Düşünce ve Kuram Dergisi

Yeni Yaşamı İnşa Yolunda Komutan Para Çağını Tanımak

Halil Doğan

Beş bin yıllık erkek egemenlikli sınıflı, devletçi uygarlık sistemi, günümüzde tüm insanlığın, doğanın ve geleceğin düşmanı haline gelmiştir. Onun içindir ki, insanlığın kendini ve doğayı koruması ve geleceğini güvence altına alması; böyle bir özellik taşıyan, sınıflı devletçi uygarlık sistemine karşı kendini savunma hakkı, meşru olduğu kadar bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor.

Üçüncü Dünya Savaşı, önceki savaşlardan farklı taktik ve teknik yöntemlerle sürdürülüyor. Bunun nedeni doğanın ve insanlığın varlığını tehdit eden sınıflı devletçi uygarlık sisteminin bugün en yoğunlaşmış hali olan kapitalist modernite sistemidir. Bu sistem bugün Üçüncü Dünya Savaşı adı altında insana ve topluma karşı tüm cephelerden başlattığı saldırılarla tek kutuplu dünya üzerinde kendini “Yeni Dünya Düzeni” adı altında yeniden bir düzenlenişe tabi tutmak istemektedir. Ancak insan ve toplumun böylesine her yönüyle örgütlendirilerek yürütülmekte olan savaş karşısında tarihsel ve toplumsal öneme sahip olan; varlığını koruma ve ileriye taşımayı hedefleyen mücadelesini önceden yürütülmüş olan meşru savunma direnişleriyle aynılaştırmamakta gerekmektedir. Nasıl ki, finans çağında ‘komutan para’ her taraftan kuşatarak saldırıya geçmişse, meşru savunma direnişi de bu saldırıları her cephede püskürterek yenilgiye uğratan bir tarzı geliştirmek ve kendini saldırı pozisyonun da tutan bir “savaş gücü” olarak konumlandırmak durumundadır. Evrensel insanlık değerlerini temsil edenlerin böyle bir savaşı kazanması için de her cephede hazır ve donanımlı olmaları gerektiği çok açıktır. Ki, bu başarılmadan saldırgan sınıflı devletçi uygarlığın para komutasındaki ‘ordusu’ nu yenilgiye uğratmak mümkün olmayacağı gibi, onun etkisi altına girilmesi de bir o kadar olanaklı hale gelmiş olacaktır. O nedenle de meşru savunma direniş savaşını kazanmak için öncelikli olarak finans çağında komutan paranın kendisini ve sistemi nasıl örgütlendirdiğinin, kurumsallaştırdığının anlaşılması bir gereklilik halini almış bulunuyor.

 

Finans Çağı-Komutan Para Çağı

“Finans Çağı-Komutan Para Çağı” dönemini kapitalist modernitenin daha önce geçirmiş olduğu dönemlerinden kopararak ele almak mümkün değildir. Ancak, aynılaştırılamaz da. Çünkü kapitalizmin dönemlerini-EVRELERİNİ birbirinden ayıran temel karakteristik özellikleri vardır. Bu farklılıkları da kapitalizmin birinci ve ikinci döneminde ticaret, sanayi ve endüstri üzerinde hakimiyetini kuran paranın; bunlardan farklı olarak üçüncü döneminde tamamen her şey üzerinde kendi tekelini ilan etmiş olması oluşturmaktadır. Komutan para bu kaynaktan beslenerek/güç alarak önünde engel haline gelenleri/ oluşturanları aşmak için harekete geçmiştir.

İlk iki döneminde kapitalizmin liderliğini Avrupa devletleri yapmaktadır. Son iki yüzyılda genel olarak bu liderliği İngiltere  üstleniyordu. Üçüncü döneminde ise önderlik pasifik ötesine geçmiştir. Pasifiğin ötesinde oluşan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kapitalizmin önceki dönemlerinde, siyaset ve pazar ilişkilerinde dünyada önemli bir yere sahip olmuşsa da, asıl olarak ancak “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nda küresel düzeyde önderliği ele geçirebilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgelerin mirasını ve siyasal-“ekonomik”-askeri üstünlüğü İngiltere’den devralmış olması da bunun için gerekli olan zemini oluşturmuştur. Çünkü ikinci dünya savaşından sonra devraldığı üstünlük ve liderlik ABD’yi, siyasal-askeri ve “ekonomik” ilişki ağının devamı konusunda sorumluluk altına koyarak bir nevi sistemin jandarmalığını üstlenen bir pozisyona getirmiştir. Finans Çağı’nda, komutan para oluşturmaya çalıştığı “Yeni Dünya Düzeni”ni, “imparatorluğunu” oluşturma imkanına kavuştu. 1970’li yılların başı, bu anlamda kavuşulan bu imkanların yeni bir döneme dönüştürülmesinde dönüm noktası haline geldi.

Kapitalist Modernite Zamanı’nın 1970’li yılların başında içerisine girilen bu döneminin başlangıcını; ABD Dolarının ABD merkez bankasında var olan altın, gümüş vb.lerinin rezervine dayanan teminata, iç pazardaki arz-talep ilişkisine, dönen mal varlığı oranına bakılmadan basılması/ “özgürleşmesi” oluşturdu. Bu dönemle birlikte Dolar “kâğıt altın” olarak kabul edilerek uluslararası alanda geçerli değişim nesnesi haline geldi. 1989’da reel sosyalizmin çözülmesi ise “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın zaferini açıkça ilan etmesine olanak tanıdı.

“Kapitalist Modernite Zamanı”nın başlayan bu yeni dönemi, siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel vb. tüm alanlarda olduğu gibi; özel savaş stratejisinin pratikleştirmesi üzerinde de etkisi oldu. O zamana kadar yürütülen dünya, bölge özel savaş stratejilerinde de değişikler meydana geldi. Bu döneme kadar savaş stratejileri daha çok siyasal, askeri, teknik, taktik, psikolojik ve moral faktörlerin tüm boyutlarının birbirini tamamlayacak planlamalara kovuşturularak uygulanması sınırları içerisinde tutulmaktaydı. Hedefinde sosyalist, devrimci ve demokratik güçler ve bu kapsam içerisinde görülen devletler vardı.  Fakat içerisine girilen “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nda bunlara daha başkaları da eklenmiş oldu. Bu da “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın zamanı önündeki her türlü engellerin aşılması olarak belirlendi. Böylece kapsamı ve kendini gerçekleştirme biçimi daha geniş bir çerçeveye oturtularak, tüm dünyayı içerisine alabilecek hale getirildi. Hem genel savaş stratejisi içerisinde, hem de konjonktürle doğrudan bağı içerisinde yerini alan Özel Savaş stratejisi de buna göre bir biçim kazanmaya başladı. Özel Savaş stratejisi her ne kadar köklerini/kaynağını öncesinden almış olsa da bir savaş stratejisi olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasının koşullarına göre ele alınmış ve uygulamaya konulmuştu. Reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte de oluşan koşullara göre yeniden gözden geçirilmişti. Kuşkusuz bunun özel savaş stratejisinin pratikleştirilmesi üzerinde de etkisi olacaktı. Ancak özel savaş stratejisinin doğrudan hedefi olan devrim ve sosyalizm mücadelesinde ısrarlı olan güçlerin mücadeleleri hala sürmekteydi. Yine kapitalist modernite sisteminin kendi içerisinde re-organize edilmeye çalışılan güçler/devletler sorununa henüz çözüm bulunamamıştı. Bu yönüyle de özel savaş stratejisi her ne kadar “Finans Çağı-Komutan Para Çağı” zamanına göre yeniden gözden geçirilecek olsa da temel özelliklerini koruyacaktı. Biçimsel değişiklikler olsa da özel savaş döneminin kapanması söz konusu olmuyordu. Ki, sonrasında yaşananlar da bunu doğruladı.

