Toplumlar tarihinin son iki yüz yılı çok fazla değerlendirme konusu oldu. Fakat halen araştırılmayı-incelenmeyi gerektiren birçok olguyu bağrında taşımaktadır. Bunlardan milliyetçilik olgusu belki de en başta gelen ve tekrar tekrar tahlil isteyen konuların başında geliyor. Nasıl oldu da, belli sorunlar yaşasalar da birlikte yaşayan, etnik kimliğini reddetmeyen fakat onu öncelemeden de hayatını sürdüren halklar-toplumlar milliyet olgusu ile tanıştıktan sonra, akıl almaz bir şekilde karşı karşıya geldi ve bir birini yok etmeye başladı? Binlerce yıl aynı toprak parçası üzerinde yaşamını sürdüren halklar, nasıl karşı karşıya getirildi? Başat etkenler ne oldu? Mülkiyet ve mülkiyetçilik uygarlık ile birlikte hayatın içine giren ve hayatın doğalitesi içinde yer alan olgular iken; nasıl oldu da kapitalizm ile birlikte bu mülkleştirme mantığı ulusallaştı ve yaşama yön verir hale geldi?
Bu ve benzeri sorular konuyu anlamak açısından önemli ipuçları olabilir. Biliyoruz ki kapitalizm kendi çıkarı için toplumu sömürmeyi, kârını arttırmayı temel yaklaşım haline getirmiş durumda. Bu yolda herşey mübah görülür. Hatta bu sloganlaştırılır ve ‘amaca ulaşan her yol meşrudur’denilerek, toplumdaki vicdan sahibi kişilerin olası sistem karşıtlığını hafifletir, onların muhalif duruşlarını pasifize eder ve herkese Hobbes felsefesindeki ‘insan insanın kurdudur’ mottosunu yayar. Çok bilinçlice gerçekleştirilen bu uygulamalar neticesinde toplum adeta uyuşturulur ve komutlarla hareket eden bir noktaya çekilmeye çalışılır. Bu da kuşkusuz miliyetçilik eliyle gerçekleştirilir.
Miliyetçilik Dinselleştirildi
Millet olgu olarak daha gerilere gitse de milliyetçilik olarak ifade bulması 18. Yy. Avrupa’sına denk gelir. Özellikle fransız devrimi ile somut bir programa kavuşan ve ete kemiğe bürünen bu düşünce giderek din olgusunun yerine yeni bir din koymaya benzer ve zamanla tam da bunu yapar ve toplumun dini haline gelir. Öncesinde din kimliği üzerinden kendisini tanımlayan toplumlar -Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler vb.- artık kendilerini millet kimliği ile tanımlamaya başladılar ve bu kendisiyle beraber muazzam acılar getirdi. Yaşanan sorunlar millet kimliğine sahip çıkmaktan, onu dile getirmekten mi kaynaklıydı, tabii ki hayır. Esas sorun millet kimliğinin kullanılış biçimindeydi, millet’in milliyetçilik ideolojisiyle birleştirilip dinselleştirilmesi, kutsal bir formasyona kavuşturulmasıydı. Öyle ki sıkıntıları olsa da beraber yaşayan Alman, Fransız, İspanyol, İtalyan ve ismini sayamayacağımız daha birçok Avrupalı halk milliyetçilik fikrinin yayılmasıyla birlikte yüzyılları bulan savaşlara girişmiş, birbirini yok etme maksadıyla en vahşi yollara başvurmuş ve nihayetinde Avrupa kan gölüne dönmüştür. Kürt Halk Önderi Öcalan şöyle der: “Hindistan içinde her gün yaşanan Hindu-Müslüman çatışması, Keşmir, Çin-Uygur bölgesi, Afganistan ve Pakistan’daki boğazlaşmalar. Rusya’da Çeçenler ve diğerlerinin sürdürdüğü kanlı kör dövüşü, İsrail-Filistin, Lübnan ve tüm Arap ülkelerindeki kavgalar, Kürtlerin Türkler, Araplar ve Farslarla çatışmaları, İran’daki mezhep savaşları. Balkanlardaki etnik boğazlaşma, Anadolu’daki Ermeniler, Rumlar ve Süryanilerin tasfiyesi gibi saymakla bitmeyecek kadar bol olan, devam eden ve hiçbir kuralı bulunmayan çatışmalardır. Bu savaşların kapitalist hegemonyacılığın ürünü olduğu inkâr edilebilir mi?” Kapitalizm kendi iktidarını sağlama almak, üzerinde hüküm sürdüğü coğrafyada tam denetim kurmak ve sömürüyü kurumsallaştırmak için türlü araçlar geliştirdi. Farklı mekanizmaları devreye koydu. Fakat bunlardan en etkili olanı milliyetçilik idi.Ulusal Pazarı tekeline almak, dışardan olası girdilerin önüne geçme amacını güden kapitalizm, milliyet kimliğine kutsallık atfedip onu dinselleştirdi ve zaman içerisinde toplum ulusun çıkarı adına herşeye razı hale gelmeye başladı. Bu sayede en olmaz denilen topluma dahi kabul ettirilerek yeryüzünde ulus- devletlerin hâkimiyet dönemi başlamış oldu. Bu anlamıyla milliyetçilik düşüncesini ele alırken ulus-devletten onu da kapitalizmden ayrı ele almak doğru sonuca götürmeyeceği gibi, aksine birlikte ele almak da bir o kadar doğruya yakınlaştırır.
