Düşünce ve Kuram Dergisi

Devrimin Ekolojisi

Mehmet Can Oğuzsoy

Bir hayli spesifik ve bir o kadar da iddialı gibi görünen bu başlık altında doğa ve toplumsal sorunlara bir çözüm reçetesi sunmanın ehliyeti stratejik düşün sahiplerinin elinde olabilir. Ancak, paradigmal bir sorunsallıkla doğa ile toplumu ele almayı arz eden bu husus ile ilgili olarak düşünce, program ve eylem oluşturabilen hareket az değildir. İlk bakışta çarpıcı gelen devrimin ‘’devrimin ekolojisinin‘’ mefhumunu anlamlandırabilmek için Ali Fırat’ın “Özgürlüğün Sosyolojisi” eseri ile bir formüle kavuşturmuş olduğu “Devrimin Sosyolojisi” kavramından yararlana bilinir. Gerek kavramsallaştırmanın gücü gerekse de kavramsallaştırmanın içeriğinin berrak bir biçimde görülebilmesi için bu iki kaynaktan yararlanmak bir gereklilik olmaktadır. Tarih boyunca verilmiş onca devrimci mücadelenin berhava olmadığını, yapılan devrimlerin halktan nasıl çalındığını anlatabilmek, daha da önemlisi doğa ile toplumun hızlıca tüketilmesinin önüne geçmek ve bu temelde vicdani ve zihni uyarımlar yapmaktan geri durmayan çabalar ışığında yol almak da aydınlatıcı olacaktır.

Kültürler üstü bir tanım seviyesine ulaşmış olan ve her türden ideolojik yapının kullandığı “devrim” ile “ekoloji’’ kavramlarına daha yakından bakmak, bu kavramların tarihsel izlerine ışık tutmak öğretici olacaktır. Devrimci ile devrim karşıtı, doğaya ve topluma bağlı ile doğa, toplum karşıtı tüm kesimler asri olduğunun ispatı olarak devrimi, insanın faydasına hareket ettiğinin ispatı olarak da ekolojiyi dilinden düşürmemektedir. Bu iki kavrama yüklenen anlam ve hakikatinin köklerinde (tarihte) aramak hakikat arayışçılığının da gereğidir. Köklerinden koparılmış, her kesimin kendine göre anlam yüklediği bir olgunun yaşamsal değeri olmadığı gibi, yaşamı hakikatten uzak bir simülasyon derekesine de indirgemiş olur. Tarihsel köklere ulaşmaya çalışırken de her olguyu bir simülasyon aracına dönüştürmekte maharetli olan kapitalizmin ustaca örmüş olduğu ağlarına düşmemeye dikkat etmek hakikatle eş değerdir. Bu ağlardan sıyrılma başarıldığı oranda hakikat gözüyle tarihe bakılabilir, aradaki kökler daha net bir biçimde ve yaşam simültah bataklıklardan kurtarıla bilinir. Birbirinden koparılmış olan toplum ile doğa ilişkileri de bağdaştırılıp vicdani ve zihni muhasebe ile beklenen erdeme ulaşıla bilinir. Kapitalizmin esnek manevra kabiliyetine pür dikkat kesilmek kaydıyla.

Dikkatli olunmalı, çünkü kendisini “mutlak bilim” olarak addeden ve “gerçeğin görüntüsünü” gerçeğin kendisiymiş gibi sunan olguculuğun üzerinden yapılanmış pozitivizmin esas işlevi toplumu nesneleştirip sanallaştırmaktır. Pozitivizm, kapitalizmin paradigmasıdır. Kapitalizm, gerçeği saptırıcı bu paradigma ile bilim ve tekniği sorunsuz bir biçimde idare edebilmektedir. Bilim üzerinde tekel kurmuş olan pozitivizm ilerlemeci-deterministyasalarla evrimi cansız, nesnel ve mekanik bir olguya indirgeyerek toplumsal gerçekliği ters yüz ediyor, onu olduğu gibi değil, kapitalizmin öngördüğü biçimde ele alıyor, Sümer rahiplerine bin defa rahmet okutacak tarzdaki kurnazlıklarla toplumu yeniden düzenlemeye çalışıyor. (toplum mühendisliği) Bacon, Galileo ve Descartes’in başını çekmiş olduğu önemli bilim insanları doğayı matematiksel düzeyde ele almış, doğa üzerinde hakimiyet kurmanın gerekliliğini savunmuş,mekanik bir aklın ve düşüncenin hakim olduğu bir tutumla doğayı sömürülebilir bir nesne konumuna indirgemişlerdir. Toplumu da bu temelde nesne konumuna indirgeyen pozitivizm kendi sosyolojisini yaratmayı ihmal etmemiştir. Rönesans –Reform- Aydınlanma süreçlerinde Avrupa’da yeni bir zihinsel devrimin kapısını açmak için halkın yapmış olduğu muazzam direniş hanesine yazılması gereken onca değer ve gelişme ne yazık ki pozitivist- nesnel aklın temsilcileri olan sosyolojik –felsefi bilimcilerin eliyle (geliştirilen bilimsel yasalarla) kapitalizm kaptırıldı. Doğaya hakim olma fikri bu düşün insanlarının en büyük inancıydı ve kaos aralığından çıkması muhtemel tüm diğer seçenekler pozitivizme kurban edildi bu inançla. Bu inancın yeni sosyolojik örgüsüyle de doğa ile toplum kapitalizmin çılgın tüketim ‘’insafına’’ teslim edilmiş oldu. “Toplumsal Doğa’’ teziyle “devrim’’ ve ekolojinin tarihsel kökenlerine ulaşmaya çalışmak anlamlı olduğu kadar ufuk açıcıdır. Beş bin yıllık tarihsel hegemonyayı devralan kapitalizm, tahakküm ve iktidarının en önemli aygıtları haline getirdiği bilim ve teknikle kendisini cilalamış ve meşrulaştırmıştır. Tarihsel akışkanlıkta özgürlük ve gelişmenin boy verdiği vahalarda yaşam şansı bulan bilim teknik özgürlük ile gelişmenin karşıtına dönüşmüşlerdir. Doğru bir sosyolojik yaklaşım bilim ile tekniği de pozitivizmin tasarrufundan kurtaracak, doğa yasalarına emanet edecektir. Önemli olan tarih ile kökeni kavramak ve bu temelde devrime dayanaklık teşkil eden eko-alanın sesini duymaktır.

 

Ekolojik Bilincin Kökeni-Tarihi

“Toplumsal ekoloji sorunu uygarlıkla başlar. Doğal toplum bir yanıyla ekolojik toplumdur. Toplumu içten kesen güç,doğayla anlamlı bağı da keser. İçten kesilme olmadı mı, olağan dışı bir ekolojik sorun doğmaz. Anormal olan, tüm doğal süreçlerde yaşanan anlamlılığın uygarlık toplumunda yitimidir. Sanki çocuk ana memesinden kesilmiş gibi bir hal doğar…

Rönesansla yıkılan bu doğa anlayışı, kapitalist sistemde toplum içinde olduğu gibi ardına kadar sömürü, istismar konusudur. Dünya, insanlığın fethini doğanın fethiyle tamamlamak ister. Ona dilediği her tür istismarı yapmayı bir hak, bir yetenek sayar. Sanayi devrimi ve sonrasında sonuç, toplum için vazgeçilmez yaşam koşulu olarak doğal çevrenin sigortasının atmasıdır”[1]

