Düşünce ve Kuram Dergisi

İmralı Sistemi ve Adalet!

Cano Amed

İmralı Adası’nda ki yargılama tiyatrosu sona erdiğinde, Türkiye’de ve Türkiye merkezli bilinçleri şekillendirirken önemli bir kesimde “Adalet yerini buldu” yaygarası koparılıyordu. Aynı zihniyetin öncüleri Şeyh Sait ve arkadaşları Amed (Diyarbakır), Dağkapı Meydanında asılırken de benzer bir söylemi dillendiriyorlardı. Seyit Rıza, yaşı henüz reşit bile olmamış oğlu ve arkadaşları asılırken de farklı düşünmüyorlardı. Hızını alamayan bazı ‘paşalar’, idamı gerçekleştiremeyecek durumda olduklarının ayırdına varınca, kendileri gibi düşünenlerin sözcülüğüne soyunup, “onu her gün bin defa öldüreceğiz” diyerek yüksek adalet anlayışlarını açığa vurmuş oluyordu. Bu söylem, sadece anlık bir öfkenin dile gelişi değildir. Hakim Türkiye anlayışının ve Süleyman Demirel’in Abdullah Öcalan için sarfettiği “son 200 yıldır devletimizin başına gelen en büyük bela” sözü yalnızca kişisel görüşü olmasa gerek!

Türkiye bir paradigma üzerine kurulmuştu. Bu paradigma tekçi, ulus-devlet anlayışına dayanıyordu. Yaşama, siyasete hatta bilime damgasını vuran bu paradigmaydı. Mutlak bir tekel oluşumu söz konusuydu. Bunun hilafına söylenecek her söz, gerçekleştirilecek her eylem, Türkiye düşmanlığı ve yıkıcı faaliyet olarak kabul edilecekti. Ve öyle de oldu! Toplumun ve halkların özgürlüğü, eşitliği ve rahatlığı için düzenlenmesi gereken yasalar, tekelci mantık eliyle paradigmayı tahkim için kullanıldı. Hukukun adaletle bağı koparıldı, gözardı edildi. Yurttaşların, halkların iradesi hiçe sayıldı. Toplum gerçeğini görmezden gelse de bir hukuk metninin varlığı, yasa ve anayasanın oluşturulmuş olması kafi sayıldı. Böylece yasaları olan ama adaleti her daim sorgulanan bir sürecin yapı taşları döşendi. Saygı duyulan değil, zor gücüyle, tehditle, ödetilecek bedeller gösterilerek uyulmak mecburiyetinde bırakılan bir hukuk gerçeği yaratıldı. Aslolan ahlak olduğu, hukukun bu gerçeği özümseme şartıyla tali bir unsur olabileceği, bilerek ve isteyerek görmezden gelindi. Çünkü egemenlik çerçevesinde oluşturulan paradigma bunu gerçekleştiriyordu. Cumhuriyet döneminin yanlış iliklenen ilk düğmesi olması hasebiyle Kürt ve Kürdistan gerçekliği, mevcut tekçi zihniyet açısından en büyük tabu ve mücadele alanı haline getirildi. Sadece yasalar değil, yaşamın her alanı buna göre düzenlendi. Bir gün sonra yok farzedildi. Bu yok farzetmeyi, inandırıcı kalabilmek amacıyla geriye dönük hafıza temizliği ile geleceğe dönük asimilasyon politikaları devreye sokuldu. Tam bir suskunluk ve itaat amaçlandı. Asıl amaç tahakkümün mutlak tesisiydi, adaletin inşası hiçbir zaman dert edinilmedi. “Adalet, farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleştirilebilirdi”. Böylesi bir adalet anlayışı, mevcut paradigmanın yerle yeksan olması anlamına geleceğinden asla düşünülmedi, düşünülmesine dahi müsade edilmedi!

