Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt Sorunu Çağın Vicdanıdır

Ali Fırat

Evrenin, bir adalet ilkesinin olduğuna inanmak gerekir. Hiçbir oluşum, koşulları ve anlamı olmadan doğmaz. Doğa, oluşum konusunda görebildiğimizden daha adildir. Gözlem yeteneklerimizin şaşırtılması, çarpıtılması ve kaybından uygarlık toplumunu sorumlu tutmak, daha yerinde bir değerlendirmedir. İnsan oluşumu da adil gerçekleşen bir gelişmedir. Denilebilir ki tüm evrensel düzen, biyolojik âlem ve toplumsal kuruluşlar, insan oluşumunun hizmetindedir. Bundan daha büyük adalet olabilir mi? Eğer toplumdaki hiyerarşik ve devletçi güçler, bu gerçeği çarpıtarak örtbas etmişlerse, bunun sorumluluğu, bizzat bu çarpıtmaya başvuran güçlerde aranmalıdır. O zaman da adaleti gerçekleştirme görevi, bizzat adaletin peşine düşen insana ait olacaktır. Adaletin yerini bulması için gerekli her türlü anlam ve eylemi geliştirebilecek olan insandır. Tabii “Adalet arıyorum” diyen insanlar, bu göreve talip olabilecekleri gibi bunun gereklerine uygun olarak kendilerini anlamlı, örgütlü ve eylemli kılmalıdırlar. Anlama adalettir. Adalet de hakkı olanı elde etmedir.

İnsan toplumundaki zekâ düzeyi ve esnekliği, toplumsal inşanın gerçek temelini teşkil etmektedir. Özgürlüğü bu anlamda toplumsal inşa gücü olarak da tanımlamak yerindedir. İlk insan topluluklarından itibaren buna ahlaki tutum denildiğini biliyoruz. Toplumsal ahlâk ancak özgürlükle mümkündür. Daha doğrusu özgürlük, ahlâkın kaynağıdır. Ahlâka özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı da diyebiliriz. Eğer ahlaki seçim, özgürlük kaynaklıysa, özgürlüğün zekâ, bilinç ve akılla bağı göz önüne getirildiğinde, ahlâka toplumun kolektif bilinci (vicdanı) demek daha anlaşılır oluyor. Kant’ın ahlâkı aynı zamanda bir özgürlük seçimi, imkânı olarak yorumlaması günümüz için de geçerliliğini koruyan bir görüştür.

Bir özgürlük alanı olan ahlâkın tükenişi nasıl günümüzün bir fenomeni ise, ondan daha fazla politika alanının tükenişi söz konusudur. Bu nedenle özgürlük istiyorsak, en başta toplumun kolektif vicdanı olan ahlâkı ve ortak aklı olarak politikayı, tüm yönleriyle ve entelektüel gücümüzle yeniden ayağa kaldırıp işlevsel kılmaktan başka çaremiz yok gibidir.

İnsanlık, daha ilk defa eline taş ve sopayı aldığında bu işi düşünerek yapmıştır. Burada içgüdü değil analitik düşüncenin ilk tohumları söz konusudur. Deneyim biriktikçe toplumun gelişmesi, özünde bu düşünce yoğunlaşmasıdır. Bir toplum ne kadar deneyim kazanır dolayısıyla düşünce yoğunlaştırırsa, o denli yetenek ve güç kazanır. Kendini daha iyi besler, korur ve üretir. Bu süreç, toplumsal gelişmenin ne olduğunu ve neden çok önem taşıdığını açıklamaktadır. Toplum, kendini sürekli düşündürdükçe, ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini yani kolektif düşüncesini oluşturur. Ahlâk bu nedenle çok önemlidir. Çünkü o toplumun en büyük hazinesi, deneyim birikimi, ayakta kalma gerekçesi, yaşamını sürdürmesi ve geliştirmesinin temel organıdır. Toplum, bunu yitirirse dağılacağını yaşam deneyiminden ötürü çok iyi bilmektedir. Bu yüzden âdeta içgüdülerin keskinliğiyle ahlâkı önemsemektedir. Tüm kutsallıklardan akan bir ses var ki, “Biz size aklı verdik, yeter ki şer yolunda değil hayır yolunda kullanın. O zaman size gerekli olan her şeyi edineceksiniz!” der. Bu sesi gerçekten duymalı ve anlamalıyız. Toplumun sağduyusu da denilen vicdanın sesi, vazgeçilmez ahlaki sesi de bunu söyler. Nice bilge, bilim insanı, filozof, dinî önder, mezhep mensubu ve sanatçı teslim olmadıklarında ve özgür vicdanın sesini dinlediklerinde en ağır cezalara çarptırılmış ve susturulmuşlardır. Bunun tarihinin yazılmamış olması, var olmadığı anlamına gelmez.