Uygarlık tarihi boyunca tahakkümcü- iktidar toplumu doğa ile toplumu bir tüketim malzemesi olarak kullandı. Doğa ile toplum savunucuları da bu yönelime karşı direnmekten geri durmadılar. Bu direniş temelinde günümüze kadar gelen soylu bir insan geleneği söz konusudur. Fakat toplumsal açıdan etik ve estetik içerikli doğal bir tinsellikle ekolojik temelde yeniden inşayı sağlayacak kolektif bir zihniyetin varlığından söz etmek de pek olası değildir. Daha da vahim olanı, doğal dünyada yaşanan ekolojik kriz, müsebbibi “vurgulu özne” yi, yeni “efendi insan‘’ yuttu yutacak seviyeye varmış, bilimsel ve sosyal dünyanın tüm verileri felaketin sos alarmlarını çalıyorken, bu tehlike karşısında en radikal tutum belirlemiş hareketlerin, hâlâ verili bir öz olan insan doğasını esas alıp edimlerinde pozitivist ufku aşmayan “akıl” edimlerinin kurtarıcılığında ikrar kılmalarıdır. Bu gerçeğe rağmen doğaya sahip çıkma bilinci etnik, dini, sınıfsal, sosyal, bilinçsel ve her türden farklılığın sınırını aşmakta,her ne kadar bu temelde bir konsensüse varılmamışsa da Hz. Eyüp’ün tanrı krallara karşı sessiz isyanını anımsatırcasına dipten gelen bir ekolojik isyan dalgası her geçen gün daha geniş çevreleri kendisine çekmektedir. Buna mukabil,aşırı tüketim ve bireycilik çılgınlığıyla toplumu hipnotize eden tahakkümcü modernite de toplum ile doğa üzerindeki tahakkümünü kaybetmemek için, tüm dinlerdekine nispeten daha geniş olan mezhebi liberalizmle her türden muhalifini kendi sularına çekmenin, kapsamına dahil etmenin derin ve geniş faaliyetlerini yürütmekten bir an olsun geri durmamaktadır. Yine de ekolojik bilincin kaynaklık ettiği öze dönüş, doğaya dönüş, köke tarihe dönüş istemi kendisini hissettirmektedir.

İnsan toplumunun gelişimindeki en kritik aşama doğa ile olan bağın kesilmesidir. Toplumsal doğa (insan doğa) biyolojik doğanın (çevresel doğa) bir uzantısıdır. Biyolojik doğada,inorganik maddeden organik maddeye,en basit hücre yapısından en gelişkin metabolizmaya varan bir canlı doğa evrimi söz konusudur. İnsanın kendisi de doğal gelişiminde biyolojik evrimin son halkasıdır. Dolayısıyla insan toplumunun gelişimi –oluşumu da doğal bir gelişme ve biyolojik evrimin bir sonucudur. Biyolojik doğada (birinci doğa) kendi toplumsallığını (ikinci doğa ) yaratan insan, bununla gelişme kaydederken doğa kanunlarına aykırı sayılabilecek bir sapma yaşamamaktadır. Doğayı kendinden, kendini de doğadan bir parça saymaktadır. Bu yaşayış ve ontolojinin zihinsel formu animizm (canlılık) ‘dır. Pozitivist olguculuğun verili sosyal bilim analizleriyle bu insan –doğa ontolojisine rastlamak mümkün değildir. Aksine, pozitivist olguculuk bu gerçeği görünmez kılmanın, yok saymanın edimidir. Ancak başka argümanlar mevcuttur. Bu argümanlardan biri de mitolojidir.

Ninhursag-Enki mitolojisi ilginçtir. Bilinen Sümerlere ait ilk tanrı panteonun da (M.Ö 3500-3000) Ninhursag hem ‘’ana tanrıça ‘’ hem de bir ‘’yaratıcı tanrıça’’ olarak yer almaktadır. Meşru sayılmayacak ve tuhaf denilebilecek bir şekilde panteona sızmış gibi görünen Enki, yoksunu olduğu yaratım işine el atar ve bazı insan tipleri yaratır. Ninhursag, Enki’nin insan diye yaratmış olduğu ucube yaratıkları görünce öfkelenir ve Enki’yi sekiz yerinden hasta edip kötürümleştirir. Uzun bir süre kötürüm halde kalıp feryadı ile gökleri inleten Enki’nin yardımına gelen diğer tanrılar,elinden bir şey gelememekte ve hastalıklı kılıp ayrıca iyileştirebilen tek tanrıça olan Ninhursag’tan aman dilemektedirler. Bir daha elini yaratım işlerine sokmayacağı sözü üzerine,Ninhursag Enki’nin 8 yarasının (hastalık) iyileşmesi için 8 yardımcı tanrıça yaratır, bu tanrıçalar Enki’yi iyleştirirler. Sosyolojik bir çözümlemeyle bu mitoloji yorumlanabilir.

Başka bir mitolojide geçen hikayeye göre, Ninhursag’ın oğlu kaybolur. (ondan çalınır) Ninhursag oğlunu bulmak için aramadık yer bırakmaz. Kendisinden çalınan oğlu ona geri verilmediği için yeryüzünü lanetler, yeryüzündeki tüm yeşillikler kurur. Tanrıların araya girip yalvarmasıyla, Ninhursag ana yeryüzünün tekrar yeşillenmesine izin verir, ama gönlü kırık, ettiği lanetten caymayarak.

Birinci mitolojide insanların sömürülmesi, hiçleştirilmesi ve tanrıların emrinde her türlü işe koşturulması (buradaki tanrısallık efendi – üst sınıftır) Enki’nin çarpık insan yaratmasıyla simgeleştirilmiştir. İkinci mitolojide ise insanların zorla toplumlarından koparılıp köle yapılmaları Ninhursag ananın oğlunun kaybolması (kaçırılması) ile simgeleştirilmiştir. Her iki durumda da Ninhursag ana tepkisiz kalmıyor. Enki’yi ve yeryüzünü lanetliyor. Aslında lanetlenen yeryüzü de Sümerlerin yurdudur, tüm dünya değil. Zaten Ninhursag ana yeryüzünün yeşillenmesine izin verirken, lanetini kaldırmıyor. Lanetlenen yer Sümer şehridir. “Yüksek Dağların Kraliçesi” unvanlı ana tanrıça olan Ninhursag kenti ve kentli insanların doğal toplum insanına uyguladığı zulmü lanetlemiştir. Bu tutum o dönem çok çetin bir mücadele verildiğinin anlamını taşıyor. İnsanların köleleştirilmesi, büyük zulümler yaparak sömürülmesi, kadının otoritesinin doğrudan geçerli olduğu toplumun yıkılması demektir.

Ninhursag da Enki’nin şahsında tanrıları ve şehir yaşamının şahsında da medeniyeti lanetliyor. Ninhursag, doğal toplumun yaşam, zihniyet, kimlik, duruş ve inancını temsil eder. Edimin Ninhursag ananın şahsında sembolize edilmesi, tüm doğal toplum insanının müşterek tavrının bir üst kurumunu temsil eder. Bu edim bir ana tanrıça şahsında sembolleşti mi, doğal toplumun her üyesi buna uyar. Ana tanrıça sembolünde kurumlaşan bu inanç bir kere yüreğe ve beyne kodlandı mı, toplumsal hafızada yaşam boyu muhafaza edilir. Toplumun hâlâ bir biçimiyle uygarlığa karşı direniyor olabilmesinin altında bu toplumsal hafızanın etkisi büyüktür.

