Düşünce ve Kuram Dergisi

Cinsiyetçi Ve İktidarcı İlişkilerden Özgür Eş Yaşama

Elif Kaya

Feministler, “Ataerkil düzende barış, kadına yönelik savaştır”der.[1]

Çünkü içinde cinsiyetçi ilişkileri barındıran ve kadını erkeğin her türlü sömürüsüne açık tutan ataerkillik, savaşın esas sebebidir. Ataerkillik, en başta kadınla, yani özgür toplumla savaşım halindedir. Hâkimiyet savaşının olduğu yerde barıştan söz edilemeyeceği gibi, oluşacak olan barış da erkeklerin kadın karşısında kendi aralarında yaptıkları bir uzlaşıdan öteye gitmeyecektir. Öcalan, “Kadınla erkek arasındaki ilişki kavranmadan, hiçbir toplumsal sorun ne yeterince kavranabilir ne de çözümlenebilir” der. Cinsler arası ilişkilerin toplumsal sorunlardaki bu kilit rolünün tespiti, sorunun mülkiyetçi, cinsiyetçi, iktidarcı ve sömürücü karakterin- den azat edilemedikçe; toplumsal barış ve özgür yaşam gerçekleşemez. Çünkü binlerce yıl insanlığı yıkıma, savaşa ve acımasız sömürüye götüren yapının ilk kötülük tohumları bu zeminde atılmış ve daha sonra tüm toplumsal yapılara içerilmiştir. Bu nedenle ilk çözümlenmesi gereken alan cinsler arası ilişkiler konusudur.

Biliyoruz ki, eş yaşam; doğada pek çok canlıda (eşeysiz üreyen tek hücreliler hariç) olduğu gibi insan ilişkilerinde de tarihsel süreç boyunca hep olagelmiştir. Bir anlamda üremek, soy sürdürmek kendini yeni nesillerde yaşatarak ölümsüzleşmeyi ifade eder. Doğanın doğal döngüsünde ölüm ve doğum birbirini bütünleyen ve yaşamın akışını sağlayan birer olguyken; her varlığın yaşamının özü kendini gerçekleştirme yani özgür olma istem ve arayışıdır. Evrende atomun bile özgürlüğe özgürlük eğilimi varken; peki nasıl oldu da kendilerini evrenin en zeki varlığı sayan insanlar yaşamın doğal bir süreci üzerinde bunca köle ilişkiler üretebildiler? Eş-yaşam ilişkileri tarihin hangi aşamasında, hangi faktörlerin gelişimiyle kırılmaya uğradı? Bu kırılmadan kadına kölelik rolü biçilirken “efendi erkek” özgürlüğünü koruyabildi mi? “Erkek aklın” bir yaratımı olan mülkleştirici eş yaşam ilişkilerinden özgür eş yaşama geçiş mümkün mü? Konuya girişte benzer pek çok soru sorulabilir.

 

‘İlkel’, Doğal, Ahlaki ve Özgür İlişkiler

Tarihsel araştırmalar ve antropolojik bulgular ortaya koymuştur ki, uygarlıkların gelişmesinden önce yani “erkek aklın” hükümranlığı kurulmadan önce toplum anne etrafında komünal bir yaşam sürmekteydi. Cinsellik yaşamın merkezine konulan bir faaliyetten ziyade, doğal döngüsünde gerçekleşen, yaşamın devamlılığını sağlayan doğal bir aktiviteyi ifade etmektedir. Burada esas olan grubun doğayla uyumlu komünal yaşamıdır. Cinsel birliktelikler bugünkü “ahlak” normlarının çok ötesinde özgürlükçü ve ahlaki ilkeye sahiptir. Aile kurumu adı altında yaşanan her türlü ikiyüzlü ahlaki tutum ve iktidar ilişkilerinden uzak; ortaklaşmacı, özgür ilişkiler yaşanır. Toplumsallaşmanın kadın etrafında geliştiği bu dönemde ne iktidar, ne hiyerarşi, ne de mülkiyet ilişkilerine rastlanır. Ananın soy zincirinde çocuklar tüm kabilenin çocukları sayılır. Bu anlayışla korunup, büyütülür. İnsanın kendine, bedenine, emeğine yabancılaşmadığı bu dönemde cinsel birleşme doğayla uyum içinde olup bağımlılıktan, mülkleştirmeden uzak yaşamın sürekliliğini ve dengesini sağlama amacındadır.

