Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu Demokratik Ulus Çözümünde Kürdistan’ın Rolü

Zülfikar Budak

Sümerlerle başlayan ve son beş yüz yıldır Avrupa merkezli kapitalist sistem ile zirveleşen beş bin yıllık devletçi uygarlık sistemi ciddi bir yapısal krizi ve kaosu yaşamaktadır. Çözümü ise doğup büyüdüğü, dallanıp budaklandığı Ortadoğu’da aramak. Ortadoğu’daki iktidar ve devlet gerçekliği, ağır toplumsal sorunlara çözüm geliştirmekten çok; bu sorunlara kaynaklık ettiği için sıkça yaşanan kriz savaşlarla sonuçlanmaktadır. Kuşkusuz bu savaşlar krizi daha da büyütmekte ve kaotik durumları yaygınlaştırmaktadır. 

1991’deki Körfez Savaşı’yla başlayan 3. Dünya Savaşı Ortadoğu merkezli yaşanmaktadır. Her ne kadar Ukrayna (NATO)-Rusya savaşı tüm sıcaklığıyla gündemdeki yerini korusa da, Pasifik’te ciddi çekişmelerle yaşanan savaşın merkezi Ortadoğudur. Ortadoğu merkezli bu savaş önümüzdeki süreçte yeni bir aşama ile tüm yoğunluğuyla yine Ortadoğu’da devam edecektir. Bu savaşın Ortadoğu merkezli olması gaz ve petrol gibi enerji kaynakları ve İsrail’in güvenliği gibi güncel sebepler kadar Ortadoğu’nun tarihsel-toplumsal gerçekliğiyle de alakalıdır.

Bugün Ortadoğu küresel kaos ve krizin yoğunlaştığı yerdir. Bunun hem tarihsel hem de güncel nedenleri vardır. Ortadoğu son beş yüz yıla kadar da insanlık adına yaratılan değerlerin ve gelişmelerin merkezi konumundaydı. Neolitik Çağ’ın yaklaşık on bin yılı, bu coğrafyada ona doğurganlık rolünü vererek geçmiştir. Tüm uygarlıkların Neolitik Çağ’a borçlu olduğu tartışmasız bir tespittir. Neolitik Çağ, tarım devrimiyle insanlığın yüz binlerce yıllık sorunlarına yanıt olmaya çalıştı. Tarımsal-köy devrimiyle bu koşulları biraz yumuşatıp toplumsallaşma yeteneklerini geliştirerek çözüm aradı. İnsanlık adına anlamı çok gelişkin bir hamledir. Binlerce yıllık bir yaşamla bu dönem, insanın kolektif zihninde ve vicdanında derin izler bıraktı. İnsan toplumu biraz da bu dönemin oluşturduğudur. Bugünün toplumu bile bu zeminde yeşeren değerlere dayalıdır. Altından bu toplumu çekersek acaba geriye ne kalır. Eğer halen kutsallık, tanrısallık, mucize, cennet gibi hülyalara sahipsek bu toplumun büyüleyiciliğinden kalma olduğunu hiç unutmamalıyız. İnsan yaşamının olmazsa olmazı toplumsallığıdır.  Mitolojilerden dinlere, felsefeden bilime, tarımdan teknolojiye tüm toplumsal icatların,buluşların mekânıdır Ortadoğu. 

Kapitalizmin asıl hesaplaşması ve saldırısı bu binlerce yıllık toplumsallığa yöneliktir. Ortadoğu toplumu ve kültürü bin yıllarca bölgede gelişip,büyümesine izin vermediği kapitalizme teslimiyeti kabul etmemektedir. Her ne kadar kapitalizm, son iki yüz yıldır bölgeyi yoğun bir ideolojik-kültürel saldırıya tabi tutsa da bu daha çok üst-egemen tabakada karşılık bulmuş ama toplumsal bir kültür haline gelememiştir. O yüzdendir ki, Ortadoğu kapitalizmin zayıf halkasıdır ve belirleyici bir konumdadır.

