Düşünce ve Kuram Dergisi

Marksizmin, Paris Komünü ve Diğer Komünal Hareketlere Yaklaşımı Üzerine

Şilan Çetiner

Doğal toplum uygarlık tarihi boyunca devletin her türden baskı ve zulmüne karşı direndi ve varlığını korumaya devam etti. Neolitik değerler çok ağır bedeller pahasına da olsa kendini yenileyerek varlığını günümüze kadar sürdürebildi. Doğal toplum insan varlığının başlangıç tezidir. İnsanlık doğal toplumla birlikte ilk kez “toplumsallaşmaya” gitmiştir. Ondan öncesi hayvansı bir yaşamdır. Büyük değerlerin oluşturulduğu neolitik-doğal toplum geliştirilen hiyerarşik ve devletçi toplum “doğal topluma” bir tehdit niteliğinde ortaya çıkmıştır.

Doğal toplumda insanlar doğa zorluklarına birlikte direnmişlerdir. Doğal toplumdaki direnmeye aynı zamanda komünal toplumsal değerlerin büyük ve görkemli direnmesidir de diyebiliriz. Bu direnme kültürü de destanları, dilleri, insani değerleri ve ahlakıdır. İnsanlığın başlangıcındaki bu var olma tarzı kadın (ana) eksenli, doğaya müthiş uyumlu, tahakkümsüz, sömürüsüz, güçlü bir dayanışma ve karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde gerçekleşmiştir. Bu insanlığın çok güçlü komünal değerlerle var olduğunu göstermektedir. Yüz binlerce yıl süren doğal toplum, insanın oluşumunda çok önemli bir rol oynamıştır. Hiyerarşik ve devletçi sistemler, tarihi bilinçli bir şekilde kendinden başlatmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın tarihin önemine vurgu yapan şu sözü çarpıcıdır: “Tarih günümüzde, biz tarihin derinliklerinde gizliyiz.” İnsanlık tarihi komünal değerlerin oluştuğu neolitike dayanıyor. Devletçi sistemin tarihi ise, neolitik değerlerin çarpıtılması ve amaçları doğrultusunda yeniden yorumlamasıyla zihinsel inşasını gerçekleştirmiştir.

Komünal değerler biçime değil öze ilişkindir, bu da toplumun ancak komünal nitelikte varlığını sürdürebileceğinin göstergesidir. Toplumlar devlet ile beraber insanlığın elinden alınan değerlerin yeniden kazanılması için devlete-iktidara karşı her zaman bir mücadele içerisinde olmuştur. Toplumun varoluş tarzına -komünalite- dayanan demokratik unsurlarla hiyerarşi ve devlet kılıfına bürünen savaş-iktidar grubu arasında aralıksız bir savaş vardır.

Doğal toplumun ilk tepkisi-direnişi M.Ö 2400 yıllarındadır. Sümerlerin Layaş kentinde baş gösteren bu direniş tapınak yönetiminde bulunan Urruşe sülalesine karşı vermektedir. Doğal toplumun komünal değerlerine ters düşen bu yönetim biçimi Urukagina öncülüğündeki ayaklanma ile devrilir ve yerine komünal değerlere uygun bir yapı geliştirilir. Yine Akad emperyal yayılmasına karşı Mezopotamya’daki topluluklar komünal değerlerine denk bölgesel çapta aşiret konfederasyonunu kurarak direnmişlerdir. Hegomonik saldırının düzeyi ona karşı direnişinde düzeyini belirlemiştir. Gerek Urakagina deneyimi gerekse aşiret konfederasyonu örneği demokrasinin birer deneyimidir. Dolayısıyla komünal değerlerin mirasında da ilk birikimlerdir.

İktidar ve devletleşme karşısında direnmek ve karşı durmak, tarihsel olarak gücünü bu gelenek ve mirastan almaktadır. “Devlet yapılanması içinde savaşçı-iktidar gücünün başat olması kendini başlangıçta tanrı-krallar ve imparatorlar olarak somutlaştırır.” Öcalan bu sözü ile devletli sistemin kendini nasıl başat kıldığını bizlere net bir şekilde göstermiştir. Devlet yapılanması savaşçı-iktidarcı güç kazandığı gibi buna karşı direnişlerde zincirleme bir şekilde yaygınlık kazanmıştır.