 

Uygarlık Tarihi, Gözükmeyen Bir Kör Kuyuya Benzer

Ekonomi, temel mahiyette bir tarihsel-toplum eylemidir. Hiçbir birey (efendi, bey, patron, köle, serf ve işçi olarak) ve devlet, ekonomik eylemin aktörü olamaz. Örneğin en tarihsel-toplumsal bir kurum olan annelik işinin karşılığını hiçbir patron, bey, efendi, işçi, köylü ve kentli birey ödeyemez. Çünkü annelik, toplumun en zor ve gerekli eylemini, yaşamın sürdürülmesini belirliyor. Sadece çocuk doğurmasından bahsetmiyorum; analığa bir kültür, sürekli yüreğiyle ayaklanma halinde bir olgu, zekâ yüklü eylemin sahibi olarak geniş açıdan bakıyorum. Doğru olan da budur. Peki, bu kadar zorunlu, zorlu, eylemli, yürek ve akıl dolu, sürekli ayaklanma halindeki kadına, ücretsiz emekçi muamelesi yapmak, hangi akıl ve vicdanla bağdaşabilir? Emekçilere en yakın ideoloji olan Marksizm’in bile aklına getirmediği analar ve benzer toplumsal kesimlerin eylemlerini, değer kapsamında görmeyip ücret dışı tutarak, patronun uşağını başköşeye oturtan bir ekonomi bilimi, kendi çözümünü nasıl sosyal olarak sunabilir?

Toplumsal doğa olarak insanlık, modernitenin benzersizlerinden biri olan endüstriyalizmin gerçek mahşeri tehdidi altına çoktan girmiştir. Uç veren felaketler, tehlikenin işaret fişekleridir. ‘Azami kâr kanunu’ temelinde sürekli birikme ve büyüme hırsı içindeki sermayenin, toplum karşıtlığıyla özdeş olmasının bunda ne denli ciddi rol oynadığı çok açıktır. Toplum doğasına sürekli birikim kanununu dayatmak, toplumkırımın ta kendisidir. Maddi ve kültürel soykırımlar, bu sürecin ilk adımları olmuştur. Tedbir alınmazsa dosdoğru mahşere gidildiği, aklı başında ve biraz vicdanı olan her bilim insanının vardığı ortak sonuçtur.Tekçi modernite anlayışını kırmak ve örtbas ettiği muazzam tarihsel- toplum varoluşlarını görünür kılmak, bilimsel çalışmalarımızın temeli olmalıdır. Uygarlık Tarihi, içine inildikçe dibi gözükmeyen bir kör kuyuya benziyor. Ne kadar aydınlatmaya çalışsak da hemen başka karanlık noktalar beliriyor. Egemen tekellerin binlerce yıllık ideolojik bombardımanı altında, toplumsal hafızanın (vicdanın), beyindeki kıvrımları andıran bir katlanmaya uğrayacağı, bilinçaltı denilen olgunun bir benzerinin toplumsal hafızanın binlerce kıvrımlı dehlizleri halinde oluşacağı tahmin edilebilir. Yine de yılmamak gerekir. Nasıl hastalığı doğru teşhis edilemeyen bir insanın organı doğru tedavi edilemezse, ona benzer biçimde tüm Toplumsal sorunlar da yeterince aydınlatılmadan doğru çözümleme (teşhis) ve çözüm (tedavi) imkânına kavuşamaz.