Felsefe sözlüğü adaleti, siyasal sistemlerin, bireyler arasındaki ilişkilerin ve eylemlerin ahlak bakımından adil ya da doğru olma niteliği olarak tanımlanır. Peki ya böyle bir gerçeklik söz konusu değilse ne olacak? Tarih boyunca benzer durumlarda, adaletin inşası için hangi yollara başvurulmuştur? Hele de ortada bireyle birey, bireyle devlet arasındaki adalet arayışını aşan, yok sayılmaya çalışılan bir halk ile ona bunu reva görmeyi amaçlayan bir Türkiye söz konusuysa! Buna literatürde sömürgeci Türkiye anlayışı denildiği biliniyor. Sömürgeciliğin hukuku, yasası olur mu? Tabiki olur yığınca örneği ortadadır. Peki bu yasalar hukuk metinleri, kaynağını ahlaktan alan, farklılık içinde eşitliği gözeten adil bir ruh taşır mı? Elbette hayır! Bunun tek bir örneği dahi yoktur, olamaz. Sömürgeciliğin doğasına terstir, kendini inkar anlamına gelir. O yüzden sömürgeci hukuktan adalet beklemek abesle iştigal etmektir. Adaletin sağlandığı toplumsal uzlaşı zemininde ise, sömürgeci zihniyet asılmış demektir. Kürdistan’da da adalet ve sömürgeci zihniyet diyalektiği böyle gerçekleşmiştir, böyle gerçekleşecektir. Bu konudaki netlik, doğru bir mücadele hattı oluşturabilmek için son derce önemlidir. İmralı öncesi, Öcalan mücadelesi de bu diyalektik hat üzerinden yürütülmüştür, İmralı’da tiyatro yargılama süreci dahil 21 yıldır aynı hat üzerinden yaşanmaya devam etmektedir. Bu nedenledir ki Öcalan, aynı zamanda büyük bir adalet arayışçısıdır. Bu çizgide ısrar, yalnızca sömürgecileri değil aynı zamanda Ortadoğu’da yüzyıllık hesaplarının bozulacağını gören küresel güçleri de rahatsız etmiştir. Muktedirde gerçek manada ahlak yoktur, çıkar vardır. Saygı yoktur, eğer biat edilirse haklı gösterilebilecek merhamet vardır, “Yüce gönüllülerinden” kopacak merhamet kırıntısı, adil oluşlarının ifadesi olarak propaganda edilir. Kendilerini ancak böyle bir ortamda huzurlu hissederler. Eşit ve özgür iradeli iki öznenin ilişkisini en büyük kabusları, muktedirliklerinin haşin mukadderatı olarak görürler. Adalet ancak kendilerinden istenilebilecek, kendileri rıza gösterdiği oranda dağıtılabilecekleri bir lütuftan ibarettir. Böylesi bir zihniyetin makro ya da mikro ölçekli temsilcilerinin karşısına özne iradesiyle bireyleri, halkları çıkarmaya kalkışmak, kendilerini tanrının yeryüzündeki timsali olarak gördükleri için tanrıya şirk koşmak olarak algılanır ve sistemin tüm öfkesi, gazabı onun üzerine yönlendirilir. Hem buna cüret edene, hem de olası cüret etmeye niyeti olanlara cezalandırma kararlılığı gösterilmiş olur. Küresel güçler, bunun bölgesel uzantıları bu amaçla bir araya geldiler, derdinin adalet değil, gösterilecek merhamet kırıntısıyla yetinmek olduğunu çoktan ikrar edenleri yanlarına aldılar ve gerçekleşen devletlerarası komplo ile İmralı esaretini elbirliğiyle yarattılar. O gün bugündür İmralı’da ki tüm uygulamaların ortağı durumundadırlar. Böyle bir yargılamada adalet olur mu sorusu bile adil değildir. Yargılamayı kabul edeceği için adil olmaz. Çünkü yargı makamında sömürge hukukunu uygulamakla yükümlü yargıçlar, sanık makamında ise sömürge uygulamalarıyla mağdur edilen bir halkın temsilcisi oturtulmuştur. Sonuç baştan bellidir. Sadece teknik prosedürler yerine getirilmiştir. Son günlerin moda deyimiyle “adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” retoriği, yaşanan gerçeklik karşısında asma yaprağı bile olamayacak kadar inandırıcılıktan yoksundur. Adil bir toplum için ahlaki değerlerin yitirilişi nasıl ki kendi kıyameti anlamına geliyorsa, Muktedir’in kıyameti de iktidarını sürdürebiliyorsa ismi, varlığı adaletle yan yana anılabilir mi?