Yurtseverlik İnsani Bir Duygudur
Kabaca millet sevgisini yurtseverlik olarak ele almak mümkündür. Kendi yurdunu sevmek, üzerinde yaşanan toprak parçasına bağlanmak hiçbir zaman kötü olamaz. Tersine insanın üzerinde yaşadığı toprakla bağ kurmaması, köksüzlüğe kadar götürür ki bu en iflah olmaz kişiliklerin yetişmesine neden olur. İnsanoğlu özünde birdir.
Onu farklı kılan üzerinde yaşadığı toprak parçasında, beraber yaşadığı insanlardan elde etttiği ve kendisinin de beslediği özgün kültürdür. Bu kültüre sahip çıkmak onunla yaşamak ve gelişimine katkı sunmak insani bir yaklaşımdır. Her insanı diğer insanlardan ayıran öz itibariyle bu kültürdür. Kendi kültürel değerlerinden kopukluk, insanlık ailesine renksiz-kimliksiz katılım ya da hiç katılmamak olarak da değerlendirilebilir. Bu açıdan yurt sevgisi önemlidir. Ama bu ‘72 millete aynı nazarla bakan’ bir yurt sevgisi olmalıdır. Yurt sevgisine bu anlamıyla diyecek lafımız yoktur fakat yurt sevgisinin milliyetçilik eliyle fetişleştirilmesine, bir histeriye dönüştürülmesine diyecek lafımız çoktur. Yurtseverlik ve milliyetçilik iki ayrı kavramdır ve farklı bağlamlara işaret ederler. Bir milletin, diğer bir millet üzerinde, bir halkın başka bir halk üzerinde egemen olmasını savunmak, bunun için en acımasız savaşlara girişmek, toplu kırımlara başvurmak üstelik bunu yurt sevgisi ile izah etmek anlaşılmaz olduğu kadar karşı çıkılması gereken bir durumdur. Yurt sevgisinin milliyetçilikle ilgisi yoktur, sadece baskı ve sömürüyü katmerleştirmek için zoraki ve yoğun ilişki kurulmaya çalışılır. Kapitalist modernitenin milliyetçiliğe ihtiyacı vardır çünkü.
İnsan-İnsan İlişkileri Birbirini Tamamlama İlkesine Dayanır
İnsan doğa diyalektiği de, insan toplum diyalektiği de alt üst ilişkisine, özne-nesne mantığına, bunun yarattığı hiyerarşiye göre değildir. İnsan- doğa, insan- toplum ve doğal olarak insan- insan ilişkileri birbirini tamamlama ilkesine dayanır. Önemli ve önemsiz, asli ve tali olanlar yoktur. İkilemler birbirini var eden, anlam kazandıran olgular olarak ele alınır. O halde esas millet-tali millet, üst ırk-alt ırk, üst kültür-alt kültür v.b. toplumları, kategorileştiren, sınıflandıran yaklaşımlardan kaçınmak gerekir. Hitlerin üst ırk felsefesinin Almanya’da nelere mal olduğunu, Yahudi halkının nasıl soykırımlara tabi tutulduğunu biliyoruz. Yine Yahudi milliyetçiliğinin nasıl dünyanın başına bela olduğu, ne tür yıkımlara yol açtığı ortadadır. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Türk, Arap ve Fars ulus-devletlerinin Kürt halkını reddeden siyasetlerinin, son yıllara kadar Kürt toplumunda yarattığı travmayı yakından biliyoruz. Bu politikaların ezilen ulus insanında nasıl büyük yaralar açtığını, kendine güvensiz, pasif, iradesi büyük ölçüde kırılmış kişilikler doğurduğunun farkındayız.
Ortaçağ imparatorluklarındaki imparatorluk kültürü -bu açıdan günümüz ulus-devletlerinin çok ilerisindedir- dahi halklar kendi kimlikleriyle, kültürleriyle yaşıyorken, bu kimliklerini saklama gereği duymuyorken, güya ilerici denilen kapitalizm çağında insanların kimliklerini reddetmek, hâkim ulus kimliği içinde eritmeye çalışmak, bir akıl tutulmasına işaret etmektedir. Bugün bile Türkiye de Kürtler kendi kimlikleri ile siyaset yapamıyorsa, bulundukları coğrafyaya Kürdistan denilemiyorsa bu milliyetçiliğin geldiği aşamayı göstermektedir. Öyle bir hal ki herşeyi kendisine mübah karşısındakine yasak görüyor. Kendisini her şeyin sahibi, dışındakini ancak ve ancak ‘hizmetkâr’ görüyor.
