Düşünce ve Kuram Dergisi

Etnik Problemlerin Çözümünde Demokratik Ulus Modeli

Halil Dağ

Ortadoğu ve Kürdistan merkezli 3. Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü günümüz koşullarında, kaostan çıkış için pek çok çevre tarafından analizler yapılmakta ve çözüm önerileri sunulmaktadır. Yaşananları halklar lehine ele alıp çözüm önerileri geliştiren kesimleri saymazsak, bu önerilerin ezici çoğunluğunun bizzat bu tablonun sorumlularının istediği düzlemde geliştirildiğini görüyoruz. Sorunu bölge halkları lehine almak yerine küresel ve yerel hegemonik güç odaklarının hangisinin üstün geleceği ve bu üstünlük durumlarını devletlerarası politika da kime ne tür avantajlar sağlayacağı eksenindeki süreç okumalarının yapılıyor olması bu savaşın ve olası sonuçlarının doğru analiz edilmesini de zorlaştırmaktadır. Bugün yaşadığımız ve tanık olduğumuz savaşı sadece güncel parametreler üzerinden okumak ulus-devlet sisteminin yol açtığı krizleri gözden kaçırmaya yol açacaktır. Çünkü bugünkü çatışma ve kaotik ortamın bu sistemle dolaysız bir bağı bulunmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze özellikle Ortadoğu başta olmak üzere dünyada boy veren etnik, dinsel ve mezhepsel savaşların bu realiteyle ilişkisi göz ardı edilemez. Dolayısıyla çözüm alternatifleri geliştirirken bu hususun göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bugünün temel sorusu: “Krizin nedeni olan ulus-devlet sistemine karşı doğru ve devrimci çözüm modeli nedir?” sorusudur. Bunun için de öncelikle ulus-devlet sisteminin etnik çatışmaları nasıl körüklediği konusunu irdelemek gerekmektedir.

Ulus-devlet sistemi pek çok konuda olduğu gibi etnik kimliklerin krizli ve çatışmalı bir alana hapsedilmesinin de müsebbibi olarak trajik sonuçlara yol açmıştır. Ulus-devletin dini olarak tanımlayabileceğimiz milliyetçilik hem içkin olduğu devletin doğasını ve ilişkilerini hem de etnisitenin doğasını dönüştürmeyi öncelikle bir amaç olarak ele aldığından, milliyetçi ideolojilerin her biri “özel ve biricik” niteliğe sahip uluslar dünyasında yaşadığımız ve tüm siyasi gücün yalnızca homojenleştirilmiş ulustan doğduğu yönündeki iddiaları dünyanın pek çok coğrafi bölgesinde kendilerini, bulundukları ülkenin ulusal kimliğine ait hissetmeyenlerin aşağı konuma itilmesine ve baskı altına alınmasına yol açmıştır. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak ulus-devlet öncesi dönemden etnik kimliğe nadiren açık bir siyasal anlam verilirken ulus-devlet sonrası dönemde itilmiş ve baskı altına alınmış etnik yapıların da ulus olma yönündeki örgütlenmelere ve çatışmalara girmesine yol açmış ve adına ulusal kurtuluş savaşı dediğimiz çatışma süreçleri ortaya çıkmıştır. Bu savaşların yaşadığı coğrafyalara ve niteliklerine bakılarak pek çok şey söylenebilir, haklılıkları ve haksızlıkları tartışılabilir, ancak unutulmamalıdır ki etnik kimliklerin ulus-devlet kurma çabaları sonuç itibariyle kapitalist modernitenin ve onun üretimi olan milliyetçi ideolojilerin etkisi altında kalmaktan kurtulamamışlardır. Meseleye objektif bir gözle bakıldığında, modern devlet sistemlerinin ortaya çıkışı ve bunun ulus-devlet formuyla kendisini tahkim etmesi etnik gruplara başka bir çıkar yol bırakmamıştır denilebilir. Buradan bakıldığında ulusal kurtuluş savaşı veren halkların mücadeleleri ezici çoğunlukla haklı ve meşru savaşlar olarak kabul edilmelidir. Fakat yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız gibi, kurtuluşu yeni bir ulus-devlet yaratmakta gördüklerinden dolayı da ulus-devlet sistemini ideolojik ve siyasi alana hapsolmaktan kurtulamamışlardır. Ulus-devlet sisteminin savunucuları bu projenin başarıya ulaşmasının etnik çatışmaların ortaya çıkış sebebini azaltacağını iddia etmektedirler. Buna da herkesin “tek bir bütün” olduğuna inanmasını etnik kimliklerin parçalayıcı işlevini ortadan kaldıracağı yönündeki gelenek sel görüşlere dayandırmaktadırlar. Bunun anlamı farklılıkların ortadan kaldırarak türdeş yani homojen bir kimliğin yaratılmasıdır. Yukarıdaki iddianın doğru olmadığını 19. Ve 20. Yüzyılda yaşanan etnik çatışmalardan biliyoruz. Çünkü ulus-devletin sosyolojik olguları kurguya uydurma, etnik kimlikleri tek bir üst kimlik altında tek tipleştirmeye dönük çabası bu çatışmaların asıl tetikleyicisi olmuştur. Böyle olduğu için de ulus-devlet etnik problemlerin çözümünde işlevsel ve sorun azaltıcı bir yöntem değil. Aksine krizin asıl sebebidir. Homojonleştirme süreci her halükarda asimilasyonist pratiklerle gerçekleştirmekte ve bu durum farklı etnik grupların varlık alanını daraltarak onların yeni ve kendilerine ait görmedikleri bedeni zorla hapsetme anlamına gelmektedir. Varlık alanı daralan etnik kimliklerin bu baskı ve inkar politikalarına karşı kendi kimliklerini savunma çabaları da otomatik olarak ayrılıkçılık, bölücülük olarak etiketlenip politik ve askeri şiddetle yüz yüze bırakılmaktadır.