Ahlâk, üzerinde çok konuşulmasına rağmen, çözümlenmesi yapılamayan toplumsal kurumların başında gelmektedir. Etik adı altında tüm teorikleştirme çabalarına rağmen, pratikte sağlanan gelişmeler oldukça umut kırıcıdır. Toplumsal varoluşun gittikçe ahlâktan yoksun kaldığı, bilimce gözlenen ortak bir tespittir. Ama bunun nedenleri ve sonuçları yeterince açıklanmamıştır. Gittikçe gözden düşürülen bir kurum ve konum niteliğine büründürülmüştür. Fakat konu ve kurum olarak ahlâk, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan krizler gerek günümüz küresel krizi, büyük oranda ahlakilikten yoksunluğun sonucudur. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei kentlerinin yanardağdan püsküren lavlar altında kalmasını ahlaki düşkünlükle izah ederken bir hakikatten haber vermek ister gibidir! Ahlaki düşkünlük, toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey, özünde toplumsal vicdanın (ahlâkın), ahlâksızlığı cezalandırma eyleminin gökselliğe yansıtılma biçimidir. Tanrı kavramını, toplumun en yüce ve kutsal kimliği olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has cezalandırma eylemi oluyor.

Kapitalist Modernite çağında ahlâka olumsuz yaklaşımın oluşumunda, liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla yüklü olduğunu kim bilmez ki! “Mahkemeye düşenin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmez” sözü boşuna söylenmemiştir. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ancak toplumun kendi öz vicdan ve zihniyet gücüyle yaptığı tartışma, karar ve eylem gücüyle mümkündür. Hiçbir toplumsal mühendislik gücüyle bunu sağlamak mümkün değildir.

 

Kadın; Etik ve Estetik

İki kavramın dolayısıyla fenomenin doğası arasındaki farkı açıklamak, sorunu doğru belirtmek için gereklidir. Eşitlik, daha çok bir hukuk terimidir. Aralarında fark gözetmeksizin, fert ve toplulukların aynı hakkı paylaşmalarını öngörür. Oysa farklılık, evrenin olduğu kadar toplumun da esaslı bir özelliğidir. Farklılık, aynı tür hakların paylaşımına kapalı bir kavramdır. Eşitlik ancak farklılıkları esas aldığında anlamlı olabilir. Sosyalist eşitlik anlayışının tutunamamasının en önemli nedeni, farklılığı hesaba katmamasıdır. Bu da sonunu getirmenin en önemli nedenlerinden biri olmuştur. Gerçek adalet ancak farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleşebilir. Uygarlığın karşıt kutbunun, muazzam bir ağırlığa, demokratik geleneğe, direniş ve özgürlüğe, eşitlik ve adalet arayışlarına, komünalite deneyimlerine sahip olduğunu görememeleri, burjuva ve küçük burjuva sınıf gerçeklikleriyle yakından bağlantılıdır. Göremezler, çünkü bu sınıflardan gelenlerin bu gerçekleri görecek gözleri yoktur.

Kadın ahlaki ve politik toplumun asal öğesi olarak özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme ışığında yaşamın etiği ve estetiği açısından da hayati rol oynar. Etik ve Estetik Bilimi, Kadın Biliminin ayrılmaz parçasıdır. Yaşamdaki ağır sorumluluğu nedeniyle kadının, tüm etik ve estetik konularda hem düşünce hem de uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler sağlayacağı tartışmasızdır. Kadının yaşamla bağı, erkeğinkine göre çok daha kapsamlıdır. Duygusal zekâ boyutunun gelişkinliği, bununla ilgilidir. Dolayısıyla yaşamın güzelleştirilmesi olarak estetik, kadın açısından varoluşsal bir konudur. Etik (Ahlâk teorisi, Estetik = güzellik teorisi) açıdan da kadının sorumluluğu daha kapsamlıdır. İnsan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırmada kadının, ahlaki ve politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranması doğası gereğidir. Tabii erkeğin kuklası ve gölgesi kadından bahsetmiyorum. Söz konusu olan özgür, eşit ve demokratikleşmeyi özümsemiş kadındır. Kadın için daha öncede söylemiştim. Kadın demokrasinin teminatıdır. ‘Adaletin, sevginin, gerçeğin arayıcısı’dır.