“Benim Vatanım”, “Benim Şirketim”
Bu anlamıyla ulus-devleti sorguladığımızda, arkasında yatan temel olgunun milliyetçilik ideolojisi olduğunu, bunun da mülkiyetçiliğe dayandığını ve mülkü koruma ve arttırma esası taşıdığını anlıyoruz. “Benim toprağım”, “benim vatanım”, “benim ülkem” söylemlerinin esas da benim şirketim, benim param düşüncesine dayandığı, ülkelerin neredeyse şirket gibi yönetildiği bir dönemden geçiyoruz. Batı Avrupa’da, Amerika da bu sürecin hemen hemen tamamlandığını, devletlerin tam bir şirket gibi yönetildiğini, dünyanın genelinde de devletlerin böyle bir sürece evrildiğini söylemek mümkündür. Başkanlık hayalleri kuran R. Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi böyle gördüğü ve yönetmeye çalıştığı gün gibi ortadadır. Ülke- devlet bir şirket gibi ele alınınca doğal olarak halk da işçileşmekte, iş bulamayanlar işsiz kalmakta ve bu çark giderek insan tüketmektedir. İş bulanlar en mutlu insanlar olarak değerlendirilmekte, temel sorun olarak işsizler görülmektedir. Zengin-fakir ikilemi hayatın doğallığı gibi sunulmakta, ‘kafası çalışanlar zengin oluyor, çalışmayanlar geride kalıyor’ denilerek adeta toplumla alay edilmekte, var olan düzen kadermiş gibi topluma dayatılmaktadır.
Ne adına oluyor tüm bunlar? Ulusun çıkarı adına. Peki ulus mutlu mu, hayatından memnun mu? Sosyolojik, psikolojik araştırmalar hiç de böyle bir durum olmadığını söylemekte, aksine toplumda ciddi bir öfke birikmesine işaret etmektedir. Herşeyin şirketin kârına, doğal olarak yönetimine (devleti elinde bulunduran kesim) endekslendiği bu sistemde, halkın aç ya da tok olması fazla önem arz etmemekte, ‘daha fazla kazanç olsun da birileri arada gitse de önemli değil’ mantığı hâkim olmaktadır. Bu ‘ekonomik’ mantığın siyasal, sosyal, kültürel alanda da yansımasını bulduğunu tek tipleştiren, ötekini reddeden, farklılıkları kendisi için tehdit olarak gören bir anlayışın tüm devlet sistemine hâkim olduğunu ve bunun da renksiz, canlılığını yitirmiş bir toplumsal gerçeklik açığa çıkardığını görmek mümkündür. Bu anlayışa göre farklılıkların kendisini ifadesi merkezi otoritenin zayıflaması, denetimin ortadan kalkması, doğal olarak yönetimin yerelleşmesi ve kârın paylaşılması anlamına gelir ki mutlaka reddedilmelidir. Yerel yönetimlerin güçlendirimesi, toplumun yönetim mekanizmasına doğrudan dahiliyeti, merkezi iktidarın istediği gibi ‘at koşturmasını’ engelleyeceğinden kabul edilemez bulunur. Ekonominin özüne uygun olarak toplumsallaşması, belli tekellerin elinden çıkarılması “kırmızı çizgi” dir ve müdahale edilmeyi gerektirir. Ekonomi birilerinin özel ilgi alanındadır ve bu olabildiğince korunur. Genelleşmesi istenmez. Toplum hâkim kültürün yaşam biçimine göre yaşamak durumundadır ki bu İngiliz-Amerikan kültürüdür. Kültür emperyalizmi olarak da değerlendirilen bu anlayış, yerellere doğru indikçe farklılıklar arz eder ama özünden bir şey kaybetmez. Türkiye’de hâkim kültür Türk kültürü olur. İran’da Fars, Irak’ta Arap kültürü olur ve herkese buna göre bir yaşam dayatılır. Kültürel zenginlikler, egemen kültür tarafından küçümsenir, geri olarak ele alınır ve tasfiye edilmeye çalışır.
Doğu’nun Manevi Kültürü
Özellikle Ortadoğu için böyle bir tespit yapmak mümkündür. Doğu’nun paylaşıma dayalı manevi kültürünü çok iyi bilen ve bunun kapitalizm için nasıl bir tehlike olduğunun farkında olan batı ve onun temsilleri-ulus devletler- bu zengin kültürün ortadan kaldırılması için en olmaz denilen yollara başvururlar, en ciddi saldırıları yaparlar. Onlar da bilir ki; bu kültürün yaşadığı, kendisini sürdüğü bir zeminde bireyciliğe dayalı kapitalizmin hayat bulması, yer edinmesi zordur. Onlar da bilir ki önce düşünce de, yaşamsal duruş da insanların feth edilmesi gerekir. Bundandır ki en başta bu kadim kültüre yönelirler; fakat nafile. Duvara çarpar gibi çarparlar Ortadoğu gerçekliğine.
Benzeri bir durumu özelde Türk ve Kürt gerçekliğinde de görmek mümkündür. Türk devleti ne kadar baskı ve zor politikalarını devreye koyarsa koysun, Kürt gerçekliği karşısında sonuç alamamakta ve her defasında yeniden ve yeniden başa dönmektedir.
