Giriş
Güncel bağlamda insanlığın temel sorunlarından birisinin ihanet gerçekliği olduğu hususunda hiçbir şüphe olmasa gerek. Özellikle devletli uygarlığın taşıyıcı kolonu olan sınıflı toplum bu kadar derinleşmiş ve yer edinmişken, ihanet gerçekliğinin sınıfsal karakterini görünür kılmak çok kolay olmamaktadır.
Kendi varoluş zeminini zayıflatma ve toplumu güçten düşürme sonucuna hizmet eden ihanet pratiğinin hem kavramsal hem de davranışsal karşılığının doğada sadece insan türünde görülüyor olması, üstelik devletleşme süreciyle ilişkisinin kesin olarak ortaya çıkması, konunun üzerine eğilmeyi ve bu anti-toplumcu davranış biçimini irdelemeyi zorunlu kılmaktadır. Kavramın devlet organizasyonunun mutfağında pişmiş olması, sadece konuyu çarpıcı kılmasının ötesinde geniş bir pencere açtığından ufkumuzu genişletmekte, kavrayışımızı kolaylaştırmaktadır. Çünkü her davranış, edinim, pratik veya kavramsal soyutlanma kendinden menkul olmayıp, çeperinde ilişkili olduğu kavramlarla anlam kazanmaktadır. Bu açıdan komplo, talan, entrika, yalan, katliam, tahakküm vb. kavramlardan yalıtık düşünülmeyen devlet gerçekliğinin en doğruya yakın tanımını ihanet kavramını özelinde ortaya koymak mümkündür. Elbette bu davranışsal sapmanın insan doğasıyla ilişkisini ve Kürdistan tarihinde görülen yoğunluğunun nedenlerini de sorgulamadan geçemeyiz.
1) İhanet İnsanın mı, Doğanın mı, Devletin mi Yansımasıdır?
Öncelikle şu tespiti yapmak ana doğrultuyu baştan belirlemek açısından, temel bir ideolojik zorunluluktur. İhanet, insan doğasının kaçınılmaz bir sonucu biçiminde tanımlanamaz; çünkü, insan toplumsallığının çok uzun dönemlerinde ihanetin ahlaki-politik izine rastlanılmamaktadır. Eğer ihaneti “doğası itibariyle kötü ve günahkâr” görülen insanın fıtratıyla ilişkilendirirsek, ilk adımda yanlış bir yola sapmış, bu büyük kötülüğün gerçek sorumlusunu aklamış oluruz. Batı pozitivizminin algıladığı biçimiyle insan doğası itibariyle kötü bir varlık olmuş olsaydı, kötülüğün ayakları üzerine dikilme halini temsil eden ihanet gerçekliğinin temayüz etmek için devletleşme sürecini beklemesi gerekmezdi. Hatta bu düşkünlük insanlığın lanetlediği bir kişilik sapması biçiminde kodlanmaz; sevgi, cesaret, paylaşım, fedakârlık gibi olumlanan veya öfke, kin, nefret, korku gibi olumlanmasa bile kabullenilen insani bir duygu durumu biçiminde kabul görürdü fakat cari durum öyle değildir. İhanet, o batağa saplanmış meczupların nazarında bile, ahlaki bir çöküntü hali olarak görülmektedir. Dolayısıyla yapay duran, sonradan üretilen ve insanlığa giydirilen bu kişilik sakatlığının sonuçlarından ziyade nedenlerine odaklanmak gereklidir. Çünkü ihanet başlı başına bir sonuç doğuramaz; kendisi bir sonuçtur! Hizmet ettiği nedenin daima var kalmasını sağlayan sadık ve istikrarlı bir sonuç…
İhanet hastalığının tüm kötülüklerin babası olan devlet sapmasının nevrotik bir sonucu olduğu noktasında hiçbir şüphe yoktur. Özü itibariyle toplumsal yaşamın ana rahminde kendisini üreten ahlaki-politik zeminden kopup eril zihniyetten fışkıran tahakküm olgusunun var ettiği talan, sömürü ve tecavüz zeminine savrulmayı ifade etmektedir. Bu yönüyle irili-ufaklı her ihanet pratiği, toplumsal emeğin yarattığı değerler sistemi etrafında yeşeren ve biriken maddi-manevi üretimleri talan etme, onlardan asalakça nemalanma girişimidir. Toplumsallaşma marifetiyle diğer canlılardan ayrışan ve gelişme şansını yakalayan insanın, oluştuğu zeminden çıkıp karşıt pozisyon alması ve ortak emekten oburca çalmaya başlaması ihanet pratiğinin ilk bakışta görülebilecek çıplak yüzü olmaktadır. Hiç kuşkusuz savaş itibariyle bu marazi çirkinliğin koşullarını oluşturan kurumsal altyapı devlettir. Devlet yapılanması kötülüklerin kötülüğü unvanıyla insanlık gündemini işgal etmemiş olsaydı öğrenilen bir davranış olan ihanet gibi ahlaki-politik bir sorunumuz da olmayacaktı.
Batının Hobbes’den Hegel’e uzanan felsefi perspektifinde devlet, insanlığın kaostan kurtuluşunu sağlayan ve medenileşmesinin önünü açan biricik araçtır. Bu bakış açısı devlet sorununun ve ihanet başta olmak üzere onunla bağdaşıklığı bulunan anti toplumcu sorunlar yumağının çözümün beş yüz yıl ötelemiştir. Daha da kötüsü, ihanetin insan fıtratının kaçınılmaz bir sonucu olarak mahsumlaştırılmasına ve sömürü, talan, savaş, mülkiyet, tecavüz, bireycilik gibi başlıca kötülüklerin meşrulaştırılmasına veya en hafifinden yine insan doğasını sırtına yüklenip devletin aklanmasına yol açmıştır. Buna göre; devlet öncesi doğa durumunda kaos vardı. Ve “insan insanın kurduydu” hiçbir ahlaki normun veya hukuki ölçünün hüküm kuramadığı bu kaotik ortamda tek geçerli ilke güçtü! Herkesin sınırı gücünün sınırları kadardı. Fiziki gücü yeten kişi istediği zaman istediği şeyi yapabilir, istediği şeyi alabilirdi; yaşam hiçbir kurala bağlı kalmaksızın “orman kanunları” denilen sınırsızlıkta yaşanmaktaydı. Sonra insanlık bu kaostan bıktı ve kurtarıcı prens kabilinde devlet kurumunu icat ederek kendisini kurtardı! Karikatürize edilmiş çerçevesi bu olan Batı felsefesinin bu noktada atladığı önemli bir ayrıntı var: Toplum!