Doğal toplumun inkârı üzerine gelişen devletçi ve iktidarcı sistem, kapitalizmle birlikte toplum-kırım sistemi haline gelmiştir. Zaten barut fıçısı gibi şişmiş sorunları ve kendi dogmatizmi içinde debelenen Ortadoğu’ya toplum-kırımcı olan kapitalist sistemi dayatmak, insanlığın beşiğinde insanlığın kökünü kazımaktan öteye bir anlam taşımaz. Karl Marks; ‘’Kendi mezarını kazan sistem’’ olarak tanımlıyor kapitalizmi. Günümüzde ortaya çıkan gerçeklik ise kapitalizmin sadece kendi mezarını değil tüm insanlığın ve insanı var eden, yaşatan ekolojik dengenin de mezarını kazdığı yönündedir.  Kapitalizmin acımasız saldırılarına karşı dinsel-mezhepsel, ulus-devletçi, statükocu, klasik solculuk tarzında gelişen karşı koyuşlar bırakalım çare olmayı, uçurumun kenarında gezinen Ortadoğu’yu intihara sürüklemekten öteye bir rol oynamamıştır.Ortadoğu’nun sorunlarını salt mevcut kapitalist sistemle izah etmek de eksik bir yaklaşım olur. Ortadoğu iktidarın, devletin, sömürünün, savaşların, yıkımların, felaketlerin, acıların ve her türlü köleleştirmenin, zalimin, zulmün ilk ana yurdudur. Kellelerden kale yapmak, savaşlarda ‘taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamak’ Ortadoğu’nun iktidar ve savaş gerçeğidir. Bu devletçi uygarlık gerçeğine karşı toplumsallığın yaratıcısı olan kadının direnişinden etnisitenin boyun eğmeyen kültürel direnişine, inançlardan dinlere, mezheplere, tarikatlara vb. toplumsal direnişler hiçbir zaman eksik olmamıştır. O yüzden, dönem dönem biri diğerine üstünlük sağlasa da çekişme halinde başa baş bir gidişat var olagelmiştir. Ortadoğu’da iktidar kendini içine hapsettiği kale surlarının dışına çıkma cesaretini gösterememiştir. Surların dışındaki kent, köy ve kırsal alanlar kendi toplumsallığını koruyup yaşamaktadır. Tanrı-Krallar bile toplumsallığı tümden parçalamaya, toplumsal kültüre saldırmaya cesaret etmemiştir. Toplumsal gerçekliğin, dolayısıyla toplumsal hakikatin parçalanması her türlü yabancılaşmanın temelidir. Toplumsal yabancılaşma tarihsel ihanet olarak da yorumlanabilir. 

Toplumsallığı en küçük hücrelerine kadar parçalama onuru (onursuzluğu) kapitalizme aittir. Ortadoğu’nun devletçi uygarlık kültürü kendini yeniden yapılandıramadığı ve toplumsal kültürün de yeniden yapılanmasına engel teşkil ettiğinden bölge her anlamda derin bir bunalımı yaşamaktadır. Kendini çözüm olarak sunan kapitalist modernitenin ulus-devlet ayağı ise bölgeyi bunalımdan öteye tam bir kültürler mezarlığına, topyekûn bir zindana, kana ve gözyaşına boğmuştur.Kapitalizmin bölgede geliştirdiği katı ulus-devlet yapılanması artık kendi ayağına dolanmaktadır. Finans kapital çağında katı ulus-devlet yapılanmaları, uluslararası sermayenin önünde engel teşkil etmektedir. Liberalizm her ne kadar ulus-devletler döneminin bittiğini iddia etse de, kapitalist modernite ulus-devlet olmadan tek bir gün ayakta kalamaz. Amaç ulus-devleti aşmak değil; esneterek çağa uyarlamaktır. Ama Ortadoğu’da iktidar-devlet gerçeği çok katı ve köklü olduğundan esnetmeye gelmez. Yönelim karşısında ya daha da katılaşır ya da kırılıp dağılır. Bu gerçeklik, Irak-Afganistan örneğinde somut görüldü. Irak ve Afganistan’da tekrardan bir ulus-devlet inşa etmek imkânsız olmasa bile çok zordur.