1871 Paris Komünü deneyimi, Napolyon’un Prusya karşısındaki yenilgisinden sonra Paris’i korumak adına silahlanan Paris halkı, Paris’te kontrolü tamamen ele alması sonucu kurulan Paris Komünü 72 gün sürmüştür ve sonra kanlı bir yenilgiye uğramıştır. Paris Komünü tarihteki ilk emekçilerin yönetim denemesi olarak, sınıf ve devlet arasındaki ilişkileri aydınlatması açısından önemli bir deneyimdir. Komünün yaptığı mevcut devlet yapısını parçalamaktan başka bir şey değildir.

Ulus-devlet ve kapitalizm şaha kalkıp yol almak istediyse de hızını sekteye uğratan mücadelelerle karşı karşıya kaldı. 1848 devrimi bunun ifadesidir. Ezilen emekçi kesimin çığlıkları her yerde yayılır, devrimci bir karakter kazanır. Ama gerek ulus-devletin her şeyi, herkesi ezme pahasına iktidara sarılması gerek de orta sınıfın tutarsız ve iktidarcı yaklaşımı bu mücadeleleri başarısızlığa uğrattı. Yine de emekçiler açısından bir mücadele ve hak isteme kültürü yarattı. Paris Komünü bu kültüre en ön açıcı örnektir. Paris Komünü yenilgiye de uğramış olsa da birçok devrim niteliğinde gelişmelere imza atmıştır. Ancak kendi içinde eksiklikleri de yok değildir. Getirdiklerinin ve niteliğinin yanında dönemin ruhunu iyi çözümlememe “devlet yerine…” kavramı karşısında ne getireleceği tartışmalarının muğlak bırakılması, yıkılma nedenleri arasındadır. Ezen-ezilen ikileminde ezilenin toplumsal, siyasal ve politik sorunlarına çözüm getirememe, kendi içinde de ayrılıklara neden olmuştur. Aynı zamanda Komün içinde bulunan farklılıkları politik bir zeminde buluşmaları da zayıflamasına neden olmuştur.

Marx da Paris Komünü’ne ilişkin “Komün, devletin kendisine karşı toplumun doğa üstü bir devrimiydi, halk tarafından ve toplumsal yaşamın kendisi tarafından gerçekleşen bir yeniden yaşama dönüştü. Komün devlet erkini egemen sınıfların bir fonksiyonundan diğerine verilmesi için gerçekleşen bir devrimdi. Komün o devet erkinin kararlı reddi ve bu nedenle de 19.yy’ın sosyal devriminin başlangıcıydı. Bu nedenle Paris’teki yazgısı ne olursa olsun o dünyayı dolaşacaktır.”(K. Marx, Fransa’da İç Savaşı, Sol Yayınları)  sözleri Paris Komünü’nün halkların önünü aydınlatacağını ve devrime “sınıf egemenliği” temelindeki yaklaşımını da bizlere göstermektedir.

Alternatif bir yaşam düşünmek yerine “proletarya diktatörlüğü”nü kendine hedef belirlemiştir. Marx’ın proletarya diktatörlüğü hakkındaki fikirleri özellikle Paris Komünü ile somutluk kazanmıştır. Marx’a göre, işçi sınıfının yalnızca mevcut devlet aygıtını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanmakla yetinmeyeceği, aynı zamanda komün, yürütme ve yasama erkini birleştirmek gibi amaçları da vardı. Marx’ın “burjuva devletten” farkı “işçi sınıfı hükümeti” kurma istemiydi. Marx, Paris Komünü’nde “devlet yerine…” kavramını “proleter devlet” olarak belirleyip Paris Komünü’nün başarılı olmamasının nedenini de devleti ele geçirmeme olarak belirlemiştir. Marx, proletarya diktatörlüğünün temel işlevini “sınıfsız topluma geçiş” diye tanımlıyordu. Marx için proletarya diktatörlüğü diğer sınıf yönetimi formlarından ayırt eden unsur, diğer devlet formlarının sınıflı toplum yapısını sürdürmeye ve dolayısıyla kendisini de sönümlenmesini hedeflemesiydi. Böylelikle devlet aygıtının içerikten yoksun ve işçi sınıfı tarafından da kullanılabilecek bir araç olduğunu ima eden Manifesto’daki anlayıştan epey uzak olmuş oluyordu.

