Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgür Yaşam, Kendilik Bilinciyle İnşa Edilen Demokratik Komünal Yaşamdır!

Nasrullah Kuran

Yaşam iddiası olan her varlık, yaşam bulduğu zeminle bağ içerisinde kendini var eder. İnsanın yaşam bulduğu ve kendini var ettiği zemin, içine doğduğu toplumdur. Örgütlü bir yapı olurak toplum, insanın varlık bulduğu en gelişmiş, organize olmuş doğadır.

Bu manada toplumsallık, evrende dile gelen en gelişmiş düşünce ve zekadır; zeka, düşünce ve eylem gücü olarak insanın örgütlülüğüdür demek yanlış olmayacaktır. Aksine, toplumsallık, örgütlülüğün ta kendisidir. Örgütlülük toplumu toplum yapan, onu bir arada tutan temel güçtür. Bu güç olmaksızın toplumsallıktan, toplumun varlığından söz etmek mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki tüm toplumsal inşalar örgütsel emek ve çalışmalar sonucunda ancak varlık bulabilmişlerdir. Toplumsal inşanın sağlam temeller üzerine kurulması ve süreklilik kazanması da, yine örgütlülük düzeyinin sağlamlığı ve niteliğiyle bağlantılı gelişmiştir. Bu nedenle toplumun var olma ve varlık bulma çabası, kendi öz örgütlülüğünü yaşatma çabasından bağımsız düşünülemez. Tüm yaşanmış tarihsel örneklerden de bilinmektedir ki, örgütselliğin elden bırakıldığı, öz örgütleme ve öz yönetim çalışmalarının kesintiye uğratıldığı anlar, toplumsalın düşünce bağımsızlıklarını ve özgür iradelerini yitirerek tarihsel ve fiziksel esaret altına alındığı, her türlü sömürüye ve soykırıma açıldığı anlardır.

Baskıcı ve sömürücü sistemler, bu nedenle önce toplumsallığa, toplumu toplum yapan değerlere, onun örgütlülüğüne saldırırlar. Çünkü bilirler ki insanın direnme gücü toplumsallığıyla bağlantılıdır. Toplumsallığın dağıtılması, bozuma uğratılması, insanın direnme gücünü zayıflatılmasıdır. Bu bilme hali onları, toplumun bölüp parçalama, çelişkiler üreterek birbirine düşürme ve düşmanlaştırma, böylelikle kendine muhtaç hale getirerek bağlamı taktiklerinde derinleştirmeye yöneltir. Tarihin kayıt altına aldığı tüm iktidar ve devlet oyunlarında bu oyunların sınıf, ırk, cinsiyet, resmi din ve uygarlık biçiminde ifadesini bulan argümanlarında benzer yaklaşımlarla karşılaşırız. Günümüzün kapitalist sistem anlayışı, tarihsel birikim ve pratikleşme açısından baskı ve sömürü uygulamalarının en düşük, en rafine ve saldırgan döneminde bulunmaktadır. Bio-iktidar denemeleriyle toplumsallığından uzaklaştırılmış, kendi içine hapsedilerek egoizm ve korkunun sıkıntısı altında tüketiciliğe yönlendirilmiş, duyarsız, pasif ve edilgen insan taslakları, kapitalist Modernite tarafından adeta piyasaya sürülen birer ticari mala, metaya dönüştürülmüştür.

İnsan gerçeği toplumsal bölünme ve parçalanmaya uğratılarak örgütlülükten düşürülürken, aslında bağlı bulunduğu gelenekten, kültürden, öz bilinçten, ahlaki ve politik varlık olma özelliklerinden düşürülür. Asimilasyon, kültürel soykırım uygulamaları ve dizginlerinden boşaltılmış bireycilikle, toplum ve insan varoluşunun anlamına uygun olarak gelişimini sürdürmekten alıkonmaz. Sadece, aynı ölçekte tarihi olan bağı koparılarak tarihsizleştirilir. Tarihsizleştirmeyle birey ve toplum bir yandan kendi öz gerçeğinden yabancılaştırılırken, diğer taraftan karşı ideolojik aşılama ve imalata dayalı sahte tarih ikamesiyle sömürgeci sistemin parçası haline getirilmek istenir. Aslında tek tek her birey şahsında yürütülen, öz benliği silikleştirilerek ruh, duygu ve düşünce dünyasının ele geçirilmesi, fethedilmesidir. Toplumsallığın geçişken kültürlerinden geriye kalan resim, evrenselliği çoklu ve çoğulcu rengi yerine, bir ırka, tekçi bir zihniyete dayalı ulus-devlet faşizminin gri ve soluk resmi ve onun kul ideolojisidir.