 

Kapitalizmin Ortadoğu’da Ulus-Devlet Çıkmazı

Kapitalizmin genelde toplumlara, özelde ise Ortadoğu toplumuna en büyük kötülüğü ulus-devlet inşasıdır. Ulus teorisi söz konusu edildiğinde önemle kritiği yapılması gereken husus, ulusun kutsallaştırılması, tanrısallaştırılması gerçeğidir. Kapitalist modernite geleneksel din ve tanrı anlayışları yerine, bizzat ulus-devlet tanrısallığını inşa etmiştir. Milliyetçilik ideolojisini ulus-devletin dini olarak yorumlarsak, ulus-devletin kendisini de bu dinin tanrısı olarak kavrayabiliriz. Devletin kendisi modernite çağında Orta Çağ’ın, hatta  İlk Çağ’ın bütün tanrısallık kavramlarının özünü içerecek biçimde inşa edilmiştir. Gerek devlet tanrısının gerekse milliyetçilik dininin kendini üzerinde var ettiği olgu cinsiyetçiliktir. Tarih boyunca tüm devletçi uygarlık yapılanmaları kendini buna dayamıştır. Eğer cinsiyetçilik ellerinden çekip alınırsa hepsinin patır patır döküleceği bir gerçektir. Çünkü ana-kadında somutlaşan toplumsal kültüre ve ahlaka ilk ve büyük darbe kadının düşürülmesiyle vurulmuştur. 

Kavram olarak ulus,  klan-kabile ve akraba aşiretlerin kavim, halk veya milliyet biçimindeki oluşumlarından sonra gelen ve kendini en çok dil ve kültür benzerliğiyle karakterize eden toplum biçimlenişidir. Ulusal toplumlar, kabile ve kavim toplumuna göre daha kapsayıcı ve geniş hacimli, bu nedenle de gevşek bağlarla birbirine bağlı insan topluluklarıdır. Ulusal toplum daha çok çağımızın bir olgusudur. Genel bir tanımı yapılırsa, ortak bir zihniyeti paylaşanların topluluğudur denilebilir. Yani zihnen var olan bir olgudur. Dolayısıyla soyut ve hayali bir varlıktır. Buna kültür tanımlı ulus da diyebiliriz. Kabile ve aşiretler halinde gelişme kaydeden toplum doğası daha yerleşik hale gelip, ortak dil ve kültürünü geliştirdikçe ve özündeki ahlaki ve politik toplum kimliğini sürdürdükçe, kavim ve ulus olarak şekillenmeye başlarlar. Toplumlar başlangıçtan itibaren kavim ve ulus kimliğinde doğmazlar, ancak Orta Çağ’da kavim ve Yakın Çağ’da da ulus kimliğine çok daha fazla yaklaşmışlardır. Kavim, ulusun bir nevi kimlik malzemesidir. Yakın Çağ’la birlikte toplumların iki yoldan uluslaştıkları görülür. Resmi uygarlığın kavim asabiyetini modern milliyetçiliğe dönüştürüp devlet, burjuvazi ve kentin yeni toplum şeklini devlet-ulusu olarak belirlemeye çalıştığı görülür. Hâkim bir etnik grup temel çekirdek rolünü oynar. Ona ait kimlik tüm ulusa mal edilir. Hatta kimlikleri çok farklı kabile, aşiret, kavim ve uluslar zorla bu etnik grubun dil ve kültürü içinde eritilmeye tabi tutulur. ‘Vahşi uluslaştırma’ denen yol budur. Tarihin en büyük kültür katliamı bu resmi uygarlık yaklaşımıyla tüm uluslarda binlerce kabile, aşiret, kavim ve ulusun tüm dil ve kültürleri üzerinde yürütülmüştür.  