Gerek içinde bulunduğumuz maddi koşullar gerekse de, insanlığın eriştiği düşünce gücü gelinen aşamada tekçiliğe-milliyetçiliğe dayalı ulus-devlet sistemini kabul etmemekte, bununla da yetinmeyip alternatif arayışlara girmektedir. Avrupa da ve Amerika da ulus devleti esnetme girişimleri, yerel yönetimlere, eyaletlere daha fazla inisiyatif tanıma durumları, AB’nin bir konfederasyon olarak oluşması, dünyadaki etnik ve inanç topluluklarının örgütlü itirazları, ekolojik ve feminist hareketlerin yükselişi, yine sosyal bilimcilerin, filozofların kapitalizm karşıtı alternatif dünya görüşleri, bu arayışların sadece görünen kısımları olmaktadır. Bunun yanında bilimsel-teknik alanda meydana gelen gelişmeler, özellikle iletişim alanında ortaya çıkan yeni durumlar, tek tek bireylerin bilgiye ulaşımını pozitif olarak etkilemiş ve her insanın yaşadığı yerden başlayarak içinde yaşadığı dünyaya dair söz söyleme imkânını ortaya çıkarmıştır. İnsanlar fikrinin alınmadığı, doğrudan dâhil olmadığı işleri benimsememe ve reddetme fırsatı yakalamışlardır. Bu arayışların en güçlüsü ve hayat bulanı, kuşkusuz Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından sunulan ve halklar için büyük bir umut kaynağına dönüşen demokratik ulus projesi olmaktadır.
Kürt Halk Önderi Öcalan, ’Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı beşinci savunmasında kapitalizmin, insanlığı getirdiği aşamayı en genel anlamda toplumu bitirme olarak değerlendirir ve ‘İnsan yaşamında hiçbir şey toplumun yerini tutamaz. Toplumdan vazgeçmek, toplum olmaktan çıkmak, insanlıktan vazgeçmek ve insan olmaktan çıkmak demektir. Demokratik ulus öncelikle toplum olarak kalmakta ısrarlıdır; kapitalist modernitenin karşısına ‘ya toplum ya hiç’ şiarıyla dikilir.’ belirlemesinde bulunur. Toplum ve toplumsallık, kapitalizm ve onun sistemsel temsili ulus-devlet tarafından tehdit olarak görüldüğünden sürekli bitirilmek istenmiş, hedef yapılmıştır. Ulus devlet için örgütlü yapılar, bireyler devamlı tehlike olarak görüldüğünden, korkutularak sindirilmeye çalışılmış, yetmeyince tutuklanmış o da sonuç vermeyince fiziki imhaya kadar müdahaleler gerçekleştirilmiştir.
Tam da bu noktada Öcalan tarafından ortaya atılan demokratik ulus projesinin en başta bir zihniyet dönüşümünü gerektirdiği, bir zihniyet devrimine gerek duyduğu görülmektedir. Ulus-devlet kendisini tek ve alternatifsiz olarak topluma sunmakta ve eğitim sistemiyle günü birlik olarak bu düşüncesini pekiştirmektedir. Çocuklar okullarda her gün milliyetçi ideoloji ile yetiştirilmekte, küçük yaşlardan başlayarak devlete bağlanmaktadır. Tekçiliğe dayanan, özünde karşıtlaştırarak toplumun bir araya gelmesini engelleyen bu sistemle bir zihniyet inşa edilmekte; değişim ve dönüşümü dışında gören, kendine özne olarak rol biçmekten ziyade daima nesne olarak bakan ve bunu doğal gören bir zihniyet inşa edilmektedir. Bu mantığa göre olup bitenler, olması gerekenlerdir. Değiştirmek, alternatifini koymak mümkün değildir. Yapılması gereken var olana güçlü adapte olmak, verili sistem içinde nasıl daha iyi yaşanır diye kafa yormaktır. Başka bir dünya, başka bir hayat yoktur. Dolayısıyla bu hayatın sınırlarında en iyisini yapmaya çalışmak ideal olandır. Zihniyet bu olunca doğal olarak pratik de, yaşamda farklı olmamakta, sistemin belirlediği kalıplar dahilinde bir hayat sürüp gitmektedir. Kabaca ev ile iş arasında gidip gelen bir tipoloji açığa çıkmaktadır. Sistemin yarattığı bu kişiliği ve onun zihniyetini iyi çözen Öcalan zihniyetde bir devrim gerçekleştirmeden, verili hakikati sorgulamadan girişilecek bir mücadelenin fazla sonuç almayacağını, var olan sisteme endeksleneceğini ve ona hizmet etmenin ötesine geçmeyeceğini söyler. Geçmişte ortaya çıkan başta sosyalist hareketler olmak üzere tüm muhalif hareketlerin esas kaybettikleri noktanın zihniyet olduğu vurgusunu yapan Öcalan; istemeden, farkında olmadan sistemin yedeğine düşme durumlarının geliştiğini ve alternatif güçlü konulmayınca, zamanla bir erime durumunun yaşandığını ifade etmektedir.
Fransız Devrimi’nde, Büyük Ekim Devrimi’nde, onlarca ulusal kurtuluş hareketinde yaşanan kırılmaların kaynağında zihniyet dünyasındaki zayıflığa vurgu yapan Kürt Halk Önderi Öcalan ‘Unutmamak gerekir ki, zihniyet devrimi yaşanmadan hiçbir kalıcı toplumsal devrim yaşanamaz.’ belirlemesinde bulunur.