Dönemin zihinsel öngörüsünü çarpıcı bir biçimde sunan bir diğer mitolojiye bakmakta fayda vardır. Sümerlerin “Kahramanlık Çağının” yarı tanrı figürlerinden ( Enmerkar, Lugalbanda ve Gılgameş’tir) Enmerkar, “Yüksek Memleketlerin Kralı“ Aratta Beyi’nden, memleketinde bulunan değerli taşlardan kendisine göndermesini ister ve o taşlarla Uruk şehrinde İnanna adına bir tapınak yapılmasını söyler. Kendisine gelen bu haber karşısında şaşkına dönen Aratta beyi “bu taşlar İnanna’nındır ve İnanna’nın kendisi de zaten burada, o aşağılarda ne işi olabilir ki?’’ der. Aratta beyi, yüksek yerlerde bulunan taşların İnanna’ya ait olduğunu, insanların o taşları birbirlerine verme haklarının olmadığını, o nedenle “aşağıya’’ (Sümerlerin memleketi için kullanılan bir tabirdir “aşağı memleket’’ o dönemde) göndermeyi kesin olarak reddeder. O taşları almakta ısrarlı olan Enmerkar ile o taşları vermemekte ısrarlı olan Aratta beyi arasında savaş yaşanır. Enmerkar Sümer ordusuyla Aratta’ya yürür. Aratta Zagros eteklerinde (nüfusu 3-4 bin civarında olan bir yerleşke) direnir. Ama sonuç, Aratta yerle bir edilir ve oradaki değerli taşlar alınıp Uruk’a getirilir. Meşhur Uruk şehri bu şekilde tarih sahnesine çıkar.Aratta şehrinin yerle bir edilmesi pahasına. Etnisite canı pahasına direniyor, toplumu ve doğası için yok oluyor maddi anlamda, manevi anlamda yok olmamak için.

Ne ilginç! ‘”İnanna’ya tapınak yapacağız’’ deyip İnanna’nın hem asli tapınağını (Aratta’daki İnanna tapınağı) ile İnanna’nın kurucu ve koruyucu tanrıçası olduğu yurt (Aratta) yerle bir edilir, buradaki insanlar kırımdan geçirilirler, genç oğlanlar ile genç kızlar köle olarak esir alınır ve burada bulunan değerli taşlar “aşağıya’’ (Sümer yurdu) götürülüp İnanna için yapılan tapınakta kullanılır. Burada çok bariz görülüyor ki, hem maddi hem de manevi olarak Sümer uygarlığı kendisinden önceki uygarlık mirasının üzerinde gelişmiştir, yeni bir zihniyet ve tahakkümcü yönetim biçimiyle. Eğer uygarlık anlamında tarih sahnesine çıkış, bir tanrıçanın yurdunu yerle bir etme,onun maddi- manevi değerleri alınıp temlik edilme ve onun halkını kırımdan geçirme pahasına olmuşsa, bu anlamdaki gelişimin hiç de kolay olmadığı rahatlıkla tahmin edile bilinir. Uygarlığın gelişimi karşısında muazzam direnişler olmuştur. Tanrıçaya ait olduğu bilinen taşları uygarlık güçlerine kaptırmama uğruna kırımdan geçiriliyor,yurtları yerle bir ediliyor ama yine de taşları vermiyorlar. “Canımı alabilirsin ama tanrıçanın emanetini asla!’’ şiarı hem aşiretlerin kurumsal hem de aşiret üyelerinin bireysel tutumudur. Buna sadakat sonsuz inançladır. Tanrıçaya ait bir emanet alındı mı geriye hiçbir şey kalmaz aşirette. Aşiretin bir üyesini aldın mı,sadece bir üyeyi almış olursun, geriye tüm aşiret kalır.Aşiretin yarısını aldın mı, geriye aşiretin diğer yarısı kalır, aşiretin tümünü aldın mı (yok etme anlamında) geriye aşiretin anısı (hiç yoktan) kalır, ama aşiretten tanrıçanın emanetini aldın mı geriye hiçbir şey kalmaz, üstelik aşiretin kendisi ile yurdu da lanete uğramış olur.. Bu bilinçte olan doğal toplum etnisitesi,tanrıçasına derin bir sadakatle bağlıdır. Tanrıçaya ait olan taşlar etnisite için sadece taş değil, aynı zaman da hem birinci doğa hem de ikinci doğadır. Dolayısıyla bağlı oldukları birinci ve ikinci doğanın yıkımına asla ve asla müsamaha gösterebilecek cesaretleri yoktur.

Ana tanrıçanın maddi değerleri toplum ile toplumun yaşamının sürdürülmesi için kullanılan araçlardır, manevi değerleri ise doğadır. Toplumun hem maddi hem de manevi değerlere olan bağlılığı “ya hep ya hiç’’ kabilindedir. O nedenle etnisitenin bir üyesini, yarısını hatta hepsini yok edebilirsin. Ama etnisitenin toplumunu ve doğaya ait hiçbir maddi-manevi değerini yok edemezsin. Bunlar etnisitenin kimliği, inancı, zor şartlar altında yaşayabilme sebatı, morali, coşkusu,direnme gücü,ruhu ve birliğidir. Yani bunlar etnisite için çok ama çok şeydir. Zira etnisite bunlarla var olmuştur. Toplumdan bazıları ölürse, yeni doğanlar onların yerini alır. Ama maddi-manevi değer yitiminin yeri doldurulamaz. Üstelik böylesi yitimler karşısında etnisite lanete uğrar ki, bu durum ölümden bin beter bir haldir. Bu zihni örgü nedeniyle toplum ile doğa birbirinden kopmaz bir bağla bağlıdırlar. En derin huşulu ekolojik bilinç bu zihnin kodlarında gizlidir. Ekoloji toplumun kendisi oluyor böylece. Ekoloji toplum, toplum ekolojidir ana tanrıça kimliğinin sembolünde.

Sümerlerin yarı tanrı kılıklı insan sayılan bir diğer tanrı kralı Gılgameş’tir. O da selefi Enmerkar gibi yukarı Mezopotamya’ya maden ve kereste seferlerini düzenliyor. O dönemin en değerli endüstri aracı olan kereste-ağaç temini için,kontrol altına alınması gereken ormanlara ihtiyaç vardır. Sümer kentlerinin kurulu olduğu ovalık alanda orman yoktur. Yukarı Mezopotamya’da zengin, sedir,meşe ormaları vardır. Gılgameş bu ormanları kontrol etmek için mücadele verir. Gılgameş ile Huvava arasında geçen bu savaşla bu mücadeleyi sembolize eden Sümer mitolojisindeki bir anlatıma göre,iş birlikçi Enkidu’nun da yardımıyla Huvava öldürülür. Huvava’nın ölümünden sonra ormandaki sedir ağaçları kesilip Uruk ( Sümer kenti) şehrine getirilir. Yani ancak Huvava’nın ölü münden sonra bu mümkün olabilir, Huvava hayatta olduğu sürece ormanın ağacını kesme imkanı yoktur.

Huvava’nın direnişi günümüzde de sürüyor. Eğer bugün hâlâ onur, özgürlük, namus ve yaşam uğruna bir direniş varsa o dönemden günümüze gelen mücadele geleneği mirası sayesindedir. Huvava’nın halkı için ağaç sadece basit bir kullanım aracı, ormanda basit bir ağaç koleksiyonu değildir. Ağaç ile orman onlar için yaşam, zihniyet, ilah, ruh,var olma, ürün, kimlik vb. çok şeydir. Kendi toplumları nasıl ki bireylerden oluşuyorsa, orman da tekil ağaçlardan oluşuyor. Onların inancına göre önce orman, daha sonra insan yaratılmıştır. Yani insan toplumu bitki toplumunun bir uzantısıdır, ki günümüz bilimi de bunu kanıtlamıştır. Etnisitenin zihni yapısında insanı korumadan önce doğayı koruma koşulu vardır. Çünkü insan yok oldu mu, doğa yine yaşar ve insan ya da insanın yerini tutacak bir başka canlının (bir anlamda insanın ruhunu taşıyacak yine, reenkarnasyon da denilebilir) var olmasına olanak sağlar. Ama doğa öldü mü, insan ile diğer tüm canlılar da yok olur. Orman bu kadar derin bir anlamı ifade eder etnisite için. Ormanın yok olmasıyla beraber sadece kendileri değil, ana atalarının anıları da yok olur ki, bu da etnisite için, ölümden bin beter lanetliliktir.