İmralı yargılamaları bu anlamda yok hükmündedir, yargılamanın kendisini kabul edip adil olup olmadığını tartışmak meselenin özünden kopmaktır. Adaletten söz edilecekse tek taraflı böyle bir yargılamanın yapılamayacağı, meşru ve ahlaki olmayacağı belirtilmek zorundadır. Türkiye ve ona yol veren, destekleyen devletlerarası sistem istediği kadar adil bir yargılama ve bu yargılama sonrası verilen hapis cezası ile bunun infazı süreci olarak meseleye bakarsa baksın, İmralı’da yaşanan kesintisiz bir mücadeledir. Bu mücadelede Türkiye, fiziki şartlardan kaynaklı avantajını sonuna kadar, centilmenliğe zerre kadar yaraşmayan bir şekilde kullanmaktır. Şartlarda hiçbir eşitlik yoktur. Esaret koşullarının nasıl olması gerektiğine dair hem iç hukuk hem de uluslararası hukukta belirtilen şartlar çok açık olmasına rağmen, bu şartlar bile ortadan kaldırılarak, İmralı mücadele arenasında, şartlardaki eşitsizlik Öcalan aleyhine daha da derinleştirilmiştir. Kürt halkına kişilik kazandıran Öcalan, teslim alınabilirse Kürt halkının da iradesi kırılacaktır, hesap edilen budur. Öcalan da pek tabiki bunun farkındadır. 21 yıllık esaret sürecinde yaşananlar, yaşatılanlar ve buna karşı sergilenen duruş, açık bir göstergedir. Asıl sorun, Öcalan’ın bu eşitsiz mücadelede, arkadaşlarının yeterince katkı sunmayışıdır.

 

Kesintisiz Tecrit, Kesintisiz Şantaj, Kesintisiz Tehdit

Şadi Şirazi, bir anısını şöyle nakleder. “Bir derviş Hica seferinde bize yoldaş olmuştu. Arap emirlerinden biri, çocuklarından nafakasına yardım etmek üzere ona yüz altın hediye verdi. Bir gün, haramiler kafilemizi pusuya düşürerek soydular. Para ve eşya namına ne varsa hepsini aldılar. Kenan halkı ne kadar ağlayıp, sızlaştılarsa da fayda vermedi. Ne kadar ağlasanız, sızlasanız boşuna. Hırsız, aldığı altını verecek mi? Nerede! Kafile halkı arasında hiç istifini bozmayan tek bir derviş vardı. Ona dedim ki, “Baba can! Sizin altınları bıraktılar mı yoksa?Hiç aldırdığınız yok… dedi ki, “Aldılar, fakat benim onların ayrılıklarına dayanamayacak kadar bağlılığım yoktur.”

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç kimse Öcalan kadar ağır cezaevi şartlarında tutulmadı. Fiziki işkencelerin, cehennemi uygulamaların yaşatıldığı süreçler, cezaevleri tabiki oldu. Bu yönelimlerin sonucunda yaşamını yitiren, aklını yitiren, sakat kalan tutsaklar oldu. Ama malum paşanın ağzından dile geldiği gibi hiçbir tutsak için böylesi bütünlüklü zamana yayılmış, kesintisiz bir yönelim ve özel uygulamalar gerçekleştirilmedi. Koca bir adamın tek bir tutsak için kapatıldığı başkaca örneğin olmayışı gibi. Yasalarını da çiğneme potasına tam on yıl boyunca tek başına, küçük bir hücrede tutuldu. Kendi sesinden başka dost bir ses, içtenlik bakan bir çift göz görmedi. Ancak on yılın ardından adaya beş tutsak götürüldü. TV izleme olanağı on yıl boyunca tanınmadı. Avukat ve aile görüşü sık sık engellendi. Mektuplaşmasına müsade edilmedi. 22. esaret yılına gireceği bu günlerde küçük tecrit odasında tutulmaya devam edilmektedir. Zaten sık sık engellenen avukat-aile görüşleri sıfıra indirilmiş durumdadır. Mektup ve haberleşme olanakları hakeza öyledir. Herkes, onunda hakkında konuşmakta, iddialarda bulunmakta, kimileri iftira atıp hakaretlerde bulunmakta ama, ona tek bir cevap hakkı tanınmamaktadır. “düşüncesinden emin olanlar başka düşüncelerden korkmazlar” diyerek iktidara gelen AKP hükümeti, İmralı’dan çıkacak tek bir cümleye dahi tahammül edemeyecek hale gelmiştir. Taşlar bağlanmış, itler sınırsız bir şekilde salınmıştır. Bunlara yanıt verecek imkanların engellenmesi, imkanı olanlarında yeterli yanıtı verememesi ne acıdır! İmralı’da hangi hukukun, hangi yasanın geçerli olduğu bilinmemektedir. Bilinen bir şey varsa o da isminin cezaevi konulup görünürde Adalet Bakanlığı’na bağlı dursa da, Adalet Bakanlığını aşan bir makama bağlı olduğudur. Meclis İnsan Hakları Komisyonu Türkiye’deki her cezaevine defalarca gidebilir ama en büyük hukuksuzluğun, keyfiyetin yaşadığı, tutsakların yıllardır aileleriyle görüştürülmediği, avukat görüşü yapmadığı, telefon haklarını kullanamadığı, mektuplaşamadığı, sağlık imkanlarına erişemediği ve bu konuda yığınca şikayetin yapıldığı İmralı’da ki kesintisiz tecrit süreci devam etmektedir. Uluslararası güçler, CPT, AB, Avrupa Komisyonu, ABD raporları bu gerçeği bilerek ve gördükleri halde sessizliğini koruyarak, ilk günden bu yana süren ortaklıklarını devam ettirmektedirler. 22 yıllık kesintisiz tecrit gerçekliği ortadayken, tecridi dönemsel uygulamalar biçiminde ele almak, tanımlamak hatalıdır ve yaşama gerçeklikle örtüşmez.