Bu anlamıyla öncelikle düşüncede bir yenilenmenin olması ardından bunun bir bedene kavuşması temel yaklaşım oluyor. Buradan hareketle ‘demokratik ulus ruh ise, demokratik özerklik bedendir’ der Sayın Öcalan. Yani Demokratik Ulus yeni sistemin zihniyet dünyasını ifade etmekte, demokratik özerklik ise bu sistemin ete kemiğe bürünmesi, somutlaşması, kurumsal bir çerçeveye kavuşması anlamına geliyor. İkisi birbirini doğrudan tamamlamakta, biri olmadan diğerinin fazla anlam ifade etmediği, tek başına geçerli olmayacağı görülmektedir.
Fikir-Zikir-Eylem Diyalektiği
Kürt Özgürlük Hareketinin başından beri temel bir felsefik ilke yaşama yön vermiştir. Denilebilir ki bugünde hareketi ayakta tutan esas yan budur. O da fikir-zikir-eylem birlikteliğidir. Bu diyalektik ilke hemen her konuda geçerlidir. Ne düşünüyorsun, düşündüğünü nasıl ifade ediyorsun ve bunu hayata nasıl geçiriyorsun? İşte Kürt Halk Önderi Öcalan tarafından sunulan demokratik ulus ve demokratik özerklik düşüncesi de tam olarak buradan besleniyor. Yani düşünce ile eylem birbirini pozitif olarak besliyor. Biri diğerinin önünde değil. Yer değiştiriyorlar zaman zaman ama her ikisi de kendi başına değişim ve dönüşümde pay sahibi.
O halde daha da somutlaştırmaya başlayabiliriz. Ortadoğu’da ya da özel olarak Türkiye’de farklı etnik yapılardan, inançlardan onlarca halk yaşamakta ve bu halklar gündelik olarak hayatın doğal akışı içinde birbirleriyle alıp vermektedirler. Binlerce yıldır devam eden bu birliktelikte, her halk kendisini tümüyle özgür ifade etme imkânı bulamasa da genel olarak kendi kültürüyle, diliyle yaşamış, değerlerini korumuştur. Fakat ulus-devlet sisteminin Ortadoğu’ya girmesiyle birlikte gerek bölgede gerekse de Anadolu’da, -bugünkü Türkiye’de- ciddi bir altüst oluş yaşanmış ve egemen uluslar, diğer uluslar üzerinde bir topyekün imha ve inkâr siyasetini devreye koymuştur. Bunun karşısında direnişler olmuş; fakat sonuç almamış ve neticede büyük yıkımlar ve katliamlar gündeme gelmiştir. Bugün de bu durum devam etmektedir. Esnetilse ve daha ince bir siyaset izlense de bugün açısından diyebiliriz ki; Türkiye devleti Kürtleri bir halk olarak kabul etmemekte, klasik egemen devlet-sömürge ilişkisinin ötesine geçen bir yaklaşım ortaya koyamamaktadır. Miliyetçilikle beslenen ulus-devlet sistemi, bölgede büyük yıkımlara neden olmuş, Anadolu ve Mezopotamya’nın zengin kültür mirası önemli oranda ortadan kalkmış ve birçok halk ve inanç kesimi yok olmayla karşı karşıya gelmiştir. Rumlar, Ermeniler, Asuri-Süryaniler ve daha birçok etnik ve inanç grubundan geriye çok az insan kalmıştır. Bu halklar uygulanan tekçi politikalar neticesinde ya göçertilmişler-Ermeniler-Asuri-Süryaniler bunu fiziki soykırım düzeyinde yaşadılar- ya da kalanlar erimekten kurtulamamışlardır.
Kürtlerde aynı akıbeti yaşadılar. Sayıca fazla olmaları, Müslüman olmaları yine neolitiği yaratan halk olarak zengin bir kültürel geleneğe sahip olmaları, diğer halklar gibi bir sonu yaşamalarına engel oldu. Aradan geçen yıllara, Kürt Özgürlük Hareketinin muazzam mücadelesine rağmen hala Türkiye’de Kürt’ü inkâr ve imha siyaseti katmerli bir şekilde devam ediyorsa bu zihniyetteki katılığın ne düzeyde olduğunu göstermektedir. Devlet ceberut tekçi zihniyete dayalı devletliğinden bir şey yitirmemekte, esnememekte, bu da var olan acıların devam etmesine neden olmaktadır. Kürt çocukları hala eğitimini Kürtçe alamamakta-pedagoglar anadilde eğitim alamamanın çocuk üzerinde kalıcı hasarlar yarattığını ifade etse de- Kürt kadınları hala devlet ile muhatap olduklarında Türkçe konuşamamanın büyük zorlanmasını yaşamaktalar. Bunlar 21. Yy. Türkiye’sinde meydana gelmektedir.
Öcalan Demokratik Ulus projesiyle en başta bu tekçi-egemen mantığa itiraz ediyor ve ‘her farklılık zenginliktir, farklılıkların eşitçe birliği’ diyor ve ekliyor. Alternatif sistem alternatif birey-yurttaş ile hayat bulacaktır o da özgür yurttaştır tahlilini yapıyor.