Reel sosyalizmin çözülmesi, Komutan Para’nın zaferini ilan etmesinden sonra da  neredeyse dünyanın tüm bölgelerinde sosyalist, devrimci, demokratik, özgürlükçü mücadelelere, gerilla hareketlerine karşı gayri-nizami harp, psikolojik savaş, provokasyon, soykırıma varan katliamlar vb. devam etti. Kapitalist modernite sistemi içerisinde yer alan devletler ve güçler karşısında duran yapılara yönelik “istikrar hareketi” olarak adlandırılan askeri darbeler, komplolar ile hükümet/iktidar değişikleri yaşanmaya devam etti. Özellikle de demokrasi, özgürlük, huzur, barış vb. söylemlerinin ağızlardan düşürülmediği, çok sık kullanıldığı 1990’lı yıllarda bu kendini daha fazla gösterdi. En dikkat çekici olanı da milenyuma doğru giderken yaşananlardı. Öyle bir hava yaratıldı ki, milenyuma girişle birlikte adeta sihirli bir dokunuşla her şey, zaman ayarları değişecek, dünyanın her tarafına demokrasi, barış, huzur, özgürlük vb. gelecek!  Açık ki, öyle olmadı. Yaratılan bu atmosferin bir illüzyon olduğu anlaşıldı. Yaratılmaya çalışılan beklentilerin aksine Milenyuma girilmeye hazırlanılan 1999 yılının 15 Şubat’ında PKK Lideri Abdullah Öcalan uluslararası bir komployla rehine olarak alınarak TC Devleti’ne teslim edildi. Yine aynı yılının son aylarına doğru Pakistan’da Pervez Müşerref komutasında askeri faşist bir darbe gerçekleştirildi, 11 Eylül 2001 New York İkiz Kule baskınlarının ardından, Afganistan’a askeri müdahalede bulunuldu. 2003’de Saddam Hüseyin rejimine müdahale edildi, Irak işgal edildi ve sonrasında benzer gelişmelerle süreç devam etti. Ancak özel savaş stratejisini uygulama boyutu bu yönleriyle sınırlı kalmadı. “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın kendi düzenini kurması için özel savaş stratejisi aktif bir unsur olarak kullanıldı, ön açıcı/yol temizleyici bir rol verildi. Hem çözülen reel sosyalizmin etkin olduğu ülke ve devletler de hem de kapitalist modernite sisteminin egemenliği/hegemonyası altında olan devletlerin içerisine alınmaya çalışıldıkları yeniden yapılandırma “süreçleri”nde bu kendini bariz olarak gösterdi.

 

“Yeni Dünya”, İmparatorluk veya

Pax Americana

ABD’nin dünya siyaseti ve hegemonyası içerisindeki yerini 1950 öncesi ve sonrası diye iki başlıkta ele almak mümkündür. Birinci dönemde giderek yıldızı parlayan ve kapitalizmin jandarmalığını üstlenmeye aday konumundadır. Verdiği destekle itilaf devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasında önemli bir rol oynamıştır.  Sonlarına doğru katıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda elde ettiği başarılar onu uluslararası alanda daha etkili bir konuma getirirmiş, diğer kapitalist-emperyalist devletler karşısında üstünlük sağlamıştır. Ancak böyle de olsa rolü devraldıklarını koruma ve “düzene” kavuşturmanın ötesine geçememiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Dünyayı  “biçimlendiren” İngiltere ve Fransa ikilisi olurken, bunlar arasında daha çok da İngiltere belirleyici olmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise dünyanın yeniden “biçimlendirilmesin de”  ABD tek başına belirleyici değildir; SSCB ve İngiltere’de önemli rol üstlenen devletlerdir. “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”n da ise, bu rol paylaşımı değişmiştir. ABD bu süreçle birlikte çok daha fazla öne çıkmış, reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte yaşanmaya başlayan sürecin belirleyici bir gücü haline gelmiştir. İmparatorluk projesi ve “Yeni Dünya Düzeni” adıyla dünyayı yeniden düzenleme atakları da bunun somutlaşmış ifadesidir.

Özellikle 1945-1950’li yıllardan itibaren kavram olarak kullanılmaya başlanan “Pax Americana” (Amerika Barışı) söylemi dolaşıma sokulmuştur. Burada söz konusu olan, “barış” sözcüğün gerçek anlamı dışındadır; ABD’nin üstünlüğünün kabulünün olduğu koşullarda savaşın tehdidi altında olan bir “barış”  söz edilmektedir. Reel Sosyalizmin çözülmesinden sonraki sürece hakim olan anlayış da bundan farklı değildir. ‘ABD dipçiği ve postalı’ altında onun hegemonyasının kabulü üzerine kurulan bir “barış” tarifi vardır. ABD bu dönemle birlikte kendi “barış”ını dünyaya hakim kılmak için belirlediği stratejiye göre hareket etmeye başlamıştır. Karşısına aldıkları ve önünde engel olarak gördüklerine de “ya uyacaksınız, ya uyacaksınız” demiş, başka da tercih bırakmamıştır. İdeolojik ve siyasal argümanlarını,  askeri düzenleme ve konumlanışını da buna göre yapmıştır. Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte, “dünyanın sonu”, “ideolojilerin sonu” gibi sıkı sıkıya sarıldıkları söylemler bu argümanlar arasında önemli bir yer tutmuştur. Öyle ki, kapitalist modernite güçleri bu türden söylemleri çok etkili ve yaygın bir şekilde kullanarak hem psikolojik ortam hem de planlamaya kavuşturdukları saldırılara zemin hazırlamaya çalışmışlardır. Bu konu da azımsanmayacak bir mesafe katetmişlerdir. Reel sosyalizmin çözülmesinin devrimci, demokratik, sosyalist kamuoyu üzerinde neden olduğu psikolojik ve moral etkileri kullanarak geniş halk kesimlerinde umut kırılmalarına yol açmak istemişlerdir. Aynı şekilde reel sosyalist ülkelerde olduğu gibi, reel sosyalizmin etkisi altında olan coğrafyalarda oluşan siyasal boşluğu doldurmak için de harekete geçmişler ve kendilerini “umut” olarak göstermeye  çalışmışlardır. Bununla birlikte oluşturulmaya çalışılan “Yeni Dünya Düzeni”ni “yeni bir dünya” görünümüne büründürmekten geri kalınmamıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan siyasal atmosferi ve biçimlenişleri sanki ret ediliyor/aşılıyormuş gibi vermeye çalışmışlardır.

Böylece ABD kendi “dünyası”nı, imparatorluğunu oluşturmak için aradığı koşullara kavuşmuştur. Karşısında SSCB gibi güçlü bir rakibin olmayışı, yine içerisinde yer aldığı  ve jandarmalığını üstlendiği kapitalist-emperyalist sistemde onunla yarışacak/rekabet edecek bir gücün olmayışı kendisi için hedeflerine ulaşmada bulunmaz bir fırsat yaratmıştır. “Finans Çağı-Komutan Para Çağı” daha çok da reel sosyalizmin çözülmesinin ardından ABD için böylesi bir imkan sunmuştur.  Bu yönleriyle  “Finans Çağı-Komutan Para Çağı” aynı zamanda “ABD Çağı” olarak anlam kazanmıştır. ABD içerisine girilen ve öncülük ettiği böyle bir çağa girişle birlikte sistemini inşa etmek için harekete geçmekte geri kalmamıştır. Var olan hazırlıklarına dayalı olarak; özel savaş kurumlarını, aygıtlarını, finans kaynaklarını, işbirlikçilerini vb. devreye koyarak dünya imparatorluğunu inşa etmeye yönelmiştir. Bu yönelimin ideolojik doğrultusunu da liberalizmin güncellenmiş hali Neo-liberalizm oluşturmuştur.