Belki bu gün cinsler arası ilişkilerin özgürleştirilmesinde yüzümüzü çevirmemiz gereken yer insanlığın bu tarihi deneyimidir. Ancak biliyoruz ki, insanlık on bin yılı aşan tarihsel gelişimiyle ele alınmadan doğru tanımlanamaz. Bunca gelişime rağmen o günlere tekrar dönülemeyeceğine göre, özünü anlamak, “erkek aklın” yabancılaştırma serüvenine girişmeden önceki insanın doğal hallerini tanımlamak önemli olmaktadır. Cinsiyetçi, iktidarcı, hiyerarşik, mülkiyetçi dünyanın ötesinde eşit, özgür bir yaşamın olduğunu bilmek; özgür geleceğin inşasında bize önemli ipuçları sunuyor.

Peki, ne oldu da insan tarihin şafağında özgür, komünal yaşamdan kopartılıp cehennemin içine atılırken önceki yaşanmışlıklar cennet ütopyasına dönüştürülüp ahirete sürüldü? Bu cennet yaşamı gasp eden kimdi? Oğulun analık kültürüne ihaneti lanete dönüşmeyecek miydi?

 

Ataerkil Sistemin Başlangıç İlkesi; Tecavüz
Kuşkusuz insanlığın binlerce yıllık gelişimiyle oluşan “Ana kültürü” bir çırpıda ortadan kalkmamıştır. Grup halinde evlilikten tek başlı evliliğe geçmeden iki cinsin belli oranda gücünü koruduğu “iki-başlı evlilik” süreci yer alır. Kadın giderek güç kaybederken, erkeğin güç kazandığı bu dönemde Analık hukuku hala belli oranda gücünü korumaktadır. Erkek, avcılıktan edindiği “zor” deneyimini kurnazlıkla buluşturarak kadının üretim gücünü ele geçirmede araç olarak kullanmış ve cins ilişkilerindeki dengeyi kendi lehine çevirmiştir. Bu dönemde sadece yiyeceğin değil aynı zamanda kadınlarında gasp edildiğine tanık oluyoruz. Saldırı düzenlenen köylerde erkekler öldürülürken; kadının tarımdaki üretkenliği ve doğurganlığıyla yeni köleleri üretme kapasitesi onların evlenmek ya da başka köylere satılmak suretiyle kaçırılmasının nedeni oluyor. Erkeğin kadın üzerindeki köleleştirme faaliyeti oluşum halinde olan aile kurumuna tüm özelliklerini verdiği gibi tüm toplumsal mekanizmalarda da bunun izine rastlamak mümkündür. Bu süreç, erkeğin cins olarak köleleştirdiği ve ilk birikimin kadın emeği ve bedeni üzerinden sağlandığı bir süreçtir.Bu kendisiyle birlikte özel mülkiyeti ve bununla bağlantılı olarak da tüm kötülükleri yeryüzüne çağıracaktı.Kadın kutsallıklarından arındırılıp, emeği üzerinde erkek iktidarı yükselirken cinsel metaya dönüştürülecek ve bununla bağlantılı özgür yaşam cennet imgesiyle ahirete ulaşılan yer mertebesine dönüşecekti.Sümer ve Grek mitolojisinde bu dönemin cinsler arası ilişkileri yansıtan çok sayıda örneği var.Tanrısal gücü giderek kendinde yoğunlaştıran Enki-Zeus, taciz ve tecavüzleriyle tüm tanrıçaları gücünden düşürmeye, zavallılaştırmaya çalışırlar. Böylece onların yaşam alanlarını daraltıp, denetimlerine alma çabasındadırlar. İnanna kısmen gücünü koruyor olsa da şikâyetçi, “dırdırcı” olmaktan öteye gidemeyen zavallı bir pozisyondadır.