Bir ağacın ağladığını, bir taşın şarkı söylediğini, bir karıncanın hayal kurduğunu, bir bulutun oturmak istediğini, bir dağın hayal kırıklığına uğradığını duyumsayamaz uygar toplum insanı. Bunu duyumsayabilmek için, doğal toplumun animal (canlıcılık) zihinsel kodlarına ve vicdani duruşuna erişmek gerekir. Aslında bu vicdan ile zihniyet tümden kaybolmadı, sadece parçalandı. Eğer tümden yok olsaydı bugünkü insan ve onun toplumu da olmazdı. Toplum yaşamı hâlâ sürüyor. Sümer köleci sistemi ile ondan sonraki tüm sistemler de kendi etnik varlıklarını korudular. Doğal toplumun herkese ve başta doğaya saygı duyması temelinde olmasa da bir şekilde toplumsal varlıklarını idame ettirdiler. Çünkü medeniyetin ilk öncüleri de etnik bir aidiyetle (Sümer, Elam, Akad, Guti, Babil, Asur vb. birer etnik isimdir.) tarih sahnesine çıktılar. Bu etnik aidiyet onlar için de sadece bir etnisiteyi değil,hakeza bir yurdu, bir şehri, bir tanrıyı, bir kimliği vs. ifade eder. Mitolojik döneme ait hangi medeniyeti ele alırsak alalım aynı kodları görürüz kültürlerinde. Örnek kabilinden Asurları ele alırsak; Asur ismi hem proto Asur olan bir aşiretin hem Asur halkının hem Asurların tanrısının, kralının, şehrinin, ülkesinin, imparatorluğunun, medeniyetinin vs. adıdır. Formüle edersek;

Asur= Aşiret     = M.Ö. 4000 ‘lerde formlaşmış bir aşirettir.

Asur= Halk       = M.Ö. 2300’ lerde semitik aşiret konfederasyonuna ulaşır.

Asur =Yurt       = M.Ö. Asurlar’ın etkinlik kazandığı bölgenin adı olur.

Asur=Şehir       = Asurlar’ın başkentinin adıdır.

Asur=Ülke       =Mezopotamya’nın büyük bir bölümüne sahip ülke olur.

Asur=İmparatorluk=Dünyanın üçte birini kontrol etmiş imparatorluk.

Asur=Medeniyet = Günümüzde dahi izi var olan 4000 yıllık bir medeniyet.

Asur=Kral        = Asurbanipal vb. birçok kral ismi var Asur ile başlayan.

Asur=Tanrı       = Asur bir baş tanrıdır, giderek önemini yitirir.

Asur=Dil          = Asurca dili dönemin hegemon dili de olabilmiştir.

Asur=Kimlik       = Asurca ifade edilebilecek bir aidiyet, kültür vardır.

Uygarlaşıp hiyerarşik –iktidar köleci ya da feodal sisteme bulaşan halklar bile etnik aidiyetlerini korurlar. Bir anlamıyla topluma bağlılık esastır. Mısır ve Anadolu da aynı şey geçerlidir ve hatta Yunan ile Roma’ da ve tüm dünyada.

Feodal sistemde durum biraz değişir. Etnisitenin yerine tanrının kendisi (o da mutlaka bir etniseteyi güçlendirir) geçer. Aslında düzene karşı gelişen bir gelenektir ama erkenden düzen içileşmekten de kurtulamaz. Hristiyanlık 300 yıl boyunca düzene karşı direnebildi ve o da en büyük düzen savunucusu olma yazgısından kurtulamadı. Diğer dinler daha erken düzen içileştiler. Belki Mani ile Zerdüşt geleneklerini biraz daha özgün ele almak gerekir dinler tarihi içinde. Çünkü hem Manizm hem de Zerdüştlük derin doğa zihin kodlarıyla yüklüydüler. Fakat bu dinler de kendi toplumlarının geleneklerini ileriye taşıyabilecek şanstan mahrum kaldılar. Her ne olursa olsun, kapitalist sürece kadar da insan toplumu ile doğa arasında derin bir uçurumun olduğundan söz edilemez. Feodal dönemde köleci dönemdekinden daha korkunç savaşlar ve toplu kırımlar yaşanmıştır. Köleci dönemde bir etnisite tümden yok edilemezdi. Bazen bir kısmı bırakılır ya da bir kısmı köle yapılırdı. Ama feodal dönemde öldürmenin sınırları çılgın boyutlardadır ve talana endekslenmiştir. Köleci dönemde insanların köle yapılması için savaşlar yapılır. Ama feodal dönemde mallara el konulması için insanlar yok edilir. Köleciliğin ekonomisi insanları köleleştirme feodalizmin ekonomisi insanları yok etme üzerine kuruludur. Bu korkunç yıkıma rağmen etnisite direniyor. İnsan ile doğa arasında hâlâ zihinsel ve vicdani açıdan hüküm süren bir bağ vardır. Mülk (doğa ile toplum) tanrınındır feodalizmde.

Kapitalist uygarlık insan ile doğa arasındaki bağın tümden kopması üzerine kurulu bir düzendir. Köleci ve feodal uygarlıklar da düzenlerini o temel üzerine kurmuşlardır. Şehir yaşamı bunu ifade ediyor ve kır yaşamının (doğal toplumun) üzerine her gün toplum kırım seferleri yapılmıştır. Yine de köleci ve feodal uygarlık dönemlerinde şehirler kırı yutmamış, aralarındaki hassas denge bir anlamda korunmuştur. Kır yaşamının tümden yok olması, şehir (uygarlık) yaşamının da tümden yok olması anlamına gelmektedir. 19. yüzyıla kadar da dünya nüfusunun ancak % 3-4 kadarı şehirlerde yaşıyorken, günümüzde dünyanın şehirlerde yaşayan insan nüfusu % 60-70 civarına ulaşmış bulunmaktadır. Etnisitenintarihinde ve direnişinde görüleceği üzere, şehir yaşamı doğanın hilafına gelişmektedir. Kurulan ilk şehirlerin nüfusu 3.5 bini aşmazken, günümüzün şehir nüfusları 10-20 milyona kadar varabiliyor. Toplum yok, mülk olarak görülen doğa da insanın oluyor.