 

Neoliberalizm

Liberalizm için, kapitalizmin ideolojisi denilmektedir. Tabi burada liberalizmi, türetildiği kök kelime olan Latincede özgürlük anlamına gelen Liber ile aynılaştırmamak gerekmektedir. Çünkü çoğu kez, liberalizmi; özünü oluşturan sınıfsallığından, kapitalizmim ideolojisi olma boyutundan ayrı tutarak, kelimenin türetildiği köke bakarak “özgürlükçülük” olarak değerlendirenler ya da bir nevi Aydınlanma Dönemi’nin “olgucular”ı gibi, kendilerini karşıtından iyi göstermek için “pozitivist” olarak adlandırmalarına benzer, sanki ‘öyleymişçesine’ bir algı oluşturmaya çalışanlar vardır. Daha çokta hem reel sosyalizm karşısında hem de reel sosyalizmin çözülmesinden sonra bu türden demagojik söylemlerin öne çıkarılmış olduğuna tanık olunmuştur.  Kuşkusuz reel sosyalizmin izlediği politikaların, kaba maddeci, sınırlandıran, yasaklayan yaklaşımlarının bu türden demagojik söylemlerin kullanılmasında ve algının oluşmasında rolü olmuştur. Özellikle; İbadet, inanç, seyahat, farklı düşünce, basın, serbest ticaret, özel mülkiyet gibi ‘bireysel özgürlükler’, ‘sivil haklar’ önüne konulan engeller, kullanım eşyalarının sınırlı seçeneklerde olması vb.leri çok etkili bir karşı-propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Elbette reel sosyalizmin, karşı-propagandaya dönüşen, uygulamalarını nedensellikler aramadan eleştirmek doğru bir yaklaşımdır. Fakat reel sosyalizmin yanılgıları, yanlış ve eksiklikleri kapitalist modernite güçlerinin ‘özgürlükçü’ olduğunu doğrulamaz.

Yakın tarih içerisinde özgürlük kavramı 17.yy’da belirli bir forma kavuşturulmaya çalışılmış olsa da yaygın olarak 18.Yüzyılda kullanılmaya ve siyasal bir kavram, ütopya haline getirilmeye başlandı. Öncesinde kullananlar ve uğruna büyük bedeller ödeyenler olsa da bu yüzyıllarda çok yaygın ve etkili bir düzeyde toplumsal bir bilinç ve ulaşılmaya çalışılan bir hedef haline getirildi. 11 Haziran 1776 yılında yayınlanan “Amerika Bağımsızlık Bildirgesi”nde yer alan “Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz”  ve 1789 Fransız Devriminin “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin birinci maddesinde “insanlar, hakları bakımından özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar. …” belirlemesine yer verilmiş olması da bu temelde ortaya çıkan tarihsel dayanaklardır.  Bu ilkeler dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan halklar için esin kaynağı oldukları gibi; bazı egemen çevreler tarafından çıkarsal yaklaşımlara da tabi tutulmuşlardır.  Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin; “özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ( Liberte, égalite, fraternite) kavramlarının başına getirilenler de bu konuda özel bir yere sahiptir. Öyle ki, Osmanlı’da İttihat Terakki adıyla bilinen faşist karaktere sahip bir cemiyet bile bu kavramları (Hürriyet-Müsavat-Uhuvvet) kendi diline çevirerek kullanmaya çalışmıştır. Bu türden faşist karaktere sahip örgüt ve hareketlerle birlikte, onlardan daha çok Kapitalist modernitenin akıl hocaları özgürlük kavramını kendilerine uyarlayarak ideolojik ve siyasal bir dünya görüşü haline getirmişlerdir. Ancak onların özgürlük dedikleri, toplum bilincinde yer edinen ‘ütopya’ dan çok farklı ve onun tam zıddıdır; savundukları ticaret özgürlüğü adı altında halkların, ülkelerin sömürülmesi, yağma ve talan edilme özgürlüğüdür.

“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez-faire, laissez-passer) sloganında ifadeye kavuşturulan liberalizmin ekonomik ve siyasal alanda kazandığı anlam buna göre belirlenmiştir. Yine hedefinde monarşik özelliklerden henüz kurtulamamış olan ya da korporatif özellikler taşıyan faşist karakterdeki devletlerin ticaret, hammadde, iç ve dış pazarlara ulaşma vb. konularda getirdikleri kısıtlamaların/engellerin aşılması, eğer bu sağlanamıyorsa asgari bir düzeye çekilmesi vardır.  Daha sonra bunlara eklenen ‘seyahat özgürlüğü’, ‘düşünce özgürlüğü’, ‘basın özgürlüğü’  gibi  ‘talepler’de kendilerini güçlendirmeye ve etraflarında toplayacakları kesimlere dayanarak hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak olan birer demagoji olarak kullanılmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Kapitalizm karşıtı halk hareketlerin yaşandığı, emekçilerin mücadelesinin yükseldiği ve devrim seçeneğinin çok güçlü dile getirilip yaşanmaya başladığı koşullarda, ‘sosyal devlet’ vb. aldatmacalar altında kendini söz de yenileyerek/koşullara uydurarak geniş halk kesimlerini devrimden uzaklaştırarak yeniden kapitalist modernite sistemi içerisine çekmeye yönelik olarak kullanılmaktan da geri kalmamıştır. Ancak 1929 büyük ekonomik bunalım döneminden siyasal, düşünsel ve ‘ekonomik’ anlamda çıkış arayan liberalizmin kendini yenileme çabaları olarak adlandırılan bu çabalar bırakalım hedefine ulaşmayı, yaşanan bunalımı daha da derinleştirmekten öte bir sonuç doğurmamıştır.

Bu yönüyle neo-liberalizm, kapitalist modernite zamanının “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”nın temel özellikleriyle çelişmemektedir. Aksine onun doğrudan izlerini taşımaktadır. Fakat “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nda aldığı anlam ve ona biçilen misyon itibarıyla farklılıklarda taşımaktadır. Bir nevi “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın temel ideolojik argümanı olmaktadır. Onun bu özelliği 1970’ler sonrasının dünyasında belirgin bir konuma gelmiş, reel sosyalizmin çözülmesinden sonra da başat bir hale gelmiştir.

Reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte kapitalist modernite zamanının jandarmalığını üstlenen ABD, hiç tereddüte yer bırakmayacak bir şekilde  ‘zaferini’ ilan etmişti. Bu ilanla birlikte  “artık benim zamanım geldi” demekteydi. Zaten sonrasında da bu doğrultuda adımlar atmaktan da geri kalmadı. ABD’nin atmış olduğu bu adımlar kendi içerisinde bir amaca kilitlenmiş olsa da oklarının ucu birçok hedefe yönelik olarak çevrilmişti. Bunlardan birincisi; reel sosyalizmin boşalttığı alanları doldurmak, ikincisi; reel sosyalizmin çözüldüğü ülkeleri, devletleri kendi yörüngesi etrafında toplayarak sistemine dahil etmek, üçüncüsü;  yaşadığı ekonomik, siyasal, kültürel, ideolojik krizden/kaostan çıkışı sağlamak, daralan pazar soruna çözüm bulabilmek için “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”nın dört başı mamur hale gelmiş olan ulus-devletlerini re-organize ederek, kendisi için daha “serbest” hareket edeceği alanlar haline getirmek, dördüncüsü; üçüncü hedefine ulaşması önünde engel teşkil eden devletleri, siyasal ve düşünsel yapıları aşmak, beşincisi; aşılması öngörülen devletler, siyasal ve düşünsel yapılanmalar yerine, yenilerini inşa etmek, altıncısı; tüm bu hedeflere ulaşmak için yeni argümanlar geliştirmek. İşte neo-liberalizm, kapitalist modernite zamanının, “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın duyduğu bu ihtiyacın karşılanmasının adı/kendisi olmuştur. O nedenledir ki, neo-liberalizmi tek bir boyutuyla sınırlandırmadan yukarıda belirtilenler ile bunların birbirini tamamlamaları ile görmek gerekmektedir. Daha somut bir ifadeyle neo-liberalizmi; pazar sorununa çözümün, ideolojik hakimiyet ve psikolojik üstünlüğün sağlanmasının güçlü bir manivelası, ulus-devletlerin yeniden biçimlendirilmesi ve iç re-organizasyonun tamamlanarak dünya ve pazar hakimiyetinin tamamlanması ile reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte oluşan boşluğun doldurulması hedefine ulaşmanın temel ideolojik argümanı olarak kabul etmek gerekmektedir. Bir başka ifadeyle de belirlenmiş tüm bu hedeflere ulaşmak için; tıpkı “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın başlangıcı olarak kabul edilen ABD Dolarının, o zamana kadar kendisini sınırlandıran bağlardan kurtulması, ‘özgürleşmesi’ gibi bir anlamı bulunmaktadır.