Tecavüz, erkeğin bir edimi olarak erkeğin “erk”le buluştuğu dönemden bu güne tüm yaşamsal alanlarda, ev içi, ev dışı kadını işgal etme, ele geçirme ve iradesini teslim almanın bir yöntemi olarak kullanılmıştır. Kadını korku ve savunmasızlık pozisyonuna sürüklemenin, beden üzerinde tahakküm kurmanın, itaate zorlamanın en aşağılık ve onur kırıcı yöntemidir bu. Tecavüz sadece bir erkeğin bir kadına dönük edimi olmayıp, “tüm erkeklerin tüm kadınları korku içinde tutmalarını sağlayan bilinçli bir sindirme sürecidir.”[2] Bunun dil ve kültürel yapıdaki kodlamalarıyla tecavüzün etkileri süreklileşen bir hal alır. Kamusal alan korku mekânına dönüştürülürken, kadının etrafında korkudan inşa edilmiş duvarlar yükseltilir. Evlilikte ise tecavüz, erkeğin kendine ait mülkü üzerindeki tasarrufu olarak görüldü. Son yıllara kadar da yasalarda evlilik içi tecavüz suç olarak tanımlanmıyordu. Bu bağlamda, ataerkil zihniyet yapılanmasıyla şekillenen evliliklere, süreklileşen tecavüz edimleri demek abartılı olmayacaktır. Çünkü “ilk gece”de gücünü ispatlamaya şartlandırılan erkek, evliliğe ilk adımını tecavüzle atar. Tarihsel süreç boyunca kadın ile erkek arasındaki ilişkiler bu minvalde zora ve ele geçirmeye dayalı olarak devam etmiştir.

Mitolojik söylencelerde tecavüz olgusunun bu kadar sıradanlaştırılması ve tanrısal bir hak ve pratikmiş gibi sunulması ataerkil sistemde tecavüzün başlangıç ilkesi olmasıyla bağlantılıdır. Bu durum iki cins arası bir olgu olmayı aşmıştır. Cinsiyetçilik, ataerkil sistemin özgürlük değerlerini tecavüze uğratarak bunu tüm topluma dayatmasıyla, toplumsal sorunların ana kaynağına dönüşmüştür. Bunun üzerinden baskı ve sömürü mekanizması kurumsallaştırılmıştır.

 