Şehir nüfusunun aşırılığı kaos,kriz,kanser,ur ve her çeşit bulaşıcı hastalık üretiyor. Nüfusu aşırı şişirilmiş her şehir endüstriyalizm için kâr getiren bir tekke ocaktan öte bir anlam ifade etmez. Kapitalizmin aşırı kâr uğruna insanlığın başına musallat ettiği endüstriyalizmden dolayı doğa iflas etmiş, sorunlar bünyeyi aşmış ve uygarlığın krizi SOS işaretleri vermektedir. Çevre, etnisite, din, dil, sosyal, siyasal, ekonomik, azami kâr, açlık, yoksulluk, dincilik, cinsiyetçilik, milliyetçilik, militarizm, faşizm, eşitlik, özgürlük, onur, adalet, hukuk, ahlak, politika, sınıf, zihniyet, mezhep,savaş, atom bombası,kimyasal, biyolojik, nükleer silahlar, çevre, atık, sera gazı, ozon delinmesi, sentetik madde,nüfus pat-laması, şehir, devlet, iktidar, baraj, HES, kimyasal atıklar ve kriz derecesine varmış olan daha birçok sorun sayılabilir. En önemli sorun da cins sorunu olmaktadır. Sorun sadece insanın yaşamını tehdit etmiyor, doğayı da yok edecek düzeye varmış. Dolayısıyla toplumsal sorun büyüktür ve salt sınıfsallık veya ezen ezilen çelişkileriyle ele alınamaz. Ali Fırat bu anlamda “toplumsal çelişkiyi dar sınıf çelişkileri düzeyinde ya da kaba bir ezen- ezilen çelişkisi biçiminde ele almak yetersiz kalmaktadır. Esas çelişki toplum ile iktidar arasındadır. Daha geniş ifade edersek, eşitlikçi ve özgürlükçü değerler temelinde gelişen demokratik komünal, kadın eksenli, ekolojik yönelimli toplum ile buna karşıtlık içerisinde gelişen hiyerarşik –devletçi, sınıflı- sömürülü, erkek egemenlikli doğaya hükmeden toplum arasındaki çelişki temel karakterdir.‘’[2] biçimde ifade ederek esas çelişkiye işaret etmektedir.

Kurulduğu ilk günden beri tahakkümünü geliştiren hiyerarşik –iktidar gücünün son temsilcisi kapitalist uygarlıktır. Hiyerarşik–iktidar gücün etkisizleştirdiği ilk alan kadının sistemidir. Daha sonra toplum ve ardından da tüm doğa etkisizleştirilmiş, ruhtan düşürülmüştür. Evrimin kendisi de üreme– gelişmenin bir biçimidir ve kadın ruhsallığı ile zihinselliği işlevine sahiptir. Bu anlamıyla kadın; yaşamın varlığı ve sürdürücüsüdür. Kadının ana tanrıça kültürü ile sembolleştirilmesinin anlamı buradan kaynaklanmaktadır. Kadının kutsallığı etnisitenin kimliğinde gizlidir. Dolayısıyla etnisiteyi etkisizleştirmek evvela kadını etkisizleştirmeyi gerekli kılar. Ekolojik krizin temel nirengi noktası tarihin bu anındadır: Kadının kırılma anı! Kadın ile toplum da sessiz kalmamış, devrimci mücadele geleneğini günümüze kadar sürdürebilmişlerdir.

 

Devrimci Bilincin Tarihi–Kökeni

Devrimi, salt politik bir evre, siyasi kurumların yıkılıp yerine yeni kurumların inşa edilmesi, yeni bir toplum yaratma, toplumsal ilişkileri – eski kültürü- değiştirip dönüştürme, belirli tarihsel aşamalardan geçerek oluşan bir ‘’zorunluluk‘’ kendiliğinden gelişecek bir süreç vb. tarzda ele alan yaklaşımlar vardır. Bu yaklaşımların her birinin kendisine has düşünce ve eylem planları da vardır. Ama eğer “devrim’’ eylem, yenilik, gelişme, oluş ve yaratım ise, bu uğurda özgürlük ve direniş mücadelesi vermiş olan toplumsal kültüre göz atmak gerekmektedir. Çünkü milyonlarca yıllık insan toplumunun yaşam serüveni eylem, yenilik, gelişme, oluş, yaratım vs. gibi devrimsel olgularla doludur. Bu da etnisitenin ekolojik zihniyet duruşudur.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel faktör ayakları üzerinde yürüyor olması, konuşuyor olması,en yetkin bir şekilde (tasarım) düşünüyor olması, alet kullanması, toplumunu kurması ve üretim yapabilmesidir. İnsan ikinci bir toplum olarak (doğal toplum) birinci doğanın (biyolojik doğa) en gelişkin evrimsel halkası sayılmasının nedeni de bu faktörlerdir. Bu faktörler en büyük devrimlerdir. Neolitik de hem üretim hem de yerleşik yaşama geçişin en büyük devrimsel adımıdır.

Her biri büyük bir devrim olan insanlığın (uygarlık döneminden önce kalma) tüm yaratım formları henüz aşılmış değildir. İletişim (haberleşmek için araç kullanmak) ulaşım, tıp, konut, besin elde etmek için su –hava-toprak –tohumdan faydalanma, zaman bölünmesi (takvim ve günü belli dilimlere bölünme), alet, barınak formaları insan yaşamının hâlâ temelidirler. Bugün iletişim aracı olarak gelişkin telefonlar ve uydu sistemleri, internet vb. araçlar vardır, ama bunlar yaratım değil, geliştirme aygıtlarıdırlar. Önemli olan bilgisayardan sonra interneti keşfetmek değil, iletişim mefhumunun kendisini keşfetmektir. Dolayısıyla iletişim bilgisayar ya da internet aracılığıyla keşfedilmiş olmuyor. Dumanı ya da belli bir sesi çıkararak iletişen ilk insanlar iletişimi keşfetmiş oluyorlar. Gerçek devrim de bu adımdır, iletişime dair. Dumandan sonra gelişen tüm icatlar devrim sayılmazlar, türevdirler ancak. Bu anlamda her şeyimizi etnisiteye borçluyuz.

Benzer durum konut ile taşıtlar için de geçerlidir. İnsanlar bugün on bin kişiyi barındırabilecek yüzlerce metre yükseklikteki devasa gökdelenleri inşa ediyor veya uzayın derinliklerine taşıt gönderiyor olabilirler. Ama bu icatlar da konut ya da taşıtın keşfi anlamına gelmezler. Keşfi ilk konutu yapan ve ilk tekerliği bulandır bu alanlarda. Diğer tüm hususlarda da aynı kural geçerlidir. Günümüzde yeni bir şey keşfedilmiş değil, atom –nükleer biyolojik ve kimyasal silahlar dışında. Uygarlığın tek yaratımı bu silahlardır. Yine araç olduğu kadar besin ve biyolojik devrimler de milyonlarca yıl evvelden yapılmıştır. Sosyolojik açıdan toplumun tarihi, kültürü, ahlaki ve özgürlük duruşu anlaşılmadan, toplum yaşamındaki gerçek devrimin ne olduğu da anlaşılmaz. Uygarlık öncesi toplum keşfettiği bir bitkiyi, bir çeşmeyi, bir iş aletini tanrısallık derecesinde kutsayıp totemi haline getiriyor. Devrimin en kalıcı anlamı da bu edimde gizlidir. Ama bir de bu değerleri ters yüz eden uygarlık gerçeği var ki, buna bağlı oluşan çelişkiler toplumsal çelişkileri oluştururlar. Bilge bunun için “toplumsal devrim süreçleri esas olarak gerçekleştikleri koşullarda politik değişimlerden önce sosyolojik değişimi yaratan ya da yaratmayı hedefleyen süreçlerdir. Her devrim öncelikle kendi sosyolojisini oluşturmayı önceler. Çünkü mücadele verili sosyolojinin yol açtığı bunalımların aşılması perspektifiyle başlar. Verili sosyoloji ile yaratılmaya çalışılan sosyoloji arasında kültürel,tarihsel,ahlaki alanlarda bir çatışmanın varlığı mücadelelerin başlamasında tetikleyici bir işleve sahiptir. Bir yanda toplumsal özgürlüğü hedefleyen,sınırlara hapseden ve devrimci dinamiklerin oluşmasını engelleyen bir sosyolojik realite diğer yandan da çeşitli yöntem ve araçlarla bu sosyolojik gerçeği aşmayı hedefleyen devrimci mücadele … Tarih boyunca yaşanan bütün devrim süreçleri esasta bu iki hakikatin çatışmasını ifade eder…Özetle, içe dönük devrim kendi sosyolojik hakikatini oluşturarak bu hakikat üzerinden evrensel demokrasi ve özgürlük mücadelesinin en önemli aktörlerinden biri haline gelmiştir’’[3]