Liberalizm kavram olarak -kökleri itibarıyle- her ne kadar “Aydınlanma Dönemi”ne hatta “Felsefe Çağı”na kadar dayandırılmaya çalışılsa da düşünsel, siyasal ve ekonomik yaşamda en etkin haliyle kapitalist modernite zamanının “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”nda kullanılmaya başlanıldı. Hedefindeyse gümrük duvarlarının engel olmaktan çıkarılması, vergilerin düşürülmesi, dış ve iç pazara açılım önündeki engellerin aşılması, tüm bunların siyasal ve yasal anlamda güvence altına alınması vardı. Neoliberalizmle bu hedefler daha da genişletilerek, güncelleştirilerek; “Finans Çağı-Komutan Para Çağı”nın ihtiyaçlarını karşılayacak hale getirildi. Öyle ki ekonomik, siyasal, askeri, ‘toplumsal’, ideolojik,  ‘kültürel’ vb. politikalar yoluyla paranın hizmetine açılacak şekilde dünyanın en ücra köşesi, tüm toplum bireyleri, doğada bulunan her şey, uzay boşluğuna varıncaya kadar ulaşılabilecek her noktası kapitalist pazarın bir parçası haline getirilmeye başlandı. Bunun sağlanabilmesi için de kapitalist modernite sisteminin kendi eliyle oluşturduğu kurumsal, siyasal olarak inşa ettikleri dahil, engel olarak görülen her şey tereddüt edilmeden aşılır, yeniden biçimlendirilir bir hale geldi. Antony Giddens’in Avrupa’nın uygarlığa katkısı olarak gördüğü “üç süreksiz”[1] arasında yer alan yirminci yüzyıl milliyetçiliklerinde tabulaştırılan, ulus-devlet bile bundan nasibini almaktan kendini kurtaramadı. “Finans Çağı”nda “Komutan Para” kendi varlığının güvencesi, saltanatı olarak kabul ettiği ulus-devleti bir kenara atamadı ama yeniden gözden/elden geçirmekten geri kalmadı. İlk büyük adımı her ne kadar arayış olarak kökleri Napolyon dönemine, ikinci dünya savaşı sonrasında Avrupa devletleri arasında oluşan ekonomi, sınai vb.  (1951 Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, 1965 Avrupa Atom Enerji Topluluğu, 1965 Avrupa Topluluğu vb.) ortaklıklara dayandırılmaya çalışılsa da 1992 yılında attı. O zamana kadar Avrupa’daki ulus-devlet formunu aşan, Avrupa devletleri arasında daha geniş ve esnek siyasal birlik olan Avrupa Birliği’nin resmen ilanı böyle bir anlam ifade etti. Ardı sıra da yeni-sömürge ve bağımlı devletlerin, ülkelerin yeniden; düşünsel, ekonomik, siyasal vb. yapısallıklarının biçimlendirilmesini hedefleyen politikalar üretildi. Aynı şekilde reel sosyalizmin çözüldüğü ülkeler ile reel sosyalizmin etkisi altında olan devletlere/ülkelere yönelik de politikalar geliştirildi. Böylece “Finans Çağı-Komutan Para Çağı” o zamana kadar kullanılan ulus-devlet vb. araçlarında re-organizasyonunu gündeme getirerek; sermayenin dolaşımı ve hakimiyetinin hiçbir şekilde paylaşılamayacağı, bunun tartışılmayacağı bir kurallar düzenini sağlamak istedi.

 

