Önceki gün eski bir okul arkadaşımı ziyaret ettim. Her ziyaretim onun için, dünyada ve memlekette ne olup bittiğine dair bilgi şöleni yaşamak gibidir; ben değil, kendisi böyle niteliyor ve her seferinde kendisini daha çok ve sık ziyaret etmemi istiyor. O günde öyle oldu. Söz dönüp dolaşıp Kürt sorunundaki çözümsüzlüğe geldi. Arkadaşım, “Ya bu mesele bitmedi mi; Kürtler artık dillerini kullanıp şarkılarını söylemiyorlar mı, siyaset yapmıyorlar mı?” diyor ve büyük güzel gözlerini daha da irileştiren bir bakışla bana bakıyor. Evet, hepsi oluyor ama bunu yapanlar da tutuklanıyor, öldürülüyor ve kaybediliyor, dediğimde de yüce afaklara söz etmişim gibi duruyordu. Diğerlerini geçelim; senin çok sevdiğin Demirtaş niye hala tutuklu, deyince biraz olsun gerçeğe uyanıyor. Figen Yüksekdağ, 5 bin HDP üyesi niye tutuklu? “Sahi ya” dedi; “hem Türk be o kadın” diye ekledi heyecanla. Bu ona kendisinin de Kürt olduğunu hatırlattım. Köklerinden, hayatından, kültüründen kopmuş bir Elazığ Kürdü olarak yaşamış; zeval ziyan görmemiş yani. Ama o da sınıra gelmiş işe, huzursuz, mutsuz, barış olsun diyor, idraki zor olsa da.
Düşündüm sonra; Kürtlerle Türklerin, hatta Kürtlerle Kürtlerin ilişkisine dair çok örnek var. Bu bile halkın Kürt meselesinde nasıl da cahil ve “onursuz” tarafsızlık cehenneminde tutulabileceğini göstermeye yetiyordu. Sömürgeciliğin kabalıkları kadar incelikleri de çok benzer. Halkla arasındaki ilişkinin niteliği, sorunun çözümünde büyük bir öneme sahiptir. Kürtlerle Türkler arasındaki tarihsel ilişkilerin bir boyutunu, sol ve sosyalizm güçlerinin Kürt ulusu gerçeği ve günümüzde Kürt özgürlük hareketiyle kurduğu ilişki oluşturur kuşkusuz.
Bu coğrafyada, sadece dün değil bugün de Kürt sorunu, Kürde dair her şey bir turnusol kâğıdıdır. Resmi ideoloji ve Kemalizm’den kopup kopmadıklarını önce oraya bakıp anlayabiliriz. Demokratlık, özgürlükçülük, hatta adalet adına iddianın meşrebini anlamak için Kürt meselesine, Kürt halkının taleplerine nasıl yaklaştığına bakmak gerekir. Sol, sosyalizm adına hareket iddiasına sahip pek çok kişi, akım ve örgütün egemen ulus milliyetçiliğiyle ilişkisini sorgulamada, artık genel geçer teorik doğruları sıralamak hiç yetmez; dosdoğru pratik politikanın sularında ne yaptığına bakmak gereklidir. Geçtiğimiz günlerde İsmail Beşikçi Hoca; “Türk arkadaşlar Kürt arkadaşların Kürtçe konuşmalarından rahatsızlık duyuyorlar” derken haklıydı. Çeviri gerekçesine sığınmak da artık Kürtçeye bunca yılın uzaklığı kurtarmıyor. Devletin zora dayalı asimilasyonundan bu kadar nasiplenmiş bir sol, Kürt ile kardeşleşme duygusu yaratamıyor. Ulusal hak eşitliğinin yaşanmadığı yerde halklar kardeşleşemiyor. Ve biz, geçen bunca zaman olduğu gibi bugün de bunun mücadelesini veriyoruz.
Marx, ömrünün sonuna doğru, İngiltere ve İrlanda sorunuyla da ilgilenmiştir. Onun sözleri de konumuza derin bir yanıt üretiyor. Dediği kısaca şöyledir; “Eskiden İrlanda’nın kurtuluşunu İngiliz işçi sınıfının kurtuluşuna bağlı olduğunu düşünürdüm. Ancak şimdi anlıyorum ki, ve açık olarak belirtebilirim ki; İngiliz işçi sınıfının kurtuluşu İrlanda’nın sömürge boyunduruğundan kurtuluşuna bağlı.” Denklemi ne değiştirmiştir? 1870’lerden itibaren İngiltere’de işçi sınıfının durumu ile İrlanda ulusal bağımsızlık savaşı arasındaki uyumsuzluğuna ve olası sonuçlarına değinmektedir. İngiliz işçi sınıfına eleştirisi, İngiliz sendikalarına eleştirileri; siyaset yapmaktan kaçınıyor olmalarıdır. Sermaye tekelleri yükselişe geçip emperyalist sömürgeciliğe evrilir ve sömürge yağmasından işçiler ve sendikaları da nemalanır. İşçi sınıfı tarihsel misyonunu ıskalamaya başlamıştır, bir de İngiliz emperyalizminin işgali altındaki İrlanda konusuna yabancılaşmaktadır. Aynı yazısında Marx durumun temel özelliğini de şöyle özetlemiştir: “İngiliz emperyalizmi bütün kökleriyle İrlanda’nın sömürge boyunduruğu altında tutulmasına bağlıdır ve İngiliz gericiliği gücünü buradan almaktadır.” Türkiye ve Kürdistan bağlamında yüz yılı aşkındır, özellikle son 40 yıldır bu durumu yaşamaktayız.
Bu pasajdaki bakış açısı, Kürt gerçeği ile işçi sınıfı gibi, orada çalışan sol ve sosyalizm ilişkisini anlatmak için Marx’ın çözümlemesi kadar, Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” ve 3. Enternasyonal’in Doğu Halkları Kurultayı’nın ulusal sorundaki kararları o kadar yol gösterici olmuştur hepimize. Lenin’in “sınıf bilinçli işçi kime denir”, sorusu ve cevabının işe yaramaz olduğunu düşünen çoktur. Ama o soru çok önemlidir ve hala çok yakıcı bir kılavuz ipi olarak gündemdeki yerini koruyor: “Gadre uğrayan öğrencinin, papazın dövdüğü çocuğun, haksız yere tutuklanan öğretmenin yanında olmayan, bütün bunları protesto etmeyen işçi bilinçli işçi değildir”.