İkinci yol uluslaşma, ahlaki ve politik toplum kapsamındaki aynı veya benzer dil ve kültür gruplarının demokratik siyaset temelinde demokratik topluma dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Uluslaşmada tüm kabile, aşiret, kavim, hatta aileler ahlaki ve politik toplum birimi olarak yer alırlar. Kendi dil, lehçe ve kültür zenginliklerini yeni ulusa aktarırlar. Yeni ulusta kesinlikle bir etnik grubun, mezhebin, inancın, ideolojinin egemenliğine damga vurmasına yer yoktur. En zengin sentez, gönüllüce gerçekleştirilenidir. Hatta birçok farklı dil ve kültür grupları bile aynı demokratik siyaset aracılığıyla demokratik toplumlar olarak ortaklaşa ulusların üst birimi halinde, ulusların ulusu kimliğinde yaşayabilirler. Toplumsal doğaya uygun olan da bu yoldur. Genelde olduğu gibi, Ortadoğu’da da ulus-devletler bunalımdan çıkışın değil, bunalımın derinleşmesinin araçlarıdır. Amaçları hegemonik ulus-devletlerin küresel istikrarını sağlamaktır. Bu da sonuçta kapitalizmin bunalımını küreselleştirir. Ortadoğu ulus-devletleri, bölge kültüründen beslenen araçlar olmadıklarından hep bir çelişkiyi yaşarlar. Geleneksel iktidar bunalımına kendi yabancılıklarından kaynaklanan unsurlar eklerler. Böylece bölge toplumlarının kültürel gerçeğinden tümüyle koparlar. Hiçbir toplumsal sorunu çözemeyen bu ajan kurumlar gittikçe gereksizleşirler. Bölgedeki ulus-devletler kapitalizmin başlangıç döneminde devlet kapitalizmi ile varlıklarını biraz meşrulaştırdılarsa da, kısa bir süre içinde toplumsal sorunların altında nefessiz kaldılar. Sadece antidemokratik olmakla kalmadılar, anti-toplumsal da oldular. Ulus-devletlerin doğuşları mantıkları gereği demokratik ulusa karşıtlık temelindeydi. Geç dönemlerinde bu karşıtlık toplamsallık karşıtlığına dönüşür. Ortadoğu kültüründe inşa edilen ulus-devletleri, hegemon ulus-devletin en yoğunlaşmış ajan kurumları olarak yargılamak gerçekçidir. Örneğin yirmi iki minimal Arap ulus-devletinin varlığı ancak hegemon ulus-devletin çıkarlarıyla izah edilebilir. Başka türlü bir izahı olamaz. Osmanlı bakiyesi TC’nin varlığı ancak minimal bir ulus-devlet olmayı kabul edince tanındı. Başka türlü vücut bulamazdı. 