Devlet öncesi süreçte kaos değil toplum vardı. Kaos, toplum öncesi sürece ait evrimsel bir aşamadır. Ve insanlık devletin komplocu yollarına sapmadan önce yüzbinlerce yıl toplumsal yaşamış, toplum vasıtasıyla kaosu aşmıştır. Devlet olsa olsa kaosun yerini profesyonel kaosun alması biçiminde tanımlanabilir. Başka bir deyişle insan toplumsallaşarak doğal kaosun (doğada hala mevcut olan) dışına çıktı ama devletleşerek kendisini daha şiddetli ve tehlikeli bir kaosun içerisine sokmuş oldu. Şurası doğrudur, toplum öncesi yabanlık aşamasında geçerli olan tek ilke kaba güçtü ve henüz insanlaşmamış olan primat atalarımız da güç ilkesine göre var olabilmekte veya yok olmaktaydılar. Fakat insanlık, belki de doğada tek başına varlık göstermeyen en zayıf canlı türlerinden birisi olduğunun farkındalığıyla, “ikinci doğa” olarak da tanımladığımız kendi yaşam alanının, yani toplumu yapılandırmak suretiyle bu doğal kaosa bir son vermiştir. İnsanın insanlaşması, fiziğini ve kişiliğini geliştirme şansı yakalaması yaratıcı yönlerinin kapasitesini dudak uçuklatan boyutlarda arttırması ve bunların sonucunda vücuda gelen maddi-manevi-zihinsel birikimin patlama yapması tartışmasız bu sayede mümkün olmuştur.
Toplumsallık bu külliyatı, gücü ve birikimi kendiliğinden ve tek seferde açığa çıkarmamış, sadece fiziki gücüyle bugünlere taşırmayı başarmamıştır. Bu devasa maddi gücü, tecrübe deryasını ve bilgi kapasitesini yapılandıran, geliştiren ve koruyan gerçek kahraman, ahlak olmuştur. Kaostan çıkış öyle devletçi ideolojinin ürettiği hak-ödev veya ödül-ceza sığlığını aşamayan pozitif hukuk anlayışıyla değil, toplumcu akılın ürettiği ahlaka dayalı sorumluluk bilincinin geliştirilmesiyle mümkün olmuştur. Bireyin kendisine karşı sorumluluğu, bireyin ailesine karşı sorumluluğu, bireyin ulusuna karşı sorumluluğu, bireyin topluma karşı sorumluluğu ve bireyin doğaya karşı sorumluluğu biçiminde 5 başlık altında toparlayabileceğimiz bu beşli toplumsal ahlak sistemi günümüzde bile ahvalitesini korumaktadır. Birey bu beşli kulvarda paralel ve bağdaşık ilerlediği sürece toplumsal olma kimliğini kazanır ve ahlaki ilkeye göre yaşamış olur. Aksi durumda insan toplumsallaşamaz. Ahlaki politik yabancılaşma yaşamayan her birey doğadan aldığı fiziki güç ve zeka kapasitesini geliştirmenin, ailesini korumanın, ulusunu ilerletmenin ve doğasını sürdürebilmesinin tek yolunun toplum olmaktan geçtiğinin derin bilincine sahip bireydir.
Doğal toplum açısından bireyin bu sorumluluklarını yerine getirmemesi, sorumluluklarını başkasına yüklemesi veya sorumluluklarından tamamen kopup karşıt bir pozisyon alması gibi bir şey söz konusu bile olamaz. Çünkü toplum henüz ayrışıp sınıflaşmadığından, bu neviden asalaklaşmaları hemen görmekte, sapma kabul etmekte ve cezalandırarak aşmaktadır. Bu yüzden bireyin ahlaki-politik ölçülere uyumaktan başka çaresi yoktur. Zira ne gidebileceği başka bir yer ne de yaşayabileceği başka bir yaşam vardır. Dolayısıyla bu aşamada insanlık henüz ihanetle de tanışmış değildir. Çünkü toplumsal değerleri kendi şahsında pazarlayıp satabileceği devlet gibi, sınıf gibi, iktidar gibi toplum karşıtı herhangi bir odak henüz yoktur. Tam da bu sebeple, devletin tüm boyutlarıyla açığa çıkması ve kurumsallaşmasının ihanetin de gelişme zamanı ve zemini olduğu savunulmaktadır. Çünkü devletin kendisi topluma ihanet temelinde gelişmiş, toplumun ürettiği değerlerin gaspıyla yaşama şansı yakalamış, toplumun üstünde ayrı bir topluluk, iyi örgütlenmiş marjinal bir şer odağı görünümündedir. Günümüze kadar da öyle gelişmiştir.
Sınıfsal bölünmeyle döllenen, Sümerli rahibin Zigguratında nüvelenen, İştar’ı parçalara ayıran Marduk’un kılıcıyla üstünlük sağlayan, Humbaba’yı katleden Gılgameş’in hırsıyla yaygınlık kazanan ve Sargon’un katleden sırlarıyla dehşet zaferini ilan eden devletçi çizginin bu gelişme aşamaları, aynı zamanda ihanet zehrinin de mayalanma süreçleridir. Toplum içerisindeki güdüleriyle oynanmış ve ahlakı çökertilmiş zayıf unsurlara, toplumsal değerleri satışa sunabilecekleri kelepir pazarı kurulmaktadır. Rahibin gölgesi etrafında dönen bu pazarda talan edilen şey, ana tanrıça değerleridir, toplumun karşı hakikati böyle oluşmuştur. Bu tahakkümcü talan pazarının oluşması devlet-toplum çatışmasını, devlet-toplum çatışması da kaçınılmaz olarak direniş-ihanet diyalektiğini açığa çıkarmıştır. Devletçi güçler tanrıça kültürünün yarattığı ve toplumun kullanımına sunduğu değerleri ele geçirip, tersyüz etmek için saldırdıkça toplum direniş pozisyonuna geçmek zorunda kalmıştır. Bu saldırı ve karşı koyuşlar birçok alanda ve anlamda günümüzde de sürmektedir. Tahakkümcü devlet çizgisi her ne kadar atom gücüne ulaşmış, toplumu derinlemesine parçalamış ve direniş zeminini iyice daraltmış olsa da, direniş sürmektedir. Dolayısıyla ihanet hala egemenin etkili bir silahı olarak toplum aleyhine kullanılmaktadır. Toplum tümden yok edilemeyeceği için bariz bir ontolojik sapma olan bu ucube yapı ortadan kalkana kadar çatışma sürecek, ihanet gerçekliği gündemde kalmaya devam edecektir.
2) Hainin Hiç mi Suçu Yok?
