin mahiyet ve çerçevesi “parti yöneticilerinin -ki bu Stalin’dir- basında çıkan demeçlerini” (Figes:192) tekrarlama yüzeyselliğindeydi. Bu yapı ile, kurucu ata Stalin, gereksindiği tertibata kavuşmuş oluyordu. Bu tertibat homo-sosyal bir ilişki karakterine sahipti. Toplumsal cinsiyet, cinsiyet kimliklerinden azade erkekti. Dil yapısı da buna göre şekillenmişti. Erkek lehçesi konuşuyorlardı. Kurumların beden ve pratiklerine yansıttıkları bu lehçe, kapsamı geniş bir kinezik (söz dışı) dağarcık ile her an erkekliğe ait mecazları kuruyor, sergiliyor ve sahne almasını sağlıyordu.

Bu tertibat oluşum ve işleyiş tarzı bakımından steril değildi. Nitekim, “fallik dram”ın sergileniş tarzı da bunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. Dram, zulüm pahasına sergilenen erkekliğin “kendine-kötülük” konulu tragedyasıydı. Sosyalizme mani neden de buydu, onu yıkan da…

Erkekliğin kendine-kötülük olduğunu kanıtlayan en çarpıcı örnek, Bolşevik Parti’nin 1934’te yapılan 17. Kongresinde seçilen 139 merkez komite üyesinden 102 tanesinin kurşuna dizilmesi, 5 tanesinin de intihar etmesiydi. (Figes:277) Bu homocide (erkek kırımı), fallik dramın toplumsal ilişki karakterini de ortaya koymaktaydı. Mekanizma gaddardı ve dönüp kendisini vuruyordu. “Balta sahibinden uzun yaşar” sözü bir kez daha doğrulanıyordu. Soljenitsin, fallik dramın sergilenebilmesi için bir “Stalin gerekiyordu” dedi. Ama hemen peşinden “ancak partinin de ona göre olması gerekmez miydi?” diyerek “oyun”un kolektif tanzimini de ima etti. Her ne kadar olan-biteni homo-sosyal bir ilişki bağlamı içinde ele almasa da erkek erkeğe ilişki, elektrik devresindeki artı uçların şalterleri arttırması misali her türlü şiddeti üreten sosyal bir temel oluşturdu. Şalterleri atan erkeklik; öfke nöbeti geçiren erkeklik, adeta, tutumunda kendini hissetmek isteyen erkeklikti. Şiddetin yaygınlığı, onun fallik hazzın parçası olarak dolaşıma sokulması, erkeğin kendine tutumunda olumlaması, hissetmesiyle alakalıydı. Bu anlam halesi içinde şiddet, erkeğin cinsel arzularının devamında ortaya çıkan yıkıcı bir pratikti. Erkekliğin kendini hissetmek istemesi ve bu suretle kendini “tam erkek saymasını sosyal ve siyasal sonucu milyonlarca Sovyet yurttaşının katledilmesi ve bir o kadarının da etik alandan silinerek “insan müsveddesi” konumuna düşürülmesiydi.

Fallik haz -ki bu, erkekliğin kendinden ve kendinde vücuda gelen iktidardan haz alması ve tatmin olmasını anlatmaktaydı- Alzhır kampında komutan yardımcısı olan Mihail Yusipenkov şahsında başka bir yüzünü ortaya koymaktaydı. Alzhır, kadın çalışma kampıydı. Tecavüzler sonucu kampta 400 çocuk doğmuştu ve çoğunluğu Yusipenkov’dan kaynaklıydı. Yusipenkov, daha sonraları “Alzhırda birkaç bin güzel kadının, devrik parti yöneticilerinin karıları üzerinde iktidarın tadına varmak”la övünecekti. (Figes:404) Yusipenkov için kadınlar tatmin “nesne”leri olmaktan öte bir anlam içermekteydi. Onlar, ilk olarak Yusipenkov’a iktidar sahibi -en azından bir dönem- olan erkeklerle kendi arasında özdeşlik ilişkisi kurma olanağını veriyordu. Bu açıdan tecavüz ona kendisini iyi hissettirmişti. Ama “iktidarın tadına varmak” bununla sınırlı olamazdı, ötesi de vardı. O da, kadınları araçsallaştırmak suretiyle “iktidar sahibi” erkeklerin de düzülmüş olmasının düşünülmesiydi. Bu anlamıyla kadınlara tecavüz heteroseks bir ilişki değil, homoseks bir ilişkiydi. Yani olup-biten yine erkekler arasında olmuştu. Kadınlar sadece kocalarını temsilen tecavüze konu ediliyordu. Çünkü tecavüz iktidarın tadıydı.