Sokrates’in özgül bir konunun içeriğine dair kapsamlı bir görüşü veya kitabı yoktur. O daha çok yöntemle, ‘nasıl yaşamalı?’ sorusuyla uğraşmaktadır. Yöntem olmayınca biriktirilecek bütün bilgiler, eşeğin sırtına yüklenen kitaplar gibidir. Belki de ondan daha tehlikelidir. Çünkü insanın elinde yanlış bir yöntemle kullanılacak bir bilgi, eşeğin sessizliği yanında bin kat tehlikeli ve yanlış bir duruma yol açabilir. Sokrates, bu çok temel sorunda, haklı olarak çok radikal bir tavrın sahibi olarak karşımıza çıkıyor. Zaten derdi, çok bilgi edinmek değil, ‘bilgiyi niçin ve nasıl elde etmek’tir. Nedeni ve nasılı olmayan bilginin değeri olduğuna hiç inanmamaktadır. Aynı zamanda ‘niçin bilgi?’ sorusuna doğru cevap verilirse, o bilgi ve ona dayalı iş de doğru ortaya çıkar. Sokrates’te doğru düşünmek, iyi yapmaya götürür. İyi yapılan iş de güzel olan iştir. “Doğru düşün, iyi (mükemmel) yap, güzel ol” ilkesi, Sokrates ahlakının özüdür. Zerdüşt’te ise bu ilke “doğru düşün, doğru söyle, doğru yap” biçiminde formülleştirilmişti. Aslında birbirine benzeyen bu öğretilerin ortak yanı, bozulan sistemi reformasyondan geçirmektir. İlk kurucuların yaptıkları, bunun gereğini hâkim kılmaktır. Tabi bunalım toplumundan çıkarı olanlar, bu ilkeli ve katı tutumu hoşnutlukla karşılamayacaklardır. Her dönemde görüldüğü gibi bunalımın rantından geçinenler, kanundan, adaletten kopuk tiranlar ve diktatörler durumundadır. En büyük silahları, demagoji (sözle aldatmaca sanatı) ve zorbalıktır. Sokrates’in gençliğin ahlakını köklü bir reformdan, doğru ilkelere dayalı bir dönüşümden geçirmesi, yargılanmasının esasıdır. Ama gerekçesi “Atina’nın yüce birlik ve bütünlük ilkelerini ve koruyucu tanrılarını inkâr ediyor” adı altında düzenlendiğinde, Sokrates’in verdiği cevap ve aldığı tutum eşsiz ve unutulmazdır. Yasalara uymayı ‘erdem’ olarak kabul etmektedir. Erdem ilkesine göre yaşamaktadır. Öğrencileri kaçmayı teklif ettiklerinde, bunu erdemsizlik sayar ve reddeder. Büyük bir rahatlık içinde, baldıran zehiri dolu tası başına dikerek, şerefle şehit olmanın ölümsüzleri arasındaki birincilik yerini alır.

İsa’nın, ezilenler adına Allah kavramına, başta rahmet, kurtuluş, lütuf, inayet, kardeşlik, barış, adalet, sevgi gibi ahlaki yanı ağır basan özellikler yüklediği çok iyi bilinmektedir… Hz. Muhammed İslamiyet’le birlikte, Allah kavramına ağırlıklı olarak devrimin politik ve askeri niteliğini çağrıştıran sıfatlar eklemiştir. Hz. Musa’nın daha çok sosyal terbiye ve yönetimle ilgili sıfatlarına, Hz. İsa kurtarıcılık, lütuf, sevgi, adalet gibi ahlaki yanı ön plana çıkan sıfatları yüklemiştir. Kahhar, hâkim, malik gibi sıfatlar İslamiyet’le birlikte eklenen askeri ve politik özelliklerdir… Sadece çöl kabileleri için değil, tüm imparatorluk halkları için de bir kurtuluş esini yaratmak zor olmamaktadır. Biraz adalet ve gerici öğeler dışında kültürlerine saygı, halkların İslamiyet’i benimsemesi için yeterli olacaktır. Buradaki psikolojik üstünlüğün temelinde; alçaltan köleci zihniyet ve moral yapısının parçalanması ve yerine insana şeref, saygı ve adalet bahşeden yeni kimliğin konulması yatmaktadır… İslamiyet ile sınıfsallık ve ulusallık arasındaki ilişkileri, daha derinliğine çözümlemekte yarar vardır.