Herkesin “tek bir bütün” olduğuna inanmasıyla etnik problemlerin azalacağı yönündeki iddia sadece bir iddiadır ve maddi bir karşılığı yoktur. Çünkü “tek bir bütün olma” süreci doğal ve gönülle dayanmaktan çok, ulus-devletlerin ulusçuluk (homojenleştirme) ideolojisi ve bu eksendeki uluslaştırma araçlarını (eğitim, askerlik, hukuk, dil, devlet) kullanarak asimilasyonist bir süreç olan ulus inşasını gerçekleştirme çabası ve dayatmasıyla salınır. Süreç sonunda gelenekler, diller yani etnik gruplara ait olan hemen her şey “ulusal pota” içinde eritilir ve etnik yapıdan arta kalanlar ise aileyi ve folklara havale edilerek meşruiyetleri, değerleri ve etkileri en aza indirilir. Örneğin, Fransa’da devrimden sonra bir ulus-devlet kurmak isteyen devrimcilerin, Fransa’daki Yahudiler konusunda uzun tartışmalardan sonra kararı Fransız Yahudilerden beklenen kimliklerini oluşturan iki aidiyetten bir olan kan bağını, yani etnik kardeşliği unutmaları, Fransız ulusuna dahil olmaları ve buna karşılık Yahudilik’i bir din olarak özel alanda “özgürce” yaşayabilmeleriydi. Bunu da “evde Yahudi, sokakta Fransız olmak” şeklinde formüle etmişlerdi. Aynı durumu Türk ulus-devleti Kürtlere olan yaklaşımında da görmek mümkündür. Katı bir ret ve inkâr politikası uygulamıştır. Sadece dil politikalarına bakmak bile yeterli bir veridir. 19. Yüzyıldan itibaren “dil birliği” Türk ulusçuluğunun mottosu olmuştur. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenlenmiştir. Örneğin Eylül 1923 tarihli Şark Islahat Planının 13. Maddesi, “Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan il ve ilçelerdeki devlet dairelerinde, okullarda, çarşı pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananları hükümet ve belediye emirlerine karşı gelmekten ve mukavemetten cezalandırılmasını” öngörür. Planda “Aslen Kürt olan, fakat Kürtlüğe asimile olmak üzere bulunan veya Arapça konuşulan yerlerde acilen yatılı okullar kurulması gerektiği” dile getirilir (Madde 14).

Yine 2510 İskân Kanunu’nun öngördüğü yer değiştirmelerde temel teşkil eden en somut ölçüt anadildir. Yasaya göre, “Anadili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarının tekeline alması yasaktır.” (Madde 11/A). İsmet İnönü’nün Kürt raporunda da dil konusuna özel önem verilmiş, ilk ve ortaöğretimin Türkçe’nin yaygınlaştırılması amacına hizmet edecek önemli araçlar olduğu belirtilerek şu görüşe yer verilir: “Kürtleşmiş veya kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak, hatta Kürtlere Türkçe öğretilerek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası çok etkili vasıtadır.” Aynı İsmet İnönü “Görevimiz bu yurtiçinde bulunanları ne yapıp edip Türk yapmaktır,” diyerek sadece Kürtlere değil diğer tüm etnik farklılıklara bu politikayı dayatmaya ulus-devlet sürecini pekiştirmenin olmazsa olmaz kuralı olarak görmüştür.