Evet, ihanet pratiğinin kaynağı devlettir; ama bu yolu seçen birey de sorumluluktan azade değildir. Sonuçta devlet ahtapotunu var eden ve sürekliliğini sağlayan özne de insandır. Bu nedenle sadece soyut bir tasarımı (devleti) suçlayıp insanı sapkınlaştıran erilliği aklayamayız. İnsan doğası itibariyle kötü bir varlık olmasa da insan doğasında kötülüğün mevcudiyeti de tartışılamaz. Zerdüşt’ün dualizminde yarattığı Ehriman figürü bu gerçekliğin felsefi izahı olmaktadır. Her ne kadar iyiliğin Tanrısı Ahura Mazda daha güçlüyse de, kötülüğün tanrısı konumundaki Ehriman da yabana atılamayacak bir güce sahiptir ve gücünü insandaki mülkiyetçilik, sahiplik, tahakkümcülük, bencillik, hırs gibi ben odaklı güdülerden almaktadır. Bu alanlar aynı zamanda insandaki ihanet eğiliminin de gelişme safları olmaktadır. Para, karşı cins ve iktidar düzleminde beliren bu ihanet sarmalı günümüzde bile direniş cephesini zayıflatan yegâne zayıf noktalardır. Bütün bireysel veya kolektif ihanet pratiklerinin, tasfiye süreçlerinin ve zorlanma noktalarının üzeri eşelendiğinde altında bu ihanet üçgeninin bakışlarıyla yüz yüze kalınacaktır. İnsanlık hafızasına kazınan bu dramatik gerçeklik zayıf düşülen zamanlarda veya tükenme anlarında Ehriman’ın sesini ve çağrısını boşluğa itilen insana ulaştırmaktadır. Güdüler yoluyla insanın yüreğine ve beynine giren o sesin söylediği ve insana ilk bakışta olabildiğince masum gelen ilk şey şu olmaktadır: “Daha rahat bir yaşamın sahibi olabilirsin!” Kişi bu arzuyu paylaştığı anda Ehriman’ın sesi daha buyurgan bir hal alır: “Bunu arzuluyorsan benliğinde beni bulacak, toplumdan kopacaksın, sadece ve sadece kendin için yaşayacaksın!” Kişi bu buyruğu benimsediği anda toplumdan kopmuş, direnişten vazgeçmiş, benliğini ele geçiren Ehriman’a teslim olmuş demektir. Ondan sonrası, yaşamı güdüler ekseninde algılayan değer fukarası ihanet kısır döngüsüdür.
Sözün özü; devlet öncesinde ihanet yoktu. İnsan gene bu insandı; ama tek farkı kuşatıcı ahlaki değerlerle silahlanmış toplumsal koruma insanın zaaflarını kontrol altında tutmakta, zincirlemekte, bir çığa dönüşmesini önlemekteydi. Devlet ise, bunun tersi yönde insanın zaaflarını uyandırıp onlara güvenli liman sağladığı için ihanetin beslendiği kaynak sıfatıyla ele alınmakta.
3) Kürtlerdeki Yoğunluğunun Nedenleri
Tarihsel kökleri bağlamında veya güncel görünümü itibarıyla ihaneti bazı uluslarla özdeşleştirmek veya çeşitli halkalarla birlikte anmak, pratiğin içeriği yönünden doğru olmayacaktır. Zira ihanet ulusal değil, sınıfsal bir davranış biçimidir. Her ulusun tarihinde ihanetin de direnişin de izleri mevcuttur. Fakat şu söylenebilir; devletçiliğin daha yoğun ve katı, bireyciliğin daha yaygın ve asli yaşam biçimi olarak benimsendiği uluslarda kolektif anlamda direnişin önemli oranda sönümlendiği, ihanet ve teslimiyetin hâkim hale geldiği olgusal bir gerçeklik olarak görülmektedir. Bu açıdan ne kadar çok devlet o kadar çok ihanet, ne kadar çok toplum o kadar çok direniş denklemini kurmak yanlış olmayacaktır. Elbette direnişin yoğun yaşandığı bir ulustan, bunun diyalektiksel simetrisi bağlamında ihanet de aynı yoğunlukta yansıyacaktır. Devlette tam teslimiyet durumu yaşanmadığı için ihanet daha görünür olacaktır. Kürdistan tarihinde ihanetin bu kadar çok ön plana çıkmasının ve Kürt toplumsal hafızasında köklü bir yer edinmiş olmasının temel nedeni budur. Kürtler tartışmasız Ortadoğu’nun en direngen halkıdır ve tarihsel direniş pozisyonlarını günümüzde de sürdürmektedirler. Bu, hamaset yapmak veya milliyetçi duyguları canlandırmak için söylenmemektedir. Kürdün 6 bin yıldır kesintisiz süren direnişi, mitolojik anlatımdan günümüzün bilimsel tarih araştırmalarına kadar tartışmasız bir açıklıkla yansımaktadır. Kürdün serencamlı direnişi merkezi uygarlıkların gelişmeye başladıkları zamanlarda başlamış ve günümüze kadar temposunu yitirmeden devam etmiştir. Tahakkümcü eril zihniyetin devlet organizasyonuna karşı askeri bir formasyon olan aşiret örgütlenmesini açığa çıkaran ana tanrıça, Kürdün direniş çizgisi, 6 bin yıldır Mezopotamya’da hegemonya kuran veya kurmaya çalışan tüm merkezi uygarlık güçlerine karşı ülke ve toplum savunması yapmıştır. Bu tarihsel misyonunu güncelde de yerine getirmektedir. Bunun ne anlama geldiğini ancak konuyu derinlemesine inceleyenler kavrayabilir. Sümer hegemonyasına son veren Hurrilerden, Akad’ı durduran Gutilerden, Babil emperyalizmini yıkan Mitannilerden ve Asur işgalciliğini mağaraya hapseden Medlerden Kürde miras kalan ve adeta toplumsal genlerine işleyen bu büyük direniş geleneğinin bir yakasında insanın özünü yansıtan erdem ve kahramanlıklar silsilesi uzanıyorken, diğer yakasında büyük ihanet hikâyeleri gömülüdür. İkisini bir bütünlük içerisinde algılamak ve aralarındaki tamamlayıcı bağı doğru kavramak son derece önemlidir. Sadece son yüzyılda Kürdün başına getirilen ekonomik mezalim ve Kürdün bunun karşısında takındığı tutum, geçmiş 6 bin yılın özeti halindedir. Kürdün ismen ve cismen hala varlığını koruyor olması bile bu tarihsel direnişin çapını göstermektedir. Eşyanın tabiatı gereği direnişin büyüklüğü ihanetin de esaslısını gündemleştirecektir. Aslında ihanet ihanettir; büyüğü küçüğü olmaz. Çünkü her türlüsü aynı güdülerin oyunudur.