Demek ki her olur olmaz gelişmeye, sınıf temelli ya da devleti iktidarı hedefleyen mücadelelere ‘’devrim‘’ demekten ziyade,toplumun hakikat anlamındaki sosyolojisini oluşturan veriler üzerinden yola çıkarak devrimi tanımlamak daha gerçekçidir. Tarihte ekolojinin izini sürerken karşılaşmış olduğumuz tanrıça öncülüğünde toplum direnişleri aynı zamanda devrimciliktir de. Bu devrimcilik sayesinde toplum hem kendisini hem de doğayı savunmuştur. Toplum ile doğa arasındaki diyalektik bağ, etnisitenin daimi bir devrimci yaşamı esas almasını gerekli kılmıştır. Bu anlamda bir zihniyet oluşmuş ve zihniyet devrimi belki tüm devrimlerin en büyüğüdür. Toplum zihniyetle kendisini koruyup geliştirmiştir. Buna engel olan hiyerarşik iktidar güçlerine karşı da büyük direnişler sergilemiştir. Devrim kesintisiz bir mücadele sürecidir, kuşaktan kuşağa devredilir. Bu miras tükenen bir aygıt değil, gelişen bir direniş ruhu–duruşudur. Etnisitenin varoluş, toplum ile doğanın dile geliş halidir.

İnsanlığın devrimci mirasının içinde,en başta zihinsel alanda mücadele vermenin sembolü olan tanrıça kültü vardır. Bu, aynı zaman da cins mücadelesidir. Ninhursag–Enlil-Enki, İnanna-Enki, Gaia Kronos –Uranüs-Zeus, İsis –Osiris, Hera- Zeus, Demeter –Hades ve Tiamat –Marduk halklar adına sembolleşmiş tanrıça- tanrı çekişmelerinin ( halk ile düzen savaşı) sembolüdürler. Bunlar sadece zihniyet ile cins çekişmeleri –savaşı değil, aynı zamanda toplumsal doğa ile biyolojik doğanın üzerinde verilen mücadeledir. Tanrıçalar aynı zamanda doğadaki canlılığın sembolü olan bahar ve yeşillikle de insan toplumunun kültüründe yer alırlar. Bahar ve yeşillik tanrıçaların üstünlüklerini, kışlar ve zorluklar da tanrıların zulmünü ifade eder. Tanrıçalar ile toplum arasındaki bağ organiktir. Bu bağ ile insan ve doğa arasında da ontolojik bir bağ oluşuyor. Tanrıçaların işlevi sadece insanı doğaya karşı saygılı kılmak değildir, aynı zamanda toplumun içinde de bir ahenk var etmektir. Tanrıçaların insanlarla da bir iletişimi vardır. İnsanlarla olan tanrıçaların iletişimleri sevgi, aşk, mutluluk derecesindedir. Ödül bahşedicidir.

Biyolojik Doğa’nın içinde evrimsel ve tinsel bir gelişimin ifadesi olan Ali Fırat’ın deyimiyle ‘’toplumsal doğa hakkaniyetle gözlemlendiğinde, her anın devrimle bezeli olduğu görülecektir. Ama şehir –sınıf- devlet üzerinde şekillenen hiyerarşik –iktidar uygarlığı anti- devrim karakterli doğmuş ve günümüze kadar da bu karakterinden bir şey kaybetmemiştir. Beş bin yıllık tahakkümü süresince biçimi (köleci, feodal, kapitalist-sosyalist) değişmiş olabilir ama anti devrimci formunu korumuştur, özü değişmemiştir. Günümüzün kapitalist uygarlık modernitesi evresinde anti devrimci tutum genişliğine ve derinliğine yaygınlık kazanmıştır. Uygarlık karşıtı güçlerin devrimci eylemlerini dahi çok ama çok rahat bir şekilde çalabilmektedir. Devrim adına mücadele veren birçok hareket daha sonra kapitalist modernitenin sularına akmaktan kurtulamamıştır. Reel sosyalizm, ulusal kurtuluş ve sosyal demokrasi hareketlerinin muazzam direnişleri oldu ama sonuçta kapitalizmi yıkmaları şurada kalsın, başta Rus ve Çin devrimleri olmak üzere, devletleşen birçok devrimci hareketin geleneğinde de görüldüğü gibi onu daha da güçlendirdiler. Burada temel sorun, devrim adına mücadele veren uygarlığı bir bütün olarak çözümleyememeleri ve onun araçlarıyla hareket etmeleridir.”[4]

Sümerlerden günümüze kadar anti uygarlıksal karakterde doğal kollektif toplumun mücadelesi devam etmektedir. Uygarlığın kendisini var kılma hali karşı kutbu biçimindedir. Yani, doğal kolektif toplum olgusu barbarlık (kır yaşamı) olarak ele alınıp bunun karşı kutbu olarak da uygarlaşma (şehirleşme- şehir yaşamı) sistemini inşa etmiştir. Bu durumda uygarlaşma doğal kolektif toplumun yok edilmesi pahasına yaşamsallaşmıştır: Doğayı ve tüm değerlerini hedef alan bu süreç, kesintisiz bir biçimde devlet- iktidar olgusu üzerinden yürütülüyor. Uygarlığın dehşet verici toplum kırım saldırılarına karşı sadece kır toplumu değil, kentin içinde ezilen ve yoksul kesim tabakaları da direniyorlar. Bu anti uygarlık toplumun geri ve çoktan yok olduğunu savunan Marksist gelenekli ulusal, reel sosyalist ve sosyal demokrasi hareketleri sadece yanılmadılar, kapitalizmi güçlendirdiler de. Çünkü bu doğal toplumun anti uygarlıksal direniş geleneğini esas alacaklarına, modernist –uygarlığın yaşam araç ve argümanlarını esas aldılar. Geçmiş süreçlerden ders çıkararak yönünü hakikat temelinde doğaya –devrime çevirip geleceğin ütopyalarını resmetmek ve halkların özgürlüğünü garanti altına almak için düşünce ve programlara ek olarak daimi ve etkili eylem düzenlemek devrimin ve devrimcilerin tarihsel misyonu olarak önlerinde durmaktadır. Bu nedenle ekolojik dönüşümünü gerçekleştirmiş bir devrime ihtiyaç var.

