Düşünce ve Kuram Dergisi

Sermaye Birikiminin Esas Kaynağı Artı Değer Mi?

Turan Uysal-Ramazan Besili

“(…) -Fernand Braudel – ‘Yoğunlaşan iktidar- devlet kapitalizm salgılar,’ der. Benim kanım daha ileridir: İktidar ve devletin bizzat tekel ve sermaye olduğu yönündedir.” (1)

 

Tanım üzerine birkaç söz:

Klasik ekonomi-politiğin, gelir elde etmek amacıyla üretime sokulan mal ve değerlerin tamamı, şeklinde tanımladığı sermaye, taşımış olduğu ideoloji özü itibariyle yeniden tanımlanmaya muhtaç bir kavramdır. Çünkü pozitivist bilimciliğin en çok saptırmış olduğu kavramlardan biri de sermaye kavramıdır. Sermayenin bir stok kavramı olan servetten farklı olarak bir akımı kavramı olarak değerlendirilmesi böylesi bir anlayışın sonucudur. Buradaki gelirden kasıt sermayenin ”gelir” olarak kabul edilen kardır. Her tür sömürüyü meşru gören böyle bir sistemde, bir sömürü aracı olarak sermaye (üretim araç ve gereçleri, ham madde vs.) üretim sürecinin vazgeçilmez bir unsuru konumundadır.  Buna göre sermaye olmadan, sanayici, yatırımcı olmadan hiçbir üretim yapılamaz! Bu nedenle sermaye verili sistemde temel bir üretim faktörü şeklinde tanımlanmaktadır.

Sermayenin nasıl ve hangi yollarla elde edildiği sorusunu dışarıda bırakan bu tanımlama zihinleri bulandırmaya hala devam etmektedir. Üretimle hiçbir bağı bulunmayan sermayenin daha çok el koymayla, zor alımla bağı vardır. Sermaye doğası gereği sürekli biriktirir, sürekli tekel kurar. Sermayenin üretimle ilişkilendirilmesi bu anlamda büyük bir talihsizlik olarak da değerlendirmek gerekir.(2)

Kavramın ekonomiyle ilişkilendirerek ele alınması da ayrı bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Kaynağını ekonomik indirgemecilikten alan bu anlayış toplumsal tarihin bütüncül kavranması açısından da ciddi sıkıntılar doğurdu. Bu kavrayış ekonomi olmaktan çok bir iktidar biçimi olan sermayenin devletle, militarizmle, bir bütün olarak sınıflı uygarlıkla olan ilişkisini büyük ölçüde gelmektedir. K. Marx’ın büyümesini işçi emeğinin sömürüsü üzerinden gerçekleştirdiğini iddia ettiği bu egemen kesimi ekonominin bir bileşeni olarak değerlendirilmesi bir ironi ola gerektir. Artı değer sömürüsünü böyle bir tanımlama üzerinden çözümlemeye çalışan Marksizmin bu anlamda kendi içinde ciddi eksikler barındırdığını belirtmek gerekir.

Her şeyden önce sermaye bir gelir elde etme biçimi değil, bir birikim tarzıdır. Sermaye ekonomi doğurmaz, ekonomik alanı egemenliği altına alarak gelişir ve büyür. Tarihte artık ürünün ortaya çıkmasıyla birlikte sahneye çıkan bu güç kendisini ideolojik, politik ve askeri olmak üzere toplumun her alanında örgütleyerek bugünkü finans kapital biçimini aldı. Bu birdenbire ortaya çıkan bir durum değildi elbette. Sermayenin her alanda kendi egemenliğini ilan ettiği, sömürünün zirveye ulaştığı bir noktaya ancak çeşitli aşamalardan geçildikten sonra ulaşabildi. Binlerce yıllık bir birikimin sonucuydu bu. Sermaye iddia edildiği gibi 16. yüzyıldan itibaren geliştiği varsayılan kapitalizmin bir ürünü olarak ortaya çıkmadı, tersine sanayi kapitalizmi bu sermaye birikimine bağlı olarak geliştirip boy verdi. Bu görülmeden toplumsal tarihi çeşitli üretim tarzları şeklinde bölümlendirmek, bunun içinde anti-ekonomik örgütlemenin doruğu olan kapitalizmi de bir üretim biçimi şeklinde tanımlamak bizi hiçbir zaman hakikate ulaştırmayacaktır.

