Düşünce ve Kuram Dergisi

Reel Sosyalizmin Ortadoğu ve Kürdistan Politikası

Mahmut Yamalak

Marksizmin ve reel sosyalizmin Ortadoğu ve Kürdistan’a dönük politikalarını ya da politikasızlığının nedenlerini anlayabilmek, öncelikle teorinin içerdiği gerilimleri ve boşlukları anlamakla mümkündür. Tarih göstermiştir ki, teorik planda yok sayılan veya önemsenmeyen her toplumsal olgu, teorinin başarısızlıklarını hatta sonunu hazırlayan bir kara delik olarak geri dönmüştür. Ortadoğu ve Kürdistan politikaları sadece bir coğrafyanın yok sayılmasının değil, esasen “Avrupa-dışı” dünyanın yanlış yorumlanmasıyla teorideki kara deliklerden biri olarak kaldılar. Problem sadece yaşadığımız coğrafyaya yaklaşımdaki hatalı politikalar değil, Avrupa-merkezli bakış açısının baştan beri dominant olmasıdır. Bu bakış açısı sonucunda “Avrupa-dışı toplumlar” gibi ifadeler teorinin içinde kendisine yer bulabildiler.

Bu, Marksizmin oluşum süreciyle başlayan bir problemdir. Reel sosyalizm de bu paradigmayı ulus-devlet perspektifiyle daha da pragmatistçe uygulayarak devam edegeldi. Marx’ın tarihi ve toplumları yorumlayış tarzı ve kapitalizmden kurtulma çözümleriyle bağlantılı olan, yeni mündemiç tespitleriyle açıklanabilecek problemlerin pratik alanlara yansımalarıdır bunlar.

“Biz” ve “öteki” ile başlayan yorum

Marx, toplumların ekonomik ilerleyişini gösteren bir şema çizer. Bu şemadaki aşamalar aşağı yukarı şöyle izah edilebilir:

1- Erken devletsiz ekonomik dönem (buna ilkel-komünalizm de denir)

2- Asya tipi üretim tarzı (ATÜT)

3- Antik dönem ekonomisi (köleci dönem)

4-Feodal dönem ekonomisi

5- Burjuvazi ya da kapitalist dönem ekonomisi

6- Sosyalizm ekonomisi

Bu doğrusal-ilerlemeci bakış açısına göre, “erken-devletsiz” denilen ilkel ekonomik dönemden antik (kölecilik) dönemine geçerken ATÜT bir ara halkadır. Yani Asya kıtasının tamamına mal edilen tek ekonomik (Marx için bu aynı zamanda toplumsaldır) model olan ATÜT bir ekonomik birim bile sayılamayacak kadar önemsiz görülür ve sadece bir “ara halka” olarak tanımlanır. Bu toptancı kategorinin içinde avcılık-toplayıcılık ekonomisinden, Mezopotamya’nın neolitik devrimine, oradan feodalizme kadar onbinlerce yıl boyunca insanlığa beşiklik etmiş bir coğrafyada uygulanan her ekonomik model “ATÜT” çatısı altında toplanmış, bu da sadece bir “geçiş ekonomisi olarak görülmüştür.

Kapitalizm öncesi ekonomileri komünal olarak değerlendiren Marx, bunu da üçe ayırır; ATÜT, Yunan-Roma tipi ve Germen tipi. Buna göre ATÜT’de bireye ait mülkiyet vardır ancak bu da sonuçta komünaldir ve soya dayalıdır; Yunan-Roma’da bireye ait mülkiyetin dışında komünal mülkiyet de vardır, Germen’de ise bireysel mülkiyet öndedir. Topluluğun komünal aktivitesi ara sıra bir araya toplanmakla sınırlıdır.

Üç tip komünal ekonominin de ortak özelliği, bireylerin sınıfların değil topluluğun üyesi olmasıdır. Ancak Asya tipi üretim tarzında “Doğu despotizmi” vardır. Burada komünal toplum komünal mülkiyete dayalıdır, ancak daha yüksek bir otorite olarak “toprak sahipliği” de vardır. Köylülük zilyete (toprak kullanıcısına) dönüşür, toprak sahibi palazlanır. Bu, “Doğu” değil, Avrupa-dışı coğrafya (Doğu Avrupa, Latin Amerika, Asya) için de geçerli olduğunu söyler.