Bazı hainlerin veya ihanet süreçlerinin daha etkili bir görünüme ulaşmaları ihanetin değil, direnişin heybetini yansıtır. Şöyle ki; Enkidu’yu var eden şey Gılgameş ile yaptığı dostluk değil, Humbaba’ya karşı yaptığı düşmanlıktır. Aynı şekilde Matizava’yı günümüze taşıyan gerçeklik Hitit Kralı Şuppiluliuma ile yaptığı işbirliği değil, babası Mitanni Kralı Artatama’nın direnişidir. Ve tabi ki Kürdün en büyük haini Harpagos’u bu kadar meşru eden hakikat Kiros’la kurduğu komplo değil, karşı ihanetidir. Bu silsile zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek günümüze kadar uzanmaktadır. Tek tek her birisini lanetle alıp çözümleme konusu yapmak bu yazının kapasitesini aşacağından şu önemli noktanın altını özenle çizmek yeterli olacaktır; Osman-Botan grubuna kadar uzayan Kürdün tarihi ihanet zincirine adlarını kaydeden düşkün kişilikler, tarihin belirleyen veya yön tayin edicisi değillerdir. Onları var eden ve egemen güçlerde değerli kılan öncü hakikat, direnişin öznel varlığıdır.
Günümüzde somut bir örnekle bu iddianın altını doldurmak mümkündür. Özgürlük Hareketi’nin öznel varlığı olmasa, çağımızın Matizava, Enkidu ve Harpagos’un sentezlenerek kümelendiği, reel ihanet odağı haline gelmiş olan KDP’ye kim kaç paralık değer biçer? KDP’yi çağın hegemonyası ve onun bölgesel işgalci güçleri nezdinde “değerli” ve “aranır” kılan tek neden, Özgürlük Hareketi’nin ortaya koyduğu büyük direnişin egemenler açısından uğrattığı büyük korku ve tehlikedir.
Bir diğer nokta, hain kişilikler hiçbir zaman direnişleri yenilgiye uğratan asli sebep olmamışlardır. Yenilginin yan elemanı, türevi, dolaylı faktörü veya kolaylaştırıcısı olabilirler ama hiçbir toplumsal direniş, konumları ne olursa olsun, içlerinden birkaç kişi ihanet etti diye yenilmemiştir. Direniş zayıfladığı veya yenilgiye doğru gittiği için ihanet ön plana çıkmıştır. Yürütülen direnişler güçlü kalıp zafere doğru ilerledikçe veya zafer inancını korudukça ya ihanet hiç yaşanmaz ya da yaşansa bile cürmü kadar yer kaplayıp kendinden söz ettiremez. Bu yüzden direnişlerdeki zayıflıkların veya zorlukların hem iradesi hem de kişiliği zayıf ve kırılgan olan bireyleri egemenin safına ittiğini kabul etmek gerekmektedir. Eğer Hurriler, Mitanniler, Medlerde bu durum açığa çıkmasaydı hiçbirimiz Enkidu’yu konuşmayacak, Matizava’nın ismini bilmeyecek ve Harpagos’la tanışmak zorunda kalmayacaktık.
4) Kürt Ulusunu İhanetle Anma Aymazlığı
Sınıfsal bir davranış biçimi olması itibariyle, hiçbiri ulusun kategorik olarak ihanetle özdeşleştirilemeyeceğini tekraren vurgulamak gerekir. Aynı şekilde, Kürdistan tarihinde ihanetin yoğun olarak gündeme gelmesinin de direnişlerin yoğunluğu, zorluğu ve sürekliliğiyle alakalı gerçeklik değeri bulunan bir sonuç olduğunu da sürekli anımsamak gerekir. Çünkü bu konuda daima içsel-dışsal manipülasyon alanları oluşturulmakta, ihanet tarihine referansla Kürdün güncel direnişi kurnazca zayıflatılmak istenmektedir. İşte “Haini bol halk!”, Keklik soyundan”, “Kürt’ten bir şey çıkmaz!” gibi sosyal psikolojiyi hedefleyen manipülatif söylemler Kürdün direniş iradesini kırmak için ustaca üretilmektedir. Öyle ki Hz. Muhammed’in bile “Kürdün iki yakası bir araya gelmeyecek” dediği propagandasına varana değin, Kürdü ve direnişini değersizleştirmek için tüm araç ve olanaklar adeta seferber edilmektedir. Özgürlük Hareketi çıkıp yerle yeksan edinceye kadar, bu algısal söylemler sosyal psikolojiyi etkilemekle kalmamış, Kürdün kişiliğini ve öz benliğini de belli oranda zedelemiştir. Öyle ki, kendisini kuru bir odun parçasından cansız görecek, direniş davetine “Sen bu kuru odunu yeşertebilirsin ama Kürdü ayağa kaldıramazsın” diyebilecek kadar ihanet retoriğinin tesiri altına sokulmuştur. O kendisini kuru odundan geri gören kütük yeşertilmekle kalınmayıp, kızıl güller açan yemyeşil bir direniş ormanına dönüştürüldü ve boğulmakta olan insanlığın oksijen kaynağı haline getirildi. Bu ayrı bir tartışmanın konusudur ama Kürdün ruhunda bu güven erozyonunu yaratan ve derin bir ulusal yabancılaşmaya yol açan şey, ihanetin kendisinden ziyade beyinlere zerk edilen algısal propagandası olmuştur. İnanç kırılmasını yaratan bu negatif algının kaynağını dört madde halinde şöyle sıralayabiliriz:
- Hiç tereddütsüz birinci sıraya güncel direnişe mesafeli duran, ulusal bilinci dumura uğramış ama kimliğinin farkında olan oportünist Kürt duruşunu yazmak gerekir. Yekûn içerisindeki nicel oranları gittikçe daralan bu kesimin yaygın söylemi, Kürdün iflah olmaz düzeyde hain bir yapıya sahip olduğu, keklik soyundan geldiği ve kim ne yaparsa yapsın asla düzelmeyeceği yönündedir. Daha çok devletlerin gazabına uğrayıp kılıçtan geçirilen geçmiş isyanların günümüze kalan güncel bakiyesi olan bu kesim, kendi halkına olan inancını tamamen yitirmiş, bireysel kurtuluşunun yolunu da egemen güce yaranmakta bulmuştur. Tamamen yenilgi psikolojisi içerisinde askeri, politik, ideolojik, kültürel ve ahlaki teslimiyetini ilan eden bu çizgi, hiçbir suretle bir daha egemen güçle karşı karşıya gelmemek için kendisini de aşağılama pahasına, sürekli Kürt ulusuna saldırmakta, kendi ulusunu hainlikle suçlamaktadır. Çıkıp açıkça “Bugüne kadar kürtlüğün acısını çekmekten başka bir hayrını görmedim; artık egemene yamanacağım” deme erdemini göstermek yerine, kendi gerçekliğini ulus üzerinden yansıtma kurnazlığı, ihanet algısının Kürde yapışmasında etkili olmuştur. Öyle ya zaten Kürt halkı keklik soyundan geldiği için kimse onu ihanetle suçlayamaz; bu, onun değil, Kürt ulusunun suçudur! Bir yalancının bütün insanların yalancı olduğunu savunarak kendini aklamaya çalışması gibi…