Demokratik ulus, özgür yurttaşla hayat bulur. Demokratik ulus bilinci ile hareket eden özgür yurttaş, ulus-devletteki gibi çevresine, dışındakilere düşman gözüyle bakmaz. Onlarla ortak bir yaşamı örgütler, birlikteliği esas alır. Ötekileştiren, ayrıştıran bir yaklaşımdan ziyade birleştiren, komünaliteye çeken bir zihniyetin sahibidir. Pasif-edilgen bir duruşun değil aktif-inisiyatifli bir duruşun sahibidir. Yaşama iradi bir katılımı vardır ve örgütlüdür. Toplumsal sorumlulukla hareket eder. Sadece sorunları dile getirmez aynı zamanda çözümünü de ortaya koyar. Kapitalizmin bilinen yaşam ölçülerini reddeder, onun zihniyet dünyasından çıkar ve sosyalist yaşam ölçülerini kendisine esas alır. Yeni toplumsal inşanın öncüsü olarak kendisine bakar, öyle hareket eder. Bundandır ki Kürt Halk Önderi,
DEMOKRATİK KONFEDERALİZM-DEMOKRATİK ÖZERKLİK projesiyle bağlantılı olarak 2004 yılının baharında avukatları ile yaptığı görüşmede EŞİT-ÖZGÜR YURTTAŞ HAREKETİ’nin geliştirilmesi gerektiğini ifade etti. Bu hareketin temel çalışmasının toplumu aydınlatma faaliyeti olduğunu belirtti. Bu anlamıyla demokratik ulus bilinci en başta onun bireyi özgür yurttaş’ın oluşmasını şart koşar. Demokratik ulus fikri eşit-özgür yurttaş da hayat bulur ve demokratik özerklik ile kurumlaşır. Demokratik ulus düşüncesi onunla yaşayan bir birey olmadan ve kurumlaşmadan bir entellektüel faaliyet olmanın ötesine geçemez. Bundan dolayı demokratik ulus düşüncesi ancak demokratik özerklik projesi ile bütünleştiğinde anlam kazanacaktır. Peki demokratik özerklik projesi ile kastedilen nedir? Ulus-devlete nasıl bir alternatif oluşturmaktadır? Sorunları nasıl çözecektir?
Doğrudan Demokrasi
Öncelikle belirtmek gerekir ki; demokratik özerklik sistemi toplumun örgütlü iradesine dayanır. Köyden, mahalleden başlayarak ilçe, bölge ve en üstte ülkeye kadar olacak şekilde toplumun örgütlenmesi, oluşan meclis ve komünlerde kendi kendisini yönetir hale gelmesidir. Radikal demokrasi, doğrudan demokrasi olarak da ifade edilen yerellerin doğrudan karar mekanizmasına dahil olduğu, kendi geleceği hakkında söz-yetki ve karar sahibi olduğu sistemdir. Toplum komünler ve meclisler yoluyla var olan sorunlarını tartışıp, çözüme kavuşturmakta, diğer komün ve meclisler ile ilişki kurarak eksik kaldığı, güç getiremediği sorunlarını diyalog ve müzakere yoluyla halletmektedir. Herkes bulunduğu alanda mutlaka bir komün ve meclis içinde- ihtiyaçlar ve özgünlükler temelinde birden fazla komünde ya da mecliste yer alınabilir- yer almakta yaşama bu meclis ve komünler üzerinden katılmaktadır. Üstten birilerinin karar alıp onu topluma dikte ettirmesi söz konusu olmadığından yaşanan her gelişmeden her yurttaş bir şekilde haberdar olmakta, ya doğrudan ya da temsilcileri vasıtasıyla müdahil olmaktadır. Herkes bulunduğu yereli daha faz la tanıdığından ve o yerle ilgili en sağlıklı kararı verebilme durumunda olduğundan yereli ilgilendiren kararlar burada kurulan meclis ve komünler eliyle alınmakta, sorunlar küçük yerleşim birimlerinde çözüme kavuşmaktadır.
Seçilmişler ’Geri Çağırma’ Yetkisi Hayatidir
Ulus-devletlerde uygulanan parlementer sistem gibi dört yılda ya da beş yılda bir kendi temsilcilerini seçme ve o süre zarfında tüm yetkiyi onlara teslim etme gibi bir durum yoktur. Meclis ve komünlerde seçilenler, görev alanlar, toplum üstü, cemaat üstü bir pozisyonda olmayıp, dönemsel bir sözcülük rolündedirler. Görevlerini tam yapmadıkları zaman toplumun geri çağırma ilkesi devrededir. Toplum görev verdiği kişilerin görevlerini her an elinden alabilir. Bu anlamıyla bürokratik bir kesimin oluşmasının objektif olarak önü alınır, devleti ayakta tutan bu kesimin zemini ortadan kaldırılır. Ulus-devletteki gibi yukarıya doğru gittikçe yetki ve karar hakkı artmaz. Tersine alta doğru indikçe yetki ve karar hakkı daha fazla işlev kazanır. Ters piramit sistemi devrededir. Toplumun her kesimi örgütlendiğinden bir kesimin diğer kesim üzerinde baskı uygulaması, hâkimiyet kurması söz konusu değildir. Her kesim kendi özgünlüğü çerçevesinde yaşama katılır ve kimsenin kimse üzerine egemenlik kurması, bunu sistemli hale getirmesi yaklaşımı ya da düşüncesi de gelişmez. Buna ne zihniyet el verir ne de var olan örgütsel mekanizma.