Kapitalist sistem, toplumun örgütlü varlığına yönelirken, iki temel özelliğini, toplumun ahlaki ve politik yapısını öncellikle hedefler. Ahlakın kolektif bilinç olarak toplumsal işlevi en iyi şekilde yapma, toplumunu savunma ve bu temelde oluşmuş ilke ve ölçülerin yaşamı şekillendirme niteliği, yine politikanın toplumu kendi öz varlığı için gerekli olan ihtiyaçların karşılanmasında tartışma, karar oluşturma ve eyleme geçme özelliği, kapitalizm karşısında insanın direnerek toplumsallığını sürdürmesinin kaynağını oluşturur. Dolayısıyla ahlaki ve politik yapının hedeflenmesi, toplumun varoluş esaslarının hedeflenmesidir. Çünkü toplum ahlaki ve politik bir olgudur. Ahlakın toplumu ortak değerler etrafında birleştiren, ölçü oluşturan, düşünmek ve yapmak eylemini estetize ederek “iyi, doğru ve güzel” kavramlarını yarattığı anlam ilişkisinde değerleştiren kültür oluşturucu yapısı, toplumu sürekli var kılar. Geliştirdiği toplumsal dayanışma bilinci ve kültürüyle komünal yaşam ahlakını oluşturur. Ortaklaşmanın, farklılıkların birlikteliğinin, eşitliği, demokratik ve politik olmanın örgütlenme birimi olarak komün, toplumun öz yaşamın organizasyonudur. Klan topluluklarında günümüzün ahlaki ve politik toplumunu inşa çalışmalarına kadar uzanan tarihi bir arka plana sahip oluşu, kapitalist modernitenin halkları tarihsizleştirme amacına karşı güçlü bir direnç noktası olarak kendini üretmeye devam etmektedir.

Toplumsal olgu olarak politikanın ise, anlam ve irade geliştiren, bilinç ve kimlik oluşturucu, toplum lehine eylem geliştirmenin yanı sıra yaratıcılığı da tetikleyen, dolayısıyla özgünlükle özdeşleşen bir yapısı vardır. Toplum, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için bir araya gelmekte, tartışarak ve kararlaşarak, yaşamın her alanına ilişkin kendisi için sonuçlar oluşturmakta, kendi öz yönetimini açığa çıkarmaktadır. Oysa kapitalist modernitenin iktidar ve devlet yapılanmaları insanlara bunun tam tersini belletmiş, politika ve belirli seçkinler topluluğunu, bürokrasinin uğraşı olarak gösterilmiştir. Toplum en asli işinden, kendi hakkındaki konularda tartışma ve karar alma yetisinden uzaklaştırılarak politik varlık olma ve özelliğine yabancılaştırılmıştır. Burada belirtmek gerekir ki insandaki yabancılaşma, iddia edildiği gibi insan varlığını emek sürecinde kendi emeğini satmasıyla başlayan bir durum değildir. Daha öncesine, insanın politik alanda sürülmesiyle politik varlık olma ve öz yönetimini oluşturma gücünden düşerek pasif ve edilgen, kölece bir çizgiye çekilme sürecine kadar uzanmaktadır. Toplumun politiksizleştirilmesi, ya da insanın politik alanın dışına çıkılması demek, insanın kendine, toplumuna ve tarihine yabancılaşması demektir. Kendini bilem çabasından uzaklaşmak ve kendisi olmaktan, kendi doğasından çıkmaktır. Gramsci’nin de belirtiği gibi, “ kendini bilmek, kendisi olmak, kendini yönetebilmek, kendini ayırabilmek, kaos durumundan kendini kurtarmak ve düzenin, ama insanın kendi düzenin bir idealin peşinden götüren kendi öz disiplinin bir parçası olmaktır.” Eğer insan kendi toplumsallığı içerisinde varlık nedenini sürekli arama ve anlamlandırma, kendi iradesiyle tercihlerini ve çözümlerini belirleme özgürlüğüne sahip değilse, o ne kadar insandır?