Ulus-Devlet

Paranın iktidara taşınmasında  “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”n da, ulus-devlet, tarihsel öneme sahip bir rol oynamıştı. Bu rolün başında da sadece iktidara taşınmasıyla sınırlı kalmayarak, iç pazarda hakim hale gelmesinin yanı sıra, devlet sınırları dışına açılarak egemenlik alanlarını genişletmenin imkanına kavuşmuş olması gelmektedir. Güçlü bir devlet haline gelmek ve bunun oluşturduğu imkanlar paranın sanılandan daha çok palazlanmasına, güçlenmesine olanak yaratmaktaydı ve bu imkan sonuna kadar kullanıldı.  Bu sayede kendine yeni zenginlik ve hammadde kaynaklarıyla birlikte pazar alanları açıldı. Ancak bununla sınırlı kalmadı; zamanla karşı karşıya geleceği daha farklı faktörlerinde etkinlik alanlarını genişletmesine olanak yarattı. Hatta zamanla onların kendi iktidarına ortak olmasını engelleyemedi; ordu ve sivil bürokrasi bunlar arasında yer aldı. Monarşik devlet yapılanmaları içerisinde etkisini hissettirmeye başlayan komutanlar ve devletin tepesine tünemiş olan bürokrasi kapitalist modernite sistem devletlerinin içerisinde çok daha güçlü hale geldiler. Öyle ki, ulus-devlet bu iki ayak üzerinde kendini yapılandırdı. Böylece paranın asker ve sivil bürokrasi olmadan neredeyse ne iç pazara ne de uluslararası alana hakim olması, açılması olanaksız hale geldi. Sadece bununla da kalmadı; kapitalist modernite sistemi, sömürge ve yarı sömürgeleri kendi pazar ve egemenlik alanlarının bir parçası haline getirirken aynı zamanda ideolojik ve siyasal etkilerini de taşırdılar. Ulus-devletin dini/ideolojisi halini alan milliyetçilik, kapitalist modernite sisteminin egemenliği altına giren sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde de etkisini gösterdi. Dünya pazar ve toprakları üzerine egemenlik mücadelesi içerisinde olan kapitalist-emperyalist devletlerin arasındaki çelişkiler de ulus-devletçi, milliyetçi etkiler üzerinde körükleyici bir rol oynadı. Kapitalist moderniteye mekan olan ülkelerde olduğu gibi, feodal egemen sınıf yapılanma özelliklerinin hakim olduğu ülkelerde, devletlerde bu çok bariz bir şekilde yaşandı. Öyle ki bu özelliklere sahip olan ülke ve devletlerdeki feodal ve komprador işbirlikçi siyasal yapılanma/egemenlik aygıtları, ulus-devletçi milliyetçilikleri kendilerine meşruiyet oluşturmanın aracı haline getirdiler. Böylece kapitalist modernitenin egemenlik aracı olan ulus-devlet ve onun dini/ideolojisi olan milliyetçilik sahipleri arasında yaşanan çelişkinin ve çatışmanın içerisinde birbirine karşı kullanılan temel araçlar haline geldi. Daha çok da 20.yy’da oluşan ulus-devletler bunun en somut örnekleri arasında yerini aldı. Eskinin güçlü feodal imparatorlukları, devletleri olan; Osmanlı, İran, Çin vb. devletler ile birinci emperyalist dünya paylaşım savaşı sonrasında masa başında kurulan ve kimi ‘bağımsızlık’ ve ‘ulusal mücadele’ler sonucunda ilan olunan ulus-devletler somutunda bu çok bariz bir şekilde kendini gösterdi. Bu şekilde kapitalist modernite sisteminin temel güç kaynaklarından olan ulus-devlet temel dayanakları olan ordu ve sivil bürokrasi ile karşı karşıya geldi. Oluşan böyle bir karşı karşıya geliş içerisinde asker ve sivil bürokrasi hem siyasal hem de ‘ekonomi’ üzerinde kurdukları etkinliğe dayanarak, hizmetinde olduklarıyla çıkar ve egemenlik kavgasına tutuştu. Bununla da kalmadı; ikinci dünya savaşından sonra oluşan ‘iki kutuplu’ dünya koşullarında kendini daha da güçlendirerek iktidar üzerinde rengini çok daha belirgin kılma arayışlarına girdi. Ulus-devlete sıkı sıkıya sarılarak, körüklediği milliyetçilik rüzgarını arkasına alarak piyasaya/pazara, oluşan hükümetlere (askeri-bürokratik yönelimlere varan) müdahalelerde bulunur hale geldi. Ancak kapitalist modernite sisteminin hem merkezinde hem de egemenliği altında tutarak birer sömürü ve pazar alanı haline getirdiği ülke ve devletlerde yaşadığı/karşı karşıya geldiği bu çelişki ve çatışma hali, onu her yönüyle ulus-devlet ve milliyetçiliklerden vazgeçirtemedi. Aksine ulus-devleti ve milliyetçilikleri kendi çıkarları doğrultusunda ayakta tutmaya, kullanmaya ve onlardan güç almaya devam etti; sivil ve askeri bürokrasinin kendisiyle karşı karşıya gelen kısmını törpüleyerek onları kendisi için birer tehlike olmaktan çıkardığı gibi, geri kalanlarını da çıkarlarına göre yeniden yapılandırarak düzenlemekten, kullanmaktan vazgeçmedi. Hatta kendine karşı aşırı direnç gösterenlerle çatışmaktan ve onları tasfiye etmekten çekinmedi; merkezi olarak gördüğü mekanlarda ve egemenlikleri, kontrolleri altında tuttukları ülke ve devletlerde bunun sayısız örnekleri yaşandı.Finans çağında, komutan para oluşturduğu zeminde palazlanarak, sorunlu hale gelen bu güçleri yeniden düzenleyerek kendi sistemini/düzenini kurma/inşa olanaklarına kavuşmuş oldu. Burada en fazla dikkati çeken de komutan paranın kendi düzenini inşa ederken uygulamaya koyduğu standartlardı.Çünkü komutan paranın kendi mekanında uygulamaya koyduğu politika ve içerisine girdiği yönelimlerle, sömürge ve bağımlı ülkeler ile yeni-sömürgelerde devreye koydukları birbirinden farklılıklar göstermekteydi. Bu farklılıklar da kendi mekanında ulus-devletler arasında daha gevşek bağlarla ilişkilerin yeniden düzenlenmesi olarak belirlendi. Fakat buna rağmen aralarında; Bayrak-Marş gibi; ortak simgeler belirlediler. Yine aralarında politik, hukuksal, ekonomik, kültürel vb. ortaklıklara gidildi.[2]  Fakat komutan paranın kendi mekanında içerisine girdiği bu düzenlenişe de sınırlar konuldu. Yapılan bu düzenlemeye göre; oluşturulan ekonomik, siyasal, hukuksal, kültürel vb. kurumsallaşmalar ile kabul edilen hükümler, haklar vb. hepsi komutan paranın mekanı olarak kabul edilen kıta Avrupa’sı içerisinde belirlenen yükümlülükleri yerine getirmeye hazır olan devletler için geçerli olarak kabul edilerek, bunlar dışında olanlara kapılar sıkı sıkıya kapatılmış olmaktaydı.Böylece komutan para kendi mekanında yaptığı bu iç düzenleniş ile dünyada çok daha güçlü bir konuma gelirken; dünyanın en ücra köşesine kadar her hangi bir engelle karşılaşmadan açılma/ulaşmak için ihtiyaç duyduğu temel mekanizmalara sahip hale gelirken, aynı oranda kendini dışarıya kapatmanın da olanaklarına kavuşmuş oluyordu.  Öyle ki, para her yere istediği gibi güvenlikli bir şekilde ulaşacaktı. Ulaştığı yerde de dolaşımı önünde hiçbir engel olmayacağı gibi, orada kendi düzenini de hakim kılacaktı. Ancak bunun karşısında güvenlik alanı olan mekanına dışardan ulaşmak -belirlediği standartlara uygun değilse- neredeyse olanaksız bir hale getirilmişti. Bu şekilde içe yönelik ne kadar “gevşek” bir ilişki ağı örülmüş olsa da dışa karşı bu geçerli değildi. Dışa karşı alınan tedbirler son derece aşılmaz kılınmıştı. Dışardan gelen “göçler” engellendiği gibi, “yabancı düşmanlığı”, “dincilik” ve “milliyetçilik” gibi kapitalist modernitenin liberalizminin düşünsel, siyasal hastalıklı yapısı daha da depreştirilmeye, kaba maddeci “bilimcilik” kişilik şekillenişi ve davranışlara hakim kılınmaya çalışıldı. Bunun bir sonucu olarak da Avrupa’yı Güney’inden ve Doğu’sundan çevreleyen denizler ile nehirler “göçmen” mezarlığı haline getirilmiş oldu. “Yabancı düşmanlığından” beslenen “milliyetçi”, “dinci”, “ırkçı”, “faşist”, vb. eğilimler, düşünceler, örgütler-partiler daha fazla örgütlenme ve kendilerini büyütme olanağına kavuşturuldu. Hatta içlerinden ana muhalefet partisi haline gelenler, seçimlerden birinci parti olarak çıkanlar oldu.   Bu şekilde kendi (finans) çağın da komutan para, değişen koşullara göre liberalizmi,  “ulus-devlet” ile onun ideolojik varyantlarından olan, ruh veren “milliyetçiliği”, “dincilikle” harmanlayarak kullanmaya devam etti.

 

Demagoji; Bilinç Kirlenmesi

Denilebilir ki,  finans çağında komutan para; “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”ndan devraldıklarını kendi koşullarına uyarlayarak yoluna devam etmeyi çıkarlarına uygun gördü. Ancak kendi meşruiyetini oluşturmak için ondan farklı görünmekten geri kalmadı. “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”nda yaşanan sorunları, miadı dolmuş olarak gördüğü politikaları revizyona tabii tuttu; önünde engel olarak gördüklerini devre dışı bırakmayı, hatta onlarla çatışmaya girmeyi göze aldı ve kendine göre söylemler “geliştirdi.” Kendini bugüne kadar yaşanmış olan sistemlerin/düzenlerin “en iyisi” toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel vb. sorunların çözüme kavuşacağı adres olarak göstermeye çalışması bunların başında geldi. Öyle ki, içerisine girdiği bu yönelimi güçlü göstermek ve kabul edilir kılmak için sol, sosyalist, devrimci söylemleri bile özünden saptırarak kullanmaktan geri kalmadı.  Reel sosyalizmin çözülmesinin neden olduğu psikolojik ortam ve moral çöküntüyü, “Sanayi Devrimi ve Endüstriyalizm Çağı”nda kapitalist modernite sisteminin yaşanan çelişki ve çatışmaların neden olduğu sorunların çözümsüzlüğü ve tahribatının sorumlusu sanki kendisi değilmiş gibi, çıkarları doğrultusunda kullanmasını bildi. İkinci Dünya savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasının bir tarafı olmasına rağmen,  reel sosyalizmin çözülmesini zaferi olarak ilan ederek; post-modernizm aldatmacası adı altında yüzüne  “barış”, “özgürlük”, “demokrasi”, “çağdaşlık” vb. maskesi takarak sanki başka bir seçenek gibi topluma kendini sundu. Bununla da “Yeni Dünya Düzeni”nin ilanını gerçekleştirdi.