Tutsaklar da nihayetinde bir insandır. İnsani duyguları, özlemleri, tercihleri olabilir. Onları hapsedenler de bunun farkındadırlar. Gözlemler, bazen imkan sunar ve alıştırırlar, sonra mahrum bırakıp bağımlılık düzeyini ölçerler. Kimi zaman özendirir, kimi zaman bunu tehdite çevirirler. Farkına varmayan ya da kendine kaptıranlar, kedinin fareyle oynadığı gibi oynarlar. Büyük düşünce insanlarını, küçük tutsaklık şartları ile uğraşır hale getirmek isterler. Gündemini esir alıp, düşüncesini kişisel hassasiyetler düzeyine indirgemeye çalışırlar. Bunun için her yol denenebilir. Hangi yola çıktığını, bunun nasıl bir kişilik gerektirdiğini bilenler, yoklukla sınandıklarında Şadi Şirazi’nin karşılaştığı derviş gibi, tutum takınırlar. Başka türlü 22 yıllık amansız tecrit koşullarına dayanmak bir yana, ahlaki, moral, iradi ve düşünsel gelişimi sürdürmek mümkün olabilir miydi?

Öcalan, İmralı süreci boyunca bırakıldığı uygulamaların, tehditlerin, yönelimlerin pek azını paylaştı. Ağırlıklı gündemi zor şartlarda bile genel sorunlar ve çözüm arayışı oldu. Ama sınırlı olarak paylaştıkları bile çok şey anlatmaya yetmektedir. Öcalan’a ilk esaretinden itibaren cezaevlerinden, dışarıdan, dünyanın dört bir yanından binlerce, on binlerce mektup gönderildi, gönderilmeye de devam ediliyor. Ama kendisine verilen mektup sayısı hiçbir zaman 3’ü 5’i geçmedi, çoğu zaman da bu sayı sıfıra indi. Mektuplar ve içerikleri dahil İmralı‘daki tüm uygulamalar mutlak kontrol altındadır. Yanlışlıkla bir şey olmaz, her şey buna göre tasarlamıştır. Bir şey gerçekleşiyorsa öyle olması, görüşler hava muhalefetine takılma, tedavi şartları imkansızlıklar nedeniyle gecikmez, askerler Öcalan’ın duyacağı şekilde rastgele slogan atmaz, atamaz. Say sayabildiğin kadar. Birkaç örnekle somutlaştırmak gerekiyor. Bu örneklerin 22 yıl süresi içinde yalnızca kamuoyuna sınırlı diyaloglarla yansıyanlar olduğunu belirtmek gerekiyor. Öcalan’ın İmralı’ya getirildiği ilk dönemlerde kendisine, seçilmiş birkaç mektup veriliyor. Her ne hikmetse bu mektuplardan biri okunurken, denetimlerden geçirilirken içeriği gözden kaçırılarak Öcalan’a veriliyor! Mektup uydurma bir isimle gönderilmiş. “Seni öyle bir ilaçla öldüreceğiz ki, mezarda cesedini yiyen böcekler bile sağ kalmayacak” mesajını veriyor. Mesaja aracılık eden de cezaevi idaresi olmuş oluyor. 2015’te yine bir mektup gözden kaçıyor! Yollandığı adres Berlin, isim yine uydurma , “Diego iyi bir şanstı, değerlendiremedin. Ben medyumun. Şimdiye kadar, söylediklerimin hepsi çıktı. 2016’da öleceksin. Türkiye eliyle değil, ecelince olacak bu!