Ekonomi ve Savunma
Demokratik özerklik sisteminde gücü belli bir merkezde biriktirmeden ziyade yayma ve her alanı güç yapma, merkez gibi ele alma esastır. Zor en son başvurulan yöntemdir. O da sisteme dışarıdan bir müdahale söz konusu olduğunda tüm meclislerin ortak kararıyla ortak karşı koyuş temelinde olur. Militarizme zemin oluşturan düzenli ordulardan ziyade gönüllülüğe dayalı halkın savunma güçleri devrededir. Zor bir sorun çözme yöntemi olmaktan ziyade mecburi durumlarda özsavunmanın bir aracı olarak kullanılır. Sorunları diyalog ile çözmeye özen gösterilir. Ekonomi birilerinin elinde toplum üstü bir alan olmaktan çıkarılır ve tüm toplum üyelerinin katıldığı yaşamı idame etme alanı olarak ele alınır. Eko- endüstriyel yaklaşım temelinde dünyamız yaşanılır kılınır. Hiç kimse ekonomik alanın dışında tutulmaz- kapitalizm toplumun önemli bir kısmını bilerek ekonomik alanın dışında bırakır ve herkese onlar gibi olabilir, aç kalabilirsiniz tehditi savurur- herkes ekonomik alanın doğası gereği içinde olur. Üretime dahil olur.
Her toplumsal kesim kendi kültürü ile yaşar, onu geliştirir ve ileriye taşır. Farklılıklar her anlamda zenginlik olarak görülür. Ulus-devlettekinin tam tersi şekilde korunur. Sayıca az olan toplumsal kesimlerin kendilerini ifade etme kanalları özellikle açık tutulur, onların kültürel gelişimi teşvik edilir. Toplumsal alanda azınlık-çoğunluk ikilemi yerine farklılıkların iradi temsili üzerinden yaşamın her alanına katılım sağlanır. Bu kültürel zenginliklerin kaybolmaması için özel önlemler alınır. Bir halk ya da toplumsal kesim önde ya da geride değildir. Herkes aslidir. Herkes seçkindir. Bir halkın kendisini üstün görmesi, diğerlerini aşağıda görmesi söz konusu değildir. Demokratik özerklik sisteminin siyasal çatısı demokratik konfederalizmdir. Özerk yönetimler, konfederal birlikler oluşturur. Bu birlikler de bir araya gelerek demokratik konfederal çatıyı oluşturur. Dönemsel olarak bu konfederal yapıların ulus-devletlerle birlikte var olacakları görülmektedir. Öcalan ‘ulus-devletler, konfederal birliklerin hukukunu tanıdığı oranda konfederal birliklerde ulus-devletlerin hukunu tanıyacaktır’ diyor. Karşılıklı birbirini kabul etme temelinde bir ilişki vardır. Birbirini reddetme yoktur. Bugünkü AB sistemi devletlerin biraraya gelerek oluşturduğu bir konfederal birliktir. Burada sözü edilen ise halkların, toplulukların bir araya gelerek oluşturduğu merkezi yanı oldukça zayıf, her farklılığın kimliğiyle, rengiyle katıldığı demokratik konfederal birliktir.
Rojava Devrimi, Demokratik Ulus Devrimi
Özü itibariyle böyle ifadelendirilebilecek olan demokratik ulus düşüncesinin demokratik özerklik ile bedene kavuşması artık bir tasavvur olmanın ötesine geçmiş Rojava devrimi ile gerçekliğe kavuşmuştur. Hakikat olmuştur. Rojava devrimi milliyetçilik mi demokratik ulus mu? Toprağa dayalı mülkiyetçilik mi demokratik komünal yaşam mı? Sorularına net cevaplar vermekte hemen herkese net bir perspektif sunmaktadır. Biliniyor Suriye’de savaş başladığında hemen her güç toplumun karşısına bir proje ile çıktı. Kimileri İslami tandanslı bir ülke kurmak istedi, bir kısmı Esad şahsında var olanı koruma mücadelesi verdi, Kürtler ve Rojavalı halklarda demokratik özerklik projesini gündemleştirdi. Diğer iki proje esas olarak birbirinden ayrı olmayan sadece yönetim erkinin kimlerin elinde olacağı ile ilgilenirken Rojavalı halkların sunduğu demokratik ulus projesi köklü bir çözümü öngörmüş ve örgütlemesini de buna göre yapmıştır. Gelinen aşamada toplum gerek İslami kesime- bunun içinde DAİŞ’den ÖSO’ya kadar hemen her gücü saymak mümkün- gerek de lâik milliyetçi kesime gereken cevabı vermiş, onlarla birlikte yürümeyeceğini göstermiştir. Halklar kurtuluşu demokratik özerklik projesinde görmüş ve tabiri caizse bu projeye dört elle sarılmışlardır. Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Türkmen; Hristiyan, Müslüman, zengin-fakir, kadın-erkek herkes kendi kimliğiyle, kendi kültürüyle demokratik özerklik sisteminin içinde yer almış, meclislere dahil olmuş, oluşan kantonlarda yerini alarak öz yönetim faaliyetlerine katılmıştır. Bir yanda inşa çalışmaları yürütülmüş, meclis ve komünler üzerinden örgütlenme çalışmalarına hız verilip toplumun her alanda örgütlenmesi esas alınmış, diğer yandan kurulan sistemin öz savunması yapılarak, başta Ortadoğu olmak üzere dünyaya örgütlü bir halkın neler yapabileceği gösterilmiştir.