 

Birikim Tarzı Olarak Sermaye

Sermayeyi kavramsal olarak ekonomik değerler üzerine kurulan tekel biçiminde tanımladıktan sonra, onun esas kaynaklarını bulmak için tarihe göz atmak gerekmektedir. Tekelin tarihsel süreç içinde ağırlığını bazen tarıma, bazen ticarete, bazen de endüstriye verdiği bilinen bir husustur bu. Temel yasası daha fazla kar olan sermayeyi tüm bu alanlarda derinlemesine incelemeyi gerekli kılan bir durumdur. Ama çoğunlukla yoğunluk dereceleri farklı olmakla birlikte tüm alanlara birlikte yönelmek esastır. Kuşkusuz tüm bunlar diğer iktidar araçlarıyla birlikte yapılmaktadır. Yönelim sonucunda oluşan birikim yayılmacılığı merkez-çevre sorununu yaratır; çevreden merkeze doğru akış ise güç yoğunlaşmasına yol açar. Bu çevrimsel duruma tarihin hemen her döneminde rastlanır. Sermaye birikimi ve güç yoğunlaşmasının doğru olarak değerlendirilebilecek kapitalist moderniteyi daha iyi çözümleyebilmek için tarihsel sürece kısaca bakmakta fayda vardır.

Bunun için belki de ilk önce bir başlangıç noktası tespit etmek gerekir. Çünkü sermayenin yoktan var olmadığını, bunun için bazı şartların oluşması gerektiğini biliyoruz. Artı ürünün ortaya çıkışı bunun için önemli sebep olabilir, ancak üretimin tüketimden artan kısmı olarak artık ürünün böyle bir gelişme için tek başına yeterli olduğu söylenemez. Bu artık ürüne el koyacak bir kesimin varlığına ihtiyaç vardı. Zira sınıflaşmanın henüz gelişmediği neolitik dönemde üretilenlerin tümü tüketilmemekteydi. Tüketim fazlası bu ürünün bir kısmı zor günler için stoklanırken, diğer kalan bölümü ise armağan kültürü aracılığıyla dağıtılıp eritilmekteydi. Bu durum toplumsal farklılaşmayı uzun bir süre önlemiş oldu. Toplumsal ahlak sınıflaşmaya, tekelleşmeye izin vermeyince bu eşitlikçi yapı binlerce yıl varlığını korumayı başarabildi. Toplum doğal bir ekonomiye sahipti ve bu ekonomide değişim değeri henüz gelişmiş değildi. Fernand Braudel kullanım sınırlarında seyreden bu ekonomiyi, temel insan ihtiyaçlarının karşılandığı “zemin kat” olarak tanımladı.

Varlığını çok uzun süre koruyabilen bu eşitlikçi toplumsal yapının, avcılık kültürüyle yoğrulmuş “güçlü, kurnaz adam”ın toplum içinden sivrilerek üretimin tüketilmeyen bölümüne el koymasıyla yavaş yavaş bozulmaya başladığı görülür.(3) Ki neolitik dönemin sonlarına doğru ürün hem bollaşmış hem de çeşitlenip zenginleşmiştir. Kadının birikimlerine el koymayı marifet edinmiş, tarihin ilk sermayedarı olarak adlandırabilecek “güçlü, kurnaz adam” tüm bu gelişmelerin farkındadır. El koyma -kurnazlık ve hile yoluyla- biçiminde gelişen bu süreç ürünler arası takas işleminin yaygınlaşmasıyla da daha üst bir boyuta taşınır. Takas önceleri üreticilerin yüz yüze gerçekleştirdikleri bir değişim yöntemiydi. Daha sonraları bu işlem aracılar tarafından gerçekleştirilmeye başlanınca işin rengi tamamen değişti. Çünkü aracı herhangi bir üretimde bulunmayıp değişim sürecini kendi lehinde spekülatif bir kar alanına dönüştürüyordu. Tarihte ilk tüccarlar da bunlardı. Takasın gerçekleştiği doğal pazarlar da buna bağlı olarak zamanla değişim geçirdi. Ekonomiden sapmanın ilk adımlarıydı bunlar.

Anti-ekonomik örgütlenmenin bir ayağı zor ve şiddetti kuşkusuz. Zor, artı ürüne el koymanın en kestirme, en kolay yoludur. Genellikle devlet biçiminde örgütlenen zorun sermaye tekeliyle el ele büyüdüğü görülür. Rahip-komutan (asker)-yönetici veya firavun-belam-karun- ittifakı temelinde örgütlenen bu sistemin tek amacı daha fazla biriktirmektir. “Biriktirmek, biriktirmek! İşte Musa ve peygamberler!” (4) Bu söz bu süreç için sarf edilmiş olsa belki daha çok yerini bulur. Aynı saiklerle hareket eden bu her üç gücün ittifakı olmadan aynı anda binlerce insanın aynı işe koşturulması, büyük sulama kanallarının yapılması, büyük yapıların inşa edilmesi asla mümkün olamazdı. Bu ittifak tarih boyunca hiç bozulmadı.