Marx’ın bu analizle ulaştığı sonuç, ATÜT’ün kölelikten bile daha geri bir ekonomik model olduğudur. Bu aynı zamanda toplumun düzeyine de işaret eder. Bütün bu ekonomik sistemleri incelemesindeki temel amacı hatırlatmakta yarar var. Sosyalizme geçişin tek yolu kapitalizmdir. Bu durumda bu “geri” toplumları sosyalistleştirmek için öncelikle kapitalistleştirmek gerekir. Bu nedenle kapitalistleştirmeye hizmet edecek bir ekonomik modele ihtiyaç vardır. ATÜT bireyselleşmeye ve sınıflaşmaya izin vermediğinden, kapitalizme direnir. Bu nedenle de en geri modeldir.

 

“Marx’a Göre “Avrupa-Dışı”

Marx “Doğu sorunu” perspektifini esas alarak “uygar Avrupa” dediği İngiltere, Fransa ve Almanya üçlüsüyse, bunların etkisiyle ilerleyen Belçika, Danimarka ve Hollanda gibi daha küçük ülkelerin dışında kalan hemen her yer için geliştirir. “Uygar Avrupa” dışı konuları da üç ana problem etrafında incelediği söylenebilir.

1- İrlanda sorunu: Marx’ın en çok müsamaha gösterdiği toplumun İrlanda olduğu anlaşılıyor. Bu, kısmen İngiltere’ye bakış açısıyla ilgilidir. 1867’de İrlanda’da İngiliz sömürgeciliğine karşı Fenian Ayaklanmaları denilen bir dizi ayaklanma gerçekleşir. Sosyalistlerin ilgi alanına böylece giren İrlanda sorunu Marx’ın da yazılarına konu olur. Marx bu ayaklanmaları incelemesinin sonucunda, İrlandalıların mücadelesinin İngiliz devriminde çok önemli bir işleve sahip olduğunu söyler. Bu amaçla konuyu I.Enternasyonal’in gündemine alır ve tartıştırır.

Ancak Marx, İrlanda ile İngiltere’nin iç içe geçmiş ilişkilerinden dolayı merkez ile sömürge arasında özel bir durumun ortaya çıktığını, dolayısıyla ayrı bir yere oturtulması gerektiğini ileri sürer. Burada Türkiye devrimci hareketinden örgütlerin İrlanda sorununu Kürdistan için örnek verdiğini de hatırlatalım. Marx’ın bu analizindeki problemin göz ardı edilmesiyle birlikte sömürge ülkelerdeki UKM’leri metropol ülkelerin devrimi için birer kaldıraç olarak görülmekte ve araçsallaştırılmaktadır.

Marx, İrlanda örneğindeki farkı şöyle açıklar: İngiltere ileri sanayi ülkesi olarak, İrlanda ve diğer sömürgelere kapitalizmi götürecek ve orada sosyalizmin zeminini de oluşturacaktı. Ancak İrlanda da bunu yapmamış aksine işsizliği dayatmıştır. Orada sermayenin tekelleşme eğilimi nedeniyle işsizlik gelişmiş bunun sonucunda küçük çiftlikler kapatılıp büyük çiftliklere eklenmiş, bu da nüfusun büyük kısmının göç etmesine yol açmıştır. Sonuçta İrlanda İngiltere’nin tarım bölgesi haline gelmiş, işlenmiş toprak yerini otlaklara bırakmış, sanayi gelişmediği gibi tarım da bitmiştir. Köylülüğün azalmasıyla birlikte kentli yoksulların sayısı da artmıştır.

“Uygar” İngiltere’nin İrlanda’ya kapitalizmi götürmeyip ülkeyi talan etmesi, Manifestoda belirtilen “kapitalizmin ilericiliği” tespitinin masaya yatırılmasını gerektiriyorken, Marx bunun yerine “özel bir durum”un varlığıyla açıklamaya çalışır. Bu da merkez ile sömürge iç içeliği ve sermayenin tekelleşme eğilimidir. İkincisi sermayenin yapısal karakteriyken, birincisi sömürge ülkenin merkeze entegre olmaya direnmesinin bir sonucudur. İrlanda, İngiltere devrimi için kaldıraç rolünü oynamamıştır. Bu da onu kaçınılmaz sona hazırlamıştır.