Ulus-devletlerin her şeye kadir oldukları ve alternatifsiz oldukları propagandası tam da Rojava’da bozguna uğramış, özünde kapitalizm karşıtı alternatif sistemin toplumla buluşması durumunda nasıl sonuçlar doğuracağı herkesçe görülmüştür. Bölge ulus-devletleri DAİŞ çeteleri karşısında tek tek diz çökerken, Rojava halkı YPG-YPJ ile muazzam bir direniş örneği sergilemiş, efsanelerde anlatılanlar gerçek olmuş, bu sayede DAİŞ geri çekilmek durumunda kalmıştır. Ortadoğu kan deryasına dönmüşken, halklar her yerde karşı karşıya gelip birbirini boğazlama noktasındayken, Rojava tam da çölün ortasındaki bir vaha örneği gibi olmuştur. Herkesin birbirinden kaçtığı, birbirinden uzaklaştığı bu zeminde Rojava halkları insanların bir ve beraber olduğunu bir kez daha dünyaya ilan etmiş, biraraya gelinirse üstesinden gelinemeyecek sorun olmadığını göstermişlerdir. Irak ve Suriye ulus-devletleri halklara kan ve gözyaşından başka bir şey vermezken Rojava Devrimi toplumu irade sahibi yapmış, güçlü, kendine güvenen bir halk gerçekliğini açığa çıkarmıştır.
Rojava’da görüldü ki insanların hak ve hukukları garanti altına alınırsa, söz-yetki ve karar gücü olarak halk esas alınırsa, farklı kimlikler serbestçe kendisini ifade etme ve örgütleme imkanı bulursa bu bir yönetim için zayıflık yaratmamakta, aksine o yönetimi güç yapmaktadır. Ulus-devletlerin dediği gibi her kafadan bir sesin çıkması bir gürültü yaratmamakta, aksine fikir zenginliğine vesile olmakta, farklı fikirler çözüm alternatiflerini çoğaltmaktadır. Herkesin hak sahibi olması ülkeyi bölmemekte tersine birleştirmektedir. Şimdi eğer Rojava’da halklar beraber ve demokratik bir ortamda eşit bir şekilde yaşıyorlarsa, kan gölüne dönen Ortadoğu gerçeğine rağmen kardeşlik hukukunu esas alıyorsa, kuşkusuz bunun orada hayat bulan düşünce ve bu düşüncenin somut uygulanması ile doğrudan bir bağı vardır. Tüm dünyanın-özellikle ilerici insanlığın-saygı duyduğu bir yaşamdan bahsediliyorsa bunun nedeni kurulan sistemin kapsayıcılığı, toplumsal sorunların çözümünde bir umut olmasıdır. İnsanlık bir nevi kapitalizmin yarattığı kriz ortamında yaşadığı bunalımı Rojava Devrimi ile aşıyor, oradan moral alıyor, geleceğe gülerek bakıyor. Başka bir dünya mümkün diyenler, başka bir dünyanın Rojava’da pratikleştiğini görüyor ve daha bir inançla mücadeleye sarılıyor, kapitalizm ve ulus-devlet karşısında direniyor. O halde diyebiliriz ki Rojava deneyimi ulus-devlete dayalı milliyetçi yaklaşım mı, yoksa demokratik özerkliğe giden demokratik ulus zihniyeti nin mi gelecek vaat ettiğine dair önemli veriler sunmaktadır. Milliyetçiliğe dayalı ulus-devlet günümüz global dünyasında hemen her alanda son demlerini yaşarken demokratik ulus zihniyeti temelinde gelişen demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm Rojava Devrimi ile çıkışa geçmiş ve umut olmaya başlamıştır. 1 Kasım Dünya Kobani gününde Latin Amerika’dan, Afganistan’a- biri dünya hâkimi diğeri bu hâkimden en fazla mağdur olan- Avrupa’dan-Uzak Doğu’ya kadar dünyanın belli başlı merkezlerinde insanlığın ayağa kalkışı önemli mesajlar içermektedir. Bu protestolar özünde kapitalizm karşıtıdır. Ulus-devlet karşıtıdır. Milliyetçiliğe darbedir. Yine halkların kardeşliğine davettir, demokratik ulus zihniyeti taşırlar ve demokratik özerk yönetimlere duyulan özlemi dile getirirler. Bu noktada bize düşen Rojava Devrimi’ne yüzümüzü dönmek, anladığımız oranda uygulamak ve olası saldırılar karşısında da direnişi elden bırakmamak oluyor.
Yararlanılan Kaynaklar;
Öcalan, Abdullah. Demokratik Uygarlık Manifestosu
(V. Cilt) Amara Yayıncılık. İstanbul: 2015
Yoruma kapalı.