 

Mavi Kasket ve İhbar

Siyasi ve sosyal ilişki anlayışının toplumunda açığa çıkardığı kültür, kendini duruma uyarlama şeklindeydi. Onlar da mecaz erkekliğin tesis ettiği sahnede kamusal senaryonun beklentilerini yoruma tabi tutarak konum alıyor; öğrenilmiş ve dikte ettirilmiş roller kapsamında pratik icra ediyorlardı. İktidar sahibi ve üstü olmak, cani olan siyasi anlayışa ve kolektif deneyimlere daha fazla iştirak etmek suretiyle korunması ve büyütülmesi gereken güç arzusunun merkezini oluşturuyordu. İktidardan ve onun hazzından pay kapmak hiyerarşi pramidindeki yer ile alakalıydı. Yükselmek daha fazla iktidar, iktidarın çokluğu ise hazzın çokluğu demekti. Bu, arzunun temelini oluşturuyordu. Arzu “mavi (bir) kasket sahibi olmaya dairdi. Mavi kasket, başa geçirilince kişiyi iktidar sahibi yapan, keyfiyet alanını genişleten bir güç eğretilemesiydi. Sovyetler’de bu kasket devlet emniyet teşkilatınca kullanılıyordu. Onunla “göründüğün her şey – senin! Her beğendiğin apartman – senin! Rastgele her kadın – senin! Rastgeleceğin her düşmanı yolundan kaldırır! Ayağınla bastığın toprak- senin! Başının üstündeki gök -senindir, mavidir.” (Soljenitsin:136) Burada kasket gücü mavi özgürlüğün rengi olarak keyfiyeti sembolize ediyordu. İkisinin birlikteliği ereksiyon halindeki iktidarı eğretiliyordu. Bu yüzden hazdan pay almanın tek yolu üste çıkmaktı. Ne pahasına olursa olsun üste çıkmak… Çünkü altlık-üstlük cinsel iletileri olan konum kompleksleriydi. Altta olmak üstte olan tarafından “becerilmek” anlamına geliyordu. Öcalan’ın “karılaştırma” olarak betimlediği ilişki düzeni buydu. Bu nedenle becerilen olmamak için yükselmek, bunun için de “kurt” olmak, “çakal” olmak gerekiyordu.