Komutan para, 1970’li yıllarla birlikte daha reel sosyalizm çözülmeden, ilanına hazırlandığı “Yeni Dünya Düzeni”nin ideolojik alt yapısını oluşturmaya başladı. Alvin ve Heidi Toffler, Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington, Francis Fukumaya gibi stratejist ve analistler tarafından yürütülen çalışmalarla bu doğrultuda stratejik analizler geliştirilerek bir bilinç oluşturularak, bu doğrultuda adımlar atılmaya başlandı. Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra da bu doğrultuda strateji ve analizler geliştirilmeye devam etti.[3] Sadece bununla da kalmadı komutan paranın sınırsız saltanatını kurması önündeki tüm engellerin aşılması için geliştirilen politikalar uygulamaya konuldu. Fakat bunlar yapılırken kendilerine meşruiyet oluşturmak için ön hazırlıkların yapılmasından geri kalınmadı. Bunun yolu da yine kendisini öncekinden ‘daha iyi’ gösterme çabalarından başkası değildi. Bu doğrultuda elinde kullanacağı birçok malzeme vardı ve bu malzemeleri kullanırken; kendisinin bunlardan ne kadar sorumlu yine kullandığı söylemlerin ne kadar kendine ait olduğunu bile önemseme gereği duymadı. Çünkü onun için önemli olan yaptıklarının toplumsal, siyasal, düşünsel vb. alanlarda bir karşılığa dönüştürülmesiydi. Reel Sosyalizmin çözülmesi öncesinin iki kutuplu dünyasının geride bıraktıkları bu konuda aradıklarından çok daha fazlasını kendisine sunmaktaydı.

Komutan paranın “Yeni Dünya Düzeni”ni kurarken kullandığı söylemlerde de öne çıkan onun bu pragmatizmi oldu. Buna göre duyulduğunda hemen karşı çıkılamayack, üzerinde durup-düşünüldüğünde o zaman farkına varılarak oynanan oyunu tersine çevirme arayışına girilebilecek kavramlar öne çıkarıldı. Bu kavramların en belirgin olan yönünü de sosyalist, devrimci, demokratik güçlerin kapitalist moderniteye karşı olan mücadelede geliştirdiği tezleri formüle eden sözcükler oldu. Seçilen sözcüklerde buna özel bir önem verildi. Yukarda adları zikredilen stratejistleri, analistleri de kurgularını bu eksene oturttular. Dikkat edilirse bu kişiler pozisyonlarını daha çok ABD’de ‘Demokrat’lara göre belirlediler ve kişi olarak da 1970 sonrasının ABD’de başkanlık koltuğuna oturmuş olanların yanında ya yardımcı ya da danışman vb. olarak yer aldılar. ‘Demokrat’ların seçim programlarında kullandıkları sözcükler, verdikleri vaatler hep bunlar tarafından formüle edildi ve gerek iç gerekse de uluslararası alanda bunlar etkili kılınmaya çalışıldı.Aslında ABD’de ‘Demokratlara’ verilen, biçilen bu rol, ‘Cumhuriyetçi’lerle aralarında yapılan bir görev dağılımından ibaretti. ‘Cumhuriyet’çiler daha çok ön/yol açma rolünü oynarken; ‘Demokrat’larda açılan yolda düzeltme/biçim verme rolünü oynamaktaydılar. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ABD’de ‘Cumhuriyetçi’lerin Başkanlık koltuğunda olduğu (George Walker Bush- baba Bush- döneminde)  dönemde başlatılması ve ardından ‘Demokratlar’ (Bill Clinton) döneminde söylem değişikliğine gidilmesi, sonraki süreçlerde de aynı şekilde yapılan tekrarlarla sürdürülmesi de bunu göstermektedir. Bu sadece ABD’de değil birçok devlette görülmüştür. Çoğu kez bu rol dağılımı içerisinde görev alan partilerin hükümet süreleri arasında bir kaç dönem ve ya süre/yıl olarak farklılıklar yaşanmış ya da yaşanıyor olması da özünde bir değişiklik yaratmamaktadır. Burada en çok dikkat çekici olanı da bu ülkelerde genellikle sağ, milliyetçi, muhafazakâr, vb. görünümlü/adlı olanlar, kendilerini “muhafazakâr-demokrat” olarak gösterenler daha çok tahripkâr, yıkıcı, gerilimli, çatışmalı, saldırgan, iktidarı normal yollardan terk etmek istemeyen bir tutumla; ırkçı, faşist, dinci vb. söylemler kullanarak rollerini yerine getirmektedirler. Onların ‘karşısında’ yer alan sosyal-demokrat, demokrat görünümlü/adlı olanları da kendilerini ‘ılımlı’, ‘özgürlükçü’, ‘adalet’-‘eşitlik’-‘fırsat eşitliği’, ‘değişim’, ‘doğa ve çevrenin korunmasını’ vb. isteyen toplumun açlık, yoksulluk, işsizlik sorunlarını öne çıkaran, çevre-kadın ve insan haklarını ‘savunan” olarak göstermektedirler. Aslında böyle yaparak belirlenen strateji içerisinde kendilerine biçilen rolün gereklerini yerine getirmektedirler. Hatta bununla da yetinmemektedirler; 20.yy dünyasında kapitalist modernitenin desteklediği, zorla ayakta tuttuğu, kendi eliyle kurduğu gerici, monarşik, otokratik, oligarşik, faşist, sicili insanlık ve savaş suçları ile dolu olan diktatörlüklere ‘karşı’ olunduğu yönünde yalanlara başvurmaktan geri kalınmamaktadır. Yine her yönüyle pazarın nesnesi, “metaların kraliçesi” olarak gördüğü, kırımdan geçirdiği, eve kapattığı, kölenin kölesi kıldığı, Nazım Hikmet’in deyimiyle “sofradaki yeri sarı öküzden sonra gelen” haline getirilen, cendere altında tuttuğu kadını, savunan görüntüsü vermektedir. Aynı şekilde nefes alamaz hale getirdiği, örgütlenmesini, kendini ifade etmesini, irade haline gelmesini engellediği, katliamdan, işkenceden geçirdiği, zindanlara doldurduğu toplum için ‘özgürlük’, nutukları atabilmektedir. Üçüncü Dünya Savaşı içerisinde Ortadoğu halklarına verilen bu ‘vaatler’ neredeyse dünyanın tüm kıtalarında aynı biçimde dile gelmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu görev ABD’nin öncülük ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nde ‘iyi polis’ rolü kendilerine “sosyal-demokrat”, “demokrat” denilenlere verilmiş bulunuluyor.

Dikkat edilirse dünyanın tüm kıtalarında yer alan ülkelerde bazen eş zamanlı, bazen de onlardan bir ya da bir-kaç dönem sonra kendine sosyal-demokratım, ‘özgürlükçüyüm’ vb. diyen partiler birbirine yakın programlarla kendilerini “değişim” öncüsü olarak iktidara hazırlamaktadırlar. Kendini milliyetçi, dinci gibi gösterenler bile, kullandıkları eski söylemleri değiştirme veya yumuşatma gereğini duymaktadırlar. Hatta önceki hallerinden ‘çıktıklarına’ inandırmak için “Muhafazakâr Demokrat” olarak kendilerini adlandırmaktan geri kalmamaktadırlar. Bunlar ister kendilerini “Sosyal-Demokrat” ister “Muhafazakâr Demokrat’ olarak adlandırsınlar her ikisi de özünde “Yeni Dünya Düzeni”nin temel partileri olma iddiasıyla kendilerini yeniden ‘yapılandıran’ ya da isimleri değiştirilerek örgütlendirilen partiler olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedirler. Kullandıkları ‘özgürlük’, ‘eşitlik’, ‘adalet’, ‘fırsat eşitliği’, ‘değişim’, ‘doğa ve çevrenin korunması’, ‘kadın hakları’ vb. kavramlarda kendilerine ait değildir. Aksine birer çalıntı olarak kullanmaktadırlar. Kadın Özgürlüğü, Örgütlü Toplum hedefi olanlar; otokratik-monarşik-oligarşik-faşist- diktatöryal rejimlere karşı mücadele edenler, sosyalistler, devrimciler, demokratlardır; özgürlük, eşitlik, adalet, fırsat eşitliği, değişim, doğa ve çevrenin korunması vb. kavramlarda sosyalistlere aittir. Öyle ki, kendilerini hangi isimle adlandırıyor olsalar da  “Yeni Dünya Düzeni” partileri çaldıkları bu kavramları kendilerine mal etmekten geri kalmadılar. Reel sosyalizmin çözülmesi öncesinin iki kutuplu dünyasında öne çıkan ve insanlık ve doğa için ölümcül tehlike haline gelen: otokratik, monarşik, oligarşik, faşist diktatörlüklerden, sömürü-kölelik ve esaret düzenlerinden, kadın kırımından, dünyayı kana bulayan savaşlardan, çevre felaketinden, doğa katliamlarından asıl sorumlu olduklarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Hatta bu yaşanmış ve yaşanmakta olanlardan devrimcileri, sosyalistleri, demokratları sorumlu tutacak kadar da aymazlık içerisine girebilmektedirler.