Marx sınıflı toplumlarda sınıf hakimiyetinin bir aracı olan devlet aygıtının, sınıfsız toplumu hedefleyecek olan işçi sınıfı tarafından değiştirilmeksizin üstlenilmesi söz konusu değildi artık. Proletarya diktatörlüğü fikri tam da devlet konusundaki bu bakış açısını yansıtması açısından son derece önemliydi. İşçi sınıfının kurtuluşunu sınıflı toplum yapısının sönümlenmesinde gören Marx için, işçi sınıfının yönetim organı da kendisini sönümlemeye yönelten bir yapılanma olacaktı. (Sönümlenmeden kastın temelde, toplumsal işlerin organize edilmesinin bürokratik formlardan soyundurulması, anlamına gelir.)

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Marx’ın “Yaşasın proletarya diktatörlüğü!” sloganını “Yaşasın kölelik!” olarak tanımlamıştır. Devletin oluşum itibariyle de tahakküme, sömürüye, ezen-ezilen ilişkisine dayandığını görmekteyiz. Devletin sistemleştiği yerde kölelik de kendisini sistemleştirir. Marx, burjuvaziden esinlenerek “Onların diktatörlüğü varsa neden proletaryanın diktatörlüğü olmasın?” diyerek kaba bir yaklaşım sergilemiş, alternatif yaratmak istediği sisteme benzeşme söz konusu olmuştur. Ulus-devletin; baskıcı, sömürücü yanını görememiştir Marksizm. Yine bu konu ile ilgili Öcalan’ın  şu değerlendirmesi Marksizmi anlamamız açısından açıklayıcıdır: “Marksizmin ve genel olarak sosyolojinin baskı-sömürü ile bağlantısını görmemesi ve ulus-devleti çok sıradan bir üst yapı kurumu olarak sunması temel eksiklik ve çarpıtmadır. Sınıf ve maddi sermaye tahlili ulus-devletten bağımsız yapıldığında en bayat ve verimli bir toplumsal sonuç üretemeyecek olan soyut bir genelleme yapmış olur. Marksizmin başarısız olmasında bu bağlantıyı görmek lazım.”

Devlet-iktidar, savaş-ordu sınıflı bir toplum uygarlığın üssü olduğunu görmek gerekir. Egemen sömürücü kesimin kendini sürdürmesi devlet sistemi ile bire bir bağlantılıdır. Egemenliği “proletaryanın” eline vermek tamamen devlete benzeme anlamına geldiği Marksizm tarafından görülememiştir.

Marksizm yine de eşitlik-özgürlük mücadelesinde büyük ve tarihi bir deneyimdir. Toplumsal mücadelede zengin bir katkıdır. Toplum bilimine, ekonomi ve sınıf ağırlığını taşımıştı. Burjuvaziyi ulusal kurtuluş, insan hakları, sosyal devlet konularında daha yumuşak biçimlere zorlamıştır. Demokrasiye çok dar taktiksel yaklaşımı; ekoloji ve kadın özgürlüğü kapitalizmden farklı görmeyişi, temel yaşam paradigması olmakta burjuva kalıplarını aşmaması sistemle daha kolay eklemlenmesine yol açmıştır.