2- Hindistan Sorunu: Teoriye göre, İngiltere’nin Hindistan’a girmesiyle birlikte Hindistan’da kapitalizmin de gelişmesi gerekiyordu. Komünist Manifesto, “Kapitalizmin feodal-gerici bariyerleri yıka yıka ilerlediğinden” söz ediyordu. Ancak gerçeklik böyle olmamıştı. Bu, teorideki bir boşluğun (ilerleme yasasının yanlışlığı) göstergesi değil ise neydi? Marx Hindistan’ı incelerken özellikle ATÜT üzerine yoğunlaşır, ancak yazılarında bu soruya esas aradığı da görülmektedir.

1860’lara gelindiğinde, Marx’a göre Hindistan’da durum şöyleydi: Var olan yıkılınca biçimsel olarak bile bir sermaye ilişkisi ortaya çıkmaz; kapitalist üretim tarzı gelişmeden kapitalist sömürü gelişmiştir; komünal yapı bozulunca Hint köylüsü “öylece en acınası tarzda ot gibi büyümeye başlar”; tefecilik insanlara geçinebileceği kadar bile bir pay bırakmaz…

Marx, “Batı kapitalizmi Doğu’nun durgunluğunu bozacak ilerici bir rol oynar.” tarzındaki görüşünü Hindistan üzerine yaptığı incelemeler üzerine revize eder. Buna göre; kapitalizm dışındaki ekonomik modeller komünaldirler, bu yapıları nedeniyle toplumsal dağılmaya karşı bir siperdir. “Kapitalizm bu toplumları parçalamak isterken, ATÜT ekonomik çürüme ve politik yozlaşmadan başka bir şeye yol açmaksızın uzun süre devam eder.” (Kapital-3)

Hindistan örneği hem ATÜT hem de “kapitalizm ilericiliği” konularında Marx’ın görüşlerinde bir değişimi başlatsa da bu, “Doğu” denilen Avrupa-dışı dünyanın objektif değerlendirmesine kadar gitmez. Sorun daha çok kolonyalizmin değişen karakteriyle izah edilmeye çalışılır.

Sömürgeciliğin ilk dönemlerde Asya ve Amerika’daki madenleri Avrupa’ya taşımasıyla bu değişimi başlattığını belirten Marx, bunun salt Avrupa’nın ilerlemesini sağladığını söyler. Ancak yine de kapitalizmin Avrupa’da sermayenin biriktiği yerlerde değil, feodal üretim ilişkilerinin ve manifaktürün geliştiği yerlerde boy verdiğini ileri sürer. Örneğin Hollanda’da sermaye birikimi sonucu değil, manifaktürler nedeniyle geliştiğini söyler. Bu da kapitalizmin içsel dengelere dayanarak gelişen bir ekonomik sistem olduğu anlamına gelir.

Burada Öcalan’ın kapitalizmin bir ekonomik model değil, ekonominin ve diğer toplumsal yaratımların gasbıyla gelişen bir hegemonik iktidar olduğu tespitini hatırlatmakta yarar var. Marx, kapitalizmin iç dengelere dayalı bir ekonomik model olduğunu söylerken, Öcalan kapitalizmin temeline gasp ve hegemonyayı yerleştirerek bu tespite şiddetle karşı çıkar. Çünkü kapitalizm bir ekonomik model değildir, dolayısıyla bir ekonomik öncele (manifaktüre) değil, gasp ve talana dayanır.

Hindistan bağlamında bu tespitin önemi şuradadır: Marx’a göre Hindistan’da kapitalizmin gelişmemesi ilk olarak sömürgecilikten kaynaklanıyor. Sömürgecilik aradaki zenginlikleri kendi ülkesine taşırken, orayı yıkıma sürükledi. Sömürü muazzam boyutlara ulaşırken, sömürge ülkede bir ekonomik sistem geliştirmez. Aksine toplumsal yıkım ekonomik sömürüyü kolaylaştırdığı için daha da derinleştirir. Komünal mülkiyete dayalı köy sistemi parçalanır, yerine kapitalist bir sistem gelişmez. Sadece Hindistan’da değil, Hollanda’nın Cava adalarında yarattığı yıkım, Amerika’daki yerli katliamı, Çin’de geliştirilen afyon ticareti vb. benzer sonuçlardır.

Marx’a göre bütün bu yıkımlardaki temel neden sömürgeci devlet iken, ikinci önemli neden de “Uygar Batı” dışındaki toplumların karakteristik yapısıdır. Bu toplumlar kapitalist gelişmeye elverişli olmadıkları için yıkıma uğramaktalar. Buralardaki sömürgecilik karşıtı direnişler bile ilerici değil, umutsuz direnişlerdir. Sonuçta kapitalizm bu gibi “kapitalizm öncesi toplumlarda” hiçbir zaman kapitalizmi geliştiremeyebilir, çünkü bu toplumların iç yapıları buna elverişli değil. Bu yapılarından dolayı da toplumsal yıkıma uğramaları engellenememektedir.