- Şuursuzlaşmış bu kesimin hemen ardından işbirlikçi egemen Kürt tabakasının yaklaşımı gelmektedir. Ağa, bey ve şeyh takımı etrafında varlık gösteren bu “mihra sömürücüleri”nin tek derdi, egemen bölgesindeki konumlarını sürdürmektir. Mücadeleyi yükseltip kurtuluşu sağlama ve kendi ulusunun asli egemeni olmaya takatleri yoktur. Ancak bir dış egemenin varlığında at oynatmaya alışmışlardır. Bildikleri tek siyaset yapma tarzı, işgalci egemeninin gücünü arkasına alıp rakibini yok etmektir. Bunu yaparken kendi halkının kendileriyle oynayıp oynamadıkları pek umurlarında değildir. Onun içindir ki, her beyin, ağanın veya şeyhin isyanın bastırılmasında mutlaka başka bir bey, ağa veya şeyh kilit rol oynamıştır. Bu nedenle daima dışarıdan gelmiş işgalci bir gücün varlığını arzularlar. Çünkü onların varlık koşulunun işgalci bir gücün mevcudiyetine bağlı olduğunu bilirler. Mevcut dengelerin değişmesini istememeleri statükoyu özenle korumaları ve ulusu yaratıcı kaosa sürüklemekten itinayla kaçınmaları bu nedenledir. Ancak egemen ile araları bozulduğunda yani egemen artık onlarla çalışmayı istemediğinde, kendi bölgelerinde saman alevi misali halkı ateşe atarlar.Kendi inisiyatif ve faydalarının hilafına herhangi bir isyan, direniş vb. patlama ihtimalini ortadan kaldırmak için de sürekli Kürdün cahilliğinden, hainliğinden ve sadakatsizliğinden söz ederler. Bu sebeplerden ötürü de işgalci gücün egemenliğini kabullenmekten başka bir yol olmadığını söylerler. Korumaya çalıştıkları şey, işgalin sürmesi pahasına kendi pozisyonlarından örneğin İdris-i Bitlisî’nin pratiği, bu duruşun özeti gibidir. Tarih kitapları, Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in 1514’te 25 Kürt Bey’i ile imzaladığı Amasya Anlaşması sırasında Kürtlerden bir beylerbeyi çıkarmalarını istediğini ama Kürtler anlaşmazlığa düşüp bunu beceremediği için Kürdistan’ın başına saraydan Bıyıklı Mehmet Paşa’yı atadığını yazmaktadır. Bunun sorumluluğu da çoğunlukla Kürt beylerine yüklenmektedir. Ama bu noktada, İdris-i Bitlisî’nin saraydan devşirdiği gücünü yitirmemek için Kürt beylerinin arasına sürekli nifak soktuğu, Akkoyunlu ve Osmanlı saraylarında öğrendiği ayak oyunlarıyla birliğin gelişmesini imkansız hale getirdiği gerçekliği nedense gözlerden ırak tutulmaktadır. Suçlanan, beyler şahsında yine Kürt ulusu olmaktan, “Hainlik yapmayıp birlik olsaydınız, başınıza bunca felaket gelmezdi” denilmek istenmektedir.
- Üçüncü sırada direniş öncülüğünün kendi basiretsizliğini ihanetle izah etme yanılgısı gelmektedir. “Biz direndik ama ne yapalım halkımızın haini çoktur” düsturunda billurlaşan bu yanılgılı durum analizi, “hain ulus” veya “haini bol ulus” algısının Kürt sosyal psikolojisinde yer edinmesine yol açmıştır. Kendi stratejik yetersizliğini, taktik yoksunluğunu, zamansız ve zeminsiz çıkışını görüp özeleştiri yapacağı yerde, kişiler veya bazı aşiretler üzerinden Kürt halkını töhmet altına sokma kurnazlığı son derece ciddi tahribatlara yol açmıştır. Örneğin Şeyh Said İsyanı’nı ele alalım. Birçok Kürt tarihçi, siyasetçi veya düşünür ve hatta halktan aydın-yurtsever insanlar, isyanın yenilgisinden Şeyh Said’in bacanağı, Halit Cibran’ın kız kardeşinin eşi olan Binbaşı Kasım’ın ihanetini sorumlu tutarlar. Ama gerçek durum öyle mi? İsyan öncülüğünün hiç mi kusuru yok? Yani Binbaşı Kasım ihanet etmeseydi, isyan zafere yürüyüp ülkeyi özgürleştirecek miydi? Genel perspektifte manzara hiç de öyle görünmüyor. Mesela tam 4 yıl süren koca Birinci Dünya Savaşı boyunca diğer uluslar (Arap, Yunan, Bulgar, Arnavut vb.) kendi kaderini örerken, körü körüne “Osmanlıcılık” yapacaksın, Sevr Antlaşması’nın içeriğini tam anlamayıp Lozan’da gafil avlanacaksın, Kurtuluş Savaşı boyunca celladının halkasını taşıyıp iş işten geçtikten sonra “Hani benim haklarım” diyeceksin. Kimse sana altın tepside hak falan sunmayınca da, önünü-arkasını hesaplamadan kendinle birlikte halkını da ateşe atacaksın. Sonunun hüsran ve hezimet olacağı baştan belli olan bu trajik yenilginin tüm faturasını da bir hafiyeye (Binbaşı Kasım) keseceksin. Bunun temelinden yanlış ve yanılgılı bir ele alış tarzı olduğu tartışmasızdır. Aynı şey Ağrı ve Dersim süreçlerinde de görülmektedir. Öncülüğün içerisinde bulunduğu uyuşukluk, gaflet ve saflığın düzeyi insanı şaşırtmaktadır. İsyan önderleri diye sonradan idam edilenlerin tamamı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda Türklerin safında mücadele etmişlerdi. Celladının baltasını taşımak işte bu olmaktadır. Sonuç itibariyle ihaneti mahkûm edelim, tamam; ama öncülüğün yetmezliğinden ileri gelen yenilgilerin tüm faturasını 3-5 haine kesip tarihin tekerrür etmesine katkı sağlamayalım.