Tarih, Öcalan’ın İmralı’ya getirildiği dönemler, protesto eylemleri her yerde sürüyor, insanlar bedenlerini ateşe veriyor. Bu durum Öcalan’ı çok zorluyor. Engellemek ve bunun durması için çağrı yapmak istiyor. Muhatabına bu durumu iletince şu yanıtı alıyor; “Onlar bizim için kebap oldu, kebap.” Yanıtı veren kişinin gülerek bu sözleri sarf ettiğini ayrıca hatırlatmak gerekiyor. Defalarca Öcalan’ın saçları kazıtıldı, arama bahanesiyle fiziki yaşamı taciz edildiği, psikolojik yönelimlerin ardı arkası kesilmedi ve sözlü tehditlerle her an her şeyin olabileceği sürekli hatırlatıldı. Güya Adalet Bakanlığı’na bağlı gözüken İmralı cezaevinde, üniformasının arkasında “Özel Harp Dairesi” yazılı elemanlar dolaştırılarak mesajlar verildi. Zehirlenme biliniyor. İnsani olan her durum şantaj ve tehdit unsuruna dönüştürüldü, psikolojik harp eksik olmadı. Prostat hastalığı nedeniyle bazı tetkikler yapıldı, kanser olabilir dendi. Doktorlarında çok iyi bildiği üzere bu tetkikler bir hafta, bilemedin en geç 15 gün içinde sonuçlanır, ne olup olmadığı ortaya çıkar. Tam iki yıl boyunca bu durum sürüncemde bırakılıp kanser olabiliyor sözü sürekli yinelendi. En basit tedavi şartları bile yaratılmadı. Her şey ama her şeyden amaçlanan yıldırma ve çökertme idi. Yalnızca cezaevi bünyesinde gerçekleştirilen uygulamalarla Öcalan’a bu mesajlar verilmiyordu. Dışarıdaki her yönelimin, her operasyonun bütün uygulamaları dahil tüm yapılanların öncelikli amaçlarından biri de İmralı’ya verilmek istenen mesajdır. Kimisi açık, kimisi örtülü! Öcalan’ın resimlerinin uçaklarla bombalanması ve bu görüntülerin servis edilmesi, fotoğraflarının asker ve çetelerce çiğnenmesi ve görüntülerin TV’lere verilmesi, katledilen PKK kadrolarından Öcalan’la fotoğrafı olanların, özellikle böylesi fotoğraflarının yansıtılması, çok açık mesajlar değil midir? Peki o halde “çözüm süreci”neydi diye düşünenler olabilir? Fotoğrafın tamamına, 22 yıllık uygulamaların bütününe, değişmeyen esaret şartlarına ve yaşatılanların ruhuna bakıldığında ortada bir çözüm niyeti olmadığı, Öcalan’ın halklar adına çözüm yaratma çabasını sergilediği, Türkiye nezdinde yapılanın ise, bir operasyondan ibaret olduğu sonucu çıkmaktadır.

 

Sana Işık Tutanlara Sırtını Dönersen Göreceğin Tek Şey Kendi Karanlığındır[1]