“Uygar Batı” dışında kalan toplumlarda (ve Hindistan’da) kapitalizmin gelişmemesini bu ülkelerin karakterine bağlayan Marx, bu toplumsal yapıları da iki ana form halinde sınıflandırır. Birinci grup, “Doğrudan komünal ekonomi olan ATÜT, diğeri ise aileye dayalı küçük ölçekli tarımdır, der. İkisinin de ilkel-komünal olduğunu, embriyo halinde olduğunu ve komünizmi kurmak için yeterli olmadığını söyler. Marx’a göre, komünizm için sermayenin yarattığı “toplumsal emeğin üretken kuvvetlerinin en güçlü şekilde geliştiği” (Kapital -3) bir ortam olarak kapitalizmin mutlaka gelişmesi gerekmektedir.

“Batı-dışı toplumlar”ı ve Hindistan’ı Kapital’de, kapitalizmi anlatmak için bir alt metin olarak değerlendiren Marx, ATÜT’ün geliştiği “Doğu” toplumlarında despotizm ve uyuşukluğun olduğunu, bu nedenle kapitalizmin gelişmediğini belirtir. Burada belirtilen iki ana nedenin de ortak özelliği Avrupa merkezli sosyolojik bakışın etkisiyle tespit edilmiş olmalarıdır. Despotik iktidarlar ve uyuşuk halklar… Genel olarak “Doğu”ya bakışın da temel parametrelerinin bunlar olduğu söylenebilir.

3- Polonya Sorunu: Avrupa’nın Kürdistan’ı sayılabilecek olan Polonya 18. yüzyılda Prusya (Almanya), Avusturya ve Rusya arasında bölüşülmüş bir ülkedir. Bu dönem Polonya’yı desteklemek genel bir sosyalist tavır olarak kabul görür. Marx da 1848-49 yıllarında Köln’de çıkardığı Yeni Ren Gazetesi’nde Polonya’yı destekleyen yazılar yazar.

Esasen bu konu Engels’in “Büyük Tarihsel Uluslar” teorisiyle daha açıklığa kavuşur. Bu teoriye göre Almanya, Polonya, Macaristan ve İtalyan halkları Orta ve Doğu Avrupa’da kalıcı olabilecek ulusal devletler kurma yeteneğine sahip halklardır. Bunların dışında kalan diğer halklar devlet kurma yeteneğine sahip değildirler. Dolayısıyla bunlar siyaseten bir incelenmeyi de gerektirmeyen halklardır.

Bu teoride Polonya’nın elde ettiği bu “ayrıcalığın” nedenleri için Yeni Ren Gazetesi’nin izlediği siyasete bakmak gerekiyor. Yeni Ren iki ana siyaset izler: Üniter devlet/Almanya’nın birliği ve Rusya karşıtlığı. Marx bunu şöyle açıklar: “Birleşik bölünmez demokratik Alman Cumhuriyeti ve Rusya’yla savaş talebi üzerine oturur.”

Çünkü Rusya, “Doğu despotizmi” ve “barbarlığının” timsalidir, “Uygar Avrupa’yı işgal etme ve yok etme planlarıyla hareket eder. Rusya Polonya’yı yutmuştur, sırada Almanya vardır. (Polonya’nın bir bölümünün Prusya egemenliğinde olduğunu hatırlatalım). Rusya’ya karşı savaş Uygar Avrupa’nın değerlerinin yaşaması içindir ve bu savaş parçalanmış Almanya’yı da birleştirecek, tıpkı İngiltere ve Fransa gibi burjuva devrimini yapmasına ve dolayısıyla sosyalizme yakınlaşmasına yol açacaktır. Polonya’nın bağımsızlığını savunmak da bunun ilk adımıdır. Polonya Rusya ile “Uygar Avrupa” arasında bir tampon bölge görevi göreceğinden, önemlidir.

Marx Rusya konusunda o kadar tahammülsüzdür ki, 1850’lerde Fransa’nın Rusya’yla yakınlaşması üzerine sert eleştiriler yazar. Bu ilişkiyi “Doğu’nun Batı üzerindeki zaferi”, “uygarlığın barbarlık karşısındaki yenilgisi” biçiminde tanımlar.