Tarihin kanıtladığı şu ki, toplumsal alt üst oluş süreçlerinde, değişim olanağının iki asal koşulu vardır. Birincisi nesnel koşullar diye çok genel bir kavrama sığdırabileceğimiz, insan iradesinin dışındaki koşullar ise, diğeri; tam da insan iradesinin, altüst oluşa yeni bir karşılık verecek kuvvetlerin durumudur. Bunu; önderlik biliminin temel kavramlarıyla; program, strateji, örgüt ve eylem bütünü içinde değerlendirilecek olan öznel koşullar diyoruz.
Bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da-Ortadoğu’da da- temel sorun olmaya devam eden Kürt sorununun çözümsüzlüğünde, bu ikinci koşulun hiç olmazsa bir bölümünü Türkiye sol ve sosyalist hareketin durumu ve tarih içinde duruşu oluşturmaktadır. “Sol ve sosyalizm” deyişini, en kestirmeden giderek “stratejik” çözüm alanından seçiyorum. Kürt sorunu deyince, genel demokrasi alanından söz ettiğim ve edeceğimin farkındayım. O zaman da öznel koşullar başlığı altına sahadaki lehte ve aleyhte bütün kuvvetlerin durumu girer. Emek ve demokrasi güçleri, sendikalar, kitle örgütleri, günümüzdeki inanç, yöre örgütleri dahil varlığını bildiğimiz kadar bilmediğimiz toplumsal kurum, hücre, her biri girmektedir. Yine de meseleyi esasen stratejik çözüm alanında tartışacağımı belirteyim. Sol ve sosyalizm alanı öncelikle işçi sınıfının alanı, onunla bağlantıda bütün ezilenlerin alanına girersek, gerçeğin ve çözümün stratejik alanına girmiş oluruz. Bunun bir tarihi var elbet, yer yer ona da değinerek bir tarih taraması yaparak meramımızı anlatmak belki daha kolay olacak.
29.kez ayaklanan Kürt halkının ulusal varlığını ve kimliğini Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirme, kendi gerçeğini dayatma, ulusal haklarını kullanma isteği ve eski ve yeni taleplerle bugün de sürdürdüğü mücadelesinin karşısında sosyalizm ve sol adına konuşanlar nasıl davrandı? Sorunlara buradan, ezilen ulusun hakları cephesinden cevap olması gerekiyordu. Çünkü başka şeylerin yanında, 20. Yüzyılın deneyimlerinin eleştirel değerlendirmesi bize buradan bakmayı öğretiyor. Elbette sosyalizm deneyimi, birçok bakımdan insanlık tarihinin en başarılı dönemidir. Ezilen ulusların hak eşitliği deneyimi açısından da öyle başladı evet, ama öyle bitemediğini de biliyoruz.
Ekim Devrimiyle Gelen
Sömürge ülkeler için Wilson prensiplerinden çokça söz edilir. Wilson ilkeleri adı ile yayınlanan, ulusların bağımsızlığını öngören ilkeler, Ortadoğu’da Sky-Picot, Sevres ve Lozan Antlaşmaları olarak Ortadoğu’nun hayatına girmiştir. Başta Kürt ve Filistin sorunu gelmek üzere bugün de süren ulus sorunlarının kaynağında yer alan emperyalist plan ve sözünü ettiğimiz anlaşmalardır. Bugün 3. Dünya Savaşı Ortadoğu’da sürüyor. Ortadoğu yeniden paylaşım masasındayken sahada Osmanlı İmparatorluğu kalıntılarından kurulan Türkiye Cumhuriyeti de savaşın ortasında, Kürt karşıtı sömürge savaşları geliştirmeye çalışıyor.
Oysa aynı tarihlerde Ekim devrimiyle yeni kurulan dünyanın öncülüğünde 1919 yılında III. Enternasyonal kuruldu ve Doğu’nun ezilen halklarının kurtuluş mücadelesine elini uzattı. Böylece Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı toplandı. Kurultay, sömürge ve ezilen ulusların ayaklanma platformu olarak konumlandırdı kendini. Bütün kararları, emperyalizme karşı mücadele eden ulusal hareketlerle ilişki kurmak, dayanışmada bulunmak üzerineydi. Ankara Hükümeti de en çok onun sayesinde Sovyet hükümetinden destek alarak savaşı kendi lehine bitirdi ve TC kuruldu. Emperyalizme karşı gelişen hareketler burjuva-feodal önderliklere sahip olmasına karşın, objektif olarak emperyalizmi zayıflatan hareketlerdi. Yükselen sosyalist bir rejim bunlarla ilişki kurmuştur. Bu gerçek görmezden gelinemez.
Rusya, bir sömürgeler hapishanesiydi. 1917 Şubat Devrimiyle Çarlık otokrasisi devrildi, milletler hapishanesinde esir durumundaki çok sayıda ulus, Ekim Devrimiyle tamamlanan süreçte, Bolşevik Hükümetinin öncülüğünde özgür ve sosyalist cumhuriyetler olarak örgütlenmeye başladı. İşçi, Köylü ve Asker Vekilleri Ekim’de iktidar gücü eline geçirdi. Kurulan Hükümetin ilk kararnamelerinden biri; ilhaksız, tazminatsız barış ve ulusların tam hak eşitliği ve ayrılıp ayrı devletini kurma hakkı üzerine karar oldu.