 

Ekolojik Dönüşümünü Sağlamış Devrimin Çevresi

Gittikçe derinleşen kapitalizmin içine girmiş olduğu kriz ve kaos aralığından yeni bir sistemin boy vermeye başlayacağını işaret eden doğum sancıları şiddetlenmektedir. Bu aralıktan yeni bir sistemin boy verebilme ihtimali kadar, kapitalizmin de daha güçlenerek çıkış yapması olasıdır. Bu kaos aralığında en hazırlıklı olan güç de kapitalist modernitenin kendisidir. Bu moderniteye karşı muazzam bedellere mal olan büyük mücadeleler verildi. Bu mücadele devrimlerle nihai olarak kapitalist modernite ortadan kaldırılamamışsa da, doğal evrimin ve biyolojik yaşamın bir oluş hali olarak direniş bayrağını kendilerinden sonra gelene devrettiler, rollerini oynadılar. Doğal evrim, biyolojik yaşam serüveninde yanlış rolü oynayan ve bir sapmayı ifade eden olgu uygarlık-iktidar güçleridir. Doğanın dili, gelişimi, evrimi hissiyatı ve sistemleri esas alınıp doğanın zihniyetiyle yoğrulmuş bir mücadele geleneği yaratılırsa, hem doğa hem de insan toplumu için mucize bir kurtuluş ve hakikatle örülü ve geleceğe yatırım yapılmış olur. Önemli olan mücadele ederken en az kapitalist modernite kadar, onun karşıtı olarak, kendi programını oluşturabilmektedir. Onun içinde eriyerek değil, onun karşıtı olarak olabilir. Toplumun ve doğanın hilafına göre gelişmiş olan bir sistemi, toplum ile doğayı savunarak bertaraf etmek mümkün olabilir ancak. Bu durumda doğayı ve onun biyolojik- evrimsel bir uzantısı olan toplumu korumak için de zihni bir formasyona ulaşmak gerekmektedir. Bu formasyonun sosyolojik tanımı; ekolojik kadın temelli mücadele gerçeğinde devrimcilik oluyor. Doğanın ve toplumun tinsel ve genetik dili olan ekoloji ile kadının duygu yüklü zihniyeti esas alınmadan başvurulacak her tür devrim pratiği kaybetmenin yanında, insan toplumu ile biyolojik doğanın başına, telafisi zor belalar da açacaktır. İlkin vicdan ve zihniyet devrimi gerçekleştirerek doğadan kopmuş olan insan ruhunu bu paradigma ile tekrardan doğa ile bütünleştirmek mümkündür.

Günümüzde azımsanmayacak derecede ekoloji için mücadele veren hareketler vardır. Öyle ki kapitalist modernite dahi kendisini ekolojinin savunucusu olarak gösterebilecek kadar esnek davranabilmekte, çeşitli çevreci kadın ve ekoloji hareketlerini kendisine bağlayabilmektedir. Ekolojik paradigmalar bu gerçeği de göz önünde bulundurmalı, artık salt düşünce ve program belirlemekle yetinmemeli, icra gücü olan eylemler de temel hedefleri olmalı. Uygarlığın kadını hedef almasından dolayı kadın mücadelesini, insan ile doğayı hedef aldığı için ekolojik mücadeleyi esas alan ve toplumu parçalamayı hedef aldığı için de demokratik (tarihsel, toplumsal birlik) mücadeleyi esas alan bir paradigma ile doğal toplumun direniş geleneğine anlamlı bir tarihsel cevap veren Ali Fırat doğal çevrenin (birinci doğa) evrimsel sürecinde zihinsel ve canlılık nişanesi olan Toplumsal Doğayı yeniden özgürlükçü ruhuna erdirip onu birinci doğa ile tekrardan hakikat ve tinsel temelde buluşturmanın muştusunu da sundu insanlığa.

Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigma temelinde demokratik ulusu inşa etmenin hedefini belirleyen Ali Fırat, devrimler içinde ‘’Devrimler, ancak toplumun ahlaki ve politik işlevini özgürce yerine getirmesi ve sürdürmesi katı biçimde engellendiği zaman başvurulacak eylemsel toplum biçimleridirler. Devrimler yeni toplumlar, uluslar ve devletler yaratmak için değil, ancak ahlaki ve politik toplumu özgür işlevine kavuşturmak için geliştirildiğinde toplumca meşru kabul edilebilir ve kabul edilmelidir’’ diyor. Devrim, insan tarihi ile yaşıttır, doğal –biyolojik gelişmenin seyrine paralel bir süreçtir. Devrim insan- toplum yaşamının bir kesitiyle ele alınamaz, o zorlukların üstesinden gelme, yaratıcı eylemdir. Sosyolojik bir ifadeyle, Devrim; ekolojinin savunma mekanizması,ekoloji de devrimin ruhudur. “Ekoloji toplum, toplum ekolojidir” diyen Ali Fırat, “bugün eşit –özgür bir topluma doğru yol alınmak isteniyorsa, bunun belki de en birincil şartı ekolojik bilinç ve duyarlılığın gelişmesidir. Sapmalı toplumsal gelişme durdurulmadıkça toplumun doğayla yeniden buluşması sağlanamaz. Doğaya bakışımızdaki yabancılaşma, güçlü bir zihniyet ve vicdan devrimi ile aşılmadıkça sapmalı toplumsal gelişme durdurulamaz. Bu süreç iç içe işleyecektir. Toplumda ekolojik bilinç geliştikçe de iktidar toplumdan dışlanacaktır. Böylece toplum doğasına yeniden ve daha güçlü bir biçimde kavuşacaktır. Doğal toplum ilişkilerinin geliştirilmesi özgür bir toplum ve özgür bir doğaya doğru atılmış en büyük adım olacaktır’’[5]

Hakikat anlamında cins, toplum ve doğa sorunlarına odaklanmış devrimci bir hareket, çözülmesi gereken gerçek sorunlara karşı mücadeleye geçmiş olup ekolojik özü yakalamış demektir. Feminen, çevreci, doğacı, etnik, dinsel, sınıfsal ve her türden mücadele alanlarına da açık hale gelip uğruna mücadele verme iddiasında olduğu toplumu da demokratik birliğin sağlanmasına da yol açacaktır. Bilim ve teknolojinin varmış olduğu seviyeyi de esas alan demokratik içerikli (toplumcu) bir sosyal bilimle beklenen toplumsal vicdan ve zihin devrimi gerçekleştirilebilir, ‘’devrim’’ denilen toplumun yaratıcı edime dönmesi gereken özü olan doğa ana ile mutlu bir kucaklaşma sağlanabilir. Ekoloji bu olanakların hazinesidir.

Devrimin kapsama alanı düşünüldüğünde, akla ilk gelecek olan olgu etnisitedir. Etnisite, tinsel olarak birinci ve ikinci doğayı birbirinden ayrı tutmuyor ve ikinci doğanın birinci doğanın bir uzantısı olduğuna inanıyor, birinci doğayı ikinci doğadan daha fazla korumaya önem veriyor. Hakikatteki en anlamlı ontolojik bağın kendisi oluyor bu ekolojik zihin. Yoksa binlerce aşiret üyesi kırımdan geçme pahasına bazı taşları ya da ağaçları koruma riskine katlanmazlar. Analitik zihin örgüsünden bakılınca bu anlamın gizi anlaşılmaz tabi. Eğer analitik zeka ile bu direnişe bakılırsa, koca etnisitenin tümden yok olma –kırımdan geçme ve yurdunun yerle bir edilmesi pahasına korumaya çalıştığı birkaç ağaç ya da birkaç taş parçası için direnmek enayiliktir.Pozitivimin “akıl” yöntemiyle etnisitenin zihin örgüsü ve doğaya bakılırsa öyle anlaşılır, ama etnisite doğaya akıldan ziyade yürek ile bakar, analitik değil duygusal düşünür. Diyalektik olan bu düşünce doğadan kopmamış olan bir düşüncedir, doğanın kendi düşüncesidir. Böylesi bir hissiyata varabilmek için ana tanrıçanın sadık bir mümini olmak gerekir. Bu da zihnen ve vicdanen doğanın ruhuna bağlı olmanın en yakın ifadesidir. Uygarlığın beş bin yıldır parçaladığı zihin ve vicdanla doğaya bakıp etnisitenin hissettiğini hissedebilmek zordur. Hatta günümüz toplumunun vicdan ve zihniyetiyle doğaya bakıp etnisitenin hissettiklerini hissetmek deveyi iğne deliğinden geçirmekten daha zordur. Ama paradigmatik temelde bir çözüm olanağı da açığa çıkmıştır.