 

Toplum Kırım-İnsan Kırım

Finans çağında komutan para, sanayi tekel kapitalizmden devraldıkları üzerine inşa etmeye çalıştığı toplumu; iğdiş edilmiş, her yönüyle sömürüye açık, karşısında savunmasız, iradesi kırılarak teslim alınmış “birey”lerden oluşan sürüler haline getirmek istemektedir. Asıl olarak da bunu başardığında amacına ulaşacağını düşünmektedir. Onun içindir ki, toplumdan koparılmış, örgütlülükten uzak/kaçan, her yönüyle izole olmuş “birey”ler oluşturmayı asli görev olarak belirlemiştir. Önüne koyduğu bu hedefe ulaşmak için de endüstralizmden ve bilişim teknolojisinden sonuna kadar yararlanmaktadır. Bununla birlikte toplumu/bireyi yıldırmaya, korkutmaya, teslim almaya çalışan politikalara/yönelimlere başvurmaktan geri kalmamaktadır. Komutan para örgütsüz hale getirdiği bireyi/toplumu bu şekilde yeniden biçimlendirmek istemektedir.

Örgütsüz hale getirilmiş olan birey ve toplum; komutan paranın ‘birey’ ve ‘toplum’unu, düzenini üzerine oturtacağı bir temel haline getirdiğinde kendini ilahlaştırması önündeki engelleri kaldırmış olacaktır. Bunu sağladığında da mitoloji döneminin Sümer rahiplerinin, komutan krallarının kendilerini tanrılaştırmaları gibi, o da kendini finans çağının ilahı haline getirmiş olacaktır. Bu şekilde “Hegel’in Napolyon’la başlattığı ulus-devleti ‘tanrının yeryüzüne inmesi’ biçiminde değerlendirmesi, yine Napolyon’un şahsında ‘tanrının yürüyüşü’ olarak sembolize etmesi ideası …”[4]  bir başka tezahür kazanmış olmaktadır. Bir nevi Napolyon’un “para, para, para” diye formüle ettiği öngörüye dönüşmektedir. Bu da mitoloji dönemin rahiplerinin yaptığı gibi bir düşünce inşası ve buna göre de ritüellerin belirlenmesi anlamına gelmektedir.Mitoloji döneminde Sümer rahipleri, gasp ederek tekeline aldıkları toplum bilincini ilahi bir güce dönüştürerek ya da bağlayarak, ona verdikleri dinsel bir görünümle kendilerini insan üstü varlıklar daha doğrusu sınıf olarak konumlandırmışlardı. Böylece kendi şahıslarında ‘yeryüzü ve gökyüzü krallığını” bütünleştirmişlerdi. Finans çağında, komutan paranın da aynı yolu izleyerek kendini ilahlaştırması yeryüzü hâkimiyetini garanti altına alacak olan ‘yıkılmaz’, ‘sonsuz’ bir güce dönüştürmesi anlamına gelmekteydi. Ancak bunun bir bilinç inşasına dönüşmesi için de bir ‘toplumsal biçimlenişe’, alışkanlıklara ve ritüellere kavuşturulması gerekiyordu. Bunu başardığında, komutan para artık çağını dört başı mamur bir hale getirmiş olacaktı. Önceki dönemin parasının yerini konumunu değiştiren bir paraya bırakması, 1971 yılında Amerikan Doları’nın “özgürleşmesi” ile başlamış, 1990’lara doğru reel sosyalizmin çözülmesi ile hızlanmıştı. Artık o süreçten sonra ABD Dolarının basımı hazinede göstereceği (Altın, gümüş vb.) teminat karşılığı değil, duyulan ihtiyaca göre belirlenecek ve “kâğıt altın” olarak kabul edilecekti. Daha sonra da ABD Doları’nı 2002 yılının ilk gününden itibaren Euro izleyecekti.  Artık o süreçten sonra Euro da Dolar’ın ardından dünyanın ikinci büyük rezerv para birimi haline gelecekti.Paranın “özgürleşmesi” bir nevi “Cin’in şişeden çıkmasına” benzemekteydi. O güne kadar parayı elinde tutan, elinde tuttuğu parayı da sağlama -güçlü teminata- bağlayan,  iktidarın sahibi olarak kabul edilmekteydi. Fakat bu süreçle birlikte para elde tutulan değil,  onu tutan eli, kontrolü altına alan bir mahiyet taşımaya başlamıştı. Bu da paraya dair öncesinde yapılan tanımların aşılmasını beraberinde getirdi. Böylece para sadece, değişim değer ölçü birimi olmaktan çıkmış oluyor; pazar ilişkisine, arz-talep arasında kurulan/aranan dengeye ihtiyaç duymuyordu. Enflasyon, devalüasyon gibi finansal kavramlar; finans oyunları arasında yer alır bir hale gelmiş bulunuyordu. Bu şekilde anlam aşılması yaşayan para, o zamana kadar verdiği sahte görünümlere bile ihtiyaç duymaz bir hale gelmiş; elden ele dolaşma yerine, sanal ilişkiye dayalı varlık göstermeye, etki gücünü daha da arttırmaya, gizem katmaya ve kendini görülmekten daha çok; hissettirmeye başlıyordu. Bununla da Kambiyo sisteminin paranın dolaşımı ve tarihsel serüveni içerisinde oynadığı rolünü de aşan bir konuma ulaşılmış olunuyordu. Artık sanal dünya işin içine karışmıştı; cepte, cüzdanda, çantada vb. parayı taşımaya gerek kalmamıştı. Böylece daha çok “güvencede” olunmaktaydı. Para banka da açılmış olan bir hesap ve bu hesap üzerinde oynanmasına neden olan kartın açılması ya da şifrenin/kriptonun işleme girmesiyle otomatikman rolünü oynar hale gelmiş bulunuyordu. Paranın pazardaki doğrudan dolaşımı yerini banka hesapları üzerinden üçüncü el (sanal) tarafından yapılır  hale gelmesine bırakırken; paranın gücünü daha fazla hissettirmesine neden oldu ve giderek ona olan bağımlılığı arttırdı. Yapılan yasalarla dokunulmaz hale getirildi. Artık o süreçten itibaren konulan yasalar değişmez, biat edilir bir hal aldı. Bunun insanla-insanın, insanla-toplumun ve insanın pazarla olan ilişkisine varıncaya kadar her türden ilişkisine yansıması ise kaçınılmaz oldu. Tabii bunun sağlanmasında asıl rolü oynayanlarda; çağın rahipleri olan akıl hocaları, düşünce ve fikir erbaplarıydı. Bunlar tarafından üretilen/geliştirilen politikalar, programlar, projeler, planlamalar vb. ön açıcı bir rol oynadı. Yine bunlar tarafından geliştirilen, “İdeolojilerin sonu”, “tarihin sonu” vb. belirlemelerle bilinçlerde ideolojik ve siyasal hakimiyet kurulurken; “görüntü toplumu”, “tüketim toplumu” oluşturma çabaları da atılan bu adımların somutlaşmış halleri olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Bu süreçle birlikte para toplum içerisinde her şeye kadir olarak kabul edilir bir hale geldi, mistisize olmaya başladı; sadece her şeye dönüşen değil, aynı zamanda her şeyi