Söz konusu uygulamalar, bugün yerini tıpkı Fransa’daki Yahudilere dayatılan “evde Yahudi, sokakta Fransız olmak” dayatmasına bırakmıştır. Katı inkar ve imhayla yok edilemeyen Kürt dili ve kimliği “bireysel halklar” gibi müphem bir söylemin içine hapsedilerek “evde Kürt sokakta Türk” olma dayatmasına dönüştürülmüştür. Sadece bu örnekler bile ulus-devlet sistemini etnik grupları, farklı bir krizle veya çatışmaya yüz yüze bıraktığını göstermeye yeterlidir. Modern devletleşme ve onun getirdiği zorunlu uluslaşmanın kapitalizmle dolaysız bir bağı vardır. Bu iki unsur, yani modern devlet ve uluslaşma Batı Avrupa’da etnisiteden ulusa geçişin simgesi olarak öne çıkmıştır. Bundan dolayı etnik nitelikler modernlik öncesi döneme ait görülmüş ve uluslaşmanın gelişimini sekteye uğratan bir unsur olarak ele alınmıştır. Sanayileşme, kentleşme ve bunun sonucunda ortaya çıkan ulus-devlet öngördüğü homojenleşmeye uymayan tüm etnik yapı ve talepleri dışlayarak uluslaşmanın olmazsa olmazı kabul edilen burjuvazi yaratma, sanayileşme ve buna bağlı olarak şehirleşme kutsanırken, bu unsurların etnik yapılarda gelişmeyeceği dolayısıyla etnik yapıların ancak bu unsurlara kavuşmasıyla modernleşebileceği, uluslaşabileceği fikri mutlak bir doğru gibi dayatılmıştır. Etnisite bu anlamda uygarlık dışı bir olgu olarak ele alınmıştır. Zaten Antik Yunanca’da “Ethnos” kelimesi şehir dışında kalan halkları ifade etmek için kullanılmıştır. Şehir dışındakiler, yani uygarlık dışındakiler şehir için tehlike arz eden barbarlar olarak görülmüşlerdir. Kavramın çarpıştığı bazı imgeler vardır. Bunlar suçlama, dışlama ve aşağılamayı içerir. Bugünün dünyasını kavramın orijinal kullanım amacından saptığı söylenemez. Bugün etnisite kavramıyla ifade edilen şey, Batı’ya, başka bir ifadeyle uygar dünyaya uyum tüm ulus-devletlerin Batı’da olgunlaştığı şekliyle ülke toprakları üzerindeki etnik gruplardan birinin ötekiler üzerinde hegemonya kurması ve kendi niteliklerini ötekilere dayatması sonucunda vücut bulmuş olmalarıdır.

 

Ulus-Devletin İdeolojisi: Milliyetçilik

Kitle üretme politikası uygarlık tarihinin hemen her aşamasında başvurulan bir yol olmakla birlikte, en sofistike haline kapitalist moderniteyle birlikte ulaşmıştır. En çok da ulus-devletlerin kurulduğu süreçlerde buna başvurulmuştur. Günümüzde de etkin bir biçimde kullanılan bir yöntem olan kitle üretimi, sistemin kendisini herhangi bir formatla kurgulama ihtiyacı duyduğu anda bu formata uyum sağlayacak, ona katılacak, sorgulamaksızın kabul edecek toplumsal taban üretme politikasıdır. Hiçbir sistem kendisine sosyal bir taban yaratmadan başarı şansı bulamaz. Modernite ulus-devleti kurgularken milliyetçiliği kitle üretme politikasında bir araç olarak geliştirmiş ve kullanmıştır. Bu yüzden ulus-devlet yoğun bir biçimde milliyetçiliğe atıfta bulunan bir siyasal projedir. Bu siyasi projede devlet ve millet temel bileşenlerdir ve milletin ancak ulus-devletle var olabileceği ön kabulü geçerlidir.

Ulus-devletin milliyetçilikle olan ilişkisini anlamak için 1860 yılında İtalyan bir siyasetçinin şu sözüne bakmak yeterlidir. Dönemin İtalya’sında bir siyasetçi: “İtalya yapıldı, şimdi İtalyalıları yapmak zorundayız,” demiştir. “İtalyalıları yapmak” ancak milliyetçiliğin bir tutkal olarak kullanılmasıyla inşa edilebilecek bir şeydir ve milliyetçilik kullanılarak bir kimlik inşa edilmiştir. Çünkü ulus-devlet yerel-etnik aidiyetlerin üst politik bir aidiyet olarak kabul edilen bir devletle birleştirilmesini öngörmektedir. Etnik aidiyetler bir üst aidiyet (Devlet) ile birleşmediğinde bir tehdit olarak kabul edilir ve yok edilmeleri veya etkisizleştirilmeleri gündeme gelir.

“İtalya yapıldı, şimdi İtalyalıları yapmak zorundayız” sözündeki yer ve kimlik adını değiştirdiğimizde bütün ulus-devlet yapılarının aynı yolu izlediğini görebiliriz. “Türkiye için Türk yaratmak”, “Almanya için saf Alman ırkı yaratmak”, “Fransa için Fransız yaratmak”! “Yapmak”, yeni inşa etmek ve kitle üretmektir. Nasıl izah edilirse edilsin bu eylemin sonucunda öteki olarak görülenin inkârı, üretilmiş bu yeni kitle kimliğine zorunlu entegrasyonu gerçekleştirilmeye çalışılır. Bu, neredeyse kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü inşa edilen bu yeni kimlik ve üretilen kitle bir tekilliğe vurgu yapmaktadır. Tekillik ise her halükarda çoğul olanın bir potada eritilmesi, entegre edilmesi ve orijinal olmayan bu yeni kimlikle yüz yüze bırakılmasını şart kılan başka türlü ulus-devlet yaratmak mümkün değildir. Modernitenin doğası da zaten bunu gerektirmektedir. Çünkü modernite kendisini ulus-devletle vücuda kavuştururken sahip ol duğu ideolojik ve siyasal kodlara uygun kitleler üretmeyi bir var oluş problemi olarak görmüştür. Sosyolojik açıdan toplumsallaşma tarihinin maddi-manevi kültürel birikimlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkan etnisite, bu üretilmiş kitle gerçeğiyle her zaman çelişki içindedir. Bu uyuşmazlığın sistem açısından yarattığı tehdidi ortadan kaldırmak için kitleleri ortak bir ülkü etrafında bir araya getirip tahkim edecek bir ideolojiye ihtiyaç duyuldu. Bu ideoloji de milliyetçiliktir.