Ulus-devletin en vahim sonuçlarından biri de kültürel miras üzerinde yol açtığı tarihte eşi görülmemiş yıkım, tasfiye ve asimilasyon hareketidir. Ulus-devletin en ayırt edici özelliklerinden biri, hakim bir ulus-etnisitesine dayanarak, kendi dışındaki tüm diğer etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet….) yok sayması ve buna dayalı yıkım, tasfiye ve asimile etmedir. Tarihin hiçbir döneminde ulus-devlet kadar yerelin ve bölgelerin kültürüne yıkım getiren başka bir devlet rejimi yaşanmamıştır. Ulus-devlet sadece kent devleti ve demokrasiyle imparatorluk sisteminin aleyhinde, zıddı olarak gelişmemiştir. Belki de bu iki olgudan daha fazla yerel ve bölgesel olan tüm kimliksel özellikleri yasaklayarak, yıkarak, özümseyerek tarihsel-toplumdan silmeye çalışmıştır. Hâlbuki en merkezi imparatorluklar bile her zaman yerelin ve bölgeselin hukukuna dikkat etmişlerdir. Tarihte hiçbir baskıcı ve ideolojik gücün başvurmadığı bu hareketler ulus-devletin yapısıyla ilgilidir. Denilebilir ki binlerce yıldan beri oluşan ortak kültürel değerler son iki yüzyılın ulus-devlet bombardımanıyla paramparça edildi. Ne devletli uygarlık sistemleri olarak ne karşıtlarınca yaşanan komünal sistemler olarak Ortadoğu toplumları, tarihlerinin hiçbir döneminde kapitalist modernitenin hegemonyası altındaki kadar kimliklerinden, bütünselliklerinden soyundurulmadılar, parçalanıp birbirlerine ve varoluşlarına karşı yabancılaştırılmadılar. Tarih boyunca kültürel bütünlük içinde bir yaşam inşa eden Ortadoğu toplumu, Birinci Dünya Savaşı’nın sıcak ateşi içinde, kapitalist modernite güçlerince bir kasabın doğramasına benzer biçimde doğranıp, ulus-devlet denen canavarların insafına terk edildi.Bu çerçevede gerek dünyada gerekse Ortadoğu’da ulus-devletin en yalın halini ve gerçek yüzünü Kürdistan somutunda görmek ve anlamak mümkündür. 

Kürdistan coğrafyasında yaşayan başta Kürtler olmak üzere Ermeni, Süryani-Asuri-Keldani, Ezidi gibi, bu coğrafyanın en kadim etnik ve inanç gruplarına uygulanan soykırımın nedeni tekçi zihniyete sahip olan ulus-devlet projesidir. Her ulusa bir devlet değil de yarattıkları devlete yapay bir ulus yaratma girişiminin sonucudur, bu halkların yaşadığı trajedi. Bu sadece fiziki bir soykırım değildi. Toplumsal yapısından tutalım kültürlerine, coğrafyasından tutalım tarihsel belleğe kadar her şeylerini soykırıma uğrattılar. Hâlbuki Ortadoğu toplumunda yerel ve bölgesel olana demokratik ifade şansı tanınsa açık ki sorunlarının büyük kısmı daha kolayca aşılacaktır. Tarihsel gelenek de bu gerçeği hep vurgu yapmasına rağmen, ulus-devlet afeti tarihe kulak tıkar. Kendi homojenlik at gözlükleriyle tarihe baktıkça büyük zenginliği tek renk olarak görür veya gördürür ki sonuç, toplumsal gerçekliğin inkârı ve faşizmdir.Kapitalist modernitenin üçlü sacayağından biri olan bu soykırımcı, homojen, tekçi ulus-devlet zihniyeti aşılmadan Ortadoğu’da hiçbir soruna kalıcı çözüm bulunamaz. Bunun çözümü ve alternatifi demokratik modernitenin üçlü sac ayaklarından biri olan, ahlaki politik toplum olarak da tanımladığımız, çok uluslu, çok dilli demokratik ulus zihniyeti ve demokratik özerklik yapılanmasıdır. Bu kaotik durumdan çıkışın en uygun eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik modelidir. Tarihten kopuk değildir. Ortadoğu toplumlarının binlerce yıllık komünal ve ortak yaşam geleneğinin güncelle buluşmasıdır. Demokratik ulus, varoluşu hakkında doğru bilinç kazanmış toplumun ulusallığıdır. Demokratik uluslaşma sürecinde kadın özgürleşmesi büyük önem taşır. Kadının kendi rengiyle ve özgürce yer almadığı hiçbir oluşum demokratik olamaz. Özgürleşen kadın özgürleşen toplumdur. Özgürleşen toplum ise demokratik ulustur. İlk toplumsallaşmanın öncü gücü olan kadın, demokratik ulus inşasının da öncü gücüdür. Toplumların tarih boyunca yaşam tarzı komünal ve paylaşımcılık temelinde şekillenmiştir. Zaten komünal olmayan toplumsal olamaz. Toplumsallığın bozulması özel mülkiyetin gelişmesiyle başlamıştır. 