Toplumsal zemin iktidara bu anlayış temelinde asimile oldu. İktidarın yazdığı kamusal senaryo temelinde kendisine orada yer ayırtmaya çalışan Sovyet insanı, “sahteliğin bastırılamayan bilinci”nin (Adorno:37) tüm yüzlerini yaşadı. Kolektif gündemler ve bunların toplumsal uzantıları, arzusunun yönelim merkezini oluşturdu. Böylece Sovyet insanı, özerk, özgül anlam ve değeri olan, kendiliğini önemseyen varlık hüviyetinden bir hayli uzaklaştı. Fallik yapı da bireyi özgün, özerk bir bağlam içinde görmedi ve ele almadı. “Büyük erkek”e göre birey, ancak fallik yapı ile ilişkisel tanım içerisinde bir değer ifade edebilirdi. Nitekim o, resmi makamlara mektup ve dilekçe yazan; böyle yaparak iktidarı kendinde görünür kılan ve yansıtan kişi olmak vasıtasıyla bir değer görebilirdi. Birey özerk-özgün karakterinden soyundurulup “kamusal bir oyuncu” olarak kurgulanıyordu. Yani birey iktidar dolayımıyla anlam ifa eden bir “ayna”ydı. O kadar! Gerçeğin bir yüzü daha vardı. O da Sovyet insanının parçalı, duruma göre değişiklik gösteren, kararsız gizli bir senaryoyu devreye koymasıydı. Bu marifetle bir “yeraltı” yaratmasıydı. Dışlanmışlıktan, güçsüzlükten, mağlupluktan yapılma bu “yeraltı”, büyük oranda yüzlerdeki maskelerin çokluğunda saklandı. Hatta kamusal olana büyük bağlılık gösterilerinin içine bile gömüldüğü söylenebilir. Yani insanlar hayatta kalmaları ve ilerlemelerine yardımcı olacak sınıfın, yüzün, maskenin kimliğine bürünmeyi öğrendi. Kurt kanunu devredeydi ve fallik hazzı yaşamak için “kurt” olacaklardı. Engel ne ve kim olursa olsun bir şekilde bertaraf edilecekti. En yaygın ve “iş gören” yöntem, “anti-sovyetik propaganda” suçlamasıyla ihbarların gerçekleştirilmesiydi. Korkunun ve baskının yarattığı öngörülemezlik içerisinde insanlar, “bugün sen öl, ben yarın ölmeye hazırım” (Aleksiyeviç:77) diyerek günü kurtarmaya ve en yakınlarını bile ölümün ve mahpusluğun kollarına itmekten geri durmadı. Bu bir hayatta kalma ve stratejisi biçimini aldı ve bu yöntemin yaygınlığını bir Sovyet yurttaşı şöyle ifade etti: “Tükürecek olsanız iğrenç bir ihbarcıya değmemesi mümkün değil” (Figes:194) insanlar korkuyorlardı. Muhbir Valentina Kropotina “korku beni yozlaştırdı” diyordu. Bu Sovyet toplumunun da hikayesiydi. 

Korkunun toplumun içine saldığı ileti akıntılarının tek sonucu, kendi canını koruma telaşı değildi. Bununla bağlantılı olarak, yaşam bir vampir gibi her zamankinden daha hırslı, daha gözü dönmüş bir hale büründü. Özel yaşam ve mahremiyet reddinin açığa çıkardığı sosyal sıkışma, insanları tüm savunma olanakları ve ortamından alıkoydu. Çünkü iktidarla olan sürtüşmeler nedeniyle insanlar bünyelerinde oluşan yaralanma ve örselenmeleri sağaltacak bir sosyal mekandan yoksun bırakıldı.

Komünal dairelerin işletilme tarzıyla Sovyet insanı, kendiliğini kuracağı, özerkliğini pekiştireceği sosyal mekandan da yoksun bırakıldı. Bu, fallik gözün mekana yerleştirilmesi temelinde gerçekleştirildi. Fallik göz insanları araçsallaştırarak, “yetki”sini geçici olarak onlara devrederek, onların gözünden mekanı denetim altında tuttu.