 

Kürt Olgusu Ahlaki Bir Sorundur

Her ne kadar Ortadoğu toplumlarında demokratik hukuk devletleri geçerli değilse de, çağdaş gelişmelerin bu yönlü olması, bu ülkeleri de kaçınılmaz olarak bu yola sokacaktır. Kürt sorunu da giderek bu çerçevede, demokratik hukuk ölçüleri içinde bir çözüm tarzını zorlayacaktır. Ayrılıkçılık ve şiddet karakterli bir yolda zorlanmasından çok, demokratik siyaset yöntemleriyle hukuku kendi somut durumuna uyarlayarak, temel insan haklarının üç kuşak boyutundan tutalım, meşru savunma hakkını bilinçli ve örgütlü kullanmaya kadar, meşru yolları kullanarak daha fazla başarılı olabilecektir. Kürtler, en çok demokratik hukuk devletinde siyaset ve hukuku kendilerine mal ederek, toplumsal haklarını elde edebilecek; yüzyıllardır acımasız güç dengesizliğinin ve çağın vicdansızlığının kurbanı olmaktan kurtulacaklardır. Dolayısıyla her zamankinden daha fazla demokratik hukuk yöntemine göre çalışmak ve başarmak temel görev olmaktadır.

Kürtler üzerindeki baskı, dil yasağına kadar gidebilmektedir. Tüm uluslararası ve bölgesel güçler, çıkarları gerektirmediği için buna karşı sessizce durabilmekte; ne din kardeşliği, ne hümanizm, ne de uluslararası hukuk işlemektedir. Kürtler adeta bir kapana kıstırılıp, bunun üzerinden herkes kendine en uygun reel politika ve ekonomik menfaat temin etmeyi, en akıllı yol saymaktadır. Kürt sorunu, çağın vicdanını gösteren bir nevi turnusol kâğıdı görevini yerine getirmektedir. Tarihte de buna benzer durumlar, insanlık trajedilerinin gerçek nedenidir. Böyle devam ederse, 21. yüzyılın trajedi kaynakları da daha çok Kürtler olacaktır. Halepçe’den, Akdeniz fırtınalarında batan gemilerle denize dökülmelere kadar, ilk örnekleri ortaya çıkan bu acı gerçekler; çağın gerçek vicdan göstergeleridir. Sorunlara sadece ekonomik, ulusal ve siyasal boyutlu yaklaşmamak, ahlaki boyutu mutlaka eklemek gereği, en çok Kürt olgusu ve sorununda çarpıcı olarak gözler önündedir.

Bu yönüyle belki de bu ahlak ve vicdan eksikliğinin giderilmesinde Kürtler, tarihi rol bile oynayabilir.

Kürt olgusunun yaşadığı iç zorluklar ve dış anlayışsızlıkların, hiçbir güç sahibine; “elimde imkân vardır” deyip istediği tür bir uygulamaya tabi tutma ve sürekli bir kobay malzemesi gibi bekletme hakkını vermediğini belirtmek istiyoruz. Tanrı- kral anlayışına bağlı politikacılar bakımından, belki sınırsız bir ‘vatanseverlik’ ve ‘ulusal büyüklük’ adına amaçlarına ulaşmak için her şey mubah olabilir. Nitekim faşist ve reel sosyalist yaklaşımlar, bunu denediler ama sonuçları ortadadır. Kürt olgusuna dayatılan terörün, sahipsizlikten ötürü kurnazca ve haince yaklaşımlarla bugüne kadar sürdürülmesi, hiçbir güç sahibini aldatmamalıdır. Hz. İsa da çarmığa gerildiğinde, Roma’nın ve yalancı şahit kâhinlerin karşısında yalnızdır. Tanrısı için bile, “Niye beni yalnız bıraktın?” diye şikâyette bulunduğu da rivayet edilmektedir.