Doğası gereği daha başlangıcında, ulus sorunlarının çözümünde sınıfsal nitelikli iki ana eğilimin çatıştığının altını çizmemiz gerekiyor. Sosyalist cumhuriyetler şeklinde örgütlenme eğilimi ile burjuva milliyetçi devletler olarak örgütlenme ve ayrılma eğilimleri yan yanadır. Nitekim Finlandiya, ayrılıp ayrı burjuva devletini kurdu. Kafkaslar’da ve Asya ortalarında, özellikle Müslüman, bazı Türk topluluklar ile federasyon ya da bağımsız devlet istemli çözümleriyle çatışmalı süreçler yaşandı. Bolşevik Hükümet ve Kızıl Ordu işe karıştı. Sonuçta Sosyalist Sovyetler Birliği çatısı altında birleşen ulusal cumhuriyetler kurulduğunda, Çarlık sömürgesi ezilen milletler çift dilli, ulusal kültür ve siyaset hayatlarına kavuşmuşlardı. Çözülmemiş ulusal sorunları ve anlaşmazlıkların varlığını koruduğunu biliyoruz, bazılarının “zengin köylülüğün tasfiyesi” zamanlarında açık şiddetle elden geçirildiğini, en çok da 20. Yüzyılın sonundaki çöküşten sonra en yakın ulus-devletlerin birbirini boğazlarcasına savaşa tutuşmalarından da biliyoruz. Burada sorunları bunlardan ibaret gördüğümüz sanılmasın, sadece konumuz dışında kaldığı için değinmiyoruz. Özel olarak Rusya’da Kürtlerin durumu da ayrı incelemelerin konusu olmalı.
Ele aldığımız konu açısından Ekim Devriminin kendi bölgesi dışındaki etkilerinden, Türkiye üzerindeki etkilerinden bahsetmem gerekiyor.
Ekim Devriminin dünyayı sarsan etkisi, Avrupa’dan sonra en çok I. Dünya Savaşı içinde enkaza dönüşmüş, yıkılan Osmanlı topraklarında hissedilmiştir. Erzurum’da bile Kızıl Bayrak dergisi çıkmaya başlamıştır mesela, sağda solda şûralar kurullar kurulmuştur. Rusya’ya sınır boylarında eski Osmanlı paşaları Kızıl Ordu’da olduğu gibi rütbelerini söküp erlerle aynı statüde olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Yani, Anadolu’da herkes Bolşevik’tir! Savaşta yenilen Osmanlı’nın toprakları emperyalistlerce paylaşılmaya başlamışken, yanı başında yeni bir dünya yükselmekte ve o dünyanın bütün ateşi, bütün duygu ve düşünceleri, kurtarıcı fikirleri Anadolu topraklarına akmaktadır. Yıkıntılar içinde işgale uğrayan ülkenin imdadına Ekim Devrimi ve Bolşevizm yetişmiştir desek yalan olmaz. İşgalin başladığı hemen her yerde bir halk hareketi, gerilla tipi silahlı örgütlenmeler boy verirken, kısa sürede savaşın önderliğini ele geçiren Osmanlı Ordusunun askeri ve sivil bürokrasisinden, İttihat Terakki’den arta kalan unsurlar Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri şeklinde örgütlenirler. (Hapishaneleri boşaltıp iç savaş ordusunu da örgütlemeyi ihmal etmediler ki, savaşın içinde özellikle Rum ve geri dönen Ermeni nüfusun kırılmasında çok işe yarayacaklardı.)
Bir yandan da komünistler örgütlenir; İstanbul’da, Eskişehir’de, Zonguldak’ta ve daha pek çok yerde. Mustafa Suphi, Osmanlı sosyalistlerinden biri olarak 1913’te Sinop’a sürgüne gönderilmiş, oradan da Rusya’ya kaçmıştır. Çarlık ordularına esir düşmüş Osmanlı askerleriyle Ekim Devrimi sürecinde buluşan M. Suphi ile yoldaşları da 500 kişilik Kızıl Ordu kurarak devrime katılmıştır.
Türkiye Komünist Partisi de Bakû’de, Mustafa Suphi önderliğinde o elverişli koşullarda Anadolu’dan gelen temsilcilerin katılımıyla 10 Eylül 1920’de kurulur. Ekim devrimin içinde sosyalizmle buluşmuş bir avuç Türkiyeli komünist, insanlığın yenidünyasının militanları, örgütleyicileri olarak Anadolu’da başlamış olan Ulusal Kurtuluş Savaşına tüm gücüyle katılma kararı alır. Anadolu’nun her tarafında herkesin neredeyse Bolşeviklikten söz ettiği, Çerkez Ethem Yeşil Ordusunun, şûraların kurulduğu, Bolşevikliğin bir rüzgar gibi estiği dünyada TKP yönetici kadrosunun bu topraklara ayağını basması, Ulusal Kurtuluş Savaşı içinde Türk halkıyla buluşma imkânını yakalaması demek olacaktı. Doğu Halkları Kurultayı’nın kararlarına paralel olarak, dönemi, emperyalizme karşı mücadele dönemi ilan eden TKP önderliği, Ulusal Kurtuluş Savaşına katılacak ve burada antiemperyalist, halkçı, devrimci bir savaş çizgisiyle yürüyecektir. TKP ilk programında, çok uluslu coğrafyanın bilincindedir. “TKP, muhtelif milletlere mensup devrimci işçi ve köylü sınıflar arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için, aşağıdaki en kati çarelere girişir: Bir, dil ve hars nokta-i nazarından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer millete mahsus her türlü imtiyazı ilga ederler” denir.
Türkçeleştirecek olursak; dil ve ulusal haklar konusunda, bir tek milletin imtiyaz sahibi olmasına kesinlikle karşıdır TKP. İkincisi, hükümet kurarken de çeşitli milletlerin varlığını hesaba katacak, hepsini kapsayan İşçi ve Köylü Şûralar Cumhuriyeti kuracak ve hür milletlerin dil birliğini esas alacaklardır. TKP’nin sonraki 50 yıllık tarihi boyunca pratik politikasında, eyleminde çiğnenmiş, yok sayılmış ilkelerdir bunlar.
