Düşünce ve Kuram Dergisi

Devlete Muhtaç Olmaktan Çıkmak

Aslı Doğan

Devletin topluma olan yeterliliğini ve yetersizliğini anlayabilmek için düşüncelerimizi biraz da ‘muhtaç ve muhtaçlık’ kavramlarına yöneltebiliriz. Muhtaç olmayı doğuran nedir diye sorduğumuzda, ihtiyaçların karşılanmaması ve başkasının karşılamak zorunda kalmasıdır. Buradaki ‘başkası’ ve ‘zorunda’ kavramları devletin toplum üzerindeki tahakküm şifreleridir. Devletin uzun geçmişi bizlere, bu şifrelerin çok karmaşık ağlarla örüldüğünü gösteriyor. Devletin, kutsallıklarla sarılıp sarmalandığı, toplumun rızasına dayanmadığı, ben merkezci ve iktidar güdüsü ile fiziki ve kültürel soykırımlar yaptığı, ekonomik araçlarla emeği değersizleştirdiği bilinen en çarpıcı yönleridir. Bilinen bu çarpıcı yönler ulus-devlet zihniyetiyle daha da katmerleştirildi. Devletin hakimiyetindeki ortak uluslar mozaiği yerine, tek bir ulus modeli oluşturuldu. Bu modelin ideolojisi; milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik ve bilimciliktir.

Devlet karşısında “devletsizlik” söylemleri, hep aynı kaygıların polemik sınırlarında kalmaktadır. Ulus devlet tarafından yaratılan “devlet baba” kutsallığı, güvenlik fobisi ve devlet kapısında iş tutma gibi kaygılar, toplumu ve bireyleri devlete sarılmaya sürüklemektedir. Bu inandırılmışlık ve biat kültürü adeta sahipsiz kalma korkusuna götürüyor. Yine devletsizlik bağlamında devleti yıkmak ama yerine bir şey koyamamak da toplumların yararına olmadığı, “zamanla çürümeye yol açtığı” söylenen gerçekliklerden biridir. Neticede bu devletli ve devletsiz hallerin, toplumun ihtiyaçlarına cevap olmadıkları yüksek sesle dile gelmektedir. Tam da bu noktada çarpıcı olan, toplumun sorunlaşan ve hastalıklı yönlerini tedavi etmekten ziyade “devlet tedavisinin” ağırlaşan hastalıkları daha da kötüleştirdiğidir. Yenilik ve restorasyon adına girişilen hamlelerde ise, zamanı ve durumu kurtarmaya dönük olduğu, toplumların ihtiyaçları, refahlarına ilişkin özde bir değişim yenilik yapılmadığı çokça ifade edilmektedir.

 

Devletin bireyle ilişkisi bağlamında, Proudhon’un

Devletin “İş rahatsızlıkları” tanımı, devletin sistematik sömürü ağını açıkça gözler önüne seriyor: “Kamu menfaati bahanesiyle ve umumi çıkarlar adına kullanılmak, tekelleştirilmek, gasp edilmek, sıkıştırılmak, aldatılmak, soyulmak demektir; ve daha sonra da en ufak bir direniş gösterildiğinde veya en ufak bir şikayette bulunulduğunda baskı altına alınmak, cezalandırılmak, boğulmak, hapse atılmak, yargılanmak, vurulmak, karalanmak, tacize uğramak, takibe alınmak, dövülmek, sınır dışı edilmek, satılmak, ihanete uğramak demektir; ve hepsinden daha kötüsü alay edilmek, dalga geçilmek, eğlenilmek, rencide edilmek, onuru kırılmak demektir. Bu yönetimdir. Bu onun adaletidir. Bu onun doğruluğudur.” Proudhon’un bu kavrayışı insanı devlet gerçekliği karşısında nefessiz bırakıyor. Peki, tüm bunlar karşısında nelere muhtaç kılındığımızın farkında mıyız?