Ama tarihe ve günümüze baktığımızda, İseviliğin evrensel bir gerçeklik olduğu ve en büyük insanlık vicdanlarından birini teşkil ettiği halde; onu çarmıha gerenler, ancak lanetle anılmaktan öteye bir şansa ve varlığa sahip olamamışlardır. Bu yönüyle Kürt olgusu; siyasal olmaktan öteye tam bir ahlaki sorun durumuna gelmiştir. Kürtlerin gemilere dolarak denizden Yunanistan ve İtalyan kıyılarına, karadan da birçok yolla İlkçağ Hıristiyanları gibi Avrupa’ya kaçmaları, adeta tarihin tekerrür etmesine benzemektedir.

Kürt olgusunu ve yol açtığı sorunları daha da dramatize edecek boyutlara taşımamak, ilgili tüm çevrelerin hatta insanlığın önemli bir görevidir. Etrafında zaten büyük acılar ve trajediler yaşanmıştır. Bundan dolayı, illa bütün tarihi sarsacak, bölgeyi daha da içinden çıkılamaz bir duruma getirecek uygulamalara saplanıp kalmanın hiçbir anlamı kalmamıştır. Bu tip politikaların, sahiplerine hiçbir çıkar sunamayacağı tümüyle açığa çıkmıştır. Körce, hırsızca, faşist niyetlerin ise, var olan insanlık vicdanı karşısında başarma şansının olamayacağı bir çağdayız.

Uygarlık denilen canavar büyüdükçe, insanın nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların, nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimî peygamberlerin, bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Beyni diyalektik tarihsel felsefeyle çalışmayanlar, vicdanına insanlığın tüm güzellik, iyilik ve sevgi değerlerini sığdırmayanlar tarihi sorumlulukları kaldıramazlar. Dünyada sömürü ve baskının süper biçimlerini geliştirmiş, Kızılderililere beyaz adamın katliamını dünyaya ‘en gelişkin uygarlık’ diye yutturmuş çılgın kovboy kültürünün, en dengesiz ve nasıl yaşadığının farkında bile olmayan birinin, ABD’nin sözde başkanının eliyle, kırk haramilerden daha adaletsiz biçimde, son Kızılderili’yi avlarcasına, hem de dost sandığım işbirlikçilerinin en aşağılık oyunları ve desteğiyle yakalatılıp teslim edilmemin mantığını ve vicdansızlığını çözmek, en değme edebiyatçının bile başarabileceği bir iş değildir.

Sümerlerden beri döşenmiş labirentlerden bu kadar yıl içinden sağlam çıkmak, halkların özgürlüğüne bazı hediyeler de bulunmak, gerçek anlamıyla peygambersel bir tutum ve kişilikle mümkündür. Bu süreç bana sadece peygamberlik kurumunu kavratmadı; gerçek özüne nasıl bir pratikle sahip çıkılabileceğini de gösterdi. Bu, şu demektir: Her peygamber, toplumsal gelişmede bir anlam yükselişidir. Dili ne kadar ilahi olsa da özü; gelişen toplumun anlam, hafıza, töre ve vicdanı olup, özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere, birçok temel konuda farklı bir kültürel aşama kaydetmesine yol açmaktadır. Halk bu konuda çok arif, bilen konumdadır. Üç büyük dini kastederek bana, “sizin yaptığınız yeni bir diyanet, dördüncü bir din çalışması anlamına gelir” dediklerinde, şaşırmıştım. Daha sonra bununla ne demek istediklerini anlayacaktım.

Özcesi kurulu düzenin tüm hâkim iç ve dış tepe güçleri, tasfiye edilmemde birleşmişti. Hukuk dışı ve komplocu yöntemlerle de olsa, ölüm fermanımı adım adım birlikte yazmaya çalışıyorlardı. Bazıları, dostlar ve yoldaşlar, yaşananlara şaşırabilir; ama onlara şu genel cevabı vermeliyim: Hz. İsa’nın da strateji ve taktik yapacak durumu yoktu; vicdanının sesine kulak vererek tek başına da olsa Roma ve işbirlikçileri resmi Yahudi kâhinlerinin üzerine, Kudüs’e yürümesi, tarihe yaraşır ve sonuç verecek biricik eylem yoluydu. Sonradan baktım ki, kaderler bu topraklarda ne kadar da benziyor; bir kişilik, dönemin egemen dünyasına başkaldırdığında, peygamberlere ne kadar da yaklaşıyordu! Demek ki, benzer süreçlerin ortak bir ruhu ve kişiliği vardı; değişik koşullarda, değişik biçimlerde tarihin benzer anlarında yenileniyordu. Koşullar beni de hızla o benzer sonuca doğru itekliyordu; kararın ölüm olacağı açıktı da, uygulaması çok baş ağrıtacaktı. Romalı Vali Pilatus bile, Hz. İsa konusunda çarmıh yanlısı değildi; Yahudi işbirlikçi kâhinler, onu buna zorlamıştı. Gılgameş bile orman bekçisi Humbaba’yı öldürme yanlısı değildi; ama işbirlikçisi Enkidu, onu Humbaba’yı öldürmeye zorlamıştı.