Mülkleştirmenin Alçalttığı Kadınlık ve Erkeklik

Analık hukukunun tümden gücünü yitirmediği geçmiş dönemde, erkek, tahakkümünü ve iktidarını geliştirip, kurumsallaştıracak bir yapılanma arayışına girer. Bunda kuşkusuz özel mülkiyetin erkek elinde birikmesi ve iktidarını süreklileştirmesi için soy zincirini babadan başlatma gereği belirleyicidir. Özel mülkiyet olgusu sadece kadını değil, çocuğunda mülkleştirilmesini; üzerinde iktidarın yükseldiği biz zemine dönüştürülmesini tetikler. Babalık hukuku; bir anlamda mülkiyet ilişkilerinin, dolayısıyla yaratılan tüm hiyerarşiye iktidar yapılanmalarının babadan oğula devredilmesidir. Annenin belli ama babanın belli olmadığı durumlarda bu devri sağlamak mümkün olmadığından; nesebi kesinleştirmenin çıkar yolu tek-eşli evlilikleri geliştirmek olur.Böylece kadın, emeği kadar erkek hapishanesine adım adım sürüklenir.Kuşkusuz tek-eşli evlilikte, tek eşliliğe mahkûm kılınan ve cinselliği kontrol altında tutulan sadece kadındır.Yoksa uygarlık tarihi kadar eski olan genelev işletmeciliğini, sayısız fuhuş evlerini nereye koymak lazım? Ataerkil sistem kendi amaçları doğrultusunda kadınları iki kategoriye ayırıp; birini “iffetli” kisvesi altında özel alana kapatmakta, birini fahişe ya asıyla damgalayıp her türlü zevk ve haz nesnesine dönüştürüp toplumsal alandan uzak yerlerde konumlandırmaktadır. Birincisi; soy sürdürücü anne, sadık eş, söz-eylem-düşünce gücünden düşürülmüş itaatkâr köle; diğeri ataerkinin ürettiği tüm riyakâr ahlaki normları tiye alan ama kendisini erkeğin zevk ve sömürü nesnesi olmaktan çıkaramayan fahişe. Sonuçta her ikisi de kamusal alandan sürülmüş, hem cinsleri arasındaki ilişkilerde yalıtılmış durumdadırlar. Böylece ataerkil sistem her alanda kendini örgütlerken; kadınları kategorize edip, yalıtarak güçten ve iradeden yoksun bırakmıştır. Sonuçta iki kategorinin de ataerkil sistem nezdinde durdukları yer aynıdır; efendisinin hizmetinde olan sadık köleler! Bir farkla, biri şahsa mahsus diğeri genele hizmet etmekle görevlendirilmişlerdir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi tek eşlilik sadece kadına dayatılan bir durumdur. Çünkü erkek evin dışında her türlü hovardalığı yapmayı hak ve “erkekliğinin” bir gereği sayar. Bir yandan kadını bu kadar düşüren erkek, geliştirdiği “erk”le bir anlamda kendi insan özünü de vurur. “Kadınların alçalmasının öcü, erkeklerin de alçalmasıyla alınmış oldu.”[3] Kadının insan bile sayılmadığı Antik Yunan’da gelişen oğlancılık pratiğiyle kadının “alçaltılan” statüsü tüm topluma dayatıldı. Cinsellik “erk”in-iktidarın bir parçası haline getirilip boyun eğdirmenin, erkekliği kışkırtıp hâkim hale getirmenin bir aracı haline getirildi.Buradan da anlaşılacağı üzere cinsellik iki kişiyi ilgilendiren bir durum olmaktan çok; toplumsal aktörlerin güç ilişkilerinin müdahil olduğu genel bir döneme evrilmiştir.

 

Küçük ve ‘Büyük Erkeğin’ Kıskacından; ‘Evcil Köle’

Tek-eşlilik aile tanımlamasında ifadesini bulur. Kuşkusuz aile sadece karşı cins ilişkilerinin buluşmasını ifade etmez. Merkezinde beslenmenin, barınmanın ve üremenin rol oynadığı toplumsal örgütlemenin bu en küçük birimi aynı zamanda toplum ve devlet yapılanmasının bir minyatürü gibidir. Tüm toplumsal çelişkileri, iktidarcı ve mülkiyetçi çatışmaları içinde barındırır. Evlilik iki cinsin uzlaşmasından öte kavga ve çatışmaların açığa çıktığı alan olmuştur hep.Bu nedenle erkek iktidarının hüküm sürdüğü aile ilişkilerinde gerilim hâkimdir. Bu iktidarcı ilişkide; devlet için kral neyi ifade ediyorsa aile içinde de baba eş role sahiptir. Aile reisinin karşısına kadın ve çocukların pozisyonu ile kral karşısında toplumun pozisyonu aynı şeyi ifade eder. Özel mülkiyet, aile ve devlet üçlemesi zamandaş ve bu yönüyle birbirini koşullar özelliktedir.

Familya (aile) sözcüğü Romalılarda yalnızca köleler için kullanılan bir sözdür. “Familius” evcil köle anlamına gelir ve familia, bir tek adama ait bulunan kölelerin bütünü demektir.”[4] Aile kavramı günümüzde de Romalılardan devraldığı tanımlamayı da özü itibariyle kurar. Erkeğin aile içindeki bu statüsü son yıllara kadar yasalarla güvence altına alınmıştı. Erkek aile reisi olarak tanımlanıp, onun rızası ve onayı olmadan kadın kendi hakkında karar alamaz durumdaydı.(örneğin; eşinin rızası olmadan çalışamaz, kamusal alana açılamazdı.) Kadın, evlenmeden önce baba, evlendikten sonra kocanın vesayeti altındadır.