Marksizm yeni oluşan hareketlerin inşasında bir rol oynadığını görmek mümkündür. Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’nin de Marksizmden etkilenerek örgütlendiği bilinmektedir. Bu konuda Öcalan “Özgürlük Hareketi’nin inşasına giderken Marksizmin bilimsel sosyalizm çizgisine sadık kalmaya büyük özen gösterdim, gösterdik. Reel sosyalizm olmasaydı, belki de Özgürlük Hareketi türü bir örgüt olmayacaktı. Fakat bu gerçeklik Özgürlük Hareketi’nin doğuş döneminde tam bir reel sosyalist oluşum olduğunu söyleyemeyiz. Ondan büyük oranda etkilense de Özgürlük Hareketi’nin tüm gerçeği reel sosyalizmle izah edilemez. Burada daha doğru bir yoruma varmak için maddi zemin arıyor, materyalist yapmaya çalışıyordum. Bu arayış olmazsa olmaz bir ilke değerindeydi. Kürtlerde, Kürdistan’da işçi sınıfına benzer olgular vardı. Burjuvalaşma hissediliyordu. Reel sosyalist boyut için bu olgular yeterli görülüyordu. Ama tam emin olduğumuzu söylemek doğru olmaz. İlke gereği bir kabullenişti bu. Böyle olunca da kendimi, kendimizi tümüyle dogmatik tarzda yaşamın doğal akışına kapatmamış oluyorduk. Bu yanımız giderek açılım göstererek farkımızı oluşturacaktı.” Özgürlük Hareketi sosyalizmi devlette değil toplumda gördü ve demokratik konfederalizm üzerinden kendini büyüttü. Tamamen bir yenilik getirmiştir. Devletsiz bir toplum öze en yakın toplumdur. Öz değerlerin büyüdüğü-büyütüldüğü doğal toplum-komünalite-devletsiz bir toplumla ancak geliştirilebilir. Öze yakınlık demokrasiye ve özgürlüğe yakınlığı da beraberinde getirir. Demokratik konfederalizm toplumun her kesiminin içinde olduğu bir sistemdir. Kadın örgütlemeleri, gençlik örgütlemeleri, emek örgütlemeleri, çevre örgütlemeleri, sağlık ve eğitim kurumları için ayrı örgütlenme alanları oluşturarak, toplumun her kesimini bu şekilde sistemde “özne” konumunda bir sistem yaratma hedefindedir. Ezen-ezilen olmadan herhangi bir tahakküme dayanmadan herkesin özgür ve eşit bir şekilde kendini ifade edebileceği bir sistemdir Özgürlük Hareketi’nin amacı. Öcalan’ın komünün nasıl olması gerektiği üzerindeki şu sözü önümüzü daha da aydınlatacağını düşünüyorum. “Halkı en alttan en üste kadar komünler biçiminde örgütlemek temel paradigmamız olmalıdır. Bu pratikte, günlük sorunlara pratik çözümler bulma biçiminde olmalıdır. Sosyalizmi ancak bu şekilde yaşama geçirebiliriz.  Paris komünü iyi bir başlangıçtı, ancak iyi anlaşılmadı. Başarılı olsaydı, Marx’ın istediği sosyalizm oluşabilirdi. Ancak sonraları sosyalizm ancak devletin yardımıyla kurulabileceğini savunan bir sosyalizm anlayışı oluştu. Ama devlet sosyalist olamaz, sadece toplum sosyalist olabilir.”

“Tarihte umut arayışları hep hakim sistemlerin kıyılarında, dağların ve çöllerin kuytularına sığınmış topluluklarda aranır. (…) Ezilenlerin tümünün bir dağ orman kovuğundan çöl kabilelerine, köleden-işçiye,cinsiyet ezileninden, çevreciye, çocuk-genç-yaşlı katmanlaşmasına kadar birleşik bir sistem arayışına hiçbir dönem ile kıyaslanamayacak kadar ihtiyaç vardır.” Abdullah Öcalan bu sözüyle toplumların yeni umut kaynağına işaret etmiştir. İnsanın ve toplumun temel arayış yönelimi daima var olanı aşmak ve ulaşılmamış ufuklara ulaşmak, hem potansiyellerindeki eşitlik, özgürlük ve demokratik olguları açığa çıkarmak hem de bu bağlamda yeni olanı keşfetmenin, yaratmanın ve yaşatmanın mutluluğu demektir. İnsan ve toplumdaki bu arayışın temel somut dinamik gücü olma rolünü de etnik kültürel toplum, dini kültürel toplum ve sosyokültürel toplum olarak devlet dışı toplum bileşenleri üstlenmiştir.

 

Kaynaklar
1.Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 5, Amara Yayıncılık, 2015
2.Ergin Atabey, Devlet Dışı Toplum ve Demokratik Konfederalizm, Aram Yayınevi, 2016
3.Demokratik Modernite Dergileri
4,H. Birsen Örs, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.