Milliyetçilik, feodalizmin siyasal ve ekonomik krizlerinin sonucunda hanedanların ve dinsel otoritelerin önemini kaybetmeye başladığı geç Ortaçağ’da, devletin yeni ittifaklarla hakim olduğu topraklar üzerindeki topluluğu tanımlamaya başladığı zamanlarda ortaya çıktı. Bu sürecin hukuki olarak düzenlenmesi ise yerel yasaları, adetleri ve ayrıcalıkları kaldırarak merkezî devletin güçlenmesini sağladı. Milliyetçilik tüm bu sürecin altyapısını oluşturduğu gibi, bu süreç nihayete erdiğinde de elden bırakılmayan, her dönem için kullanışlı bir ideoloji olarak diri tutuldu. Dönüşüm süreci yeni bir ideoloji gerektiriyordu. Milliyetçilik siyasal bir ideoloji olarak kültürel, dinsel ve biyolojik değerleri ötekilerle karşılaştırma ve bir millete ait olma saygınlığını kullanarak kendisini meşrulaştırıp merkeze yerleşti. Buradaki millet kavramı herhangi bir sosyal, dinsel, bölgesel veya cinsiyet grubundan daha büyük bir bütünlük olarak öne sürülmekteydi. Yani kurgulanarak inşa edilmiş bir şeydi. Çarpıtma, maskeletme, hayalileştirme bu ideolojinin özünü oluşturuyordu. Bir ütopya, daha ileriye yürümek için tutkal işlevi gören bir ideoloji olarak geliştirildi. Modern dönemin yeni devlet formları ve ekonomik politik gereksinimlerinden doğan arzular bunu gerektiriyordu çünkü. Hukuksal standartizasyon, dilleri standartlaştırma, tekleştirme, eğitim kurumlarının yoğun bir biçimde bu yeni ideolojiyi işlemesi kitle üretiminde önemli rol oynayan araç ve yöntemlerdi.

Ulus-devletin milliyetçiliği bir araç olarak kullanıp kitle üretme politikası yürütmesine en iyi örnek Fransız ve Alman ulus modelleridir. Tarihsel olarak ulus-devlet sisteminin uluslaştırma politikaları bu iki ekolle ele alınmaktadır. Her iki örneğinde etnik problemleri derinleştirdiğini belirtmek gerekiyor.

Kültürel homojenliğin zorunlu olması açısından “yurttaş-ulus” modelini önceleyen Fransa tipi uluslaştırma, Fransız devriminden kaynaklanan bir tutumdur. Ulusu “aynı topraklarda yaşayan ve bundan kaynaklanan ortak duyguyu ve kültürü paylaşan yurttaşlar bütünü” çerçevesinde ele alır. Yurttaşlık ve toprak bütünlüğünü esas aldığından iradi ve merkeziyetçi bir niteliğe sahiptir. Burada ki ulusal kimlik, vatan düşüncesini taşıyan, bu çerçevede ortak değerleri olan, yasaları ve kurumlarıyla tek bir siyasal iradeye (üniterliğe) bağlı topluluk ile bu topluluktaki bireylerin yasal eşitliği gibi unsurlara dayanmaktadır. Ancak tüm yasal eşitlik iddialarına rağmen bu tip uluslaşma modeli özünde etno kültürel farklılıkları yadsımakta ve kültürel homojenliği esas almaktadır. Siyasal otorite ile siyasal yapı arasın da tek ve zorunlu ilişki kurduğu için kültürel-etnik anlamda baskıcı ve asimilasyonistir. Yani aynı topraklar üzerinde yaşayan yurttaşların hepsini, herhangi bir etnik gruba ait olmayan, inşa edilmiş “tek ve üstün kimlik” içinde asimile olmaya davet eder. Sadece davet etmekle kalmaz, farklı kimlikleri ve kültürel aidiyetleri bu tek ve üstün kimliğe katma konusun da zor aygıtlarını da kullanarak amacına uluşmaya çalışır. Bu modelin savunucuları, Fransız tipi uluslaşmanın etnik gruplar bakımından dışlayıcı olmadığını iddia etseler de gerçek bunun tam tersidir. Çünkü homojenleştirme süreci esas olarak devletin bu yeni tipteki örgütlenmesine yasalarla zorlu hale getirilmiş bir biatı şart koşar. Burada ki yurttaşlık özgür bir aidiyet kimliği değil, ulus-devletin var olma sebeplerinden biri olan bir bağımlılık (birlik) sürecidir. Ve etnik gruplarında “kendileri” olara