Daha fazla birikim için daha çok insan gücüne, daha fazla ham maddeye ihtiyaç olduğu açıktı. Tarihteki ilk kolonyalist, emperyalist eğilimler böyle ortaya çıktı. Geniş topraklar işgal altına alındı, savaşlarda esir alınan insanlar köleleştirildi. Kolonyalizm’in El Ubeyd kültüründeki (M.Ö. 5000-4000) yeri bu anlamda çok çarpıcıdır. Ataerkil kültürünün kendisini çok ciddi bir şekilde hissetmeye başladığı bu dönemde bir bölgeden diğer bir bölgeye çanak-çömlek ve dokuma ürünlerini karşılığında maden ve kereste gibi ham maddeler nakledilmektedir. Karşılıklı bu mal değiş tokuşunda tüccar artılı fiyat tayin edebilecek bir konuma erişmiş durumdadır.

Bunun aşağı Mezopotamya’da ilk kent devleti olan Uruk dönemi (M.Ö. 3000) izler. Burada İran’ın güneybatısından yukarı Mezopotamya’ya kadar yaygın bir ticaret kolonileşmesine rastlanır. Sömürgecilik bir birikim tarzı olarak büyük bir mesafe kat etmiş bulunmaktadır. Gilgamêş destanı bu kentin tarihiyle ilgili önemli veriler sunmaktadır. Destanda “güçlü, kurnaz adamın” kadına karşı yürütmüş olduğu savaşımdan tutalım, yarı tanrı uygar erkeğin doğal, eşitlikçi topluma karşı yürüttüğü acımasız savaşa kadar birçok olay iç içe ve çok etkileyici bir dille anlatılmaktadır. Kapitalistleşmenin ilk uygulama alanları olan bu kentler varlıklarını ticaret, zorla el koyma ve köle emeği üzerinden sürdürmektedir.

Bir zincirin birer halkaları gibi birbirine sıkıca bağlı ve birbirinin devamı şeklinde gelişen bu süreç Akad- Asur kolonyalizmi ile (M.Ö. 2000) yeni bir boyut kazanır. Asur despotizmi sermaye birikimi ile şiddetin iç içeliği bakımından çok çarpıcı bir örnektir. Yayılmacılık toplu kırımlara at başı yürür. Bir savaş makinası gibi hareket eden bu İmparatorluk tarihte ilk küresel çaptaki tüccar girişimidir. (5) Ele geçirilen yerler hızla kolonileşip haraca bağlanır. Her koloni İmparatorluğun merkezi için birer vergi ve asker deposudur aynı zamanda. Sınırların geliştikçe de bölgeler arası mal ve ham madde akışı daha da hızlanmış olur. Devlet eliyle yapılan ticaretten sağlanan kazanç insan emeğinden elde edilen kardan kat kat daha fazlaydı. Bunlar birbiriyle mukayese bile edilemez.

Doğuda başlayan birikim süreci M.Ö. 500’lerden itibaren Greko-Romen adıyla Batı’ya kayarak yeni bir ivme kazanır. Paranın bulunması ile gemicilik tekniğinde yaşanan gelişmeler ticaret için muazzam olanaklar yaratmaktadır. Özellikle paranın gittikçe önem kazanması tefecilik adıyla yeni bir birikim tarzının oluşmasına yol açar. Paradan para kazanma yöntemi olarak tanımlanabilecek tefeciliğin orta çağlarda çok kısa sürede yükselişe geçtiği görülür. Böylelikle ticaretin spekülatif hareketine bir de paranın spekülatif hareketi eklenmiş olur. Para artık sadece bir değer tutma aracı değil, bir vurgun yöntemidir. Altın sikkeler biçiminde dolaşıma sokulan para değişim sürecini hem çok kolaylaştırdı hem de çok hızlandırdı. Roma emperyalizmi döneminde para ekonomisine dayalı vurgunculuk ve tekel düzeni Akdeniz’in en gelişmiş ticaret kenti olan Kartaca’yı, Kuzey Afrika kıyılarını etkisi altına alarak kısa sürede akıl almaz ölçülerde bir büyüme sağladı.