Sadece “küçük erkeğin” değil, aynı zamanda “büyük erkeğin” (devletin) de ittifakı ve müdahil olmasıyla birlikte aile yapısı korunup, güçlendirilir; eş-yaşama şekil verilir. Aralarında ittifak rol paylaşımı vardır. Erkek özel alandan sorumlu kılınırken, kamusal alanın da düzenlenmesini devlet üstlenir. Ama bu iki alanın da öznesi erkektir. Erkeğin ihtiyacı kadına yaklaşımda, bedeni üzerinde politika geliştirmede belirleyicidir. Bazen kuluçka makinalarına dönüştürülür, bazen doğurganlığı lanetlenir. “büyük erkek” nüfusunun fazla olduğunu düşündüğünde doğum kontrol yöntemlerini devreye koyar, çok çocuk doğurmanın cehaletle bağını kurar, hatta çok çocuklu olanları kamu hizmetlerinden yararlandırmayarak cezalandırır. Kâr için insan emeğine ihtiyaç duyduğunda ise doğurganlığı yüceltir. Çocuk başı kamu yardımı, bekârlığın yasaklanması-itibarsızlaştırılması, evlenenlere prim ödenmesi, kürtajın yasaklanması gibi pek çok politikayla “kadın bedeni, özellikle cinselliklere ve üreme kapasiteleri üzerinde erkek kontrolünü”[5] oluşturmaya çalışırlar. Kadının kendi bedeni üzerinde söz söyleme hakkı elinden alınır. Çünkü özü itibariyle o kendisine ait değil, baba ya da kocaya ait bir mülktür. Devlet bu zihniyet yapılanması üzerinden şekillenmiştir. Mitoloji, din hep bunu öğütlemiştir. Yasalar ise bunun kurallarını ortaya koymuştur.

Erkeğin evliliği cinsel olarak onu bağlamaz. Özel ve genel evlerin kapıları ona sonuna kadar açıktır. Bu faaliyetinden dolayı eşini aldattığı suçlamasıyla karşılaşmaz. Ancak aynı erkek evli ya da evli olmayan başka bir kadınla cinsel birliktelik yaşayınca “zina” suçlamasıyla yasa karşısında suçlu pozisyonuna düşer.(Kadın içinde aynı suçlama geçerli). Ancak burada söz konusu olan “erkeğin ilgilendiği kendi statüsü değil, ilgilendiği genç kız ya da kadının statüsüdür; erkeğin suçu esas olarak o kadın üzerinde iktidar olan erkeğe yöneliktir.”[6] Devletin buradaki rolü iki erkeğin hâkimiyet sınırları çatıştığı durumda kural koyucu olarak çatışmaları giderme ve “mağdur” edilen erkek adına hesap sormaktır. Kadınların hakları ve mağduriyetleri söz konusu bile edilmez. Çünkü onları özne olarak ele alma durumu yok. Başka bir ifadeyle bir erkeğin başka bir erkeğin mülkiyet sınırlarını ihlaliyle ilgilidir.

 

