Düşünce ve Kuram Dergisi

Düş İle Gerçek Arasında

Şenel Karataş

Düş

İki kitap iki düş… İki düş arasında sıkışan bir gerçeklik… Yıllar geçti bazen, bazen yüzyıllar… Ama ütopya, ütopya olmaktan kurtulamadı, dünya umudunu yitirdikçe tekrar açıldı kitap sayfaları. Ve her bir cümle tekneden atılan bir can simidi oldu. Romanlara benzemeyen hayatın içinden romanın cümleleriyle yol almak gerekti. Thomas Moore, Ursula Le Guin geçmiş zaman büyücüleri ve umut tacirleri…

“Buradayım çünkü bende vaadi –yerine getirilen vaadi görüyorsunuz. Vaadi yerine getirdik biz, Anarrest’te. Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. Hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. Başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız. Varlıklı değiliz.

Hiçbirimiz zengin değiliz. Hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. Eğer istediğiniz Anarres’se aradığınız gelecek oysa o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum. Ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi.”

1974 yılında yazılmış Mülksüzler kitabından alınan bu bölüm, ideolojiden arınmış ama ideolojinin ta kendisi… Tıpkı,

“ Vermediğiniz şeyi alamazsınız, Kendinizi vermeniz gerekir.

Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız.

Devrim olabilirsiniz ancak.

Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir.”

Sözleri gibi edebi bir itiraftır, slogana benzeyen ama slogandan öte olandır aynı zamanda.

Romanlardaki kurgu üzerinden dünya düzeni ile ilgili tasarımlara bakıldığında aslında yüzlerce yıldır hiç bitmeyen hatta eksilmeyen bir düşün olduğu görülür. 16. yy’ da kaleme alınmış olan “Yok yer” manasına gelen ütopya da benzer bir tasarım örneği olarak değerlendirme içinde yer alabilir.

Thomas More’nin Ütopyası hakkında bilgi vermek gerekirse onun ülkesinde hiç kimse özel mülk kavramını bilmez. Herkesin evi aynı biçimdedir. Evlerde bir sokak bir de bahçe kapısı var ve kilit yoktur. Evler herkese açıktır. Sahiplik duygusu olmasın diye 10 yılda bir ev değiştirilir. Evlerin böylesine düzenli olduğu bir adada kıyafetlerde oldukça düzenlidir. Birkaç nüans dışında herkes aynı şekilde giyinir.

Köylerde 40 kişinin çalıştığı çiftlikler bulunur ve bunlar yaşlı ve bilge olan biri kadın ve biri erkek iki kişi tarafından yönetilir ve iki tane köle bulunur(kötü işlerin yaptırıldığı) . Çalışma süreleri de sadece 6 saattir. Bu durumu More, günümüzde çalışan kesimin sadece kendisine değil zengin kesime de bakması gerektiğini, dolayısıyla bu durumun emekçilerin işlerini oldukça zorlaştırdığını söyleyerek açıklıyor ve Ütopya gibi eşitlikçi bir ülkede insanların 6 saat çalışmasının onlara yettiğini söylüyor.

Ütopya’da ki başka bir durum ise hayvanların Ütopya halkı tarafından öldürülmemesi… Ütopyada bu işi Ütopya halkı yerine köleler yapar. Bu durum Ütopyalıların böyle vahşi davranışlardan uzak kalmasını sağlamaktadır.

Ütopya’da savaş zaferleriyle de övünülmez. Sadece zorunlu hallerde savaşa girerler. Altın ve gümüş ise sadece savaş için tutulur. Tanrıya inanmayanlar yurttaş sayılmazlar ve siyasal yaşama katılmazlar ama hiçbir bakımdan rahatsız edilmezler. Mutluluğu zevkte bulan bir ahlak ve çilecilikten uzak bir dinsel tutum söz konusudur.