Mustafa Kemal’in başında olduğu Osmanlı artığı askeri kadro, İttihat Terakki’nin milli iktisat siyasetinin ürünü Türk ticaret burjuvazi, Ermeni soykırımı ile mülk edinerek semirmiş Anadolu eşrafı ve Kürt toprak ağalarının kurduğu ittifak savaşın kaderine el koyar; 1. TBMM böyle toplanır ve Ankara Hükümeti kurulur. Mecliste, Kongrelerle kurulan ittifak kendini yansıtır; Kürdistan, Lazistan temsilcileri, hatta komünistler vardır. Kemal ve ekibi, başından itibaren Meclis’te ve Ankara Hükümetinde asıl yönetici çekirdektir. Mustafa Kemal, kesinlikle bu ittifak içinde bir otoritedir. İşgali kaldırmak için zaten başlamış olan savaşın başına geçtiklerinde, sonunda kendilerini iktidar edecek stratejiyi baştan çizmişlerdir. İngiliz ve Fransız işgaline karşı, “Doğu’nun ezilen mazlumlarına bağrını açtığını” ilan eden Sovyetler ya da Bolşevik Hükümet başvurdukları ilk yer olur. TKP’yle de böyle ilişkiye geçerler. Zaten savaşmaya gitmek için hazırlanan komünistlere “yoldaşlı” mektuplar gider gelir. Ama ne zamanki yoldaşlar bu topraklara ayak basar, savaşın içinde ve sonunda kendisine rakip olabilecek bu kuvvet Kemalist burjuvazinin kanlı bir tertibiyle yok edilir. Kemalist merkez tam bunu engellemiş, 1921 Ocak ayında İngiliz emperyalizmine diyet olarak komünistlerin katlini sunmuştur. Türkiye Komünist Partisi, kendi halkıyla, kendi işçi ve emekçi kitlesiyle buluşamayan bir parti olarak “dışarıda” kalmışlığı başlangıç noktası, Karadeniz’de bu onaltı komünistin imhasıdır.
Anadolu’da aslında sadece işgale karşı bir savaş yoktu; onunla iç içe geçmiş bir iç savaş vardı. Çok taraflı iç savaş aynı zamanda; Mecliste, hükümette olduğu gibi işgal dışında bölgelerde de hükümete, Kemalist önderliğe karşı birçok ayaklanma olur. Ayaklanmaları, Ankara Hükümeti adına bastıran Çerkez Ethem ve onun güçleridir. (Aslında İzmir’e getirilen Yunanlılar, Güney’de ise tehcir edilen Ermenilerdir. Savaşla öldürülen ve kovulanlar onlar olacaktır. Bu da yine başka bir konu.) Sonrasında “Düzenli orduya geçiyoruz” gerekçesiyle imha edilecek, Çerkes Ethem Yunan ordusuna sığınacaktır. Bu imha da çok önemlidir, çünkü Ethem’in kurduğu ve sonradan Yeşil Ordu adını alan silahlı güçler aynı zamanda yoksul köylü hareketiyle bağlantılıdır. Resmi tarih kitapları bunları gizler, Çerkez Ethem’i hain olarak yazar. Biz bu gerçekleri resmi tarihin dışına çıkarak öğrenebildik. İsmet İnönü, “Kürtlerle Türklerin Lozan’da temsilcisiyiz” demiştir emperyalist kurtlar sofrasında; ama Kürtlerin muhtariyetini isteyen bölümünü zaten daha ilk hareketinde, 1921’de Koçgiri’de ezmiştir. Geleceği etkileyen çok önemli tarihi gerçeklerdir.
Bu tarihi gerçeklere başka şeyleri de eklememiz gerekiyor; mesela, Sovyetler ile kurulan ilişkiyi. Sovyetlerden hem silah, hem altın, hatta askeri kadro desteği almışlardır. Lozan öncesinde İngilizlerle el altından Londra Konferansı kotarılmış, Fransızlarla Paris Anlaşması yapılmıştır. Sovyetler Birliği’nin Lozan’dan dışlanmasında bizzat Ankara Hükümeti -Kemalistler- emperyalistlerle ittifak yapmış ya da onların dayatmasına boyun eğmiştir. Sovyetlerin dışlanmasıyla bütün pazarlık, Musul, Kerkük ve Boğazlar dahil emperyalistlerin vesayetini koruyacak şekilde yapılmıştır. Sonra da Kemalist iktidar Sovyetler Birliği’nin verdiği yardımın üzerine oturmuştur.
Savaş içinde aslında, Karadeniz’den başlayıp Ege’de, Akdeniz’de tamamlanan Rum ve Ermeni kırımı, mübadeleyle gönderilenlerle birlikte, nüfusun gerçekten de Türk ve Müslüman kılındığı açıktır. Kürtlerin adı ise Lozan ve Çanakkale savaşı dışında anılamaz olmuş, kırım sırasının onlara gelmesi için biraz daha zamana ve zemine ihtiyaç duyulmuştur. Mecliste de işler bu yönde ilerlemiş, “Muhalefetle yürüyemiyorum” diyen Mustafa Kemal’in adıyla anılacak rejim fiilen başlamış ve 1. Meclis emirle tasfiye edilmiştir. 2. Meclis’te muhalefet vekili yoktur. Cumhuriyetin ilanı 29 Ekim 1923’tür, 1924 Anayasasında ise Türk dışında kimse kalmamış, devletin resmi dini İslam ilan edilmiştir.
Cumhuriyet, daha başlangıcında, “tek dil, tek millet, tek ülke” olarak tesis edilmiştir ve bugün üç özelliği kapsayan maddelerin değiştirilmesi bile teklif edilemiyor, her yeni anayasa yapıldığında bu tekrarlanıyor. Kemalistlerin iktisat politikası da bununla uyumludur, tekçi burjuva sınıfsal duruşu yansıtır. 1923’teki İzmir İktisat Kongresi gerçekten de çok anlamlıdır. Mustafa Kemal, burada yaptığı konuşmada demiştir ki, “Bizde büyük araziye malik kaç kişi var? Kaç milyonerimiz var? Parası olana düşman değiliz; bilakis, memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız. Batı sermayesine karşı olduğumuzu da kim söylüyor?” İttihat ve Terakki’nin başlattığı, Ermeni ve Rumların, Hristiyan sermayenin tasfiyesiyle kurduğu milli iktisadın yeni koşullardaki devamı böyle ilan edilmiştir.
Sol’un Kemalizmle Sınavı
Kemalistlerin sonraki bütün pratiklerini; 1925-38 arasında, İskan Kanunları, Tunceli Kanunları, Türk vatandaşlık yasaları, Takriri Sükun yasaları, İstiklal Mahkemeleri eşliğinde Kürt isyanlarının zalimce bastırılması; Kürtlüğün, Kürtçenin yasaklanması, Kürt’ün Türk ilan edilmesi; 1930’lardaki Türk Dil ve Tarih Kurumunun ürettiği Güneş Dil Teorisi ve Hitler faşizmi ile uyumlu politikalarını eklediğimizde, Cumhuriyet’in ilk yarıdaki tarihinin niteliğini anlamış oluyoruz. Bu kadar asimilasyoncu, ırkçı, tekçi, sömürgeci, sömürücü tarihle; işçi, emekçi, aydın, genç, kadın aleyhtarı politikalarla sol ve sosyalizm adına TKP nasıl ilişki kurmuştur?