yöneten bir konum kazandı. Paranın hakimiyetinin almaya başladığı bu biçim, o zamana kadar olan toplum üzerindeki egemenlik ilişkilerine doğrudan etkide bulundu. Oluşmaya başlayan bu etkiye göre de toplumsal bilinç ve hafıza yeniden bir kalıba oturtulmaya çalışıldı. Bir nevi Sümer rahiplerinin yaptıklarının bir tekrarına gidildi. Gasp edilen toplumsal bilinç; özünden saptırılarak, egemenliği, sömürüyü, baskıyı perdelemenin en temel ve güçlü aracı olarak kullanılmaya devam etti. Böylece beş bin yılı aşkın bir süredir toplum üzerinde bilinç gaspına dayalı kurulan bu hakimiyetin tarih içerisinde aldığı biçimlere bir yenisi daha eklenmiş oldu. Ancak bu hakimiyet biçiminin aldığı görünüm, öncekilerini kat be kat geride bırakan bir rol oynadı. Öyle ki, insan ve toplum adeta ‘onsuz hiçbir şeyin olamayacağına’  inandırıldı; giderekten de hakikatinden uzaklaştırılarak, yabancılaşma sürecine alındı. Bunun anlamı ise, insanın insanlıktan, toplumunda toplumsallığından çıkarılmasından başka bir şey değildi. Paranın insan ve toplum üzerindeki etkisi tam da bu nokta da kurumsal/ilahi bir anlam kazanmaya başladı. Aslında bununla beş bin yıldır demokratik uygarlık ile sınıflı devletçi uygarlık arasında var olan, yaşanan, süren çelişki ve çatışmaya; sınıflı devletçi uygarlık lehine son verilmeye çalışıldı. Bu başarıldığında da para kendi ‘dünyasına’, ‘insanına’ ve ‘toplumuna’ kavuşmuş olacaktı. “ideolojilerin sonu”, “dünyanın sonu” vb. gibi yapılan belirlemelerle kast edilen de bundan başkası değildi. Çünkü belirledikleri böylesi bir hedefe ulaşıldığında geride ne yaşanabilecek bir dünya ve bu dünya üzerinde yaşayacak olan ne bir insan ne de toplum kalacaktı. Hep birlikte yok olacaklardı. Tabii bu fiziki bir yok oluştan daha çok; dünyayı yaşanılacak bir dünya kılan, insanı insan, toplumu da toplum yapan temel özelliklerinden arındırılması anlamına gelmekteydi. 1990’lar dan itibaren de bu doğrultuda hızlı yol alınır hale gelindi. Sinir sistemi alınarak; tepkisizleştirilen, ruhsuzlaştırılan, teknik bağımlısı haline getirilerek robotlaştırılmış olan ‘insan’ ve bu hale getirilmiş ‘insanlardan’ oluşan; sürüleştirilmiş bir ‘toplum’ oluşturma hedefiyle hareket edildi. “İnsan Kırım”, “Toplum Kırım” gibi kullanılmaya başlanılan ibarelerde böyle bir hakikati anlattı. Böyle bir hedefe ulaşmanın yolu olarak da insan ve toplumu var eden ne varsa ona karşı her cepheden yürütülen bir savaş başlatıldı. Savaşın merkez hedefi olarak, iradesi kırılan insan ve toplumun tarihsel kültürel topluma, demokratik uygarlığa ait olan bilinç ve belleğinde olan ne varsa o silinerek/formatlanarak -öncesinde olanlar, yaşananlar yok sayılarak- silinmeye ve yeniden biçimlendirilmeye çalışıldı. Kadının köleliği, erkek egemenliği, doğa katliamı derinleştirilmeye ve her şey egemen hegemonik güçlerin hizmetine sunulur hale geldi. Bir insanı, diğer bir insandan her yönüyle ‘özgürlük’ adına ayrıştırarak, toplumsallığın dağıtılması hedeflendi. Böylelikle devrimlerde “tarihin”, “ideolojilerin sonu” belirlemeleri içerisinde kaybedilerek, görünmez kılındı; miladı geçmiş, zamanı geçmiş antik eşyaların yanına; sergilenmek üzere müzelere konulmak istendi…Tüm bu hedeflere ulaşmak içinde ideolojik, siyasal, toplumsal saldırıların iç içe olduğu; askeri, diplomatik yöntemlerin iç içe kullandığı, beş bin yıllık erkek egemenlikli sınıflı devletçi merkezi uygarlık güçlerinin tüm savaş teknik ve taktiklerin güncellenerek harmanlandığı, bugün adına üçüncü dünya savaşı denilen savaşın planlama, strateji ve taktikleri devreye konuldu. Yaklaşık otuz yıldır süren ve daha ne kadar süreceği belli olmayan bu savaş toplum ve doğa üzerindeki tüm yıkıcılığı ve tahribatlarıyla devam etmektedir. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz, yaşamımızda hissettiğimiz, ağır sonuçlarına maruz kaldığımız bu realite insan ile toplumun önüne kendi hakikatini savunacak mücadele görev ve sorumluluğunu koymuş bulunmaktadır.  Ve bu mücadele de tek boyutuyla sınırlanmış bir savaş olmayı aşarak, kendisine karşı yürütülen saldırıları tüm cephelerde yürütülmesi gereken devrimci bir direniş savaşında ifadeye kavuşan, özünde insan ve toplum olarak kalmayı hedefleyen; meşru savunmayı gerekli kılmaktadır.

 

 

 

 

[1]     Süreksiz: fizik biliminde, güç verici olarak kabul edilen “enerji paketi” paketi.
[2]     Dışişleri-Güvenlik-Adalet vb. gibi; politik, Komisyon-Konsey-Mahkeme vb. yapılanmalara gidildi. Liderler Zirvesi-Dış ilişkileri- Parlamento-Siyasi partiler vb. gibi; seçimler, Anayasa vb. gibi; hukuksal belirlemelere gidildi. Tarım- Bütçe-Euro-Merkez Bankası- Yatırım Bankası- Euro Bölgesi-Enerji-Kalkınma-Ulaşım vb. gibi; ‘ekonomik’ kurumlar oluşturuldu. Vatandaşlık-Nüfus-Eğitim-Bilim ve Teknoloji-Diller-Dinler-Spor-İstatistikler vb. gibi; kültürel, Ajanslar-Daireler- Zirveler- Yönergeler- Büyük Kentler-Siyasal Partiler-Başkanlık-İBBS Bölgeleri(Avrupa Birliği’nin Birinci Derecesi) – En Uzun Yapılar-Araç Plakaları vb. gibi ortaklıklara gidildi. Avrupa Birliği/Topluluğu-Avrupa Parlamentosu-Avrupa Ekonomik Alanı-Ortak Pazar-Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi- Schengen, Lizbon, Maastricht vb. gibi anlaşmalarla belirlenen sözleşmelerle birey, seyahat, ticaret vb. alanlarda yeniden düzenlenen haklar vb.leri de yaşanan bu ortaklaşmanın pratikte atılan adımları arasında yerini aldı.
[3]     “Üçüncü Dalga”, “Savaş ve Anti Savaş”(Alvin ve Heidi Toffler), “Büyük Satranç Tahtası”, “Stratejik Vizyon”, (Zbigniew Brzezinski), “Medeniyetler Çatışması” (Samuel Huntington) .
[4]     Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu C.2. -Kapitalist Uygarlık-Syf.172
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.