Polonya sorunu, ulusal sorunun tartışıldığı her düzlemde sosyalistlerin, demokratların temel referans noktalarından biri olmuştur. Türkiyeli devrimcilerin, Polonya örneğiyle Kürdistanlı devrimcileri tartışmalarda alt etmeye çalıştıkları biliniyor. Oysa iyi incelendiğinde, zamanın sosyalistlerinin birbiriyle kesişen veya çelişen görüşlerinin çoğunun Polonya için değil, Polonya’nın oynayacağı tampon bölge rolü için olduğu görülecektir.

1853-56 yıllarında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle başlayan savaşta Marx “Uygar Avrupa”nın tarafını tutarak “barbar Rusya”yı eleştirir. 1850’lerden sonra Rusya’nın Doğu Avrupa’ya yayılma siyasetine karşı İngiltere-Fransa-Almanya lehine tutum alır. Rusya-Osmanlı savaşında, Osmanlı’nın sınırlarının Rus yayılmacılığına karşı korunması gerektiğini savunur. 1877-78 Rusya-Osmanlı savaşında Osmanlı’yı savunur. Almanya-Rusya geriliminde “Alman demokrasisi”ni “Rus gericiliği”ne karşı savunur…

Bu politik bakış açısı bağlamında Polonya, “Rus barbarlığına” karşı, “Avrupa demokrasilerini” koruyacak bir barikat olabileceği umuduyla savunulur. Ancak Alman yayılmacılığına karşı direnen Doğu Avrupa halklarıysa, “uygarlık taşıyıcısı Almanya” karşısında direnen “karşı devrimci” ve “gerici” halklar diye tanımlanır. Sık sık Slav düşmanı olmakla suçlanan Engels Doğu Avrupa halklarını Hegel’in “tarihsiz halklar” kategorisine dahil eder.

Polonya tartışmasının dalga boyları 1890’larda Rosa Luxemburg ve Alman Sosyal Demokrat Partisi arasında da devam eder. Polonya Sosyal Demokrat Partisi (PSDP)’nin kulvarlarından olan Luxemburg bu tartışmada ASDP üyesi Marx’ın yanında sekreterlik yapmış ve “Şark uzmanı” adledilen Karl Liebknecht ile polemiğe girer. PSDP ve Polonya Sosyalist Partisi (PSP) II.Enternasyonal üyesidirler. Luxemburg ve Partisi PSDP Polonya’nın bağımsızlığına karşıyken, PSP ve Alman SDP Polonya’nın bağımsız olmasını isterler.

Luxemburg Polonya’nın Rusya’ya entegre olduğunu, pazarlarının birleştiğini, bağımsızlığın artık sadece feodal soylulara ve “sanayi içinde çözümlenmemiş entelektüellerin” işine yarayacağını ileri sürer. Küçük ulusların bağımsızlık arayışlarının bir ütopya olduğunu ve tarihin yasaları tarafından mahkum edildiğini söyler. buna karşın PSP bağımsızlığı savunarak tıpkı Marx gibi, bunun “Rus gericiliği”ni durduracağını söyler. Liebknecht şöyle yazar; “Türkiye’deki (Osmanlı’daki) herhangi bir ayaklanmanın sadece Rus Çarlığı’nın fetih politikalarına yarayabileceği aslında besbellidir; çünkü bugün Ermenistan’da bir sosyalist hareket kumdan şatolara benzer.” 

Bu bakış açısında bulunan sorunlar aynı zamanda sosyalist hareketin lokomotifi sayılabilecek partilerin politikalarını yönlendirince, bir süreci etkilememesi mümkün değildir. Osmanlı sınırları içindeki Hristiyan halkların isyanları Rusya’nın işine yarayıp yaramadığı üzerinden değerlendirilmektedir. Bu görüşleri savunurken yer yer aşağılayıcı bir dil de kullanır: “Türklerle kavgaya tutuşan her koyun hırsızına ezilen bir ‘ezilen milliyet’ olarak yaklaşamayacaklarını” söyler. Bu noktada aynı yıllarda Kürdistan’ın yarısına yakınını etkisi altına alan Şêx Ubeydullah İsyanı için ne düşündüğünün pek bir önemi kalmıyor. Ezilen halkların hak arama mücadelesini Avrupa merkezlerindeki hegemonik güç mücadelelerine göre değerlendiren bu yaklaşım, hak arayışlarını birer “Rus kışkırtması” olarak yaftalar.