- Kürt halkını ihanetle özdeşleştirmeye çalışan esas merkez, kuşkusuz işgalci ve sömürgeci güçlerdir. İngilizlerin “Kürtler cahil ve yobazdırlar. Ulusal ve ülkesel aidiyet bağları zayıftır, dolayısıyla kendilerini yönetemezler” iftirasını üretip, Mezopotamya’nın en kadim ve derin kültürünü kurtlar sofrasında sırtlanlara parçalatmasını, bu alçakça iftiranın modern zamanlardaki ilk adımı olarak sayabiliriz. İşgalcinin dilinde “cahildir”den zamanla “haindir”e evrilen bu sömürgeci retoriğinin anlaşılmayan bir tarafı olmasa gerek. Kürdün özgürlük iradesini kırmak için yapılmaktadır. Çünkü bir ulusu teslim alıp yok etmenin en kestirme yolu; o ulusun onurunu kırmak, değerlerini talan etmek ve maneviyatını çökertmektir. Bunun en etkili yolu da o ulusu kendisini cahil, güçsüz, yetersiz, yeteneksiz, köksüz ve hain olduğuna ve dolayısıyla kendi başına özgürce varlık gösteremeyeceğini inandırmaktır. Kürt ulusuna yapılan, daha doğrusu yapılmak istenip de başarılamayan şey tam olarak budur.
5) Bir Hainin Portresinden İhanetin Genel Görünümü
Bunları belirtirken Kürt ulusunda ihanetin hiç olmadığını savunmak gibi bir gaye yoktur. Bilakis girişte de vurgulandığı üzere tarihi boyunca yaşadığı direnişlerin yoğunluğundan ötürü, en pespaye ihanet pratikleri Kürt halkından çıkmıştır. Mesela Kürdistan tarihinin en eski, en meşhur ve en büyük haininin Enkidu olduğu bilinmektedir. Aslında sadece Kürdün değil, kendisi belki de tüm insanlığın bilinen ilk haini olmaktadır. Hurrili kimliği ve Kürdistanlı (Zagroslar) aidiyeti somuttur. Günümüze kadar uzanan hain Kürt kişiliğiyle önemli oranda örtüşen bir portre de sunduğu için Enkidu karakterini Kürt kimliği özelinde irdeleyip, günümüzle bağını kurmak gerekmektedir.
Hikayenin Gılgameş Destanı olduğu için anlatının mitolojik kurgulardan ibaret olduğu sanılmamalıdır. Destanda adları anılan Gılgameş de, Enkidu da, Humbaba da gerçek karakterdirler ve her birisi tarihsel arka planda bir şeyleri temsil ediyorlar. Mesela Gılgameş yani yeni filizlenen merkezi uygarlığın yayılmacı karakterini, Humbaba özgür toplumsallığın direngen önderliğini, Enkidu doğada güdülerine yenilmiş düşkün insanın ihanet çizgisini temsil etmektedir. Enkidu ve Humbaba’nın Hurrili kimliği ve Zagros dağlarında yaşadıkları, Gılgameş’in de Sümer kimliği ve Basra (Ur) civarında yaşadığı kesin olarak bilinmektedir. Aralarındaki ilişki devletli uygarlık ile özgür toplumsallığın çatışmasını ifade etmektedir. Humbaba Zagros dağlarını mesken tutmuş Hurri kabilelerinden birisinin veya tümünün önderi konumundayken, Enkidu ya Humbaba’nın başkomutanı ya da etkili komutanlarından birisidir. Son derece güçlü, cesur, atılgan ve duygusal profili böyle bir konumda olduğunu göstermektedir. Gılgameş’in kendisiyle bu kadar özenle ilgilenmiş olması da sıradan birisi olmadığını kanıtlamaktadır.
İlk başlarda moderniteden uzak ve doğayla iç içe yaşayan Enkidu, Zagros dağlarını avucunun içi gibi bilmekte, hayvanların dilinden anlamakta ve özgür toplumsallığın koruyuculuğunu yapmaktadır. Muhtemelen Sümerlilerin temsil ettiği merkezi uygarlık güçlerinin sızma ve saldırılarını önlemekle görevlidir ve bu görevinin ifasında oldukça başarılıdır. Gılgameş’in Enkidu’ya el atmasının ve çok ince yöntemlerle onu düşürmesinin nedeni büyük ihtimalle budur. Gılgameş’in merkezi uygarlığını sürdürebilmesi için Zagroslardaki zenginliklere kesin olarak ihtiyacı vardır. O zenginlikleri ele geçirmek için defalarca saldırmış ama Enkidu bariyerini aşamamıştır. Fiziki güçle yenemediğini akıl ve güdüler yoluyla yenmeye çalışması bundandır.
Egemenlerin bin yıllardır uyguladıkları tüm klasik entrika yöntemleri (para, karşı cins, güç) etkili bir şekilde devreye konulmuştur. Kurnaz erkeğin tüm “maharet”leri konuşturulmaktadır. Sedir-meşe ağacı özelinde simgelenen Zagroslarda birikmiş Ana Tanrıça değerlerinin tüm zenginliklerini ele geçirebilmenin tek yolunun Humbaba’yı öldürmek, bunu başarabilmenin yegane yolunun ise Enkidu’yu aşmak olduğunu bilen Gılgameş, her yöntemi denemektedir. Birçok yöntemin çokça denendiği ama sonuçsuz kaldığı anlaşılmaktadır. Destanda anlatılan Gılgameş ile Enkidu’nun defalarca güreşe tutuşması ama bu güreşlerin hiçbirisinde yenişememe halleri, merkezi uygarlıkla özgür toplumsallık arasında sıklıkla cereyan eden ama kimsenin üstünlük kuramadığı savaşları tasvir etmektedir. İştar tapınağının en güzel, maharetli ve özel eğitimli rahibesi olan Tehiptilla işte tam bu noktada devreye sokulacak, en güçlü ordulardan daha güçlü, etkili ve donanımlı bir ordu işlevselliği ile Enkidu’nun üzerine sürülecektir.
Gılgameş kendisiyle savaştıkça zaaflarını ve zayıf noktalarını çok iyi gördüğü Enkidu’yu nereden vurabileceğini tam isabetle anlamış gibi görülmektedir; karşı cinsin cezbedici çekiciliği! Yani güdüler! Günümüzde bile egemenin entrikalar dizisinin başrol oyuncusu olan güdü silahı, belki de ilk defa o zaman Enkidu’nun üzerinde başarıyla denenmiş ve patenti çıkarılmıştır. Modernitenin baş döndüren bu ışıltılı tuzağı; kontrolsüz güç vaadi, sorumsuz ve sınırsız bir yaşama ulaşma garantisi ve ihtişamlı sarayların sahibi olma sözüyle de birleşince ihanetin kapıları sonuna kadar açılmıştır. Günümüzde de mekanizması tıkır tıkır işleyen ihanet makinesinin zembereğinin kuruluş sürecidir söz konusu olan.