Uluslaştırma modellerinden ikincisi olan Alman ekolü ise, etnik-ulus modeli olarak kabul edilir. Temel olarak Alman romantik ulusçuluğundan kaynaklanan bu model, ulusu “tarihsel, Modernite kendisini ulusdevletle vücuda kavuştururken sahip olduğu ideolojik ve siyasal kodlara uygun kitleler üretmeyi bir var oluş problemi olarak görmüştür 124 DEMOKRATİK MODERNİTE doğal ve etnik bir bütünlük” çerçevesinde tanımlar. Bu modelde ulusun bireyleri aynı sayıdan/kökende gelmekle tanımlanır. O nedenle aynı ülkedeki başka etnik grupları dışlayıcıdır. Dolayısıyla bu tip uluslaşma monolitik bir etnik kimliğe dayalı olarak jeneolojik (soya dayalı) bir uluslaşmayı esas alır. Ülkedeki farklı etnik kimliklerin varlığını ret eder ve çoğunluktaki (Bazı koşullarda bu, azınlıktaki de olabilir) etnik grupla devlet ve “vatan” arsındaki ilişkiyi zorunluluğa bağlar. Bu ilişkiyi sağlamak içinde kültürel asimilasyonun bir çözüm olmadığına inandığından etnik temizlik hatta soykırım gibi yöntemlere başvurur. Holokoust ve ittihatçıların yaptığı Ermeni Soykırımı bu tip uluslaşmanın sonuçlarıdır. Etnik gruplar açısından en tehlikeli sonuçlara yol açan bir uluslaştırma yöntemidir.

20. yüzyıl boyunca dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan etnik temizlik politikalarının dayandığı Alman tipi uluslaşma modeli pek çok açıdan irdelenmesi gereken modeldir. Tek-etnili rejim olarak dizayn edilen Alman tipi uluslaşma, etnik kökenlerin devletçe kodlanmasını, fişlenmesini ve hâkim etnik kategori dışında kalan etnik grupların “millete üyelik” anlamına gelen yurttaşlık haklarından mahrum bırakılmasını içerir. Bu uluslaşma tipinde vatandaşlık kan bağı prensibine dayanır. Dışarıda bırakılan etnik gruplar ya ülkeden çıkarılır ya fiziksel olarak yok edilir ya da koşulsuz itaate zorlanır. Bugün Kürdistan da duvarlara “Türksen övün, değilsen itaat et” sloganlarının yazılması tam da bu anlayışın iz düşümüdür. Tek-etnili rejim, devletin çok keskin ve kesin bir biçimde etnik bilince sahip olduğu ve torakları üzerindeki nüfusu soy-kan algısına göre tasnif ettiği bir rejimdir. Almanya’da 1913’te kabul edilen Alman vatandaşlık yasasıyla sözü edilen bu kan bağı ilkesi vatandaşlığın ölçüsü olarak belirlenmiştir. 1913’te Alman milliyetçilerinin gündemini işgal eden “etnik” problemlerden biri Almanya’da özellikle Doğu Prusya’da çiftçi ve işçi olarak bulunan ve sayıları birkaç milyonu bulan Lehler, Schleswig-Holstein eyaletindeki Danimarkalılar, Lusatia’da yerleşik Sorblar ve kentlerdeki Yahudilerdir. 1913’teki Alman vatandaşlık yasası kan bağı esasına göre düzenlenerek Lehler Alman vatandaşlığından mahrum bırakılır. Sadece Lehler değil diğer etnik gruplar da benzer uygulamalara maruz kalmıştır. Naziler döneminde gerçekleşen Yahudi soykırımını da buna dâhil ettiğimizde Alman tipi uluslaşmanın nasıl sonuçlar doğurduğunu görebiliriz. Bugün “Liberal” , “Demokrat” etiketiyle dünya siyasetinde yer edinen pek çok devletin de aynı süreçleri yaşadığı sır değil. 1960’lardaki “vatandaşlık hareketi” öncesi ABD’deki siyahilere yönelik ırkçılık ve 1990’a kadar Apartheid rejimini yaşatan Güney Afrika, yine etnik bir devlet olan İsrail’in Filistin’de ve Türk devletinin Ermeni soykırımı ve Kürtlere yönelik yok etme politikalarında aynı anlayışın izleri vardır. Her iki modelde de demokrasi, çoğulculuk gibi değerler uluslaştırma sürecinde temel teşkil etmez ve bu iki modelde hem kitle üretimi konusundaki politikaları hem de milliyetçiliği kullanmaları nedeniyle etnik çatışmaların ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Bununla birlikte küresel çapta da kurumlaştırdıkları uluslararası ilişkiler sebebiyle etnik grupların gerek diplomatik gerekse de uluslararası hukuk noktasında sınırlandırılmaları ve izole edilmeleri sağlanmıştır.

 