Özel mülkiyetin geliştiği yerde ise vicdan ve zihniyet kirlenir. Kapitalizmin toplum karşıtlığı en çok da özel mülkiyeti, tekelciliği ve bireyciliği şahlandırmasında ortaya çıkıyor. Ortadoğu geleneğinde paylaşımcılık ve komünal yaşam güçlüdür. Bunların en başında gelen dayanışma, komün ekonomileri temel birim rolünü oynar. Komün ekonomisi demokratik ulusun da temel birimidir. Nasıl ki ekonomik tahakküm tekelleri ulus-devletin temel ekonomik sömürü birimleriyse, komün ekonomik birimleri de demokratik ulusun temel ekonomik yaşam birimleridir. Demokratik ulus ve demokratik modernite komün ekonomisi üzerinde yükselir. Ukrayna(NATO)-Rusya savaşıyla tekrardan gündeme gelen gıda krizine Dicle-Fırat havzasında geliştirilecek tarım ekonomisi çözüm olmaya adaydır. Bu Dicle-Fırat ki bin yıllarca tüm bölgenin beslenmesinde, zenginleşmesinde, gelişmesinde ana rolünü oynamıştır. Mezopotamya’nın kelime anlamı da ‘‘iki nehir arası’’dır. Tevrat’ta Kutsal topraklar olarak adlandırılan yer Dicle-Fırat-Nil havzasıdır. Demokratik ulusta doğayı yutan endüstriyalizm değil tarıma ve hayvancılığa dayalı komünal ekonomi ve ekolojik endüstri esastır. Demokratik ulusta ekonomi tekellerin ihtiyaçları ve iktidarın elinde topluma karşı kullanılan bir silah değil toplumların ihtiyacına göre gelişen, şekillenen bir üretim ve yaşam tarzıdır.

 

Demokratik Modernitede Ulus Çözümü 

Ulus inşa modellerinin geniş yelpazeli tanımları olsa da, hepsini birleştiren genel bir tanımı da mümkündür; o da ulusun zihniyet, bilinç ve inançla ilgili tanımıdır. Bu durumda ulus, ortak zihniyet dünyasını paylaşan insanlar topluluğudur. Bu ulus tanımında dil, din, kültür, pazar, tarih ve siyasi sınırlar belirleyici değildir. Bu unsurlar sadece bedensel rol oynarlar. Ulusu esasta bir zihniyet durumu olarak tanımlamak dinamik bir karakter taşır. Devlet ulusunda ortak zihniyete damgasını vuran milliyetçilik iken, demokratik ulusta özgürlük ve dayanışma bilincidir. Fakat uluslar sadece zihniyet durumlarıyla tanımlanırsa, bu eksik bir tanım olur. Nasıl zihniyetler bedensiz olmazsa, uluslar da bedensiz olamaz. Milliyet esasına dayanan ulusların bedeni devlet kurumudur. Zaten bu beden nedeniyle bu tür uluslara devlet-ulus denir. Özgürlük ve dayanışma zihniyetli ulusların bedeni demokratik özerkliktir. Demokratik özerklik esas olarak benzer zihniyeti paylaşan bireyler ve toplulukların kendilerini öz iradeleriyle yönetmeleri anlamına gelir. Buna demokratik yönetim veya otorite demek de mümkündür. Evrenselliğe açık bir tanımdır. Demokratik ulus, özyönetimsiz düşünülemez. Genelde tüm ulus biçimleri, özelde demokratik uluslar kendi öz yönetimleri olan toplumsal varoluşlardır. Bir toplum kendi öz yönetiminden mahrum olursa, ulus olmaktan da çıkar.