Komünal daireler, komünist toplumun küçük bir evreni gibi düşünülüyordu. Sav şuydu: “aynı yaşam alanlarını paylaşan insanlar komünist hale gelir” deniyordu. Bu mini devlette (komünal dairede) her şey iktidar anlayışının lokal tercümesine göre yapılanmakta, ortak çatıyı paylaşanların ilişkileri buna göre düzenlenmekteydi. Mekan da bu tercümenin uzantısı konumundaydı. İktidarın, erkekliğin mecazları kendini mekanda da kurmaktaydı. Sözgelimi doma komünü’nin eril ileti akıntılarının eksik olmadığı mekanı salondu. Çünkü burası mimari açıdan olduğu kadar; röntgenciliğin, komşuyu gözetlemenin, dinlemenin ve zaafı tespit edildiğinde de alaşağı etmenin mekanıydı. Komünal dairenin diğer alanları salonun denetimindeydi. Salondaki göz ve kulaktan korkmak; “bizi dinliyorlar, kesinlikle dinliyorlar diye korkmak” (Aleksiyeviç:22) komünal dairelerde hissedilen başlıca korku türüydü. Bu nedenle insanlar yaşam alanlarında katmanlı bir sükunet ve dil tarzı geliştirmek durumundaydı. Ve fakat “birinin yaptığı hepimizin başına bela açar” diyerek gözlerini iktidarın denetim aracı kılmaktan da geri durulmadı. Rejimin “karşılıklı gözetim” adını verdiği bu denetim stratejisi, iktidarın gözünün her neviden göze yerleşerek tüm toplumsal gözenekleri görmeye ilişmesi anlamına geliyordu. Zaten karşılıklı gözetimin mantık örgüsü de hiçbir şeyin “büyük erkek”in gözetim ve denetiminin dışında kalamayacağı esasına dayanıyordu. İktidar bunu, kendini topluma, toplumu kendine yoğun bir şekilde bulaştırarak yaptı. Birbirine karşı “sorumlu” kılınan insanlar iktidarın “emanet bekçileri” gibi konumlanmaya gayret gösterdiler. Çünkü başka türlü hareket etmek büyük riskler barındırıyordu ve bedenini makinali tüfeğin önüne sürme sonucunu doğurabilirdi Bu nedenle insanlar kötülüğün kendilerine bulaşmaması için kötülük yaptılar. Kendi kötülüklerini diğerine tercih ettiler. Çünkü kendi kötülükleri içe ve dışa dönük fallik bir arzu içeriyordu.

Vasili Petroviç’in “Stalin sıçrayışı” (Aleksiyeviç:186) olarak kavramsallaştırdığı vahşi kapitalist politika fallik arzu içinden oluştu. Gelişmiş ülkelerle aradaki yüz yıllık mesafenin olabilecek en kısa sürede kapatılması Sovyetik (!) fallus’un kendini olumlaması ve hissetmesinden başka bir şey değildi. Bu uğurda milyonlarca insanın katledilmiş olması teferruattı. Aslolan fallik dürtünün tatmin edilmesiydi.

Gagarin’in aya ayak basması Sovyetler için fallik hazzın zirvesiydi. Tulumlu işçiler fırladılar fabrikalarından, beyaz önlüklü tıpçılar gökyüzüne haykırdılar: “biz ilk olduk. Bizden biri var uzayda” (Aleksiyeviç:113). Bu ilk olma arzusu, ayın bekaretini bozmuş olmanın büyük hazzıydı ve Gagarin Sovyetik fallus olarak ulusu tatmin rolündeydi.

Arzunun dile geldiği alanlar çeşitliydi, yaşamın uzandığı tüm alanlarda vardı. Sözgelimi Proleter Sarayları ve anıt heykeller de fallik hazzın temsil yüzleriydi. Proleter Saraylar, sıradan Sovyet insanının içinde yaşadığı sıkışık ve bakımsız yapıların aksine ihtişamlıydı. Mesela Mayakovski İstasyonu’nun güzelliği halkta gurur ve huşu duyguları uyandırmaktaydı. Bu tür yapılar Sovyet düzeninin kamusal hedef ve değerlerine olan inancı pekiştirmeyi amaçlasalar da, aynı zamanda Sovyetik fallus’un kendini hissetme ve olumlama tarzını da yansıtmaktaydılar.