Bir bakıma düşünce ve vicdan özgürlüğü uğruna ölen More, ideal bir dünya düzenini ortaya koymuştur. Onu gerçekleştirmek mümkün olmasa bile, ona bir şekilde yaklaşmak olanaklıdır. Bu görüşün aksine hiçbir zaman gerçekleşmesi mümkün değildir şeklinde yaklaşımda varlığını hep korumuştur. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu ise ütopya; ideal olduğu iddiasındaki birçok sistem gibi bireyi yok sayan, tek tipleştirici bir özellik barındırır kuytuluklarında.

Her ütopya yazıldığı döneme dair hem bir eleştiri hem de bir toplumsal bir başkaldırı niteliğindedir. Ancak ütopik eserler incelendiğinde; iktidarın tek elde toplanması, sınıfsal ayrıcalıkların eleştirilmesine karşı yapılan sadece yeni bir iktidar odağının yaratılmasıdır. Buna karşın yaşanmakta olan tüm sistemlerin üzerinde imrenilecek, kayıtsız kalınamayacak kadar düzenli bir yaşam söz konusudur.

Burada mülksüzlerden bir sayfa çevrildiğinde,

Bizi bir araya getiren şey, acı çekmemiz. Sevgi değil. Sevgi akla boyun eğmez, zorlandığında da nefrete dönüşür. Bizi birleştiren bağ seçilebilir bir şey değil. Biz kardeşiz. Paylaştığımız şeylerde kardeşiz. Hepimizin tek başına çekmek zorunda olduğu acıda, açlıkta, yoksullukta, umutta biliyoruz kardeşliğimizi. Biliyoruz, çünkü onu öğrenmek zorunda kaldık. Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtaramayacağını biliyoruz. Uzattığınız el de boş, tıpkı benimki gibi. Hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.” Der Shevek…

Kulağa hoş gelen, iç ısıtan bu sözcükler Le Guin’in deyimiyle “ikircikli bir ütopyanın” manifestosunu oluşturur.

“Nerede mülkiyet varsa, orada hırsızlık vardır. Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız yasalar koyun”

Ve savaşılan sistemlerin karşında muhalefet, kendini bu cümleler üzerinden örgütlerken, adı konmasa da sorunun kaynağı ve ideal dünya kavramı da ortaya konmuş oluyor.

Demokratik bir düzen, tüm zamanlarda insanı yaşadığı cehennemden kurtaran bir cennet düşü olmuştur.

Beş yüzyıl öncesinden seslenen More, bir ada üzerinden düşlediği dünyayı kurdu, Amerikan’ın keşfinin üzerinden 24 yıl sonra… Avrupa bu keşifle birlikte dünyayı öğrendiğini düşünüyordu, ama hiçbir şey beklediği gibi olmadı. Ortaçağ’dan kurtulmaya başlayan Avrupa için oldukça yenilikçi ve oldukça da uzak bir hayaldi bu. Paylaşılmış doğal zenginlikler içinde kendine pay bulamayan ve yoksullaşan topluluklar için bir özlemdi “Ütopya”…

Le Guin ise zıtlıkların yararlanarak ikiz dünyalar olan “Anarres” ve “Urras”ı yarattı. Ve odocuları… Bu iki dünya bir “ikili sistem” oluşturdu, birbirlerinin etrafında dönen. Her biri ötekinin “ay”ı. Hangisinin ay, hangisinin dünya olduğu, ne taraftan bakıldığına bağlı. Dünyalardan biri verimli, diğeri çorak; biri özgür, diğeri sınıflı ve sömürülü; biri “anarşist”, diğeri “arsist” (devletçi, yönetimci, hiyerarşik). Ve bunun üzerinden tanımlanan yeni bir dünya…

Ve dedi ki Odocular, “Odoculuğun derdi ne biliyor musun dostum, biraz kadınsı olması. Yaşamın erkekçe yönlerini almıyor. Kan ve çelik, savaşın parıltısı…” derken, şu anın en doğal gereksinimi olan savaşsız bir dünyanın şifrelerini, bir kadın avuçlarınıza bırakır…

Umut sahiplerinin ve tüm düşlerin bize söylediği hakikat ise,

“Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, ikiyüzlüydü.