Demokratik ulus çözümü, kapitalist modernitenin ulus-devletçilik savaşlarıyla kan deryasında boğduğu ve paramparça ettiği insan toplumlarının, etnik toplulukların ve çeşitli toplumsal kategorilerin en kansız, barışçıl, özgür ve adil ulusal sorun çözümüdür. Demokratik ulus yerel, bölgesel ve bireysel olanın kimliğinin, özgürce ifadesinin gerçekleşmesidir. Farklı, çoğul kültürel kimliklere sahip uluslar demokratik olmak kadar, zengin ve barışçıl olmaya daha yatkındır. Demokratik ulus, özgür birey ve toplulukların kendi öz iradeleriyle oluşturdukları ortak toplumdur. Demokratik ulusta birleştirici güç, aynı ulustan olmaya karar veren toplumun birey ve gruplarının özgür iradesidir. Ulusu ortak dil, kültür, pazar ve tarihe bağlayan anlayış devlet-ulusunu tarif eder ki genelleştirilemez, yani tek bir ulus anlayışı olarak mutlaklaştırılamaz. Katı ulus-devlet sınırlarına mahkûm edilmiş ve iktidarın en küçük hücrelerine kadar sızmış olduğu ulusal toplumlar milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist ideolojilerle adeta serseme çevrilmişlerdir. Toplumlar için ulus-devlet modeli tam bir baskı ve sömürü tuzağıdır, şebekesidir. Demokratik ulus kavramı bu tanımı tersine çevirir. Katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine ve tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarla toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder.

Nasıl ki ilk toplumsallaşmanın, kültürleşmenin ana merkezi Ortadoğu ise bu ilklerin Ortadoğu’daki merkezi de tarihteki ismiyle Mezopotamya günümüzdeki ismiyle Kürdistan’dır. Bu sadece bir iddia değil arkeolojik kazıların ve farklı bilimsel araştırmaların ortaya çıkardığı bir gerçekliktir. 

Hayvanların ve bitkilerin ilk evcilleştirildiği, köylerin ilk kurulduğu, toprağın ilk ekildiği, tarım ve dokuma aletlerinin icat edildiği, Ana-Tanrıça kültürünün yoğunlaştığı, ilk mabetin inşa edildiği ( Göbeklitepe somut örnektir) yerdir Mezopotamya-Kürdistan. Bu coğrafyada, tüm bunların gelişiminde rol oynayan halklar genelde devletçi uygarlığın özelde ise kapitalist uygarlığın anti-toplumcu uygulamalarıyla soykırımdan geçirilerek ya yok edilmişler ya da yok olmanın eşiğine getirilmişlerdir. Bu coğrafyanın ilk halklarından olan Kürtler de bu soykırımdan nasibini alsa da Dağlı bir halk olmalarından ve dağların zirvelerini mevzi tutarak direnmelerinden dolayı büyük oranda kültürlerini ve toplumsallıklarını günümüze kadar taşıyabilmişlerdir. Bu direnişle salt kendi varlığını değil tarihi toplumsal kültürü de (ki bu kültürde büyük yaralar açılmış olsa da) günümüze kadar taşımışlardır. Tarihsel toplumun ve kültürün şekillenmesinde ve günümüze kadar taşınmasında ana aktör rolünü oynayan Kürtler, benzer bir rolü bu sefer demokratik uygarlık temelinde oynayabilirler. Bu misyonun tarihsel temeli kadar güncelin ve günümüzde yürüttükleri özgürlük mücadelesinin karakteriyle de bağlantısı vardır. Kürtlerin bölgenin üç temel ulusal varlığı olan Farslar, Araplar ve Türklerin ortasında parçalanmış olması, sorunun kendiliğinden bölgesel çapta etki de bulunmasına yol açmaktadır. Nasıl ki Kürtler Arap, Türk ve Fars iktidar otoritelerinin denetim altına alınmasında çok elverişli bir kontrol aracına indirgenmişlerse, geliştirdikleri mücadeleyle bu ulusların da demokratikleşmesinde benzer rol oynayabilirler. Birleşik kaplar misali, bir parçadaki çözüm diğer parçalar ve ülkeleri çözüme zorlamaktadır. Aksi halde de etki benzer olmaktadır. Kürdistan sadece bölge devletlerinin sömürgesi olmanın da ötesinde uluslararası bir sömürgedir. Bugün Kürdistan kapitalist uygarlık (devletçi uygarlık) sistemi ile Demokratik Uygarlık (ahlaki politik toplum) sisteminin mücadele ve savaş alanı haline gelmiştir.  Tarih, Kürdistan’ı ve Kürtleri öyle bir konuma getirmiştir ki, kendilerinin özgürlüğünü, eşitliğini ve demokratikliğini bölgenin ve halkların özgürlüğü, eşitliği ve demokratikliği ile kader birliği yapmaya zorlamıştır. O yüzden Kürtler salt ulusal, ulus-devletçi, dar, yerel bir mücadeleyle sonuç alamaz. 