Türkiye zorlandığında hep İmralı’ya koştu, amacı hiçbir zaman kalıcı, bütünlüklü bir çözüm olmadı, konjonktürel zorlamalarını aşmak için bu olanağı kullanmak istedi. Öcalan ise buradan tutarak önce yüzyıllık mevcut problemi, ardından bunun tüm bölgeye yansıyacak olumlu etkilerini de içeren daha kapsamlı bir çözümün önünü aşmak istedi. İktidar kliği, kısa süreli ve faydacı, Öcalan ise, kalıcı ve halklar lehine bir çözümü amaçladı. “Benimle oyun oynama dedi. “Hegemonya kurulmasına müsaade etmem” sözlerini hemen peşi sıra ekledi. Oyun peşinde koşanların daha çok yanılacağını, Türkiye’yi hem içeride hem dışarıda büyük bir darboğaza sürükleyeceğini anlattı. Her diyalog imkanını bu şekilde bütünlüklü bir çözüm için değerlendirmeye çalıştı. Tam 20 bin sayfa konuştu. Bu konuşmalar, mutlaka kayıt altındadır ve günün birinde gün yüzüne çıkıp, onlarca çiftlik kitap olarak yayınlanırsa şeffaflıktan, kimin neden korktuğu daha iyi anlaşılacaktır. İktidar kliği, oyaladı, savaş hazırlığı yaptı, maddi gücüne güvendi, teknolojik hazırlıklarını fazlasıyla abarttı. İçeriden ve dışarıdan aldığı gotik emperyal rüyalar görmeye başlar. Halklar lehine, özgürlük, adalet, demokrasi ve barış lehine söylenen her şey, gerçekleştirilen her fedakarlık görmezden gelinerek, başlangıçtaki yanlış iliklenen düğme politikasına geri dönüldü. Aynı şeyi yapanların farklı sonuçlar alamayacağı bilinmesine rağmen. Bu durum, topyekün bir çürümeyi daha da geliştirdi, derinleştirdi. Zaten sorunlu olan demokrasi, hukuk, toplumsal ahlak, ifade ve örgütlenme hakkı, medya etiği ve özgürlüğü, ekonomik sıkıntılar, döviz kurları, iç ve dış borçlar, bunların yarattığı dışa bağlanma halleri, işsizlikteki büyük artış, ekmeğin küçülmesi, muhafazakarların boyalarının hiç olmadığı kadar dökülmesi, umudun kararması, yurt dışına gidip de bir daha dönmek istemeyenlerin sayısındaki büyük artış… gelinen yer karanlık, gidilecek yer, eğer her şey mevcut iktidar kliğinin insafına terk edilirse daha fazla karanlık. Tam da bu aşamada Mandela örneğini hatırlamak gidilen yolun yol olmadığını, olamayacağını görmek açısından yararlı olabilir.

 