Cinselliğin Araçsallaşması; Ahlakın Çöküşü
Uygar eş yaşamlar çift başlı ahlak kuralları içerir: Kadını kocanın istek ve arzularına sabitler, erkeği sınırsız özgür kılar. Bu aslında toplumsal ahlakın çöküşünün ifadesidir. Ayıplama-kışkırtma, kapatma-sınırsız açma, günah-sonsuz haz gibi cinselliğin bir yandan ayıp, günah, mahrem kalıpları içerisinde baskılanması, doğal yaşamın ötesinde konumlandırılması, diğer taraftan genelev kültürü, pornografi, erotik-şov vb. ile süreklileşen bir cinsel açlık, tahrik ve asla tatmin olmama durumu yaşanmaktadır. “İffetli” kadınlar birinci kısımda konumlandırılırken, erkekler her iki karşıt alanın sonsuz müdavimidir. Ahlakın bu çöküş durumu cinselliğin metalaşmasına ve bir ticaret alanına dönüşmesine yol açmıştır. En büyük sermaye kadın bedeninin satışıyla elde edilir. Oysa “ahlaki kişi, vicdan sahibi ya da öznedir.”[7] Vicdanını yitiren erkek, nesneleşen kadın ahlaki olmaktan uzaktır. Eş yaşam ilişkisinde kadına görünmez duvarlar çizdiren, itaat, sadakat aşılayan önemli kavramlardan biri de namus kavramıdır. Namus bir anlamda eril ahlaksal yapıyla paralel giden ama daha çok erkek-kadın ilişkileri sınırında seyreden ve mülkiyet ilişkisini belirginleştiren bir kavramdır. Pratik uygulamada nedense sadece kadınlar için tasarlanmış gibidir. Kadın erkeğin çizdiği sınırlar içinde “namuslu” olurken, bu sınırların ihlali halinde sınır bekçisi-erkek tarafından “namussuz” olarak ya alanıp ölümle cezalandırılabiliyor. Kadın cinayetleri büyük oranda namus saikiyle öldürülmemiş olması, bu kavramın kadına erkeğin tuzağı olduğunu gözler önüne seriyor. Namus; yasa ise, kadınlar erkeklerin yasasıyla değil, kendi yasalarını oluşturup, yaşama oradan bakmak zorundadır. Tecavüzü zihniyetin namus anlayışı özgürleştirmez; öldürür, öldürüyor.

Cinsler arası cinsel ilişkiler salt iki bireyi ilgilendiren konu olmaktan çoktan çıkmış, doğal özelliğini yitirmiştir. M.Foucault’un dediği gibi “söz konusu olan, toplumun beden ve cinsellik üzerinde uğradığı iktidar türüdür.”[8] Ve bu iktidar her gün kadını katlediyor, erkeği katilleştiriyor.

 

Dünya Ölçeğinde En Büyük Savaş: Aile İçi Şiddet
Uzlaşmaz çelişkileri bir arada tutmanın önemli araçlarından biri olan şiddet, eş yaşamın sürdürülmesinde ilk günden bu yana en büyük araçtır. Boyun eğdirmenin, itaate zorlamanın ve üretim kapasitesine el koymanın en yaygın yolu aile içi şiddet olmaktadır. Erkek için şiddet kendini ispatlama ve kabul ettirmenin en güçlü silahıdır. İktidar ilişkileri doğaları gereği çatışmalıdır ve güç merkezlidir. “Efendilik” kölenin omuzlarına basmakla ancak yükselir. Şiddet şimdiye kadar en çok kadınları hedefi edi ve istatistikleri sağlıklı tutulmamış olmakla birlikte en büyük cins kırımını kadınlar yaşamıştır. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki şiddet sadece kadınları değil, dönüp uygulayıcısını da vurma eğilimindedir. Çünkü bu sistem boyun eğdirilecek uysal kadını yaratmak kadar, iktidar gücünün temsiliyeti için erkeği de hep daha fazlasını yapmaya, daha sert ve şiddet yanlısı olmaya zorlamaktadır. Son yıllarda karısını öldürdükten sonra kendisini öldüren koca vakaları vahameti ortaya koymaktadır. Ve eşler arası yaşananın doğal cinsel birliktelikten öte iktidar yapılarının tümü olduğunu gözler önüne serer niteliktedir.