Fallus merkezciliğin çarpıcı örneklerinden biri de, Sovyetler Sarayı’nın dünyadaki en büyük bina olarak tasarlanmasıydı. Bu binanın New York’taki Empire State binasını sekiz metre geride bırakarak 416 metre olması amaçlanıyordu. Tepesine de Özgürlük Heykeli’nin üç katı büyüklüğünde Lenin heykeli kondurulacaktı. İnşaat alanının su sızdırması nedeniyle hayata geçirilemeyen proje, içerdiği fallik mesajlarla dikkat çekiciydi. Büyüklük, yükseklik ve diklik fallik arzunun sembolleriydi. Bu yapılarla “büyük erkek”ler konuştukları lehçe ile “benimki seninkinden daha büyük” demiş oluyorlardı. Aynı tema anıtsal heykeller içinde geçerliydi.

Sonuç olarak; Sovyetler “efendinin yapısal binası içinde olmak” (Öcalan:2015:119) ile genel iktidar “gövdesindeki dal mesafesindeydi” (2015:119). Fark temelli yeni bir modernite geliştiremediği için verili kültür, siyaset ve ilişki anlayışını tekrarlamak durumunda kaldı. Kendindeki erkekliği ve bunun kültür içindeki mecazlarını çözemediği için yaşamı olumsuzlayan bir pratiğe yöneldi. Böylece insan ve toplum doğasından saparak kendi sonunu getirdi.

 

 

 

Kaynakça

  • Adorno Theodor (…), Minima Moralia-Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar -Metis Yayınları
  • Aleksiyeviç Svetlanov (2016), -İkinci El Zaman- Kızıl İnsanın Sonu – Çev. Sabri Gürses, Epsilon
  • Baysoy Cengiz (2013), Dünyayı Ulussuzlaştırma Pratiği: Kürt Siyasal Hareketi; Özgür Gündem
  • Baysoy Cengiz- Özer Sinem (2014) Deleuze:Aşkınlık, Aşkınsallık ve İçkinlik Düzenleri, Deleuze Düşüncesinin Sınırlarında Göçebe Düşünmek İçinde. Haz:Aytaç Ahmet Murat, Mustafa Demirtaş: Metis Yayınları
  • Bourdieu Pierre (2015), Eril Tahakküm Çev.Bediz Yılmaz, Bağlam Yayınları
  • Çelik Münevver- Özer Sinem (2016), Kadın-Oluş: Bir Yaşam Paradigması, Jineoloji, Mart-Nisan-Mayıs Sayı:1
  • Öcalan Abdullah (2015), Demokratik Uygarlık Çözümü- Cilt 5, Amara Yayınları 
  • Öcalan Abdullah (2015), Demokratik Uygarlık Çözümü- Cilt 3, Amara Yayınları 
  • Öcalan Abdullah (…), Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır, Aram Yayınları
  • Figes Orlando (2011), Karanlıkta Fısıldaşanlar-Stalin Rusya’sında Özel Yaşam, Çev: Nurettin El Huseyni, YKY
  • Foucault Michel (2008), Toplumu Savunmak Gerekir, Çev: Şehsuvar Aktaş, YKY
  • Lenin V.İ. (2008), Komün Dersleri Çev:Kenan Somer, Sol Yayınları
  • Melucci Alberto (2014), Süreç Olarak Kolektif Kimlik, Kimlik Politikaları-Tanıma, Özdeşlik ve Farklılık İçinde Editr: Fırat Mollaer, Doğu Batı Yayınları
  • Mies Maria (…), Son Sömürge Kadınlar, Metis Yayınları 
  • Oral Zeynep (1996), Kadın Olmak
  • Plumwood Val (2004), Feminizm ve Doğaya Hükmetmek, Çev: Başak Ertür, Metis Yayınları
  • Sancar Serpil (2011), Erkeklik; İmkansız İktidar-Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, Metis Yayınları
  • Segal Lynne (1992), Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler- Değişen Erkekler, Çev: Volkan Ersoy, Ayrıntı Yayınları
  • Soljenitsin Aleksander (1974) Gulak Takımadaları, Çev: Selim Taygan, Nebioğlu Yayınları
  • Wallerstein Immanuel (…) Dünya Sistemleri Analizi, Aram Yayınları
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.