Buna karşın görece iyi tavır geliştirdiği söylenebilecek Luxemburg, Osmanlı’nın içten gericileştiğini tespit eder. “Bu neden onu destekleme gerekçesini de ortadan kalkmıştır,” der ve devam eder: “Şark despotizmi içsel gelişmeyi dondurmuştur. Dış müdahalelerle ilerleme şansı da yoktur. Kısacası Osmanlı da artık Rusya gibi “Avrupa Uygarlığı”nın gelişimi önünde engeldir. Bu nedenle Osmanlı’daki bu isyanları desteklememiz gerekir…”

Eleştirel bir gözle baktığımızda, Luxemburg’un da aynı parametrelerle hareket ettiğini görüyoruz: “Şark despotizmi”, “Avrupa Uygarlığı” vs. Liebknecht Rusya’yı Avrupa için bir engel, Osmanlı’yı da onu durduracak bir bariyer olarak görüyorken, Luxemburg Rusya için söylenenlere katılıyor, ama Osmanlı’nın artık “Avrupa Uygarlığı” için bir tehlike haline geldiğini ve Rusya için bir bariyer olmayacağını söyler.

“Doğu sorunu” başlığı altında toplanan tartışmalar sosyalistlerce de yürütülse, içerik olarak, Avrupa devletlerinin politikaları doğrultusunda şekillenmiştir. Kürt, Türk, Ermeni veya Rum halklarının talepleri değil, hegemon devletlerin yayılmacı siyasetlerince belirlenmiş argümanları önceler. “Avrupa uygarlığı” ibaresi de bu devletlerin politikalarının dünya politikası olarak görülesi düşüncesini ele verir. Bu sosyalist liderler açıkça hegemon devletler arasındaki çıkar çatışmasında Avrupa devletleri lehine taraftırlar ve bunu da kapitalist Avrupa’nın sosyalizme daha yakın olmasına dayandırırlar. Taraflılıkları “tarihsel ileri” saydıkları devletler lehinedir. “Biz – Uygar Avrupa”, “onlar- despot, geri, barbar Doğu” dikotomisinden hareket ederler. Kimileri için Hristiyan halkların isyanları “ilerici” olabilir, ama Kürt isyanları değerlendirmeye bile layık görülmez. Bu nedenle bildiğimiz kadarıyla 1920’lerin ikinci yarısına kadar Enternasyonallerde Kürt halkı üzerine bir değerlendirme yapılmamıştır. Esasen “Kürt” isminin geçtiği de kuşkuludur. Tecrit koşulları arşivlere ulaşmamızı engellese de, şimdiye kadarki çalışmalarda bu konuda hiçbir bulguya rastlanmaması bizi bu sonuca götürmektedir.

 

Reel Sosyalizm Süreci

“Reel sosyalizm” ifadesi, sosyalizmin devletleşmiş halini tanıtmak için kullanılır. Sosyalizmi devleti ele geçirdiği ve sahip olduğu ilkeleri uygulama fırsatı bulabildiği ilkelerde sosyalizm adına devlet kapitalizminin gelişmesi, kapitalist ülkelerce teknolojik sınai rekabet, dış politikada “sosyalist ana vatanı savunma” stratejisiyle ulusal kurtuluş ve demokratik mücadeleleri araçsallaştırma, kültürel-sosyal yapıya devlet müdahalesi gibi özellikler ortaya çıkınca, bunun sosyalizm olmadığı, sosyalizm adına yeni tip bir kapitalist devlet olduğu gerçeğine göre yapılmış bir tanımlamadır.

Reel sosyalist ülkeler teorideki açmazları sahiplendikleri gibi, ondan çok daha geri bir pozisyona da savrulmuşlardır. Örneğin yukarıda açımladığımız “Doğu Sorunu” tespiti bu ülkeler açısından da temel referans noktasıdır. Ancak bu kez durum komediye dönüşmüştür. Marx için “Doğu” merkez sayılan gelişmiş Avrupa ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Almanya’nın doğusudur. Rusya, Osmanlı, Hindistan vs bu kategoridedir. Buna Doğu Avrupa ülkeleri de dahildir. Yerleşik algı budur. Ancak Rusya SSCB’ye dönüşünce “Doğu”nun neresi olacağı bilinmez. Buna rağmen SSCB 1920’de Bakü’de “Doğu Halkları Kurultayı”nı toplar. Doğu’nun coğrafi bir ifade olmaktan çıktığı, kendini merkez olarak gören her hegemonik gücün “öteki”lerinin bu ifadeye sıkıştırıldığı anlaşılmaktadır.Böylece sosyalist Moskova’da “Doğu”sunu oluşturur. Bunu Çin’in de yapmaya çalıştığını düşünürsek belki en az Rusya kadar isabetli olur.