Uluslararası Sistemin Gruplara Yaklaşımı

Ulus devletin egemen devlet biçiminde kurgulanmasının başlangıcı olan 1648 Westphalia antlaşmasından sonra gelişen 1789 Fransız devrimiyle bu tipteki devletlerin ulusal egemenliğe dayandığı yönündeki kabul, ulus ile devletin özdeşleştirilmesine yol açarak etnik grupların uluslararası alanda bağımsız bir aktör olarak varlığının kabulünü de imkânsız hale getirmiştir. Adından da anlaşılacağı üzere “uluslararası sistem”, “uluslararası ilişkiler” devletleşmiş homojen uluslaşma süreçlerinin kamusal temsiliyetlerinin diplomatik arenada kabulünü geçerli saymaktadır. Eğer bir ulus-devletiniz yoksa etnik olarak bu sistem içerisinde meşru kabul edilmezsiniz! Yani modernleşmeyle devletlerin etnik farlılıkları asimile ederek homojen ulus kuracağı ve bu ulusun devletle tam örtüşeceği düşüncesiyle ulus-devletlerin dışa karşı tek temsilci olacağı bir uluslararası ilişki sistematiği ortaya çıkartılmıştır. Bu, işlevsel açıdan kapitalizm ve ulus-devletlerin istikrarı için zorunlu görülmüştür. Bu şekilde ulus-devletin içeride tek egemen dışta ise tek temsilci konumuyla etnik grupların dış dünyayla ilişki kurma ve yardım alma şansı ortadan kaldırılmış olacak, dolayısıyla da ulus ile devleti özdeşleştirmiş ak törlerin dış politikaları “ılımlı” olacaktı. Sistemde bu sayede nispeten az sayılabilecek aktörden oluşarak daha kolay kontrol edilebilir bir özelliğe kavuşacaktır. Öngörülen politika bu olmuştur. Etnik çatışmaların ulus-devlet sisteminin kurumlaşması sonucunda derinleşmesi yetmemiş, bu yönlü talep ve mücadelelerin uluslararası diplomaside de zemin bulması, dışlanması ve tecrit edilmesi hedeflenmiştir. Ulus-devlet sisteminin sadece içte değil küresel ölçekte de oluşturduğu bu blokaj ile etnik gruplar ve bunların mücadeleleri içten ve dıştan kıskaca alınmıştır. Söz konusu konsept ulus-devleti güçlendiren, etnik grupların ise ortadan kaldırılmasını sağlayan asimilasyonist politikaların meşru ve “devletin kendini savunma hakkı” olarak kabul edilmesine yol açmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak da etnik çatışmaların yoğunlaşması, zamana yayılması çözümü kendini ulus-devletlerini kurmakta görmeleri durumu ortaya çıkmıştır. 19. Ve 20. Yüzyıl tarihi bunun birçok örneğiyle doludur. Etnik grupların kimi istisnalar hariç ezici çoğunluğu maalesef kapitalist sistemin bu tuzağına düşerek ulusçuluk temelinde kendi ulus-devletlerini kurarak yeni krizlere yol açmışlardır. Yani, bu sistemin mağduru olanlar kendilerini mağdur eden sistemin yöntemlerine tevessül edip onların kurallarına göre konum olmak durumuna düşmüşlerdir.

Bu realite, uluslararası sistemin ve onu oluşturan ulus-devletin sürekli olarak yenilenmesine, taze kan bulunması bulunmasına tabiri caizse kendini şarj etmesine yol açmıştır. Sistem, bizzat kendisinin sorumlu olduğu etnik çatışmaları kendisini güçlendiren bir dinamik olarak kullanırken aynı zamanda kendi güvenliğini konsolide etmek için de etnik grupların özgürlük taleplerini ve mücadelelerini “terörizm”, “uygar dünyaya karşı savaş”, “yıkıcılık” olarak tanımlayıp gayrimeşru bir alana hapsetme politikası yürütmüştür.

Bu realite günümüz dünyasında etnik problemlerin çözümü noktasında yeni yol ve yöntemlerin geliştirilmesi ihtiyacını göstermektedir. “Etnik sorunların verili sistemin ortaya koyduğu bu kurallar ve sınırlar içinde çözülebilir mi?” sorusuna verilecek yanıt yukarıdaki tabloya ve ulus-devletin karakterine bakılarak verilebilir. Bunun mümkün olmadığı çok açıktır. Dolayısıyla yeni yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Demokratik ulus modeli tam bu noktada makul ve tarihsel toplumun, etnisitenin doğasıyla da uyuşan bir yol olarak öne çıkmaktadır.

 