Kapitalist uygarlık toplumun ahlaki ve politik varlığına yönelirken, ahlaki ve politik toplumun komünal yaşam ve öz yönetim oluşturacak, bireyi özgürleştirici gücünün farkında olarak ve bu gücün güçlü ise zayıflatılması, düşünülmesi, zayıf ise gelişmesinin engellemesi amacını içerir. Bütün baskı ve sömürü yönelimleri dıştan bir dayatma olarak bunun arayışında olmuşlardır. İktidar ve devlet yapılanmalarının tarihi, bununla yani ahlaki ve politik toplumlarının kendi öz yönetimlerini ve komünal yaşamlarını oluşturarak var olma direnciyle mücadelenin tarihidir. Ancak bu olgunun sadece bir yönünü ifade eder. Olgunun diğer yönü, karşı tarihi ise şudur; bir de toplumsal mücadeleler tarihi, yabancı iktidarlara karşı toplumların kendi yönetimlerini özgürce tayin etme çabalarından oluşmuş bir tarih vardır. Kabile ve aşiretlerin yabancı iktidarlara boyun eğmekten ve öz yönetimlerinden vazgeçmektense kırımdan geçmeyi göze almaları bunun en somut ifadesidir. Klandan aşirete, konfederal denemelerden Paris Komününe, dini cemaatlerden felsefi ekollere, 20.yy pratikleşmesinden günümüzün demokratik komünal mücadele ve inşa çalışmalarına kadar süregelen “varlığını koruma ve özgürlüğünü savunma” mücadeleleri, halen sürmekte olan bu tarihin kendisidir. Bu tarihin varlığı, toplumların kendi öz dinamikleri doğrultusunda öz yönetimlerini oluşturma ve yaşamlarını kendi anlam ve kültür örgüleri doğrultusunda düzenleme arayışından vazgeçmediklerinin göstergesidir. Bunun ki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “bir toplum için en hayati, ahlaki, bilimsel ve estetik görev, öz yönetim gücüne erişmektir.” Vurgusunu yapar ve yönetim olgusunu “evrendeki düzenlemeyi, kaostan çıkış halını ifade eder.” Tarzında çarpıcı bir ifadeye kavuşturur.

Bütün bu gerçekleşmelerin ışığında, öz yönetim ve demokratik komün kavramlarını yabancı yönetim olgusundan ve dar komün anlayışlarından ayrıştırarak kendi bütünselliği ve diğer kavramlarla ilişkeselliği içerisinde, özünde her neyi ifade ettiğini tanımlamak gerekirse şunlar belirtilebilir. Öz yönetim, özünde her canlı varlığın, madenin doğasında vardır. Canlı ve dinamik olanın enerji ve madde halinde de olsa kendi kendini düzenlemesi anlamına gelir. Toplumsal yapıya vardığımızda bunun anlamı, benzer zihniyetler de ortaklaşan birey ve toplulukların kendi kendini yönetmesi, gündem oluşturma, tartışma, karar alma yani siyaset yapma süreçlerine doğrudan ve sürekli katılarak açığa çıkan toplumsal erkin düzenleme ve denetlemeleridir. Öz yönetim, kendilik ve demokratik özerklik olarak öz iradenin açığa çıkarılması, toplumsal birimler halinde örgütlendirilmesi kurumlaştırılması amacı üzerinden gerçekleşir. Yönetim biçimi olarak iktidarlaşmayı reddeden, iktidarın anti-toplumsal özelliğine karşı her açıdan toplumsallığı önceleyen iktidar ve devletten kaynaklayan baskı ve sömürü sorunlarına çözüm oluşturmayı amaçlayan bir yapı sergiler. Bunu kendiliğinden gelişen ve süreklilik kazanan bir durum olmadığını bildiğinden toplumunu oluşturduğu siyaset, sosyoloji, sanat, ekonomi, ekoloji, özgürlük akademilerinde bizzat yaşamın içinde eğiterek politik bilincini ve ahlakını ve duyarlılığını sürekli canlı tutmaya özen gösterilir. Çünkü öz yönetim gerçeğinin inşası ve başarısında temel rol insana aittir, temel unsur insanın kendisidir. İnsanın ideolojik bakımdan sahiplik edeceği nitelik, kaçınılmaz bir şekilde öz yönetimin de niteliğini belirleyecektir.

Sömürgeci yabancı yönetim erkine karşı toplumun öz yönetimini oluşturması hayati öneme sahiptir. Birey açısından beynin işlevi neyse neyi ifade ediyorsa, toplum açısından da öz yönetimin işlevi benzerdir, aynı şeyi ifade eder. Toplumsal işlevin netleştirilmesinden hangi araçlarla ve nasıl yürütüleceğine, ihtiyaçların karşılanmasından toplumun savunulmasına kadar tüm sorunlar öz yönetimlerin faaliyet alanına girer. Bununla birlikte öz yönetim tüm bunlara nasıl, hangi yöntemle gerçekleştirdiği, öz yönetimin esas konusunu oluşturur. Bilgi paylaşımı gerçekleşiyor, topluluk üyesi birey-birimler tartışma ve karar süreçlerine katılarak kolektif sonuçlar üretebiliyorlarsa orada öz yönetim varlığından söz edilebilir. Bu durum bize aynı düzeyde öz yönetimin özgürlük ve doğrudan demokrasi ile ilişkisini gösterir. Bu bağlamda öz yönetim, demokratik yönetimdir; doğrudan ve yerinden katılımcı demokrasidir. Hakeza özgürlükte, kendilik bilinci ve bu temelde anlam ve eylem gücüne erişmek ise eğer, öz yönetim bunun en iyi düzelttiği alandır. Bilincin kimlik ve kişilik oluşturucu eylemi en çok öz yönetim gücüne ulaşmış toplumlarda özgürce dile gelmektedir. Nasıl ki her varlık kendi özünü ortaya koyup geliştirerek var olabiliyorsa, öz yönetimde demokrasi kültürünü ve bilincini de geliştirerek kendini sürdürebilir.