SSCB dış politikası “sosyalist ana vatanı koruma” prensibine dayanır. Kongre belgeleri ve merkezi kararlar incelendiğinde halkların mücadelelerinin nasıl araçsallaştırıldığı görülür. Bu yazı kapsamında, Kürdistan için uygulanan politikaları kısaca açımlamaya çalışacağımızdan, genel politikalara temas etme imkanımız yoktur. Ancak genel ve özel alanlarda benzer yapısal özellikleri bulunduğundan kuşku duymuyoruz. Bu yaklaşımda bazı halklar açık olarak desteklenmişse, bu da aynı stratejinin gereği olmuştur.

Reel sosyalist blokun Kürt siyasal hareketlerine ve Kürdistan’a yaklaşımını üç düzlemde değerlendirebiliriz.

  1. Kafkas Kürtlerine yaklaşım: Kafkasya’ya sürgün olan Kürtler üzerinde sıkı bir baskı ve denetim politikası uygulanır. Kürt aydınlarının sınırlı imkanlarla açtığı bir gazete ve radyonun Kuzey Kürdistan’a ulaşmaması için sıkı önlem alınır. Basılı kitap ve materyallerin geçmemesi için Türkiye ile eş güdümlü çalışılır.

Kafkas Kürtlerinin Apê Musa’sı olan Heciyê Cindî’yi Celadet Bedirxan ile edebiyat konulu yazışması nedeni ile tutuklayan SSCB, dışarıdan gelecek her türlü yayını da engeller. Kafkas Kürtlerini adeta toplama kampı ortamında tutar. Stalin döneminde Türkiye ile gelişen ilişkilerden dolayı da Kürtleri Kırgızistan, Kazakistan gibi ülkelere Sibirya gibi en uzak bölgelere sürer. Böylece Kürtlerin sahip olduğu sınırlı özerklik de sona erer.

  1. Kürt hareketleri ile ilişkiler: Çarlık döneminde aşiretler ve Kürt liderler ile kurulan sınırlı ilişkilerde SSCB zamanında kesilir. Abdulrezzak Bedirxan gibi bazı kişiliklerin sınırlı çalışmalarla elde ettiği kazanımlar ve ilişkiler de sona erer. Doğu Halkları Kurultayı gibi organizasyonlarla uzun vadeli olarak halkların sisteme bağlanması hedefi Kürtler için de devreye konur. Buna dayalı olarak Kürdistan’da yürütülen inkar, imha ve asimilasyon politikalarına hiçbir dönem karşı durulmaz.

Kürt hareketleri ile kurulan ilişkilerde araçsallaştırma üzerine kurulmuştur. KDP ile 1950’lerde başlayan ilişkileri sorunlu ve tutarsızdır. Destekler gibi görünüp Ortadoğu’da bir koz olarak kullanmayı hedeflemiştir.

Reel sosyalizm blokun merkezi konumunda bulunan SSCB, Ortadoğu’daki direniş hareketleri ile ilişkilerinde kademeli bir temsilcilik sistemi uygulanır. Buna göre Irak ve Suriye Bulgaristan’a bağlıdırlar. Bulgaristan Komünist Partisi’de bölgede Irak Komünist Partisi’ni muhatap alır. Bir Kürt örgütü herhangi bir sosyalist blok ülkesi ile görüşmek isterse önce IKP’ye, onun onayıyla da BKP’ye kadar ulaşabilir. Buradan sağlanacak teminat ve onayla ilişki kurmaya hak kazanabilir. Öcalan’ın anılarında Bulgaristan’a yapılan seferlerin ne kadar güçlükle sağlandığını buna rağmen amaçlarının araçsallaştırma olduğunun anlaşılması ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin bağımsızlıkçı karakterinin görülmesi nedenlerinden dolayı bu irtibatta herhangi bir ilerleme sağlanamadığı anlatılır.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin ısrarlı arayışlarına rağmen sürekli bir ilişkinin kurulmamış olması, reel sosyalist kampın özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Devlet çıkarlarını önceleyip sosyalizmi bir etiket gibi taşıyan bir sistemin UKH’ler ve demokratik mücadelelerle ilkeli bir ilişki geliştirmeyeceği de ortada. Nitekim hiçbir dönem herhangi bir Kürt hareketi ile somut, sağlıklı ve sürekli bir ilişkinin kurulmasından söz edilemez.