Neyin içerde, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.” Aya bakmak gibi… Ay olmak gibi…

Sonuç itibarıyla yaşam düşle başlıyor. Ve düşle kendi yolunu buluyor. Ve dünyanın geldiği nokta; bir mülksüz bir ütopya daha yazmadan romanı hayata taşımak… Adı ne mi olur? Belki yerinden yönetim belki demokratik özerklik… Ama bir “mülksüz” umudunda…

 

Gerçek

Politik anlamda; bağımsızlık, öz yönetim, bir ahlak felsefesi terimi olarak, bireylerin ilkeler dışında herhangi bir şeyden etkilenmeden, yargılara ulaşabilme kapasitesi anlamına gelir özerklik.

Özerkliğe geçmeden özyönetim kavramını ele almak gerekmektedir. Özyönetim, her türden zorlukla karşı karşıya olmasına rağmen uygulamada şu anda bile aşağıdan yukarıya hareket ederek doğrudan demokraside kitleleri bir üst evreye geçirme erdemine sahiptir; ulus-devlet anlayışında olduğu gibi, sürekli hâle gelen köklü edilgenlik ve itaat etme alışkanlıkları, geçmiş baskıların miras bıraktığı aşağılık kompleksi yerine onların özgür inisiyatifini geliştiren, cesaretlendiren ve canlandıran, onlara sorumluluk duygusu aşılayan bir erdem olarak nitelendirilebilinir.

Özyönetimi esas alan uygulamalarıyla Zapatistler, denetimleri altında bulundurdukları Chiapas eyaletinin üçte birini kapsayan sık ormanlarla kaplı dağlık bölgede, otonom belediyeler, “iyi yönetim” konseyleri ve köy meclislerinden oluşan bir özyönetim modeli inşa ettiler. Bu model, yeni bir tür yöneticiler/politikacılar sınıfının ortaya çıkmasını olabildiğince engellemek amacıyla geliştirilen, delegelerin geri-çağrılabilirliği ve görevlendirmelerin kısa-süreliliği gibi önlemlerle desteklenmektedir. Kuşkusuz, buna benzer demokratik yöntemler sadece Zapatistler’in değil, çeşitli sivil toplum örgütleri, sendikalar, taban inisiyatifleri vb. tarafından uzun zamandır kullanılagelen yöntemlerdir. Bunların yanı sıra, köy meclisleri gibi çeşitli demokratik mekanizmaların yerli kültüründen beslendiği iddiasında olan Zapatistler, bu kültürü barındıran kimi geleneklere de sahip çıkmaktadırlar.

Zapatistler’i diğerlerinden ayıran yöntemlerin başında,“istişare” (consulta) olarak adlandırdıkları, önemli kararların alınmasında “yerli tabanı”na danışma pratiği gelir. EZLN’ye bağlı bütün yerli topluluklarının katıldığı “istişare” süreci, on iki yaşın üzerindeki herkesin tartışma ve oy verme hakkına sahip olduğu demokratik meclisler aracılığıyla gerçekleştirilir. Tüm katılımcılar, oylamaya öncesinde, konunun enine boyuna tartışıldığına ikna olmalıdırlar. İlgili mecliste yapılan oylamanın sonuçları, tartışmalara ve oylamaya katılanların sayılarıyla birlikte, üzerinde tartışılan temel noktalar ve görüşleri içeren bir raporda bir araya getirilir. Yerli topluluklarından gelen raporların toplamı da, Zapatist “istişare”nin sonucunu ortaya koyar. Politik gerilimler ve hükümet güçlerinin saldırıları gibi gerekçelerle zaman zaman geçici sürelerle askıya alınsa da, EZLN, “taban”a danışma yönteminden olağanüstü durumlarda bile vazgeçmemiştir. Markos “Eğer “demokrasi” terimi bütün vatandaşların gün be gün siyaset yapımına katılımını sağlayan siyasi sistemlerle sınırlandırılıyorsa, o zaman dünyadaki ülkeler içinde demokrasi yoktur.” Derken bir biçimde özyönetimle gelen demokrasinin kriterlerini ortaya koymuştur.