Sonunda Enkidu ihanet batağına saplanmış, Tehiptilla’nın koluna takılarak sarayın yolunu tutmuştur. Fakat gittiği yerde ulaştığı şey, çokça arzuladığı zevk ve sefa değil, büyük bir boşluk olmuştur. Destanda Enkidu’nun ihanetinin ön ve son günlerinde nasıl yalnızlaştığı, içe kapandığı, doğal ortamından uzaklaştığı ve dinginliğini yitirdiği edebi ustalıkla anlatılmaktadır. Yaşadığı şey güdü-duygu çatışmasına tekabül etmektedir. Ahlaki-politik toplum değerlerinin içsel dili olan vicdanının sesi ona “Yapma!” diye haykırırken, kontrole gelmiş hayvani güdüleri “Durma, koş!” demektedir. Tehiptilla’nın güzelliği, sarayın gizemliliği ve mutlak güç isteğinin dayanılmaz çekiciliği ile mütemadiyen uyarılan güdüleri sonunda baskın gelecek ve Enkidu’yu ihanete sürükleyecektir. O artık özgür toplumsallığın ve ulaşılamaz dağların aslanı değil, Gılgameş’in saraylarında beslenen uslu karabaşıdır! Sarayın kapısından içeriye (moderniteye) adımını attığı andan itibaren dağ-taşa, börtü-böceğe, ağaca-çiçeğe, insana-hayvana ezcümle özgür toplumsallık içerisinde anlam kazanan herkese ve her şeye yabancılaştığının farkındadır. Daha önceleri aynı nehirlerde birlikte yüzdükleri, aynı patikalarda birlikte yol aldıkları hayvanlar bile artık ondan uzaklaşmaktadırlar. Çünkü o, artık boynunda egemenin tasmasıyla dolaşan tehlikeli bir yaratıktır. Özgür dünya tarafından dışlanan ve inanılmaz bir yalnızlığa mahkum edilen Enkidu’nun buna verdiği patolojik cevap ise, tahmin edileceği üzere, katkısız şiddet olacaktır.
Eskiye dair olan her şeyi silme, eskiden onu tanıyan-bilen herkesi yok etme arzusu veya girişimi, güdülerine yenilerek ihanet batağına saplanmış her hainin ortaklaştığı nevrotik bir davranış biçimidir. Çünkü eskinin uzakta bir yerlerde soluk alıp veriyor olduğunu bilmek, onun ihanetinin somut ispatı olmaktadır. Bu yüzden eskiyi ortadan kaldırmak isterler. Eskinin bütünüyle yok olması halinde ihanetinde yok olacağını düşünür, kendilerini içine düştükleri o büyük utançtan ve derin vicdan azabından bu şekilde kurtarmaya çalışırlar. İhanete düşen hemen herkeste görülen bu özüne düşmanlaşma psikozunun gerçekten de kapsamlı bilimsel analizlerinin yapılması gerekir. İhanetin öznesinin içinde neden büyük bir öfke selini açığa çıkardığı, kişiyi nasıl güdüler yoluyla şiddetlice kendine çektiği, ulaşıldıktan sonra da nasıl boşluğa itip anlamsızlığa mahkum ettiği; bunlardan da önemlisi, hakikatin sert duvarına çarpıp acıyla kendine gelindikten sonra hainin içinde açığa çıkan büyük öfkenin neden onu ihanete sürükleyen gerçekliği değil de, onu var eden öze yöneldiği merak uyandırıcı araştırma konularıdır. Onu ihanete iten odak, güdüleri ve bu güdülerin maddeleşmiş yapısal hali olan devletçi tahakküm çizgisi değil de, onu var eden öz ve özgür değerleriymiş gibi davranılması, hain tiplerin ihanet sonrasında gerçeklik algılarında ve benlik duygularında da bozulmaların meydana geldiğini göstermektedir.
Enikidu’nun yaşadığı ruhsal hezeyan da tamamen bu doğrultudadır. Tehiptilla’sına sarayın ışıltılı ihtişamına ve gücün ürkütücü cazibesine ulaşmıştır. Ama içindeki büyük boşluk bir nebze dahi olsun dolmamıştır. Güdülerine ulaştıkça kaçan, havalandıkça yoran tatminsiz tüketiciliğiyle yeni yeni tanışmaktadır. Her solukta içini daraltan ve Zagros’un soğuk rüzgârları gibi suratına çarpan bu büyük öfkeyi Humbaba şahsında özgür toplumsallığın üzerine kurması bu nedenledir.
Öyle de yapar; Gılgameş’le birlikte Zagrosların altını üstüne getirir. Bölgenin tüm geçitlerini, savunma sistemini, güç kapasitesini ve özgür toplumsallığın olası reflekslerini avucunun içi gibi bildiği için direnişi kırmak, Humbaba’yı öldürmek ve özgür toplumsallığı dağıtmak çok zor bir iş olmaz. Tam bu aşamada son derece ibretlik olan bir şey daha yaşanır. Gılgameş ile Enkidu, Humbaba’yı önce esir alırlar. Gılgameş, direniş zaten kırıldığı ve ganimet amacına ulaştığı için Humbaba’yı serbest bırakmak ister. Ama Enkidu buna izin vermez, bir zamanlar her türlü emrine amade olduğu önderi Humbaba’nın hem de işkenceyle katledilmesi noktasında ısrarcı olur; çünkü o buraya ganimet için gelmemiş, ihanetin tüm delillerini yok etmeye gelmiştir. Humbaba doğaya, özgür toplumsallığa ve kendisine bu zulmü yapmaması için Enkidu’ya yalvarır ama ihanetin derin içsel hezeyanlarıyla gözü dönen Enkidu ne Humbaba’nın yakarışlarını ne de Gılgameş’in yüzeysel merhamet söylemeni iştir ve Humbaba’dan başlamak suretiyle sınırsız katliamlara girişir.
Peki, sonuç nedir? Yaptığı tüm bu katliamlar ve yıkımlar resitali Enkidu’ya huzur getirmiş midir? Kuşkusuz hayır! Yok edecek bir değer kalmadıktan sonra, o büyük öfke Enkidu’nun kendisine dönmüş, onun içini yemeye başlamıştır. “Eski”nin fiziki bir olay olmadığını ve dolayısıyla fiziki güçle yok edilmeyeceğini Humbaba’yı öldürdükten, özgür toplumsallığı dağıttıktan ve Zagrosları talan edip Gılgameş ile birlikte Ur’daki saraya, Tehiptilla’sına döndükten sonra anlayacaktır. Humbaba’yı öldürdükten sonra amansız bir hastalığa tutulması, yemeden-içmeden kesilmesi, tüm dünyevi hazlardan kopması ve yaşama arzusunu tümden yitirmesi biçiminde yansıtılan süreç son derece öğretici derslerle doludur. Tam beş bin yıl önce yaşanmış bir ihanetin mitoloji tadında psikanalizi yapılmaktadır. Hastalık olarak tanımlanan şey de esasında manevi çöküş ve kişiliksel tükenişin görüngüsel anlatımıdır. Enkidu’nun bu neviden acılar içerisinde günlerce kıvranması, çıldırma düzeyinde ağlama nöbetleri geçirmesi ve bu şekilde sefilce can vermesi gibi tasvirler oldukça önemli ve isabetli tespitler olmaktadır.