Batı’da genişleme sürecini tamamlayıp tıkanmayla yüz yüze gelen iktidar ve sermaye tekeli Orta çağlardan itibaren tekrar Doğu’ya yönelerek kan tazelemek ister. Hamlenin başını çeken yine tüccar tabakasıdır. Merkez ise İslamın da doğuşunu gerçekleştirdiği, dönemin önemli bir ticaret kenti olan Mekke’dir. Aynı zamanda bir Hac yeri olan Mekke ve çevresinde yaşayan kabileler arasındaki ticaret oldukça gelişmiş durumdadır. Yükselmekte olan yeni ticaret tabakası tekelci çıkarları gereği kabilelerle sınırlı bir ticareti artık yeterli görmemekte, tüm bölgeyi kapsayan daha evrensel çapta bir ticareti ön görmektedir. İslamın ümmet ideolojisini arkasına alarak, giderek devletleşip büyük bir imparatorluk haline gelen bu tabaka kısa sürede Ortadoğu’nun tek hakim gücü haline gelir. Ganimet savaşları bölgeyi baştan başa kasıp kavurur. Samir Amin zorla el koymanın yanında, vergiye dayalı bu gaspçı sistemi “haraç ekonomisi” şeklinde tanımladı. Özünde ekonomiyle uzaktan yakından bir bağı bulunmayan bu talancı düzen, çok geçmeden Bağdat, Şam, Halep ve Kahire başta olmak üzere bölgenin en önemli pazarlarını ele geçirmekle kalmayıp, Arabistan’dan Afrika’nın içlerine kadar çok geniş bir alanı küresel ticaretin rant alanı haline getirdi. Savaş ve fethin dönemin en temel birikim tarzıdır.

Ortadoğu’daki merkezi hegemonya bu birikime dayanarak 8. ve 12. yüzyılları arasında en parlak dönemini yaşar. Dıştaki düşmanlar geriletilmiş, içteki anti-tekelci direniş gurupları büyük ölçüde bastırılıp etkisiz kılınmıştır. 13. yüzyıla gelindiğinde ise merkezi hegemonyanın tekrar Batı’ya kaydığı görülmektedir. Bir nevi eski çağlarda aşağı Mezopotamya’da gelişen ticaret birikiminin İyonya üzerinden Batı’ya kaymasına benzer bir süreç yaşanmaktadır. Bunun esas nedeni savaş ve ganimete dayalı birikim tarzının bir yerden sonra tıkanmasıyla yüz yüze gelmesidir. Azalan marjinal verimler yasası gereği kaçınılmaz bir sonuçtur bu. Buna göre savaş maliyetleri sabit kalsa bile, gelirler maksimum noktaya eriştikten sonra hızla düşüş eğilimi göstermeye başlar. En nihayetinde toplam maliyetler, toplam gelirle eşitlenince kar sıfıra inmiş olur. Bu noktadan itibaren de sermaye azalmaya başlar. Bu duruma genel olarak bunalım süreçleri denilmektedir. Sürekli biriktirme eğiliminde olan sermaye düzeninin yaratmış olduğu bu sonuç derin siyasi krizleri de beraberinde getirmektedir.

 

Yeni Bir Birikim Tarzı Olarak Endüstriyalizm ve Emek Sömürüsü

Eski ve Orta çağlarda sermaye birikiminin ağırlıklı olarak ticaret ve tefecilik üzerinden geliştiği belirtilmişti. Endüstriyel alandaki sömürü daha geri plandaydı ve oluşan sermayenin ancak çok cüzi bir parçasını teşkil etmekteydi. Bu ilelebet böyle sürüp gidemezdi, çünkü teknoloji sürekli bir gelişme halindedir. Büyük sanayi hamlesinden önce 13. yüzyıldan itibaren İtalyan kentleri üzerinden Batı’ya kayan sermayenin giderek spekülasyon ağırlıklı para ekonomisine yöneldiği görülür. Bunun için işlemlerde kolaylık sağlayan tahvil, bono, senet gibi gerekli araçlar bulunmuş durumdadır. Sermaye artık kentlerde yoğunlaşmıştır. Bu gelişmenin bir adım sonrası İngiltere ve Hollanda’da gelişip kısa sürede tüm Batı’yı etkisi altına alan dev sanayi hamlesinin tarih sahnesine çıkmasıdır. 18. yüzyıla gelindiğinde sanayi üretiminin kapitalist birikim açısından başat hale geldiği görülür.

Bundan önce Amerika ve Afrika kıtasının fethi tamamlanmış, Avrupa’ya yüklü miktarda değerli maden akışı sağlanmıştır. Zor ve şiddet yoluyla elde edilen bu birikim sanayi üretimi için yatırma dönüştürülür. Kapitalizm burada yeni bir üretim tarzı olarak değil, yeni bir sömürü ve birikim tarzı olarak ortaya çıkmaktadır. Marx’ın çağın bilimsel-teknik gelişmelerini arkasına almış, siyaset, hukuk ve askeri alanlarda kendisini son derece örgütlü kılmış bir tekelci aygıtı bir üretim tarzı olarak tanımlaması büyük bir yetersizlikti. Kapitalizmin yaptığı kendisinden önceki birikim tarzlarını daha da sistemleştirip örgütlü bir hale getirmesidir.