Devleti bu kadar kamu yararının dışına çıkaran nedir? Eğer amaç, “Hizmet” ve “Koruma” ise, bu kadar kriz ve kaos neyin nesidir. Kriz ve kaosların nedenleri, ulus devletin ideolojisi ve kendini pratikleştirdiği kavramlardır. Ulus devleti sorgulayıcı ve alternatifli bir karşılaştırma ile ele almak gerekmektedir. Alternatifli bir karşılaştırma yapacaksak öncelikle çıkış noktamız demokrasi olmalıdır. Neden demokrasi? Demokratik uygarlık tarihi boyunca, halkların direniş damarı demokrasi kültürüdür. Demokrasi kültürü; sorunları karşıtlaştırmadan çözen yeteneği, farklılıkların birlikteliği, gönüllü katılım ve ortak vicdan gibi insanlık değerleri ile toplumları birleştiren zihniyettir. Uygarlık ve ulus devlet zihniyeti demokrasi karşıtlığıyla; ulus, toplum, birey, kadın, erkek, doğa, ekonomi, modernite, sosyalizm ve özerklik gibi kavramları anlamsızlığa uğrattı. Ulus devletin anlamsızlaştıran öteleyen, ayrıştıran, tekleştiren ve tekelleştiren tahakküm ve dayatmalarına karşı, demokrasi ve demokratik karakterlerin güçlü oluşması, oluşturulacak alternatifin cevheridir.

Ulus devletin, demokrasi karşısına diktiği kavram ise iktidardır “Devletin ruhu iktidardır” dersek yerinde bir tanım olacaktır. Devlet gerek iç mekanizmalarında, gerekse topluma bakış açısında, üstünlük, tahakküm ve baskı ruhu ile kendini var etmektedir. Hedefine ne koymuşsa orantılı-orantısız, iktidarın malzeme çantasında olan yönetim, politika, hukuk, parti, ekonomi ile elde eder.

Devlet ile demokrasi kavramlarının içiçeliği ile çok karşılaşırız. Asıl farkındalığın tam da bu noktada oluşması gerekiyor. Devletin kendini en çok gizlediği ve çelişkilerini yumuşattığı yer demokrasi kavramının kendisi olmaktadır. Hiç uzağa gitmeden şu 12 yıl içinde Kürt halkının siyasal partilerinin kapatılması ve parlamentoya girmemesi için devlet tarafından sergilenen yargı, yürütme ve yasama engellemeleri, yine toplumun toplantı, gösteri ve yürüyüşlerle ortaya koydukları itirazlara; öldürme, yaralama, gazla boğma ve tutuklanmalarla cevap verilmesi, devlet-demokrasi hakikatini açıkça ortaya koymaktadır.

Ulus devletin ideolojisi milliyetçilik olarak tanımlanmaktadır. Milliyetçiliğin “milli” si bir ulusa özgün olan demektir. Tarih bize ulusların milliyetçiliğe düşmeden çoklu ulus halinde yaşama deneyimlerinden epey veri sunmaktadır. Çoklu ulus yaşamlarını yerle bir eden ulus devlet, kendi ilanının ilk adımında, “milli”leri fiziki ve kültürel kırımdan geçirmekten çekinmemektedir. Böylece toplumsal yarılma tek “milli”nin ırkçılığı ve saf kanlılığı üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu ideoloji her şeyi “benim”leştiren bir zihniyettir, ya bencilce ötekileştirmek de ya da herkesin ve her şeyin sahibi olma tatminsizliğindendir. Ulus devletin bu merkezi ve tekçi yöntemlerinin ilk ayağı; fiziki katliamlarla yaratılan korku ve sindirme iken, ikincisi; yabancı dil ve eğitime mahkum etmek yoluyla kültürel asimilasyondur. Özellikle milli marş, milli eğitim, milli bayramlar, milli askerlik, milli televizyonlar ve bayrak tapınçlığı ile sürekli ya da sistematik olarak senin , “sen” olmadığına dair dayatılan kimliksizleştirme dersleri ne kadar küçümsenebilir ki!

Ulus devletin milliyetçilik ideolojisine alternatif olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Rönesans” niteliğinde olduğunu belirttiği Demokratik Ulus zihniyetini yazımızın odağına koyuyoruz: “ Demokratik Ulus; toplumsal ilişkileri yeniden demokratikleştiren, uzlaştırıcı, barışçı ve hoşgörülü kılar. Öncelikle şiddet yüklü toplumsal algıları, doğru bir toplumsal bilinçle yumuşatıp insancıl (akıllı ve duygulu empatisi olan) kılar. Şüphesiz bunda şiddet içerilmiş sömürü ilişkilerinin tümü ortadan kaldırılmasa bile, epey azaltılarak daha eşit, özgür bir toplum olanağını gerçekleştirir” Burada ön plana çıkarılan toplumun kendisidir. Toplumun, demokrasinin temel karakteri çerçevesinde kendi yaşamını, özgürlüğünü, iradesini, rahatsızlıklarını, ihtiyaçların, önerilerini tartışma kültürü ile politikaya dönüştürmesidir. Demokratik ulus, ahlakipolitik toplumun, özyönetimin temel taşıdır. Devlet yönetimleri; işleri ve sorunları erteler, kendinde merkezileştirir ve çözümsüz bırakır. Devletin yaptığı politika değil idare etmedir. Ulus devletin, politize, apolitik, popülist ve politik düşünce-davranış kalıpları, demokratik ulusun ahlaki ve politik özüne terstir. Demokratik ulus “yönetimi kutsallaştırılmaz. Basit bir yönetim olgusu olarak günlük yaşamın hizmetindedir” Uzun sözün kısası; özyönetim değerlerini, toplumun hizmetine dürüst ve adaletli uyguladıklarında toplumsal ahlakın teminatıdırlar.