Mustafa Suphi’lerin katlinden sonraki TKP önderliği, Kemalizmi ilerici, antiemperyalist görmenin ötesinde, burjuva demokratik devrimi tamamlamasını beklemişdir. Eski klasik “üçlü devrim modeline göre” beklentilerinin çok şaşırtıcı olmadığını düşünsek bile, Kemalist burjuvazinin savaş içinde yaptıklarını unutmuş görünmelerini, savaş sonrasında, Cumhuriyetin tekçiliğine itirazsız halini olumlamak ne mümkün! 1925 Şeyh Said ile başlayan Kürt isyanları karşısındaki tutumu ise tümden utanç vericidir. TKP önderliği Kürt isyanlarının bastırılmasını feodalizmin geriletilmesi olarak değerlendirip desteklemiştir. “Kürtler medenileşmeye karşı çıktıkları için ayaklanıyorlar” diye yazmıştır TKP basını. 20 Yüzyılın başındaki Avrupa sosyal demokrat işçi partileri de bütün sömürgecilerin tipik gerekçesini onaylamıştı: “Emperyalizm ilkelleri modernleştiriyor” şeklindedir. TKP’nin dönekleri Cumhuriyet’in partisine kapağı atmış, Kadro adlı dergiyi kuran Şevket Süreyya, Kemalizmin ideolojik kuruluşuna soyunmuştu. Ta ki, dergi bizzat iktidar tarafından kapatılana kadar yeni burjuva rejime ideolojik dayanaklar oluşturma çabası sürmüştü.
Dil teorisi, Tarih Tezi, zora dayalı asimilasyonun teorik dayanakları olarak ortaya çıkarılmıştı. Bugün Kürt dili üzerindeki yasağın kalkması için açık bir tutum almayan, alsa bile bu uğurda mücadele yürütmeyen herkes, süren asimilasyona bir şekilde ortağı olduğu gibi, TKP de kendi zamanını suçlusudur, bundan bir şüphemiz olmamalı.
3. Enternasyonal’de de gelişmeler içinde çok sert tartışmalar olur, TKP eleştirilir ve hatta TKP’nin pratiği mahkûm edilir. Ama bir sonuç çıkmaz, TKP, gizli çalışma argümanı ile CHP’de erir gider. Kürt meselesiyle hiç teması olmaz. İtiraz edenler de hapishanelerde geçirir zamanı. Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı bunların başında gelir. Kıvılcımlı’nın sümen altı edilen Yol broşürü ise Kürdistan’ın sömürge olduğunu, mücadelenin yollarını tartışıyordur. 1944’ten sonra yeniden ülkede örgütlenmeye çalışan TKP’nin yakası tevkifatlardan kurtulamaz. Sonrası da malum; daha derin parçalanma, Sovyet Partisi’ne bağımlı bir “dış büro” hali. TKP’nin kurucu misyonunun yeniden hatırlanması için 71 devrimci çıkışını, 84 Atılımı’ beklememiz gerekti. TKP kadrolarının ayrışmasını ise esasen ancak Sovyet Bloku dağıldığında, Türkiye ve Kürdistan’da 90’larda hissedilecek depremini beklememiz gerekecekti.
Eğer kendimize sosyalist diyorsak, buna aykırı bütün uygulamaları, TKP ya da 3. Enternasyonal olması fark etmez, mahkûm etmeli.
Bir de şu “İngiliz parmağı var” meselesi var, günümüze gelene kadar. Zamanımızda bu bahane “ABD’nin açılımı bu”, “ABD ile iş tutulmaz”a dönüştü bu bahane, Kürt özgürlük Hareketinden ve Rojava Devriminden köşe bucak kaçmanın gerekçesi oldu geleneksel solun. ABD’nin politikalarının karşısında durabilmek için, öncelikle Kürt halkının demokratik ulusal taleplerinin ve mücadelesinin yanında olmak, Türk Devletinin sömürgeci siyasetinin karşısında elini Kürt mücadelesine uzatmak gerek. Ancak o zaman emperyalist politikaların karşısında tutarlı olur ve eleştiri hakkı kazanılır. Bunu yapmadan, ABD’nin planını bahane edip, görevden kaçmak kişiyi ya da örgütü 1925’teki TKP tarihine götürüyor insanı; ona çokça tanık oluyoruz.
60’larda Ne Değişti?
TKP geleneği ile yoğrulmuş sol ve sosyalist hareket, 27 Mayıs askeri darbesini en hafif deyimle, olumlu bir eylem olarak karşıladı ve ona ilericilik atfetti. Bu eğilim, Bayar-Menderes egemen sınıf kliğine karşı gelişen toplumsal muhalefetin varlığıyla Anayasasına demokratik hak ve özgürlüklerin bir düzeyde girmesini temel bir karakter değişimi saydı, bu sonraki siyasi eğilimleri uzunca bir süre bu bakış açısı besledi.
1961’de kurulan TİP, Türkiye’nin ilk kitlesel, sendikacı ve aydınların kurduğu partiydi. Tarihe iz düşürdü, birikmiş bütün demokratik, anti faşist ve anti emperyalist eğilimleri, kuvvetleri bağrında topladı, sosyalist kimlikle anıldı. Görece demokratik seçim sistemiyle 1965’de 15 milletvekili çıkardı. Kürt adını ağzına almadan Doğu sorununu ve çözümünü giderek programına aldı. “Doğu sorunu” sadece Kürt sorunu değil, ağalık ve mütegallibe ile eş tutulan feodalizm sorunuydu da TİP söyleminde. 60’ların ortalarından itibaren yükselen antiemperyalist eğilimlerin 2. Milli Kurtuluşçu ve de sol Kemalizm olarak lanse edilmesini kolaylaştırdı. Doğan Avcıoğlu ve YÖN dergisi, bu doğrultudaki ideolojik yönlendirmenin başını çekti. UKS dönemi ve M. Kemal ile başlayarak bütün dönemin ebediyen ilerici, anti- emperyalist olduğu fikri, TİP dahil tüm ilerici, demokratik harekette, 68 dalgasının genelinde ve öğrenci hareketinde egemen hale geldi. 68 öğrenci hareketi içinde “M. Kemal’in askerleriyiz” diyen eğilim önemliydi. 2. Kurtuluş Savaşı fikriyle yola çıkan gençlik önderleri, Samsun Ankara yürüyüşleri gerçekleştirdi. Fakat TİP, Doğu mitingleri düzenleyip, Kürt gençlik aydınlanma merkezi DDKO ile ortaklaşmasını da sürdürdü. 12 Mart darbesi sırasında kapatılışı da bu nedenle oldu.