Fernand Braudel kapitalizmi tekel ağları ve fiyat istismarıyla oluşan bir iktidar sistemi biçiminde nitelendirerek gerçeğe daha yakın bir tanım geliştirmiş oldu. Kapitalizmde arz-talebe bağlı bir fiyat sistemi hiçbir zaman olmamıştı. Bu ta başından beri böyleydi. Ani fiyat yükselişleri, üretimde dengesizlik vb. durumlar sürecin doğal sonuçlarıdır. Çünkü temel amacı daha fazla kar olan sermaye daima en çok kar getiren alanlara yönelir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Fernand Braudel’in teorisini, önemsemekle birlikte yetersiz buldu: Kapitalizm tekel karları üzerinde pazarlanan, anti-ekonomik, siyasi, ideolojik ve askeri alanlarda örgütlenmiş, yaygın bir sömürü sitemiydi. Kapitalizm kendinden önceki egemen sistemlerden farklı bütün toplumsal ilişkileri dönüşüme uğratarak sermayenin çıkarlarına göre yeniden düzenlemesiydi. Bunun sonucu olarak bütün kıtalardaki ekonomik birimler, köylüsünden zanaatçısına kadar yeryüzünden silinmeyle yüz yüze geldi. Toplumsallığı oluşturan ahlaki örgü ağları dağıtılarak yerine devlet odaklı hukuk kanunları yerleştirdi. İnsanlar toplu halde yerlerinden yurtlarından edildi. Demografik yapıda büyük değişmeler yaşandı. Katliamlar gerçekleştirildi.

Çok boyutlu, çok kapsamlı şekilde yürütülen, toplumun kılcal damarlarına kadar sızan, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren de emperyalist politikayla bütün dünyayı egemenliği altına alan böyle bir sistemi emek değer teorisiyle izah etmeye kalkışmak, sistemin diğer yanlarını görmezden gelmek anlamına gelecektir. Hakikatten uzaklaşmanın diğer bir adıdır bu.

Endüstriyalizm çağında sermaye birikimi açısından emek sömürüsünün azımsanmayacak denli büyük bir rol oynadığı bir gerçektir. Bu dönemin ekonomi yazarlarının bu konuya odaklanmaları bu açıdan gayet anlaşılırdır. Ancak bilim adına öne sürülen düşüncelerin büyük ölçüde kapitalist modernite paradigmasının damgasını taşıdıkları unutulmamalıdır. Ki, bu süreçten itibaren ortaya çıktığı bilinen İngiliz ekonomi politiğinin temel amacı emeğe, sahip olduğu itibarı geri vermek değil, emek sömürüsünü bilimsel yasa adı altında meşrulaştırmak, dolayısıyla sermaye kesimine kolay sömürünün “bilimsel” yolunu göstermekti. İlk değer tanımını da İngiliz klasik iktisat ekolünden geldiği bilinmektedir. Bu ekolün önde gelen isimlerinden Adam Smith (1723-1790) her ürünün bir dizi insan çabası sonucunda elde edildiğini savunarak, değeri bir malın üretim maliyeti üzerinden irdelemeyi esas aldı. Buna göre emeğe ödenen ücret de maliyetler kalemi içinde yer almaktaydı. Değerin temelinde emeğin olduğu hususu daha sonra Marx tarafından geniş bir inceleme konusu yapıldı. Merkantilist yazarlardan etkilenip piyasadaki fiyatların büyük ölçüde spekülatif olduğunu savunan A. Smith, Marx’a göre gerçeğe daha yakın bir nokta da duruyordu. Merkantilist yazarlar daha çok bir malın satış fiyatına odaklandılar. Buna göre malların fiyatı mevcut değerdi, bunu belirleyen ise piyasaydı. Dolayısıyla piyasaya hakim olan kesim (satıcı) fiyatlarla istediği şekilde oynama gücüne sahipti. Değer ile fiyat arasında bir ayrım söz konusu değildi, fiyat temel belirleyendi. Tarihsel süreç boyunca da bu hep böyle olagelmiştir.