Tıpkı devletin kutsallığı ve vazgeçilmezliği gibi kutsal ve vazgeçilmez olarak ele alınan bir diğer olgu da hukuktur. Yazılı hukuk devletin en güçlü kaynağıdır. Acaba Hammurabi neden yazılı yasalara ihtiyaç duydu? Hukuk yasalarını temelinde yatan korku, irade kırma ve denetim altına alma; kulak-dil-el kesme, toplum dışına atma, öldürme gibi cezalandırmalarla doğdu ve amacı iktidarı sağlama almak, korumaktır. Bu yasaların sertliği bir nevi devlet iktidarının ve dokunulmazlığının savunma kalkanı rolündedir. Ulus devlet kendini yaşatabilmek için yaşamın bütün alanlarını kurallar yığınına bağlar. Mevcut yazılı yasaları daha da kapsamlaştırarak ve anlaşılmaz kılarak, asla değiştirilmeyecek ebedi yaşayacak kurallar olarak toplum ve bireyin karşısına diker. Ulus-devletin; tıp, ekonomi ve benzeri alanlarda olduğu gibi, hukuk alanındaki dili de toplumsal bir dil değildir. Devlet hukuk dilini bilinçli bir şekilde anlaşılmaz kılarak halkı savunma gücünden yoksun bıraktığı gibi halkı kendisine muhtaç hale getirmektedir. Öyle ki halkı yabancı bir dil ile yargılanmakta, cezalandırılmakta ama kendini savunamamaktadır. Üstüne üstlük çoğu yerde anadili de yasaklayarak tümden dilsiz ve savunmasız bırakmaktadır. Böylece ulus-devlet hukuk karşısında herkesin eşit olduğunu iddia etse de bu eşitlik hiçlikteki eşitliktir. Bu hiçliği kabul eden ve etmeyenler arasında bir zihniyet ve tutum ayrımı başlar. Kabul edip tabii olanlar her söylemin, davranışını, tavrını resmi ideolojiye göre ayarlarken, hiçliği reddedip tabii olmayanlar eşkıya, asi, kanunsuz, terörist… görülüp hedefe konulurlar.

Devletin hiçselleştiren hukuku karşısında, bir toplumun varlığını, özgürlüğünü ve öz savunmasını güvenceye alacak yasalara ihtiyaç vardır. Bu yasalar, demokratik ulus bireylerinin kendi amaçlarına, ölçülerine, ilkelerine ve planlarına dair oluşturdukları sözleşme ve kararlaşmalardır. Bu sözleşme gönüllülük temelinde karşılıklı yükümlülük altına girmedir. Bu sözleşmenin ihlali durumunda, toplum kendi yasalarının iç mekanizmalarını işletir.

Ulus devlet için hukuk nasıl vazgeçilmez ise siyasi partiler içinde aynı durum geçerlidir. Çünkü ulus devletin daimi varlığı siyasi partilerin sırtında yol almaktadır. Halkın çıkarını ve ihtiyacını devlet karşısında savunmak için, organize olması gereken siyasi partiler, yasalarla devletin çıkarlarını ve bekasını korumakla yükümlendirilirler. Siyasi alanda hiçbir temsil ve katılım imkanı bırakılmayan toplumun, bu partilere muhtaç edilirken, siyasi partiler de toplumu değil, parti çıkarlarını, dolayısıyla devleti savunurlar.