TİP için Ertuğrul Kürkçü, Gogol’un Paltosuna atıfla, “bizim paltomuz, hepimiz oradan çıktık” demişti haklı olarak. 20 Yüzyılın ikinci yarısında başlayan Türkiye sol ve sosyalizm güçlerinin ilk eğitim ve eylem yeri TİP olduğu için, 71’de yeni bir devrimci karara bağlanana kadar süreçteki herkes, Kürt ulusal sorununda da TİP’teki genel eğilimlerin birer parçasıdır. Dönemin en önemli ideolojik önderlerinden Mihri Belli; milli demokratik devrim fikrine sahipti ve “Kurtuluş savaşı”nın açık savunucularındandı; Kemalizmi genel olarak ilerici bulur, dahası Kemalizm ile sosyalizm arasında duvarlar olmadığını söyler. 68 gençlik kuşağının aldığı bu ilk ideolojik gıda da, Avcıoğlu kadar Belli de pay sahibidir. Kıvılcımlı ise konumuz bakımından, TKP geleneğinden adamakıllı ayrılan daha özgün bir örnektir. Daha önce de sözünü ettim; 30’larda, Yol başlıklı çalışmasında, Kürdistan’ın sömürge statüsünüde ilk o analiz eder, Kürdistan’da devrimin gelişme rotasının, temel çelişkisinin farklılığını ortaya koyar. Aynı zamanda, Cumhuriyet ile birlikte yaşanan Kürt isyanlarının bastırılmasını destekleyen TKP’yi de şiddetle eleştirir. TKP önderliği, yazılarının gün yüzüne çıkmasını bu yüzden engellediği açık olan Kıvılcımlı, 1950’lerden sonra Kürt sorununda kendi komünist çizgisinden kopmuştur. 12 Mart askeri darbesini “Ordu kılıcını attı” diyerek karşılamış Kıvılcımlı, devrim, tarih, kadın gibi birçok konuda çok özgün, tez ve teori geliştirmiştir. 12 Mart zulmünden zorlukla kaçarak, zamanın sosyalist ülkelerine gitmiş ama kapıdan çevrilmiş, onu yalnızca Tito’nun ülkesi kabul etmiş, ağır hastalığı nedeniyle orada yaşamını yitirmiştir. Kıvılcımlı’yı izleyen çok sayıda örgütlenme olmuş, bugüne ulaşabilen Kıvılcımlı savunucularının bir bölümü, Kemalizm ve Türk şovenizmi çizgisinden yürüyerek Kürt mücadelesi karşısında gerici ve ırkçı pozisyonda yer alıyor.
Doğu Perinçek, 68’lerden başlayarak Türk milliyetçisi ve Kemalizm hayranı bir siyasetin öncüsü olmuştur. 1980’e doğru devletçiliğe evrilmiş, 29. Kürt isyanıyla bu biraz gerilemiş gibi olsa da, 90’larda Kürt özgürlük mücadelesine karşı gelişen devlet terörü ve neoliberalizm rüzgârı altında “sevgili Cumhuriyeti”nin kanatları altına girmiştir. Lozan’ı savunmak için en seçme faşistlerle kol kola İsviçre’ye çıkartma yapmış, Kıbrıs işgali savunucusu kesilmiş ve nihayet Ergenekon devletine ideolojik-politik iltihakı gerçekleştirmiştir. Partisinin adı da Vatan olmuştur o yüzden. Bugünkü şoven-ırkçı rüzgârın oluşmasında en büyük katkı, sol adını kullanmayı sürdürmesi nedeniyle bu cenahtan gelmeye devam etmektedir.
‘71 Devrimci Çıkışı
‘71 devrimci çıkışı; Mihri Belli-Kıvılcımlı ve Perinçek çizgilerini, devrim yapma kararlılığıyla aşan devrimci liderlerce gerçekleştirilmiştir. Bu çıkış, aynı zamanda TKP’nin elli yıllık pasifist çizgisinden, Kemalizm kuyrukçuluğundan, TİP parlamentarizminden de en başta fiili bir kopuş girişimi anlamına gelir. Dönemin en öndeki üç lideri ve üç örgütü, silahlı eylem hattıyla sahneye çıkmışlardır.
Deniz Gezmiş ve lideri olduğu THKO, devletin askeri kuvvetleriyle çarpışarak halkın kurtuluş davasını üstlendiğini eylemli olarak açıkladığında, Kemalist devlet ve Türk milliyetçiliğinden belli belirsiz bir kopuşu başlatmıştır. THKO’luların yargılandıkları mahkemelerde “2. Kurtuluş Savaşını veriyoruz, 61 Anayasası’nın asıl savunucusu biziz” demiş olmaları bu kopuşun ideolojik içeriğinin zayıflığını gösteriyor elbet. Cezaevinde Hüseyin İnan’ın yazdığı broşürde, UKS’na katılanlar üzerine “Türk milliyetçiliği hakimdi, diğerlerine, hiçbir ulusa demokratik hak ve özgürlükleri tanınmadı” tespiti en önemlisi. Devamında “Kürt sorununun çözümü için ulusların hak eşitliğini” önermesi ise, milliyetçi gelenekten kopuşun güçlendiğinin ve önünün açıldığının işaretidir. Deniz’in idam sehpasında attığı “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği ve Mücadelesi” şiarı, tek başına bir dizi program maddesinden daha etkili olmuş, binlerce gencin kardeşlik duygusunu örgütleyen bir rol oynamıştır, bugün de öyledir.