Farklı bir yol izleyen Marx, piyasada oluşan genel fiyatların eninde sonunda malın gerçek değeriyle eşitleneceği varsayarak, teorisini üretim süreci üzerinden geliştirmek istedi.  Amaç, sermayenin yapısını çözümlemekti ve buna göre sermayeyi yaratan üretim sürecinde artık değer oluşturan emekti. Keza kapitalizmi diğer sistemlerden ayıran en temel özellik de onun sermaye yaratma kabiliyetinde olmasıydı. Sermayenin yaratılma süreci ise üretim araçlarını elinde bulunduran bir kesim ile emeğini satmaktan başka hiçbir şeye sahip olmayan proletarya olmak üzere iki sınıflı bir toplumsal ilişkinin varlığını gerekli kılıyordu. Üretim sürecinde ki emek değer teorisi üzerinden şekillenen bu modelde, sermayenin yapısı ve kaynakları çözümlenirken tarihsellik hemen hemen yok farz edilir. Kapitalizme sermaye yaratma kabiliyetinde olması itibariyle de önemli bir paye biçilir. Teorinin tarihsel yanının eksikliğini giderme amacıyla ortaya atılan “donmuş” veya “cansız emek” gibi kavramlaştırmalar ise mevcut açığı kapatmaya hiçbir zaman yetmedi.

Pozitivist bilimciliğin ağır etkisini taşıyan emek değer teorisine biraz daha yakından bakıldığın da birçok eksiğin daha bulunduğunu kolaylıkla görülebilir. Kuşkusuz matematiksel formüllerle izah edilmeye çalışan teori kendi içinde belli bir tutarlığa da sahipti ancak tutarlılık bir şeyin doğruluğunu ortaya koymak için yeterli bir ölçüt değildir çoğu zaman.

K.Marx hemen her konuda matematikten yararlanarak “objektif” bir değer tanımına ulaşmak istedi. Sorun da buradaydı aslında. Binlerce, on binlerce yıllık emeğin sonucu olarak gelişen bir üretim teknolojisinin gerçek değeri nasıl hesaplanabilirdi? Diyelim ki üretim süreci içinde kullanılan farklı nitelikteki iki emeği “emek zamanı” adı altında “basit emeğe” indirgeyerek emek konusunda ortak bir ölçüye kavuşmuş olduk. Peki üretim tekniğinin ortaya çıkmasında emek sahibi olan bir bilim insanının emeği nasıl ölçülebilir? Sorular daha da çoğaltılabilir. Emeğiyle artı değer yarattığı savunulan işçinin hangi şartlarda ve ne kadar emekle büyütülüp işçi haline getirildiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Emek gibi her alanda karşımıza çıkabilecek ve kolay ölçülemeyen soyut bir olayın sadece sanayi alanıyla sınırlandırılması sağduyunun kabul edebileceği bir şey değildir.

Tüm bunları bir yana bırakıp sermaye birikimin temelinde sadece artı emek olduğunu düşünelim. (artık değeri yaratan artı emektir teoriye göre) Buna bağlı olarak toplumun da burjuva proletarya olmak üzere iki sınıftan oluştuğunu var sayalım. İki sınıflı böylesi bir toplumda burjuvazinin daha fazla kar elde etmek için proletaryaya daha az ücret ödeme gayreti içine gireceği için doğası gereğidir. Bu durumda ücreti azalan işçi görece daha da yoksullaşır. Yoksullaşma aynı zamanda bir tüketici olan işçinin iki sınıflı bir toplumda başka bir tüketici olmadığına göre alım gücünü en aşağılara çeker. Bu, burjuvazinin artık aynı fiyatla, aynı miktarda mal satma olanağını ortadan kaldırır. Tek tüketici işçi olduğuna göre kapitalistin – burjuva- en akılcı yolu tercih edip ücretleri tekrar yükselttiğini düşünelim. Bu durumun böyle devam etmesi durumunda malın son birimi satıldığında, ücret gerçek değere eşit bir noktaya yükselmiş olur. Burada kar sıfırdır.

Rosa Luxemburg bu paradoksu fark ederek iki sektörlü- üretim malları üreten ile tüketim malı üreten-  bir sistemde kapitalist birikimin ancak kapitalistleşmemiş kesimlerin varlığı sayesinde mümkün olabileceği savundu:

“Kapitalist sömürge gücünün ele geçirdiği ve ekonomik nüfuz alanına soktuğu pre- kapitalist toplumlar bulunduğu sürece kapitalizmin varlığını ve gelişmesini sürdürme yeteneğinde olacaktır.(…) Yeryüzünün bütün yüzeyi kapitalist birikim sürecine çekildiği zaman kapitalizm artık büyüyemez ve mutlaka çöker.”(6)