 

Devrim Ekolojisinin Varacağı Alan: Üçüncü Doğa

Demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigmanın insan- toplum- doğa perspektifinde birinci ve ikinci doğanın sentezi olarak Üçüncü Doğa en köklü ekolojik devrimi ifade eder. Doğal yaşam ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğuna bağlı olarak içgüdüsel temelde içine girilen arayış ile birlikte gelişkin zeka ve üstün iletişim kurma kabiliyeti insanın türsel gelişimdeki biyolojik evrimini belirler. Biyotik gelişimsel evrende çevresine uyum sağlama yerine, diğer canlı türlerinden farklı olarak çevresinde yaratmış olduğu değişim yoluyla yeni bir doğa da yaratmış olur. Gordon Childe’nin ‘’kendini yaratan insan’’ demesi de bundandır. Doğal evrim sürecindeki esneklikleri bir avantaj olarak kullanıp güçlüklerin üstesinden gelme kabiliyetini elde etme becerisi insanın insan olma (toplum kurma) yolundaki en temel farklılığıdır. Kendi doğasını –toplumunu kurmak biyotik doğadan kopma anlamına gelmez, ona bağlı olarak gelişimini sürdürmektir. İnsanın, potansiyel zeka kabiliyetine bağlı olarak evrimini, çevresini değiştirerek geliştirmesi, birinci doğanın evrimsel diyalektiğinde var olan gelişme esneklik, zeka ve özgürlük potansiyellerinin de en uygun biçimde yaşam bulmasıdır. İnsan istediği için gelişim kaydedip doğayı değiştirmiyor salt, doğa istediği için insan gelişiyor ve çevresini değiştiriyor. Bu gelişim evresi simbiyotik olup tek bir doğa (biyotik doğa) kuralını gösterir. Burada doğaya hükmetme edimi yoktur. Ancak toplumsal gelişim sürecinde bir sapmayı ifade eden beş bin yıllık tahakkümcü uygarlık sürecinin yok etme aşamasına getirmiş olduğu birinci ve ikinci doğanın bir üst aşaması olan Üçüncü Doğa bir ümit ışığı olarak doğuş yaptı.

Toplum ile doğanın yok olma düzeyine varan sorunsallığından yola çıkılarak, ekolojik krizin çözümü için ‘’Üçüncü Doğa” sentezini öngören Ali Fırat, bunun yaşamsallaşması için de ahlaki- politik toplum (düşünce –program hareket olarak) ortaya koydu. “ ‘Üçüncü Doğa’ kavram olarak Birinci ve İkinci Doğa’nın bir üst aşamada yeniden gerçekleştirdikleri uyumu ifade eder. Toplumsal Doğa’nın Birinci Doğa ile üst düzeyde bir sentez oluşturması, devrimci teorik paradigma devrimi kadar köklü bir pratik devrim gerektirir.”[6]

Yaşamsal değerleri varoluş değerlere bağlı olarak ele alan insanın biyotik gelişimini ekol toplum bilinci çerçevesinde anlamlandırıp ileriye taşıran demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigma en köklü ve pratik biçimde devrimin ekolojisinin dinamizmini de yaratmış oluyor. Ekolojik krizle birinci ve ikinci doğanın yaşamsal ve varoluş değerlerini yok olma aşamasına varmış olması toplumun ahlaki –politik işlevselliğinin yok olması anlamına gelmektedir. Buna karşın toplumun yaşamsal ve varoluş değerlerini korumanın yolu olarak devrimini gerçekleştirmesi kaçınılmazdır. Bu durumda Üçüncü Doğa, ekolojik krizin çözümü için öngörülmüş devrim olmaktadır. Dolayısıyla devrim de icra boyutuyla,ekolojik sorunsallık bağlamında en köklü anlamını bulur. Devrimin kapsama alanı ekolojik döngünün sosyo-kültürel, sosyo-politik temelde toplumsal doğayı ifade eden boyutlardır.

Demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigma, Üçüncü Doğa senteziyle sosyo-politik olarak toplumun ahlaki- politik temelde yapısallığına kavuşturulmasının teori, plan ile eylemini ortaya koymuştur. Buna göre; ekoloji toplumun en köklü inancı haline getirilmesini, ruhsal anlamda doğadan kopmuş toplumu vicdani ve zihni bir dönüşümle tekrardan ruhsal anlamda doğaya bağlamayı öngörür. Özünde tahakküm–iktidara karşı olan kadının doğası, toplumun doğası ve doğanın doğasını her tür vurgulu özneden korumayı benimseyen bir bilinç erişiminin yanında aşırı bireycilik tasarrufundan da korumayı taahhüt eder. Hiyerarşik tahakkümünün her tür edimini ahlaki politik işlevselliğin işlevselleştirilmesi edimi sayar. Analitik zeka ile duygusal zekanın sentezini gerekli görür. Toplumun her bireyinin sorununu biyosferin bütünlüğü içinde ele alır ve hem insanın hem de insan dışındaki dünyasını korumayı ahlaki temele bağlar. İnsanın insan üzerindeki ve insanın doğa üzerindeki tahakkümünün kaynağında erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü görür ve “özgür eş yaşam” bilincini başat kılıp tüm tahakkümlerin son bulması için mücadele eder. Sistemini konfederal yönetim tarzı şeklinde örgütler. Kapitalist modernitenin anti- tezi olarak konumlanan demokratik modernite aynı zamanda kapitalist modernitenin varoluş unsurları sermayecilik, endüstricilik ve ulus-devletçiliğe karşı demokratik komünalite, eko endüstri ve demokratik ulus unsurları temelinde çözümler sunar.

Sosyo-kültürel anlamda merkeziyetçilikten uzak bir toplumsallığı esas alarak, kapitalist modernitenin çılgınlaşmış bireycilik –tüketicilik sosyo-kültürüne karşı, Üçüncü Doğa; farklılıkları gözeten bir eşitlik ve özgürlük ahlakıyla demokratik sistemini kurup toplum içinde ekolojik, feminen bir zihniyetin gelişimini sağlayan manevi öze sahip bir sosyo-kültürdür. Toplumun ahlaki ve tarihsel yapısallığını bütünlüklü gören Üçüncü Doğa, bu bağlamda geleceği de toplumun ekolojik temelde yeniden inşa edilmesi süreci olarak görür. Kadın-ana, toplum –ana, doğa –ana duygusuyla doğaya dönüşün vicdan- zihniyet devrimini şart sayar. Üçüncü Doğa’nın (fikir, program ve eylem boyutunun sosyo-kültürel ve fizyo-kültürel alanı olan Kürdistan’da üçüncü dünya savaşı da hükmünü icra etmektedir. Hiyerarşik –devletçi sistemin şiddet, tahakküm, yıkıcı silah gücü, parayla alma, yok etme, tümden göçertme politikalarına karşı, toplumun her türden etnik, mezhepsel, çevresel, feminen, ekolojik topluluklarını demokratik bir çatıda toplamayı öngören devrimsel süreçlerle Üçüncü Doğa’nın gerçekleşme potansiyeline sahip olduğunu Rojava Devrimi’nde görmekteyiz. Rojava’daki devrim süreci devrimin ekolojisinin kısa-orta-uzun vadeli olarak zihni ve yaşamsal temelde boy vermesi ve Kürdistan’dan Ortadoğu ile tüm dünya için ilham kaynağı olma sürecidir.

 

[1] Ali Fırat, Bir Halkı Savunmak
[2] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 4
[3] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt 3
[4] Age
[5] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözüöü, Cilt 4
[6] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 3

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.