Mahir Çayan ve önderlik ettiği THKP-C, Kemalizmi “küçük burjuva radikalizmi” olarak niteler ve “Günümüzde artık böyle bir Kemalist güç yok, bu iddiaya sahipler de müttefik olamaz” der. Kemalizm konusunda görüşleri yanlıştır ve bu onun zayıf tarafıdır. Fakat bu yanlış fikrin onu, siyasi mücadeleye atıldığı ortamda Kemalizm ve Türk milliyetçiliğiyle uzlaşma ya da işbirliği çizgisinden korumuş olduğunu da söyleyebiliriz. Çayan, ulusal sorun hakkında “Devrimci proletaryanın milli meseleyi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının ışığında ele alması gerektiğini” düşünmektedir. “Her şart altında Misak-ı milli sınırları içinde çözümü” mutlaklaştırmaya karşı çıkıyor ayrıca. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının, ayrılma, özerklik, federasyon vb. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğinin üzerinde durur.
THKO’nun ve THKP/C’nin Kemalizm ve ulusal sorunda görüş ve eylemleri gerçekten de solu felç eden resmi ideoloji ve resmi gelenekten devrimci kopuş başlangıcıdır. İbrahim Kaypakkaya ve kurduğu TKP/ML ise bu alanda köklü bir kopuşa, ileri bir sıçramaya yol açmıştır.
Kaypakkaya’nın yazıları incelenirse, onun görüşlerinin TKP’den 1971’e, özellikle resmi ideoloji Türk burjuva devlet pratiği ile karşındaki bütün ideolojik politik aktörlerin görüşleriyle de hesaplaşma anlamına gelir. Başlangıçta o da Kemalist bir öğrenci lideri, Türk Solu dergisinde bu yönlü yazılar da yazar. TİP’te çalışırken de hemen hemen öyledir. Aydınlık bölünmesinde PDA ve Perinçek saflarına geçer ama eski görüş ve konumlarından kopuş olanağını da böyle yakalar. Kurulacak illegal partinin programı üzerinde tartışmalara katılır; partinin tüm temel tezleriyle mücadele ederek ilerler. Devlet ve devrim, çağ ve emperyalizm, illegal parti ve legal mücadele konularında Perinçek çizgisinin eleştirisini yapar. Perinçek’in bütün temel tezlerini ve politik mücadele çizgisini bir gölge gibi izleyen Türk milliyetçiliği ve Kemalizm kuyrukçuluğunu suçüstü eder. Burada ilk itirazı; Programın “M. Kemal halkımızın ilerici geleneğinin bir parçasıdır” tezinedir. “Milli burjuva” nitelemesinin Kemalizm kuyrukçuluğuna dayanak yapıldığını, ittifaklar siyasetinin böyle oluştuğunu ifade eder. (Kaypakkaya, M. Kemal ve Kemalizm’i komprador burjuva ve toprak sahiplerinin siyasi temsilcisi olarak görür, bu da onun görüşlerinde zayıflatıcı bir unsurdur. Ancak görüşlerinin bütününde bunun çok da önemi yoktur; hatta tıpkı Mahir Çayan’da olduğu gibi, bu yanlışın, onu, pratik politikada devrimci bir çizgide tutmaya yardımcı olduğu bile söylenebilir.)
Kaypakkaya, kurduğu TKP/ML’nin Kemalizm ve milli mesele konusundaki görüşleri, o gün de sonraki on yıllarda da resmi ideoloji ve Kemalizmle, devletçi gelenekle, Türk milliyetçiliği ve şovenizmle köklü bir hesaplaşmanın, sol ve sosyalist hareket üzerindeki etkileriyle mücadelenin ilk metinleridir -Kıvılcımlı’nın tezleri yayımlanmadığı için, böyle adlandırmak yerinde olur. Kürt ulusunun varlığının tanınması, ayrılıp ayrı devletini kurma hakkının ve ulusal hak eşitliğinin ve ulusal mücadelenin her durumda onaylanması anlamına gelir. Bu hakkın kullanılma koşullarının dikkate alınacağını ifade eden Kaypakkaya, ayrılmaya karşı bile olsa komünistlerin zor kullanılmasına şiddetle karşı çıkacağını söyler. Aslında onun meseleye bakışı, henüz yeni yayınlanmış Lenin’in Ulusal Mesele kitabının Kürdistan ve Türkiye’ye uyarlama çabasıdır. TKP’nin ilk programındaki, “egemen millet tekeline karşı” çıkışıdır. Kaypakkaya “tekel” e karşı çıkmanın devamını da aynen Lenin gibi getirecek ve “ezen ulus komünisti ile ezilen ulus komünistinin tutumları arasında fark olması” gerektiğinin altını çizecektir. Devamla; ezilen ulus burjuvazinin ulusal bağımsızlık eyleminin ilerici olacağını ve desteklenmesi gerektiğini ifade eder. Ezilen ulus burjuvazisinin kendi iktidarını sağlamlaştırma eğilimine karşı ise komünistlerin, Kürt işçi ve yoksul köylülerinin sosyalist örgütlenmesi ve mücadelesi görevini vurgular. – Bu eğilimi, ulusal devletlerin kuruluş süreçlerinin bütün örneklerinde izleyebiliriz. Hele de devrim için en elverişli kitle tabanı ve çalışma alanı olarak Kürdistan’ı seçmesi; dahası, “devrimin Kürdistan’da daha erken ve hızlı gelişmesi halinde parti, program ve stratejinin ayrılması gerekebileceği” tezi var ki, sadece 12 yıl sonra başlayan (ve 70’lerde Sol adına kimselerin tahmin edemediği, Kaypakkaya’nın tezlerini sadece ezber metin sayan kendi takipçileri dahil) Kürt ulusal mücadelesinin müjdecisi gibidir. 29. Kürt ulusal başkaldırısı tam da Kaypakkaya’nın hayalindeki gibi, bir gerilla birliğinin iki kasaba baskınıyla başlamıştır (O. Çalışlar’ın Kaypakkaya anısı). Böyle başlayan devrimi teşhis bile edemeyen, “devrimi anlamayan devrimcilik” yanında ne büyük bir öngörü sahibi olduğunu anlayabiliriz.