Ölümünden hemen önceki sahne, psikanalizin en başarılı zirve noktasıdır diyebiliriz. Kalmakta olduğu sarayın duvarları ve kapıları Zagros dağlarından getirilen meşe ve sedir ağaçlarından yapılmıştır. Bir zamanlar onlarla arkadaş olduğu, gölgelerinde uyuduğu cıvıl cıvıl kuşlara aşiyanlık yapan asırlık ağaçların kereste haline getirilen “cesetleri” aniden dile gelir ve Enkidu’dan hesap sormaya başlarlar. Humbaba’nın gürleyen sesi, özgür toplumsallığın büyük sitemi ve Ana Tanrıça’nın sınırsız öfkesi, kapı menteşesi veya kirişi haline getirilmiş ağacın kerestesinde dile gelir ve Enkidu’nun üzerine yürür. İhanetin kaçacağı bir yer, yapacağı bir şey kalmamıştır. Bu noktada elinden gelen tek şey yaşadığı katarsise teslim olmak ve zırıl zırıl ağlamaktır. Kendisinin eseri olan ölü ağaçlardan özür dilemesi, feryat figan nedamet getirmesi veya yana-yakıla af dilemesi artık hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Saraydaki odasında, süslü elbiseler içerisinde, yalnız başına ve derin bir boşluk hissiyle ölüp gidecektir; fakat ne acıdır ki ihanetinin laneti de günümüze kadar gelecektir.
6) Egemenin Nazarında Hainin Yeri
Enkidu destanda “Gılgameş’in dostu!” sıfatıyla yer bulur. Kuşkusuz Gılgameş için değerli ve verimli bir müttefiktir. Zaten doğası itibariyle ihanet, sömürgecinin her zaman baş müttefiğidir. Gılgameş açısından Enkidu’yu daha değerli kılan şey, kendisiyle birlikte getirdiği büyük ganimetlerdir. Gılgameş, Enkidu sayesinde tarihin en büyük ve belki de ilk talanını gerçekleştirmiş, Humbaba gibi en temel engeli aşmış ve uygarlığının kurumsallaşmasının önünü açmıştır; hem de hiçbir bedel ödemeden. Özel eğitimli bir saray rahibesi, sarayda gösterişli bir oda ve retoriği aşmayan “dostluk” vaadiyle Enkidu’dan ona ait olan her şey alınmış, cepheden cepheye sürülmüş, posası çıkana kadar kullanılmış ve artık bir işe yaramadığı görülünce bir saray odasında yalnız başına ve çıldırma nöbetleriyle ölümü izlenmiştir. İşte egemenin haine verdiği değerin üst limiti bu olmaktadır. Lanetlenmek, kişiliksizleşmek, kimliksizleşmek, kullanılmak, tüketilmek ve bir köşeye atılmak… Tüm hainlerin üç aşağı beş yukarı yaşadığı ortak kader budur.
Fazla yorum yapmaya gerek kalmadan, bizzat Gılgameş’in ağzından dinleyelim:
“Ey Enkidu kardeşim!
Yanımdaki baltam
Elimin gücü önümdeki kalkan, kuşağımdaki kılıç sendin.
(…)
Anan ve baban olan
Yaban eşeği ve ceylan
Seni yaratan bütün uzun kuyruklu yaratıklar
Hep ardından ağlıyor.
Ovanın da otlakların da bütün yabanları
Sedir ormanında sevdiğin keçi yolları
Arkandan ağıt yakıyorlar gece gündüz…”
Ölümü sonrası yazdığı ağıttan, Enkidu’yu işte böyle tanımlıyor Gılgameş! Egemenin gözünde ve gönlünde hainin yeri ve değeri işte bu kadardır. Her şeyden önce, Enkidu’yu kısmen ehlileşmiş bir hayvan olarak görüyor. “Seni yaratan bütün uzun kuyruklu yaratıklar “, “Anan ve baban olan yaban eşeği ve ceylan” gibi anıştırmalar rastgele seçilmemiştir. Kendisini uygarlaşmış insan, Enkidu’yu ve içerisinden çıktığı özgür toplumsallığı uzun kuyruklu yaratıklar biçiminde algılayan, keza eşek ve ceylan benzetmeleri de son derece dikkat çekicidir. Mesela neden “Aslan, kaplan vb.” demiyor da eşek ve ceylan diyor? Çünkü eşek akılsız ve iradesiz olduğu kadar çalışkan ve güçlüdür. Sahibinin tüm yükünü o çeker. Ceylan da herhalde etinin lezzetine atfen seçilmiştir. Yani özcesi Kürdün hain tipolojisine “eşek-aptal, ceylan-lezzetli” denilmek istenmektedir. Bunun yanı sıra; Enkidu’yu elindeki “balta”, önündeki “kalkan” ve elindeki “kılıç”la özdeşleştirmektedir. Bu yönüyle de Kürdün haini bir savaş aracı ve ölüm makinesi işlevselliğiyle değer kazanmaktadır. Herhangi bir metal parçası gibi sıradan bir nesnedir; işlevsel olduğu sürece kullanılır bir gün deforme olunca yenisi bulunur…
Sonuç
En ağır ahlaki çöküntü hali olarak devletin ayak bastığı her yerde türeyen ihanet olgusunun, ulus içi yaşansa bile, sınıf karakterli bir davranış olduğu ve toplumsal direnişlerin antitezi biçiminde geliştiği yeterince anlaşılmış olmalıdır. Davranışın çeperleri çok geniştir. Konuyu daha kapsamlı bir perspektiften ele alacak olursak; insanın doğaya, devletin topluma ve erkeğin kadına karşı takındığı tahakkümcü tutum ve bu tutumun sahibi olan her özne varoluşun hakikatine ihanet içerisindedir. Bugün doğanın, toplumun ve insanın yaşadığı tehlikeli çıkmaz işte bu ihanetin kümülatif sonucudur. Güdüsel sınırlara hapsedilmiş ultra bireyci insan davranışının, güzel olan her şeyi kirlettiği, iyi olan her şeyi bozduğu ve kendisiyle birlikte doğanın sonunu getirdiği artık daha net görülmektedir. Mevcut devletli uygarlığın tüm toplumu kuşatan sıradan davranış biçimi haline getirilmiş olsa bile, insanın özü ve doğanın diyalektiği bu ihanet döngüsünü daha fazla taşıyacak kapasiteye sahip değildir. Bu nedenle doğa, toplum ve insan birlikteliğinin kolektif aklı öyle veya böyle, devletli uygarlık sapmasında fenomenize olan ihanet gerçekliğini aşarak, mahkûm edecektir.
Yoruma kapalı.