Geçmişte geliştirilen bu tür mücadeleler de kaybetmeye mahkûm olmuşlardır. Mesele haklı olup-olmamanın ötesinde sorunun doğru tespiti ve geliştirilecek çözüm modelidir. İşte bugün Kürtleri bölgenin demokratik devriminin öncüsü yapan da, Kürtler şahsında Ortadoğu’da PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın sorunu doğru analizi ve geliştirdiği Demokratik Ulus çözümüdür. Bugün bu modelin Kuzey Doğu Suriye’de kısmi bir şekilde pratikleştirilmesi; orada yaşayan Kürt, Arap, Asuri-Süryani, Türkmen ve diğer topluluklar tarafından heyecanla karşılanmıştır. Demokratik ulus inşasının somut örneği olan bu modelde bütün inançlar, halklar, etnik topluluklar ve kültürler kendilerini buluyor, varlıklarına göre eşit temsil ediliyor. Hem de dört tarafı sarılmış ve saldırı altında olmasına rağmen. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın en küçük parçası olan Rojava’da gelişen devriminde ortaya çıkardığı gibi; Kürdistan Devrimi her zamankinden daha fazla bir Ortadoğu Devrimidir. Kürt demokratik uluslaşması da Ortadoğu Demokratik Uluslar Birliği’dir. Kürdistan Devrimi’nin potansiyeli ve Kürt demokratik ulus çözümü bunun için gerekli olan her türlü gücü (entelektüel ve fiziki güç) fazlasıyla sunmaktadır. Ortadoğu ve Kürt tarihindeki Tanrıça geleneğini esas alan kadın özgürlük ideolojisi temelinde geliştirilen Kürdistan’da kadın partileşmesi ve ordulaşması bile (ki dünyada ilktir ve benzeri yoktur) tek başına Kürt kadınları öncülüğünde Kürdistan’ın öncülük rolünü fazlasıyla ortaya koymaktadır. Bunu görmemek ve inkâr etmek, eğer bilinçli değilse- ulus-devlet şovenizminin zehirlenmesinden kurtulamamanın sonucudur.  Kapitalizmin bölgedeki işbirlikçileri olan AKP-MHP-KDP-DAİŞ’ dörtlüsünün Kürtlerin kazanımlarına ve mücadelesine saldırmaları Kürtlerin omzundaki bu tarihsel misyonla alakalıdır. Fakat görülüyor ki, saldırılar ne kadar büyük olursa olsun direniş ve ortak mücadele de o düzeyde büyümekte ve günbegün yeni toplumsal inşayı gerçek kılmaktadır. Rojava bu hakikatin vuku bulduğu bir örnektir ama yeni yaşam sadece burada örülmüyor. Tüm Kürdistan coğrafyası bahsini ettiğimiz alternatif toplumsal sistemin, demokratik ulusa dayalı yeni toplumsallığın hayat bulduğu ana merkez olmaktadır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.