Öcalan bu durumu metaforik olarak bir toplumun aslanlardan ve sığırlardan oluşması halinde yaşamın yosunlu bitkiler seviyesinde kalacağı şeklinde ifade eder, esasta kapitalist modernite paradigmasının damgasını taşıyan emek değer teorisine demokratik modernite paradigması çerçevesinde karşı bir eleştiri geliştirmiş oldu. Sermayenin tarihsel olarak birikim tarzları üzerinden irdelemesi bu perspektife dayanmaktadır. Bu nedenle kapitalizmi sınıflı tarihi başından, itibaren ele alıp incelemek günümüzü kavramak açısından da büyük önem arz etmektedir. Burada ki amaç ekonomik indirgemeciliğe kaymadan, toplumun her alanına sızmış olan sermayenin her çeşidini görünür kılıp, diğer iktidar araçlarıyla olan bağını gözler önüne sermek, hakikati ortaya çıkartmaktır.

Emek değer teorisi tüm ilgiyi üretim alanına kaydırmakla bu çok katmanlı, çok çeşitli sömürü tarzını açığa çıkarma konusunda olumsuz bir rol oynadı. Aynı şekilde her şeyin nicelikselleştirilip, kesin ölçülere vurulmaya çalışması büyük oranda maddiyatçılığa, meta fetişizmine yol açtı. Oysa değer çok spekülatif bir kavramdır. Bir elmanın neden iki armut değerinde olduğu sorusuna asla kesin bir cevap verilemez. Bir malın diğer maldan daha kıymetli olmasında birden çok toplumsal faktörün etkisi vardır. Bir mala duyulan ihtiyaç derecesi günden güne değişiklik arz edebilir. Keza, değerin belirlenmesinde kültürün- beğeni ölçüleri vb.- büyük bir rolü bulunmaktadır. Örneğin yeni kıtanın yerlileri açısından altın ve gümüşün parasal hiçbir değeri yoktu, bu metalar sadece süs eşyası yapımında kullanılmaktaydı. Kıtayı işgal eden İspanyol ve Portekizlerin gözünde ise altın ve gümüş para, sermaye ve zenginlik demekti.

Değişim değeri o denli spekülatif bir kavramdı ki çok geçmeden içerden de yoğun eleştiriler almaktan kurtulamadı. Mesela neo-klasik ekol kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak için “marjinal fayda” kavramını ileri sürdü. Buna göre, bir mal bir ihtiyacı karşıladığı sürece fayda sağlamaktaydı. Bir malın tüketilen kısmı artınca marjinal faydası -tüketilen bir birimden elde edilen fayda- azalmaktaydı. Değer ile fayda arasında kurulan bu ilişki tamamen subjektifti. Daha sonra Alfred Marshall (1842-1924) bu tanımı yetersiz bularak “marjinal fayda” ile üretim maliyeti kavramlarını birleştirip yeni bir tanım geliştirmiş oldu.

Fayda eksenli teoriler emek değer teorisinin tersine tüketim odaklı bir analizi esas aldı. Kapitalist modernite paradigmasına dayalı bu teorilerin sömürüye, zora dayalı sermaye birikiminin kaynaklarını çözümleme gibi dertleri yoktu elbette.

Burada emek değer teorisi ve sonrasında gelişen tartışmalar eleştiri konusu yapılırken değişimin ekonomi dışı bir kavram olduğu savunulmaktadır. Değişimin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Toplumun ilelebet kullanım değeri sınırında seyredemezdi elbet. Mübadelenin bu anlamda tarihsel gelişmede önemli bir rol oynadığı belirtmek gerekir. Değişimin toplumsal gelişmeyi hızlandırdığı yadsınamaz bir gerçektir. Temel sorun değişim değerinin kullanım değerinden tümden kopmasından ileri gelmektedir. Kapitalist modernite dönemine kadar da bu ikisi arasında şu veya bu düzeyde bir ilişki mevcuttu. Sınıflı tarihin her döneminde kullanım ekonomisi yanında meta üretimine de rastlanmaktadır. Örneğin Ortaçağ’ın basit meta üretiminde zanaatkar ürününü yeni bir ürünle değiştirmek amacıyla satmaktaydı. Buradaki değişim yine bir ihtiyacı karşılamak amacıyla gerçekleştirmekteydi. K.Marx bunu meta–para-meta şeklinde formüle etti. Kapitalist modernite bu ilişkiyi tersine çevirerek (para-meta-para)tarihteki ilk yaygın meta üretimini gerçekleştirdi. Bu bir ölçüde fabrikalaşmanın yaratmış olduğu seri mal üretiminin bir sonucuydu. Ulusal ve uluslararası pazarların oluşması bu süreci daha da hızlandırmış oldu. Üretici ile tüketicinin mal alışverişi için karşılaştıkları pazarlardan söz etmiyoruz. Malların sürüm alanı olarak ve bu pazarlarda tek hakim göç sermayedir, yani tekeldir. Kapitalizm daha başından itibaren bir tekel olarak kuruldu ve gelişimini de bu minvalde sürdürdü. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesiyle daha da güçlenen bu tekelci sistem zamanla reel ekonomiyi ikinci plana iterek, para-döviz oyunlarından oluşan “sanal” ekonomiye yöneldi. Bunun sonucu olarak iddia edildiği gibi bir dönemin tek artık değer yaratıcısı olan işçi, işini kaybedip işsizler ordusuna katılmış oldu. Emek yoğun sanayi yerini sermaye yoğunluklu-ileri teknolojiye dayalı-sanayiye bıraktı. Vurgunun yeni biçimi artık yüksek oranda spekülasyondu. Eski çağların tüccar kılıklı “güçlü, kurnaz adamı” artık bir spekülatör, bir CEO olarak karşımızda durmaktaydı ve artık ilişkilerden tutalım, duygu, davranış ve alışkanlıklara kadar her şey bir alım-satım konusuydu. Kültürel, toplumsal değerlerin pazarlaması da hakeza böyleydi.