Aynı eksende düşünen bir başka isim de Bookchin… Ölümünden önceki son on yılda kesin şeklini verdiği özgürlükçü belediyecilik projesini de bu kapsamda geliştirmiştir. Devletçi belediye yapılarını ortadan kaldırarak, özgürlükçü bir yönetim biçimi oluşturmayı, konfederalizmi hedefleyen Bookchin, demokratik katılımı yerel seçimlere girmek dâhil bir dizi öneri çerçevesinde geliştiren bir sistem önerir.

Tüm bunların arkasından, Kürt siyasal hareketi bu ülkede ilk defa demokratik özerklik ve konfederalizm kavramlarını kullanıma sokmuştur. Ve bir sisteme dönüştürülen demokratik özerklik kavramı demokrasiyi bir türlü içselleştiremeyen ülkelere bir çözüm umudu sunmaktadır.

Buna göre, Demokratik özerklik ile ilgili realitede söylenebilecek en doğru ifade, demokratik ulusun cisimleşmiş halidir. Demokratik ulusun başat kavramı ise özerklik… Özerklik, özgürlüklerin ve özgünlüklerin yaşatılabilmesinin garantisidir. Örneğin kültürel alanın (inançlar, diller, etnik aidiyetler) siyasal alandan özerk olması gerekmektedir ki siyasetin kültüre müdahale etmesi ve onu siyasallaştırması önlenebilsin. Toplum, birden çok kümeyi, dolayısıyla kolektif veya kültürel kimliği barındırır. Tam da burada demokratik özerkliğin önemi hissedilir derece de ortaya çıkmaktadır. Demokratik Özerklik, özgün kimliğin özgürlüğünü ve demokratik yaşamını ifade etmektedir. Demokratların ve demokratikleşen her ülkenin yadsıyamayacağı bir yaşam ve ilişki biçimidir. Bir toplumun kendi demokratik haklarını tüm boyutlarıyla kullanması olarak da tanımlanabilir.

Tüm bunları belirtirken söz konusu etnik ve ulusal kimliğin haklarını bu temelde kullanabilmesini; iktidar olma, devlet olma, iktidar alanını paylaşma biçiminde görmemek gerekiyor. Bu, yerelden yönetim veya yerinde yönetimdir. Her halkın kendi kendini yönetmesidir. Demokrasi kavramının dile getirdiği halkın kendini yönetmesi mottosundan farklı olarak, her halkın kendini yönetmesini ifade eder. Farklılıkların birliğini esas almaktır. Bir merkezin kendisi hakkında karar almasından ziyade kendi kararlarını merkeze bildirmesidir. Özcesi kendi kararlarını kendisinin alması ve kendisinin uygulamasıdır. Toplumun farklıklılarının demokratik temelde örgütlenmesini, kurumlaşmasını ve yaşamasını ifade etmektedir.

Özerkliğin yerleşik bir dile dönüşmesini, tarihine duyulan genetik bir özlem olarak nitelendiremeyiz. İçten gelen bir dalga “özerklik” olarak formüle edilmiştir.

Duygusal bir temel üzerinden yola çıkan ve zamanla vicdan hareketi haline gelen bir mücadelenin doğal bir sonucu olan demokratik özerklik, “Özgürlüğün yolu tüm dünyaya karşı tek başına kalmak bile olsa kendi inancına bağlı kalmaktan geçer.” diyen S. Zweig’in sesine kulak vermektir…

Ve…

Charlie Chaplin’in “Ey halk, özgür, güzel ve mutlu bir yaşam kurmak senin elinde” sözünü unutmamaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.