Demokratik Ulusun Etnisite Çözümü

Modern ulusçuluk, insanlık tarihinin neredeyse %90’lık bölümünü oluşturan komünal ve kültürel formlardan biri olan etnisitenin devletsiz düşünülemeyeceği yönündeki iddiaya dayanılarak inşa edilmiştir. Tarihi, devletle başlatan ve ilerlemenin ancak devletle mümkün olabileceğini öngören uygarlık öğretilerinin son halkası olan kapitalist modernitenin ulus-devlet tasarımının bugün etnik gruplarının yaşadığı bütün problemlerin kaynağı olduğunu görmüştük. Bunun nedeni ulus-devlet sistemini kendi varlığını toplumun inkârı üzerine kurmasıdır. Buna mukabil demokratik ulus, kapitalist modernitenin etnisiteyi yok sayan ulus-devlet anlayışına karşı toplumu devlete bağlı olmaktan çıkarmayı önceler ve toplumun tarihsel-kültürel birikimlerini inkâr etmez, bilakis onlara dayanan toplumsal formların devletten, devletçilikten uzaklaştıkça özgürleşebileceği ve kendi gelişimini sürdürebileceğini öngörür. Öz örgütlenme ve öz yönetimi, devletin normatif hukukundan ziyade toplumun ahlaki, vicdani ve demokratik özünü esas alması, yine homojenleştirmeyi değil çoğulculuğu içermesi, kapitalizmin uluslaşmayı salt pazar etrafında örgütlenen bir birlik olarak kurgulamasını reddetmesi; doğrudan demokrasiye dayalı komün ve meclis gibi örgütlenme modellerini temel alması; etnik, dinsel, kültürel, politik farklılıkları tek bir potada eritilmesi gereken olgular olarak değil, farklılıkların bir aradalığın demokratik mekanizmalarla kabulünü temel bir ilke olarak görmesi bakımından hem modernitenin toplum inkârına karşı hem de etnik çatışmaların ortadan kaldırılmasında çözüm teşkil edebilecek bir model olarak öne çıkmaktadır.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Demokratik Ulusa ilişkin dile getirdiği şu çerçeve, aslında demokratik ulusun etnik problemlerin çözümüne yaklaşımını özetlemektedir: “Ulusu pazar etrafında örgütlenen bir birlik ve toplumsal form olarak görmek yanılgıdır. Bu tanımlama burjuvazinin kendini ve ulus-devleti meşrulaştırmasıdır. Ne yazık ki sosyalistler de bu tezi esas almışlardır. Hâlbuki etnisite tarihin en özgür ve en canlı birimleridir… Eğer uluslaşma etnisitenin, halkların, bireylerin birbiriyle sıkı bir ilişki ve ortak çabalar etrafında örgütlenmesiyse, toplumun konfederal biçimde genişliğine ve derinliğine tümüyle örgütlenmesi o toplumu demokratik ulus haline getirir. Uluslaşma bu biçimiyle daha kapsamlı ve yoğun hale gelmiş olur. Demokrasiyi, eşitliği, adalet ve imkânlarını paylaşmak demokratik ulus haline getirir.” Bu çerçeve, uluslaşmanın ölçülerini kapitalizmin ortaya koyduğu biçimde değil, toplumsal kimliklerin yeni bir sözleşmeyle doğrudan demokrasiye dayalı bir aradalığına ve birliğine dayandırır. “Sıkı ilişki ve ortak çıkarları etrafında örgütlenme”, devletle ifade kavuşan uluslaşmayla değil, konfederal örgütlenmeyle kendisini organize etmeye dönüştüğünde etnik grupların yaşadığı problemler de ortadan kalkmış olacaktır. Etnik problemler ulus-devletin “tek bir bütün olma” dayatmasıyla değil çoğulculuğun uygulanmasıyla ortadan kalkacaktır.

Dikkat edilirse ulus-devlet, devlet için ulus yaratırken etnisiteyi bu kalıba uydurmaya, zoraki bir bağlılığa ve itaate zorlar. Etnisitenin kabulü ve demokratik bir sözleşmeyle gönüllü bir katılımı söz konusu değildir. Modernitenin kitle üretme pratiği işte burada. İdealize edilen bu yeni devlet formunda tarihsel olarak oluşmuş olan toplumsal kimliklerin kabulü söz konusu değildir. Aynı şekilde ulus-devletin hukukla oluşturduğu düzen topluma rağmen, toplum adına zoru ve politik imtiyazları kendisinde merkezileştirerek farklı aidiyetlerini örgütlenme ve kendisini ifade koşullarını da ortadan kaldırır.

Demokratik Ulusun ise böyle bir gündemi yoktur. Topluma rağmen toplum adına imtiyazları merkezileştirmek ya da güncel olarak da ağızdan düşürülmeyen ve esasta topluma karşı kendini güvenceye alması anlamını taşıyan “kamu düzeni ve güvenliği” retoriğine de ihtiyaç duymaz. Çünkü toplumsal farklılıkların otonom örgütlenmelerin birliğiyle bir araya geldiği, kendisi olarak var olduğu ve eyleme geçtiği bir düzlemde merkezileşmeye ve kamu adına birilerinin düzen güvenlik sağlamasına gerek kalmaz. Kamunun bizzat kendisini kendi düzenini ve güvenliğini sağlayacağı bir durum ortaya çıkar. Merkezileşme idari olarak toplum üzerinde hegemonya kurma amaçlı olduğu kadar onu homojenleştirmeyi de içerir. Ulus-devletin bir bürokratik otoriterlik düzeni olması esasen bu amaçtan kaynaklanmaktadır. Devletin topluma uzanan kolları olan bürokrasi, etnik gruplar içinde her koşulda tehdit teşkil eder. Çünkü bu mekanizmalar devlette yasal ve hukuksal zeminde “makbul vatandaş” ve “tehlikeli olanlar” ayrımını yapma ve bürokratik mekanizmalar yoluyla öteki olarak gördüklerini dışlama olanağı verir. Demokratik Ulus modeli ulus-devlete tam da bu noktadan karşı durarak gerek idari düzenlemelerde gerekse de etnik problemlerin çözümünde bürokratik ve otoriter vesayetin değil, radikal demokrasiye dayalı yerinden yönetim, doğrudan katılım, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, dilsel, dinsel ve kültürel aidiyetlerini özgürce yaşama ve geliştirme olanağı sağlayan bir zeminden hareket eder. Bu anlamıyla demokratik Ulusun “uluslaşma” nosyonu devlete dayalı uluslaşma, baskın etnik grubun hegemonyasını ayrımcılığı, tekçiliği değil, çokluğun gönüllü ve demokratik ilkeler üzerinde uzlaşısına dayalı birlikteliğini içerir.