İktidarı elde eden devletçi siyasi partilerin ilk pratikleri yargı mekanizmasını ele geçirmektir. Ne kadar yargı mercilerini denetime alırsa, siyasi parti iktidar ömürleri de o kadar uzamış olur. Arkasından da ordu ve ekonomi kurumlarını denetime alır. Devlet içinde ve toplumda ortaya çıkacak krizlerde bu kurumları devreye koyarak kendini meşrulaştırır. Yargı, hukuk ve adalet gibi kavramlar toplum nezdinde meşrulukları olduğundan, iktidarın en kamuflajlı alanıdır da. Kürt halkının siyasi partilerinin kapatılmasında görüldüğü gibi, bir siyasi partinin halkının çıkarlarını savunduğunda ne kadar kolaylıkla devre dışı bırakıldığını defalarca gördük. Bu yüzden Türkiye’nin “partiler mezarlığına dönüşmesi” bundandır. Devletçi siyasi partilerin ve meclislerin demokratik olmayan iç işleyişleri de, toplum karşıtı yasaları çıkarmaya zemin sunar. Toplumun öneri, görüş, karar ve tepkilerini önemsemeden, topluma rağmen kendi bildiklerini uygulayabilmektedirler ve toplum yaşamını en mahrem alanlarına müdahale etmektedirler. Yakın süreçte tanık olduğumuz soy sürdürmeye dönük hükümet eliyle toplu nikah kıymalar, kaç çocuk doğurulacağı, nasıl doğurulacağı, nasıl bir eğitim sistemiyle eğitileceği, ne içilip ne giyileceği dahi devlet eliyle belirlenmektedir.

O halde bu ben merkezli ve iktidarcı ve halkın her şeyine karışan devletçi siyasi partilere karşı alternatifimiz ne olmalıdır? Gezi parkında ortaya çıkan demokrasi refleksleri ve 2010 yılında yapılan anayasa referandumunda boykot etme tutumu, halkın alternatif bulma yolunda mesafe kat ettiğini gösterir. Bu partileri reddetmek, gerektiğinde alternatifini yaratmak, hiç olmadığında, kendi siyasi platformlarını, formlarını örgütleyerek doğrudan karar sahibi olmak belki de atılmış ilk adımlar sayılabilir. Demokrasi değerlerine ters düşen tüm devletçi uygulamalara karşı; nerede ne söyleneceği, nasıl tavır alınacağı ve kararlı bir duruş en önemli iradi bilinçtir. Örgütlenme ve eylem gücünün yaratacağı duyarlı yaklaşımlar toplumun asıl öz yönetimini ve politikasını ortaya çıkartacaktır.

Devlete muhtaç olmaktan kurtulmanın belki de en can alıcı olgusu kadın ve devlet ilişkisini anlamaktan geçer. Bu ilişkinin tarihsel seyri, insanlığın şahsında hiç hak etmediği bir eşitsizliğin içerisine sürükledi. Eşitsizliği doğuran erkek aklı oldu. Rekabet, fazlayı biriktirme hırsı ve daha fazlası için kendi türünün kanını akıttı. Bu ruhsal tatminsizlik gasp, sömürü ve savaşları doğurdu. Erkek aklı ilk hırsını ve rekabetini ana-kadın toplumu üzerinde denedi. Abdullah Öcalan “güçlü otoritenin kadın üzerinde kurulmasının rastlantı olmadığını” ifade ediyor ve şöyle devam ediyor; “kadın organik toplumun gücü ve sözcüsüydü. O aşılmadan ataerkillilik zafer kazanamaz. Daha ötesine devlet kurumlarına geçilemez. Ana kadın gücünün aşılması stratejik bir anlama sahiptir” demektedir. Tanrıların yaratımları, peygamber ve felsefecilerin çıkışları, imparatorluk ve ulus devletlerin kuruluşları; kadının yaşam değerlerini ve yaratımlarını birebir güçsüzleştirenin bu stratejik hamleler olduğudur. Kadının iradesi, cinselliği ve emeği üzerinde mutlak denetim kurumlarıdır. Ursula Le Huin, “uygar adamın” iç sesini şöyle dışarıya yansıtır; “ben benim, ben efendiyim, geri kalan herşey öteki-dışarıda, altta, altımda, itaatkâr. Ben sahip olurum, ben kullanırım, ben araştırırım, ben sömürürüm, ben denetlerim.

Önemli olan benim yaptığımdır. İsteklerim maddenin var olma sebebidir. Ben, benim. Geri kalanı ise uygun gördüğüm şekilde kullanılacak kadınlar ve vahşi doğadır.” Kadınlar bin yıllardır bu kadar dışlanmışlığa rağmen, toplumla bağlarını koparmaktan vazgeçmediler. Ancak kadının bu ısrarı, erkek alanına sızma ve çizdiği sınırları aşma olarak anlaşılıp kadın katliamlarına gerekçe yapılmıştır.