Anadolu ve Mezopotamya topraklarından Ortadoğu’nun kutsal diyarlarına doğru devrimci çıkış, tarihsel örnekleri çağrıştırmaktadır. Gerçekleştirilen, bir etnik grup veya kavimsel çıkış değildir; çağın devrimci ideolojisi olduğuna inanılan bir yüklenimle kendini yeniden yaşamsallaştırma deneyimidir. Köleliğin her biçimi reddediliyor, özgürlüğe alabildiğine kulaç atılıyordu. En zor koşullarda ve devrimci zorun ebeliğiyle yeniden doğuş için seçilen alan, dünyanın en uygun yerlerinin başında gelmektedir. Tarihte mayalanan ve oradan dünyaya yayılan inanç tohumları gibi bir çekirdek olmanın misyonu, tüm kişiliği kapsamış bulunmaktadır. Ulusal, sınıfsal, kültürel, ideolojik ve siyasal özellikler başta olmak üzere, tarihsel ve çağcıl özelliklerin en başta gelenleri hamur gibi orada yoğrulmakta, bir ana hücre haline getirilmekte ve güçlü özgür ifadeyle yeniden doğuşu için her tür çaba, bir rahip-mümin kutsallığıyla yerine getirilmektedir. Sanki Hz. İbrahim’in yol arkadaşıymışım gibi çatır çatır yol açmaya çalışıyorum. Hz. Musa gibi, yola gelmemekte inat eden lanetli kavmi ikna etmek için, zihnin gücünü sonuna kadar açıyorum. Aziz Paul gibi her tarafa inanç temsilcileri yolluyorum. İnsanlık vicdanını elden bırakmamak için peygamber tarzına yaklaştıkça yaklaşıyorum. Kuşkulu olduğum 20. yüzyıl gerçeklerine yenik düşmeyecektim. İnsanlık ruhunu ona teslim etmeyecektim. İsyan köklüydü. Tarihsel örneklere yaraşır cinstendi. Dar bir ulusallığın çok ötesinde, insanlık adına bir umut olmanın sorumluluğu da elden bırakılmıyordu. Özcesi reel dünyaya inanılmıyor ve teslim olunmuyordu. Gerçeğe, adalete ve güzelliğe dayanması gereken yeni ütopyanın peşinde hiç yılmadan koşuluyordu. Çağın materyalist güçleri ne kadar ezici de olsa, yeni Ortadoğu ütopyacılarını yaratmak, hepsine inat bir gerçek oluyordu.

Siyaset ve askerlik dünyası, tarih boyunca egemen ve sömürücü sınıfın dogmalarının en çok yoğunlaştıkları alanlar olması itibariyle, doğruları yutup yok etmeleri işten bile değildir. Dolayısıyla halklar ve ezilenler adına ideoloji üretmenin, siyaset ve askerlik yapmanın özgünlükleri ve ölçüleri, sağlam geliştirilmek durumundaydı. Ortadoğu’da özellikle bu amaçla büyük çabalar gösterildi. Kürt halkının özgürlük iradesinin bir daha kırılmayacak esneklikte ve kalıcılıkta oluşturulmasına özenle devam edildi. Dağlarına ve insanlık dünyasına sürekli ve yoğun çıkışlar yapıldı. Dostlar, çok yetersiz de olsa, edinilmeye çalışıldı. Dünyanın vicdanı uyandırılmaya çalışıldı.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.