Kaypakkaya’nın gerek Kürt ulusal sorunu ve gerekse Kemalizm üzerine görüşleri, Türkiye’de bir düşünsel ve pratik dönemin kapandığının kanıtıdır adeta. Ve her üç örgütün ve liderlerinin tutumu ve görüşleri, 70’lerde yaşanan bölünme ve ayrışmalar içinde farklı kulvarlarda ve değişik programlarda ifade edilerek günümüze gelmiştir. Bugün Kürtlerle Türkleri birleştirecek kulvara gelen sol ve sosyalist güçler onların emeğiyle ve Kaypakkaya’nın aydınlatıcı fikirlerinin ışığında geldiler.
70’lerin devrimci atılım yıllarını yaşadık, Kürt ulusal hareketinin doğuşuna, PKK’nin kuruluşuna tanık olduk, 84 Atılımı izledik sadece, 90’lar devlet şiddetini her alanda birlikte yaşadık, infazlardan, cezaevi yangınlarından geçtik; serhildanlar, köy boşaltmalar, faili belli 17 bin cinayet çağından geçtik. Ulusal özgürlük savaşı, barış ve demokrasi çağrılarına yanıt olmayan, olamayan işçi ve emekçi kitleler, sendikalar; özel olarak KESK deneyimi ve nihayet Öcalan’a karşı uluslararası komplo… Hepsinin içinde solun ve sosyalizm güçlerinin tutum ve siyasi çizgilerinde aynı mealde sorunları izlemek ve gözlemek mümkün. Bu başka bir çalışmanın konusu olabilecek kadar geniş bir alan, bu yazının kapsamında giremeyeceğim. Fakat yine de şunu vurgulamalıyım: Türkiye devrimci sol ve sosyalist hareketinin en büyük bölümü, 84 Atılımıyla başlayan Kürt ulusal devriminin ve onun içinde doğan Kürt Kadın Devrimini anlaşılmamıştır. Batı halklarının bu devrimin elinden tutup kendisine taşınmasının sağlanamadığı, buna kafa yorulamadığı, kendiliğinden devrimcilik çizgisinde zamanın aşındırıldığı bir tekrar dönemidir. Türk milliyetçi çizgiden gidenlerse devletin inkar ve imha çizgisine hızla savrulma dönemi olmuştur aynı zaman dilimi.
Devrimci Tarih Birliği
2000’ler, İmralı’da esir edilen Öcalan’ın oluşturduğu yeni barış ve demokrasi çizgisi, demokratik özerklik, komünal yeni yaşam, Kürdistan için Konfederal birlik ve çözüm çizgisinin yayıldığı yeni bir dönem oldu. Kürtlerle Türkler arasında, onların siyasal örgütleri arasındaki ilişkilerin yeniden yeni platformlarda kurulduğu/ kurulacağı bir dönem oldu.
Kürt siyasetinin demokratik siyaset alanında serpilip Batı’daki halkları etkilediği, umutların ve barış beklentilerinin çoğaldığı zamandı. “Çözüm ve Müzakere” çalışmalarının olduğu, Rojava devriminin dünyayı ve Ortadoğu’yu derinden etkilediği zaman… Kürt sorunundaki tutum, düne göre daha yumuşadı, Kürt Özgürlük Hareketine yaklaşım işçi ve emekçi sendikalardan başlayarak giderek olumlu bir rota izledi. Barış ve demokrasi cephelerine Türkiye devrimci ve sosyalist hareketin katılımı bu süreçte başladı. Gençler tarafından Yeni Zap köprüsü bu zamanda kuruldu. Türk emekçi halkların evlatları Kürt özgürlük mücadelesinde ikirciksiz can vermeye bu zamanda başladı. Mücadelenin bütün alanlarında Kürt Hareketiyle iş ve eylem birliği, cephe siyasetini gelişmesi, Türkiye içinde de yankısı büyük oldu. Bütün bunlar devlet terörünün eşliğinde oluyor ve esasen Kürtler kendi başına kalıyor. Rojava Devrimini birlikte savunanların da mecalsiz kaldığı günlerde Sur, Cizre bodrumlarında, Kürdistan kentlerinde kayyımlı rejimlerin yerleşmesi önlenemedi. Bunun sorumluluğunun önemli bir bölümü de hiç kuşkusuz yine Türkiye devrimci, sosyalist hareketine, demokrasi güçlerine işçi ve emekçi örgütlerine düşüyor.
Her şeye karşın bugün geldiğimiz durak çok önemlidir. Türkiye devrimci hareketinin önünü açan 1971 devrimci çıkışını ve liderlerini Kürt özgürlük hareketinin ilk kurucularını buluşturan devrimci demokrasi çizgisi ile önemli mesafeler kat edilmiş durumdadır. Bu yol, demokratik siyasette devrimci demokrasi yolu, HDK ve HDP çizgisi dünyanın deney hanesine büyük kazanım olarak geçmektedir. Bugün HDK ve HDP, içindeki ve çevredeki güçleriyle özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik birliğidir. Sadece Türkiye ve Kürdistan sathında da değil, dünyanın hemen tüm ülkelerine ve halklarına, emekçilerine ve aydınlarına kadar yayılmış bir güç, ses, eylem ve düşünsel en ileri hattır. Bu gelişmenin motoru hiç kuşkusuz 40 yıldır mücadeleyi her cephede, büyük bedeller pahasına sürekli kılan Kürt Özgürlük Hareketidir. 71’deki ilk kopuşu kendisine rehber alarak Kürt sorununda enternasyonalist tutuma ve emekçi çözüm programına ulaşanlar, Kürt ulusunun özgürlük mücadelesiyle birlikte, Kürt halkıyla kardeşlik çizgisinde yollarına devam ediyorlar.
Türklerle Kürtlerin, hatta Ortadoğu’nun, dünya halklarının devrimci tarih birliği kurulmuştur. Buradan geri dönüş yoktur artık. Tarih buradan ilerleyecektir, umut ve gelecek burada. Bugün, binlerce üyesi yanında yönetici, öncü kadroları esir edilmişken kendini yeniden yeniden üreten HDP’nin 4. Kongresi’nin görkemine, coşkusuna; çok ulusluluğuna, çok cinsiyetciliğine, olağandışı çeşitliliğine bakarak bile bunu söyleyebiliriz.
Yoruma kapalı.