Cinsler arası doğal ilişkilerin katledilmesiyle birlikte trajik aşkların tarih sahnesine çıktığını görüyoruz. Bir anlamda siyasal, toplumsal engellerden dolayı buluşamayanların masalıdır bu aşklar. Ulaşılamaz ama hep hayali kurulan bir kavuşma anıdır. “Neden mutlu sonla biten bir aşk masalı yok? “ diye kimse dönüp sormaz. “Evliliğin aşkı öldürdüğü” vurgulanır. Ama yaşanan aşklarda mevcut evlilikleri aşan buluşmalar nasıl olabilirin cevabı verilemez. Çünkü cevap beş bin yıllık ataerkil sistem ve aile yapılanmasını alaşağı etmek demektir. İktidarın, mülkiyetçiliğin, cinsiyetçiliğin yansımasını bulduğu eş yaşamlarda aşk ölür; kadın erkeğe düşman, erkek kadının cellâdına dönüşür. Kendisi olamayan, benliğine yabancılaşanın aşkı nasıl olabilir? Aşkın olmadığı birliktelikler en kötü cinsellikten öteye gitmediğinden ilişkilerdeki saygı, sevgi erken tükenir.

 

Özgür Bir Yaşam İçin; Özgür Eş Yaşam

Tüm bunlardan yola çıkarak ne yapmalı, özgür-eş yaşam ilişkilerini nasıl yaratmalı? Konunun başındaki anlatımlardan ortaya koyduğumuz gibi eş yaşamda özgürlük ilkesinin ihlaliyle gelişen sorunlar tüm topluma yayılmış ve toplumsal sorunların kaynağına dönüşmüştür. Mevcut toplumsal yapıyı değiştirmeden; iktidarcı, hiyerarşik, mülkiyetçi, cinsiyetçi ilişkiler aşılmadan özgür-eş yaşamı geliştirmek mümkün olamaz. Çünkü eş yaşam bu olguların tecavüzü altında kölelik ilişkileri üretmekte ve bu haliyle daha fazla devam edemez durumdadır. Yaygın boşanmalar, kadın katliamları bu kaosun dışavurumudur. Çünkü mevcut eş yaşamlar özgür iki cins arasında gerçekleşen bir ilişki olmanın ötesinde toplumsal bir inşadır. Toplumsal zihniyet ve sistemsel yapıda köklü değişimler gerçekleştirmeden denenen her girişim akamete uğrar. Tarihsel süreç boyunca bunun arayışı ve denemeleri yok değildir. Ama maalesef alternatif olacak, başarılı bir model oluşturulamadı. Özellikle sisteme köklü eleştiriler geliştiren feminist hareket bile eş yaşam ilişkilerinde sistemin etkilerini aşan alternatif bir modeli oluşturmaktan henüz uzaktır. Çünkü toplumsal yapının bir bütün değişimini hedeflemeden onun zihinsel ve kurumsal silahlarını etkisizleştirmeden bu alanda yapılan her deneme savunmasız ve başarıya ulaşmaktan uzak kalır. Toplumsal cinsiyetçilik kodlamalarının tüm yapısal mekanizmalarda hâkim olduğu bir ortamda ne kadının özgürlüğünden ne de cinsel bir meta olma pozisyonundan çıkmasından bahsedilebilir. Bu nedenle işe kesinlikle sosyalist bir zeminde demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü, komünal bir toplum hedefiyle başlamak gerekir. Eşitlik ve özgürlük bu toplumsal zemin üzerinde mümkündür.

Mülkiyetin, iktidarın, hiyerarşinin olduğu zeminlerde kadının eşitliği ve özgürlüğünden bahsedilemez. Bunun için, işe kadın özgürleşmesini merkezine alan bir paradigmayla başlamalıyız. Kadın özgürlüğünü öncelemeyen hiçbir toplumsal paradigma başarılı olma şansına sahip değildir.