1800 yıllarının başında, Londra’da Flora Tristan, kadınlara kesinliklere yasak olan parlamentoda neler yapıldığını, neler olup bittiğini çok merak eder. Ancak onun, erkek alanına gizlice sızması hem toplum hem de erkekler tarafından rezil, utanmaz ve hatta tanrıya karşı gelen küstah olarak damgalayabilirdi. Merak bir kez insanın yüreğine düştü mü arkasından gitmek kalır. Flora Tristan’da işbirliğine gelmeyen birkaç erkekten sonra, Türkiyeli bir erkeğin yardımı ve bir takım elbisesini ödünç vermesiyle, parlamentonun kapısından içeri girer. İlk bakışlarda hemen kadın olduğu anlaşılır. Beyefendiler bunun “utanmazlık olduğu ve derhal dışarı atılmasını” buyururlar. Flora Tristan, ciddi işler yapan, her şeyi çok iyi bilen bu asılı suratlı erkeklerin kutsal mekanlarındaki rahatlıklarını; “yorgun argın gerinen, uyuyan ve sabahlıklarıyla gelen bu adamların davranışları, kıyafetlerinin onları şaşırtmasından çok daha fazla beni dehşete düşürdü.” Şeklinde dile getirir. Kamu alanının sadece erkeklerce belirlenmesi, cinsler arası eşitsizliğin ne kadar derin olduğunun ifadesidir. Kadın bu zihniyete boyun eğdikçe bu eşitsizliği güçlendirdi. Eğmediğinde de yaşama dair tüm hakları elinden alındı ya da öldürüldü.

Uygarlık tarihi boyunca kadın ulusu büyük fiziksel ve kültürel soykırımlara uğratıldı ve uğratılıyor. Ancak kadının kültürel taşıyıcı özelliği nedeniyle, hiçbir zaman uygarlığın tam darbesini de alamadı. Abdullah Öcalan insanlık değerleri ekseninde “eş yaşam” modeline dikkat çekiyor, şöyle tanımlıyor; “kadınla özgür eş yaşam milliyetçiliği reddeden istismar edilmiş toplumsal cinsiyetçiliği aşan, her düzeyde toplumsal eşitliği öngören (farklılıklar temelinde eşitlik) koşullarda ancak mümkündür” erkek egemen aklın tahakkümcü karakterini aşması, farklılıkların birlikteliği ve hoşgörü felsefesinin kavranması, pratikleşmesi ile anlamlı bir yaşamın da zeminini yaratacaktır. BDP ve HDP’nin özyönetimlerinde uyguladıkları eşbaşkanlık modeli, topluma kadın varlığını hissettirmesi, söz karar sahibi olması ve Komünal, kolektif iş yapma kültürünü yaratma da, büyük zihinsel dönüşümleri yaratacaktır.

Devlete muhtaç olmaktan çıkmak için; öncelikle devlet ve ulus devlet geleneklerinin düşünce ve davranış kalıplarını sorgulamak, sonuçlar çıkarmak ve ne yapılabilinir sorusuna karşılık, bilinçli ve katılımcı bir duruşun ortaya çıkmasıdır. Yazımız boyunca, devletçi geleneğin ve kullandığı bazı araç ve olguları ortaya koymaya çalıştık ve bunlar karşısında demokratik ulus zihniyetinin önemini ve pratikleştirme çerçevesini koyduk. Nasıl ki, ulus devletin “ortak zihniyeti” milliyetçilik ise, demokratik ulusun zihniyeti de “özgürlük ve dayanışmadır.” Bugün Rojava Devrimi, demokratik ulus zihniyeti olan “özgürlük ve dayanışma” ile binlerce yıllık devlet sistemine ve emperyalist güçlerin müdahalesine rağmen, halkların özgücüyle ortak yaşamın inşasını koruma bilinci ve çabasıdır.

Devlete muhtaç olmaktan çıkmanın en somut pratiğini gösteren Rojava devrimi, çok iyi izlenerek anlaşılmalıdır. Bu devrim adeta kapitalist modernitenin alternatifi olan demokratik modernitenin ilk uygulama alanıdır. Bütün tarihi birikim ve temeline rağmen henüz çok yeni ve naziktir. Büyük hassasiyet ve sorumlulukla güçlendirilmesi ve korunması gerekir ki halkların ortak zihniyetinin eylemini ve yaşamını inşa edebilelim.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1-Teori ve Politika(56-57 sayıları) (Kış 2009-Bahar 2010)
2-Dünyayı Değiştiren Kadınlar (Norgard Kohlhagen)
3-Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü (Abdullah  Öcalan)

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.