Güney Afrika Çözümü

Ahlaki bir soykırım olarak tanımladığı Aparheid rejimine karşı ANC öncülüğünde silahlı mücadele dahil örgütlü bir mücadele yürüten Mandela, 1962 yılında CIA’nın da dahil olduğu bir operasyonda yakalanarak hapse atıldı. 18 yıl boyunca Cape Town sahili yakınlarında Robben Adasın’nda ufacık bir hücrede tutuldu. ANC’nin mücadelesi Mandela’nın esaretine rağmen devam etti, yaygınlaştı. 1980 yılına gelindiğinde Apartheid rejimi dış dünyada giderek teşhir olmaya başlamış, Güney Afrika kasaba ve şehirleri de patlama noktasına gelmişti. ANC, tam da bu sırada 1980’de ‘Özgür Mandela’ kampanyası başlattı. Etkili yürütülen kampanya ile Mandela, dünyaca en meşhur mahkumu haline gelmişti. Apartheid rejimi, bu gelişmeler karşısında bir şeyler yapma zorunluluğu hissetti. Onlar bu noktayı getiren “adalet” anlayışları değil, şartlarını dayattığı zorunluluktu. Mandela bu koşullar altında 1982’de bir anakara hapishanesi olan Pollsmoor’a gönderildi. İçte ve dışta süren yoğunlaştırılmış mücadele Apartheid rejimine daha fazla adım atılması gerektiğini dayatıyordu. 1985’te devlet başkanı P.W.Botha’nın bilgisi dahilinde geçirildiği prostat ameliyatı nedeniyle hastanede yatmakta olan Mandela’yı, Adalet Bakanı Kabie Coatsae ziyaret eder. Botha, bakan vasıtasıyla Mandela’ya özgürlük vaat eder ama bunu silahlı mücadeleyi bırakma sözü ve yeniden tutuklanma zorunda kalmasına sebebiyet vermeyecek şekilde davranışlarına dikkat etmesi şartına bağlar. Yani bir nevi uğruna verdiği mücadeleden, düşüncelerinden vazgeçip, emekli olması teklif edilir. Mandela, bu teklife kızı vasıtasıyla ve bir mitingde Güney Afrika halkına açıklamak üzere şu yanıtı verir; “Ben ve sen özgür değilken, insanlar özgür değilken hiçbir şey için söz veremem, vermeyeceğim. Senin özgürlüğünle benim özgürlüğüm birbirinden ayrı değildir.” Mandela, hemen serbest bırakılmaz, dışarıda kesintisiz mücadele devam eder. Ama Apartheid rejimi, Mandela’nın cezaevi şartlarında iyileştirmelere gider. Mandela Adalet Bakanıyla görüşmeleri Bakanın evinde sürdürü. Görüşme sonrası Mandela, gizlilik içinde şehirde arabayla dolaştırılmanın ardından kaldığı cezaevine geri getirilmektedir. Devlet Başkanı Botha, 19882’in Mayıs’ında istihbarat başkanı Bernand’ı Mandela’ya gönderip çözüme hazır olup olmadığını anlamasını ister. İstihbarat başkanı ile yapılan ilk görüşme, hapishanede olsa da, sonraki görüşmeler kompleks içindeki hapishane müdürünün evinde, iki eşit taraf olarak gerçekleşir. Aynı yılın kasım yayında Victor Vester hapishane kompleksindeki bir eve taşınır. Mandela artık ev hapsindedir. İçinde yüzme havuzu olan bahçede Mandela, sebze yetiştirebiliyor. Spor salonunda spor yapabiliyor. Kimi tutsak arkadaşları onu ziyaret edebiliyordu. Bu şartlar altında istihbarat başkanı ilk görüşmeler 6 ay sürer. 1989’un ilk çeyreğinde Mandela, istihbarat başkanı Bernand’a şunları söyler; “ Bu önemli meseleler hakkında sizinle ön konuşmalar yapmamız, gerçekten faydalı oldu. Ama siz politikacı değilsiniz, ne yetkiniz ne gücünüz var. Benim mümkün olduğunca çabuk Batha ile görüşmem gerek.” 1989’un 5 Haziran sabahı Mandela, bulunduğu yerden alınıp Cape Town’daki resmi başkanlık konutuna götürülür ve devlet başkanı ile ilk yüz yüze görüşmeler gerçekleşir. Botha, 1948’de Apartheid rejimi kurulduğundan beri en zalim olan yöneticilerinden biriydi. Son dört yılda bu zulüm ve şiddeti daha da büyümüş olup yaptıklarından ötürü timsah olarak anılıyordu. Görüşmeler devam ederken, ardı ardına önemli ve sarsıcı provakasyonlar gerçekleşti. Botha, birkaç ay sonra görevini De Klerk’e bıraktı. De Klerk ile bu süreç devam etti. Ve 11 Şubat 1990’da Mandela serbest bırakıldı. 27 yıl 6 aylık esaret sona ermişti. Adaletin inşası için ise daha katedilecek çok yol vardı. Muktedir zihniyet, gerçek adaleti farklılık içinde eşitsizliği kendi kıyameti olarak görüyordu. Her attığı geri adımı, zorunluluktan dolayı atmış, bu durumu hazmetmekte zorlanan çevreler, eski düzene dönmek için her yola başvurmuştur. Öyle ki 10 Nisan 1993’de, yani Mandela’nın serbest bırakılmasından 2 yıl sonra 1994’deki seçimden bir yıl önce, Güney Afrika’nın Mandela’dan sonraki en büyük kahramanı sayılan Chris Hani, bu çevreler tarafından katledilmiştir. Chris Hani, ANC yasağının kalkmasıyla 30 yıllık sürgünün ardından ülkesine dönen, Mandela’nın manevi oğlu ve varisi düzeyinde biriydi. Mandela olmasaydı, büyük ihtimalle G. Afrika lideri seçilecek kişi o olacaktı. İşte böylesine önemli biri, ‘barışın’ geldiği ‘adaletin’ tesis edimeye çalışıldığı bir süreçte katledildi. Hiçbir şey kolay olmadı. Mandela, devlet başkanı seçildikten sonra adalet, eşitlik, özgürlük anlayışında önemli bir dönemeç dönüldü ama, katedilecek çok yol olduğu görülüyordu. Siyasi, ekonomik, toplumsal adalet arayışı sürüyor. Mandela sürecini hatırlamaya çalıştığımız bu bölümde elbette kıssadan çıkarılması gereken bir hisse vardır. Ve bunu yapması gereken yalnız ve yalnızca iktidar kliği değildir. İmralı’daki muazzam direnişi yeterince eşlik edemeyen herkestir, tüm arkadaşlarıdır.