Etnik çatışmaların temelinde ulus-devletin tek tipleştirme politikalarının başat bir rol oynadığı, bunun pratikteki yansımasının da en fazla kendisini örgütlenme özgürlüğünü engelleyen kurum ve düzenlemelere yansıttığı bir vakadır. Ulus-devlet doğası gereği yerelin güçlenmesini istemez. Çünkü bu durumun hem etnik ve kültürel farklılıkların daha görünür hale gelmesine hem de idari vesayet açısından kendisinin sahip olduğu imtiyazların toplum lehine ortadan kalkmasına yol açacağını bilir. Bu iki durumun gerçekleşmesi ise ulus-devletin varlık gerekçelerini ortadan kaldırır. Bu bakımdan ulus-devletin zayıf karnı burasıdır denebilir. Demokratik Ulus modeli, ulus-devletin çatışma siyasetini meşrulaştırmasına olanak sağlayan yeni devletçikler yaratmayı değil, yerel ve evrensel hukukun da meşru kabul edeceği çoğulculuk, demokrasi, öz yönetim, etnik ve kültürel grupların kimlik özgürlükleri gibi noktalardan hareket ederek ulus-devlet sistemini fiilen kilitleyip işlevsizleştirecek bir yoldan yürür. Ancak bir hususun altını çizmek gerekiyor, Demokratik Ulusun bu meşru ve haklı gerçekleri ve dayandığı tarihsel-felsefi arayışının, liberalizmin “bireysel haklar” söylemine sıkıştırdığı ve esasta yeni bir bağımlılık ilişkisi öngören yaklaşımıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Demokratik ulus çözümü, ulus-devletin yine kendi perspektifinden yola çıkarak ortaya attığı “bireysel haklar” anlayışını reddeder. Çünkü bu politika tıpkı Fransa’da uygulanan “evde Yahudi, sokakta Fransız olmak” dayatmasının bir benzeridir. Bu açıdan demokratik ulus, “bireysel haklar” denilen ve etnik grupların kimlik taleplerini muğlaklaştıran, bu muğlaklaştırma sürecinin üzerinden onlara yeni bir bağımlılığa sürükleyen politikası ile etnik problemlerin çözümü yeni bir ulus-devlet yaratmakta gören anlayışın dışında üçüncü bir seçenek olarak kendisini konumlandırır. Birincisini ulus-devletin krizini ve yol açtığı çatışmaları ortadan kaldırıp sistemin yeniden tahkim etmek için ileri sürülen bir çarpıtma olarak görürken ikinci çözümü de etnik çatışmaların daha fazla derinleşmesine yol açma potansiyeline sahip bir çözüm modeli olarak ele alır ve ikisine de karşı durur. Demokratik Ulus ve ulus-devlet modelinin etnik problemlere yaklaşımındaki farklılıklara dair daha pek çok karşılaştırma ve analiz yapılabilir. Üzerinde daha pek çok tartışma da yapılacaktır. Gerçek olan şu ki, 21. Yüzyılda etnik problemlerin çözümünde demokratik ulus modelinin önerdiği çerçevenin hem tarihsellik hem de zamanın ruhuna uygunluk bakımından muazzam bir çözüm olanağı sunduğu açıktır. Dünya, modern çağda iki büyük dünya savaşı ve onlarca yerel, bölgesel ve etnik savaşa tanıklık etti. Bugün ise 3. Dünya Savaşını yaşıyoruz. Tüm bu savaşların çıkış sebeplerine ve yol açtıkları sonuçlara bakıldığında hemen hepsinin ulus-devlet sisteminin hem iç-yerel sorunlarından hem de yayılmacılığı öngören emperyalist heveslerinden kaynaklandığı görülecektir. Bu savaşlar, yarattıkları büyük yıkım ve trajedilere rağmen etnik problemlerin çözümünü sağlamak şöyle dursun, bu nitelikteki çatışmaları daha fazla derinleştirerek bundan beslenen bir politika yürütmüşlerdir. 3. Dünya Savaşı da aynı saiklerle ve yine benzer sonuçlara yol açarak özellikle Ortadoğu ve Kürdistan merkezli olarak sürüyor. Bu savaşın diğer iki dünya savaşından hem yöntem hem nitelik bakımından fark içermesi veya çokça dile getirildiği gibi “Hibrid savaşlar” biçiminde tanımlanması işin özünü değiştirmemektedir. 100 yıl önceki dünya savaşında Sykes-Picot planı uygulanarak ulus-devletler yaratıldı. 100 yıl sonraki 3. Dünya savaşında da bu kez onu değiştirerek ulus-devlet sistemini yeniden koşullara uyarmak için politika yürütülüyor. Yine etnik ve mezhep çelişkileri araç olarak kullanılarak halkların geleceği ve özgürlük umudu karartılmaya çalışıyor. Dolayısıyla aynı tuzağa düşmemek için başta etnik problemlerin çözümü olmak üzere tüm toplumsal çelişki alanlarını gözetecek ve ahlaki referanslarla hareket edecek bir politikaya ihtiyaç vardır. Demokratik Ulus modeli bu açıdan bakıldığında bölgede derinleşen çatışmalara, gerici ve karanlık fanatizmlerle ve küresel hegemonik güçlerin halklar aleyhine yürüttüğü politikalara devrimci bir müdahale çözümüdür.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.