Sermaye birikimi anlamında tarihten gönümüze özde değişen bir şey olmamıştı aslında. Sermayenin dayanmış olduğu mantık, çıkmış olduğu kaynak aynıydı çünkü. Değişim daha çok biçimseldi. Bir sonraki, bir öncekinin birikimlerini devralarak büyüdü. Kapitalist moderniteyi bu manada merkezi uygarlık sisteminin (sınıflı, devletli uygarlık) zirvesi olarak değerlendirmek gerekir.

“Kapitalizm eğer bir sermaye birikimi sistemi ise, bu birikimiz ilk defa kapsamlı biçimde Sümer şehir devletlerinde gerçekleştirildiği kanıtlanmıştır.(…)Tapınak aynı zamanda bir fabrika, işçi-köle barınma yeri, yönetici, askeri komutan ve rahip yönetim merkeziydi.”(7)

Tarih bu kadar bütündür ve iç içedir. Sömürü geleneğinin bu devamı olan kapitalizmin tek farkı sermayeyi her alana yayarak genelleştirmesidir. Bilimi, tekniği, her türden iktidar aygıtlarını arkasına alarak bunu başardı. Sermaye birikimindeki bu yoğunlaşma yaşamın her alanına yansımaktadır. Her şey gittikçe tek tipleşmektedir. Markalaşma bu tekelleşmenin yaratmış olduğu bir sonuçtur. Yada hep aynıdır: Birikim tekelleşmeye yol açarken, tekelleşen sermaye daha fazla büyümek için yeni sömürü alanları yaratmaktadır. Tüm toprakların krala ait olduğu mısır firavun sisteminde de, Ortaçağ Avrupası’nın derebeylik sisteminde de aynı yasa geçerliydi.

 

Sonuç olarak;

Ekonomiyle hiçbir ilişkisi olmayıp ekonomik alanın gasbı ve sömürüsü ile güç devşirip, büyüyüp palazlanan sermayeyi bir birikim tarzı olarak incelemek, bu talancı düzene karşı doğru tutum geliştirmek açısından da önemlidir.  Sermaye ile ekonomi arasındaki ilişki ters orantılı bir ilişkidir. Sermaye yoğunlaştıkça ekonomik alan daralır; Ekonomik alan genişledikçe sermaye küçülür. Bunu için sömürü içermeyen meta üretiminde de yer veren, aktif bir kullanım ekonomisinin geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Sermayenin tarihsel olarak doğru çözümlenmesi bunun için bir adım olabilir…

Dipnotlar
  1. Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 3, Amara Yayıncılık, 2015, s.81
  2. Sermayeyi bir üretim faktörü olarak değerlendiren K. Marx , sermaye emek ilişkisini şöyle kurdu: S=s+d (Sermaye=Değişmeyen Sermaye +Değişen Sermaye (Emek)): Üretimden sonra: S (s+d) a olmaktaydı. a=Artı Değer.
  3. Abdullah Öcalan, age, Cilt 2
  4. K.Marx, Kapital, Cilt 1 (Aktaran; E.K.Hunt)
  5. Abdullah Öcalan, age
  6. Rosa Luxemburg, Sermaye Birikiminin Tarihsel Koşulları, Çev: Neyyir Kalaycığoğlu, Kaynak Yayınları, 1984
  7. Abdullah Öcalan, age, Cilt 3, s. 78

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.