  1. Sömürgeci devletlerle ilişkiler: Türkiye’nin ilk yıllarından bu yana var olduğu söylenen SSCB-TC ilişkisi özellikle reel sosyalizmin yıkılmasından sonra iyice açığa çıkmıştır. İlk yıllarda Ermenistan’la savaşta birlikte hareket ederler. Agirî direnişinde defalarca sınırlarını askerle açan ve silah-asker sevkiyatına onay veren SSCB, Agirî direnişçilerine ateş açmış, onlara sınırlarını kapatmış hatta önder şahsiyetleri katletmiştir.

Bir anti-komünist olan İbrahim Tali’nin TC heyetinde yer aldığı Bakü’deki Doğu Halkları Kurultayı’nda ve Şêx Said, Agirî isyanları zamanında bildiriler yayımlayan enternasyonal Kürt hareketlerini “ilerici Kemalizme karşı gerici-feodal hareketler”olarak damgalar. İ.Tali anılarında, bu kararı kendisinin Moskova’ya kabul ettirdiği ile övünür. 

Sonraki yıllarda bu düşmanlık devam eder. Irak ve Suriye’de kurulan Baas partilerinin en büyük destekçisi SSCB’dir. Her iki ülkenin de Baas egemenliğine geçtikten sonra Kürt halkına neler yaptıkları biliniyor. Suriye kimliksiz Kürtleri eritmeye çalışırken, Irak Halepçe’ye kimyasal bomba atarken SSCB ile ilişkileri devam etmektedir.

Kürt halkının karşı karşıya kaldığı inkar, imha ve asimilasyon politikalarını dünyadaki diğer benzerlerinden ayıran iki önemli özellik vardır: 

1- Kürde uygulanan inkar, imha ve asimilasyon politikaları tarihteki en uzun süreli politikalardır. 1850’lerden sonra başlayan asimilasyon 20. yüzyılda şiddetle devam eder ve günümüze kadar ulaşır. Kürtler bu politikalara direndikçe devletler yeni ilişki, ittifak ve yöntemlerle devam ederler.

2- Bu aynı zamanda tarihte mekan olarak da en yaygın asimilasyon sistemidir. Bölgedeki dört ülkenin yanında, Avrupa’nın hegemon ülkeleri, ABD, İngiltere ve iki kutuplu dünya sürecinde SSCB’nin de dahil olduğu bir asimilasyon sistemidir. Belki de iki blokun da üzerinde anlaşabildiği ender politikalardandır. 

Bu iki özellikte de SSCB ve reel sosyalist ülkeler Kürt halkının aleyhine taraftırlar. Kürt halkının karşısında yer almış, asimilasyon ve inkara onay vermişlerdir. Kürt halkının geliştirdiği sosyalist-devrimci hareketlerle kurulan ilişkilerde bu yaygın asimilasyon politikalarını boşa çıkaracak düzeye çıkarılmadan, belli bir dengede tutulmuştur.

Reel sosyalist politikalara yön veren sosyalist ilkeler değil devlet çıkarlarıdır. Bu nedenle pragmatist, devletçi ve kurnazdırlar. Onlar için araç olarak kullanabilecekleri hareketler gereklidir. Ortadoğu ve Kürdistan’daki politikaları bunun en somut göstergesidir. 

Şunu da vurgulamak gerekir ki, dönemin mevcut sosyalist-Marksist paradigmasına da tam uyumlu davransalardı da bu demokratik-sosyalist bir kazanıma yol açmazdı. Çünkü bizzat Marx’ın “Avrupa-dışı” dünyaya yaklaşımında tekleştirici, dıştalayıcı bir durum söz konusudur. Reel sosyalizmin politikalarındaki hataların kökeninde konjonktürel bir durum değil, esas olarak ideolojideki bu kara deliklerden kaynaklanan yapısal bir sorun vardır. Demokratik sosyalist düşünceye inananlar için de esas olan, bu kara deliklerle yüzleşmek ve cesaretle mücadele etmek olmalıdır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.