Özgür-eş yaşam ancak ahlaki-politik toplumla mümkündür. Hegemonyanın yaşam bulduğu zeminlerde öncelikle ahlaki yapı çöker, politika yara alır. “Kadınla yaşamın, erkek egemen iktidar olgusundan kurtarılması gerekir.”[9] Yani kadınlar nesne konumundan çıkarılıp, özne olmalıdır. Özne olmayanın, kölenin ahlakından bahsedilemez. Bu özgür olmanın gereğidir. F.Berktay’a göre “özgürlük, insanların ve şeylerin kendileri olmasına izin verir.”[10] Bir anlamda kendisinden başka kimseye ait olmama durumunu ifade eder. Yani “XWEBÛN” olabilmektir. Bu aynı zamanda tanrısal bir ilkedir. Farklılıklarıyla özgünlükleriyle kendini ortaya koyma gücüdür. Bunu M.Mies “otonomi” kavramıyla tanımlar.“Otonomiyi, en derin öznelik ve özgürlük alanı olarak yorumlar.[11] Kendini gerçekleştirme gücünden yoksun kişiler özgür ilişkileri değil, köle ilişkileri üretirler. Oysa özgürlüğün temel ilkesi kendin olabilmektir.

Ve bununla bağlantılı bir diğer önemli nokta tarihsel deneyimden çıkarılan derslerin de ışığında kadının her koşulda öz savunmasını güçlü tutma gereğidir. Kendin olabilmek, tüm saldırılar karşısında öz benliğini koruyacak üzerindeki tekilliğiyle gerçekleştirilmiştir. Doğadaki her canlı gibi kadın da kendini “erkek aklın” insafına terketmemeli, öz savunmasını geliştirmelidir. Aksi ise her çabanın hüsranla sonuçlanmasıdır.

Kuşkusuz köle kadın kadar hegemonik erkeğin özgürlüğünden de bahsedilemez. “Hegemonik erkeklik ancak ahlakın çöküşüyle gerçekleşir.”[12] Ve erkek de kendi yarattığı iktidarcı, cinsiyetçi yapılanmaların kölesi konumundadır. Bu nedenle erkeğinde hegemonik yapıdan arınıp, yalın insan, özgür insan olma sorunu ivedilikle ele alınması gereken önemli bir konudur. Özgür-eş yaşam tüm hegemonik yapılanmaların dışında doğal, özgür bireylerle mümkündür. Köklü değişim-dönüşüm hedeflenmeden, verili kadınlık ve erkeklik halleriyle mücadele etmeden özgür-eş yaşam geliştirilemez, özgür olunamaz.

Sonuç olarak; özgür-eş yaşam kuşkusuz çok daha geniş ve kapsamlı bir konudur. Konumuz itibariyle daha çok gerekliliğini ortaya koymaya çalıştık. Belirtmek gerekir ki toplumsal sorunların fay hattı eş yaşam ilişkilerinden geçmektedir. Özgür toplumu hedefleyen her hareketin başlangıç noktası eş-yaşam ilişkilerini özgürleştirmek olmak zorundadır. Kadının kaybedişi ile toplumun kaybedişinin zamansallığı ve bu andan itibaren gücün-iktidarın tanrılaşıp kötülüklerin yeryüzüne yayıldığı tespitiyle, kadın özgürlüğünü toplumsal sorunların aşılmasında anahtar olarak ele almak önemlidir. “Toplum özgürleşirse kadın özgürleşir.” Tespitinin yanılgılarını Reel Sosyalist deneyimde çok derin yaşadık. Tam tersi kadın özgürleşmeden toplumun özgürleşmeyeceği tüm yakıcılığıyla ortadadır. Kadın özgürleşmesinde en temel halkalardan biri ise eş yaşam ilişkilerinin özgürleştirilmesidir. Bu, kadın kadar erkeğin ve dolayısıyla toplumun özgürleşmesini ifade eder.

 

 

[1] Maria Mies, Ataerki ve Birikimi, Dipnot Yayınları
[2] R.W. Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, s.87
[3] F.Engels, Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Temeli, s.70
[4] Age, s.63
[5] Maria Mies, age, s.73
[6] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, s.227
[7] Fatmagul Berktay, s.101
[8] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, s.42
[9] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 5, Amara Yayıncılık, 2015
[10] Fatmagül Berktay, s.74
[11] Maria Mies, age, s.98
[12] Abdullah Öcalan, age
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.