 

Kesintisiz Direniş

“Kararlı ve söz vermiş bir insan, düşmanın hilelerini ve bütün acımasızlıklarını bilmeli, buna karşı koymalı ama kolay yıkılmayan ve yenilmeyen bir karşı çıkışı esas alma düzeyine ulaşmalıdır. Bu, ‘direnirim, ne kadar dayanabilirsem biçiminde değil, mutlaka yaşamalı ve yaşatmalıyız’ diyen bir kişilik yaklaşımıdır. Başka türlüsüne yer yoktur. Zamansız ve başarısız ölüme geçit yoktur. Yaşam mutlaka olacak, bunu hiç kimse elinden söküp alamayacak. Biz bu tarzda yaşama değer biçtik”(Öcalan)

Neredeyse 30 yıl önce bu yaşam ilkesini ifade eden Öcalan, hep buna göre yaşadı. Dışarısı veya cezaevi farketmedi. Tüm çirkinleşen, basitleşen eylem ve söylemlere, hep yaşama duyduğu saygı gereği sabırla, olgunlukla, çözüm ve yaşam seçeneğini yükselterek yanıt almaya çalıştı. İmralı’da cezasını çeken edilgen bir tutsaklık ile bu tutsağa bireysel düzeyde adil yaklaşılıp yaklaşılmadığı şeklinde oluşturulmaya çalışılan algıyı reddetti. İmralı, dezavantajlı şartları olsa da bir mücadele alanıydı, ona göre direnilmeli, yaşanılmalı, yaratılan en küçük olanaklarda hamleler yapılmalıydı. Buna göre yaşadı, yaşıyor. Kendisini her gün bin defa öldürmeyi amaçlayanlara verdiği yanıt, her gün bin defa yeniden doğmaktı. “her gün kendime bin tane soru soruyorum, bin tane yanıt üretiyorum” sözü malum paşa zihniyetine esaslı bir yanıt olsa gerek. Üretmekten geri durmadı. Kürtler için üretti, Türkler için, Araplar, Farslar, Ermeniler, Süryaniler için üretti. Tüm dünya ezilen halklarını dert etti, üretti. Tüm inanç grupları ve ötekiler için kadınlar için, doğa için üretti. “Burada artık yaşamlar olmaz, ölümlerden ölüm beğen” diyenlere bunu gerçekleştirmek için elinden geleni yapanlara, ‘adalet yerini buldu’ diyerek yaşananlara, alkış tutanlara gerçek adalet arayışçılığı nasıl olurmuş onu göstererek yanıt oldu. Sesi olmaya çalıştığı tüm halkların, inanç gruplarının, kadınların-erkeklerin ve tabiki doğanın, susturulan tarihin adalet arayan sözcüsü, savaşçısı oldu. Bu nedenle İmralı, yalnızca zulmün adresi, mekanı olmadı. İmralı’nın bir diğer yüzü insanlığın büyük direnişi sergilendi. Böylesine çetin bir mücadelenin kıran kırana yaşanmasının anlamı nedir? Hal, böyleyken bir yerlerden üflenen, ima edilen ya da kızıştırılmaya çalışılan, Öcalan AKP ile anlaştı. HDP’yi engelliyor! Cumhur ittifakına çalışıyor. HDP AKP’ye yamanmaya çalışıyor türünden yaklaşımlar, alanen ya da zımnen buna geçit veren söylemler ya da suskunluklar, onun özü olan ahlakla bağdaşır mı? Madem Öcalan için tespitleri budur, neden 250 bin tuksak içerisinden en ağır şartlarda onun tutulmaya devam ettiğine de yanıt vermiyorlar? Elin taşı hadi neyse de, dost geçinenler gül atmasa bari!

Öcalan, üzerine düşeni fazlasıyla yaptı, yapıyor. Ama kendisinin deyimiyle de elinde her şeyi halledebilecek sihirli bir değnek yoktur. İmralı’daki kesintisiz direniş, tüm sahadaki kesintisiz direnişle sahiplenilmek zorundadır. Öcalan’ın özgürlüğü, İmralı Sisteminin parçalanması için şarttır. Adaletin tesisi için yeterli olmayacaktır ama çok önemli bir dönemeç dönülecektir. Adalet büyük bir ivme kazanarak devam edecektir.

 

 

[1] Descartes

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.