Günümüzde sorun, esasta ve ağırlıklı olarak öz kimlik ve öz yaşam sorunları da diyorsak, bunu da toplumun öz yönetim gücünü yitirmiş olma durumundan bağımsız değerlendiremeyiz. Kimliği belirleyen ona kişilik ve karakter kazandıran yaşam bilinci ve kültürüdür. Yaşama yön veren ve onu düzenleyen ise insanın sahip olduğu öz kimliğidir. Yaşam kimliği, kimlik te yaşamı gerçekleştirir. Öz kimlik öz yaşam sorunu, toplum ve bireyin içinde hareket ettiği yaşam alanı, anlam dünyası ve yapısallıkları dışardan bir müdahaleye uğradığı, var oluşunun anlamına uygun olarak gelişimini sürdürmesini engellendiği koşullarda ortaya çıkar. Bu ortamda, öz yönetimini geliştirmiş toplumlar doğalarına yönelik gelişen bir müdahale karşısında tutumsuz kalmazlar. Kendi varlıklarının anlamını korumak üzere söz konusu müdahaleye karşı direnişe geçende her alanda kendini savunurlar. Öz savunma pratikleri onları her türden yabancı yönetim ve dış müdahaleye karşı koruma altına alır uyanık tutar. Dolayısıyla öz yönetimine kavuşmamış bir toplumun öz kimlik ve öz yaşam sorunlarını çözmesini, bu doğrultuda öz savunma yapmasını beklemek gerçeğin ruhuna aykırıdır.

 

Komünal Yaşam, Ahlaki ve Politik Bireyle Yaşam Bulur!

İnsanın en derin, en gizli mülkü yaşayanların büyük topluluğudur; onun kanı ve kan bağına bağlı komündür. Kan sudan daha koyudur, bireyin kendisini içinde bulduğu topluluk, devletin ve toplumun zayıf etkilerinden çok daha güçlü ve soylu ve ondan çok çok daha eskidir. (Landauer)

Öz yönetim ne kadar toplumsal yapı için beyinsel bir işleve sahipse, toplumun kendini sürdürme ve var oluş biçimi olarak komünal demokratik yaşam da o denli gerekli ve vaz geçilmezdir. Komünal demokratik yaşam, toplumsal ilişkilerin öz niteliği, toplumsal hayatın anlam ve canlılık kazandığı özgür yaşam formudur. Doğal toplumun ilk yaşam modeli olan komün, zihniyet birlikteliği yapmış topluluk üyelerinin eşitlikçi ortak yaşam birlikteliğidir. Yaşamı meydana getiren toplumsal işler de, karşılaşılan sorunlarda ve çözümlerde ortak davranma, kolektif eylemde bulunmadır. Her bir komün üyesi, komün bileşiminin geneline karşı kendini sorunlu gören bir ahlak yapısına sahiptir. Aynı şekilde komün de her bir üyesine karşı aynı ahlaki sorumluğa sahiptir. İnsanın yaratıcı ve eleştirici aklıyla inşa ettiği komün, insanın toplumsal tarihinde yaklaşık 300 bin yıllı aşkın bir süreyi kapsamaktadır. Kapitalist barbarlığın yoğun yönelimleri sonucu büyük ölçüde çözülen ve ancak belirli, sınırlı alanlarda, sistem dışında kalmayı başarabilmiş halk topluluklarında sürdürülebilen komün örgütlenmesi, günümüz toplumunun yaşadığı bunalımdan çıkış için hala örnek bir toplumsal yaşam modeli olma özelliğini korumaktadır.

Demokratik ulus bilincinin temellik ettiği toplumbirey ilişkisinde, birey, özgürlüğünü toplumun komünalitesinde, yani canlı, kolektif ve üretken yaşamında bulur. Bireyin kendi farklılığı, yeteneği ve emeği temelinde komün ünitesinde yer alarak işlevsel bir pozisyon benimsemesi, komünün demokratik özü çerçevesinde şekli politik etkinlik içerisinde bulunması, bireyin bilinçlenerek özgürleşmesi açısından önemli bir zemin yaratır. Bu zemin aslında bireyin kendi özgürlüğünün ve yeteneklerinin farkına vararak kendisiyle tanıştığı, bireyselleştiğini gerçekleştirdiği özgür bir alandır. Demokratik ulus bilincinin özgün bireylerle ve demokratik komünal yaşamla ancak geliştirebileceği ilkesi, böyle bir alanı yaşatırken birey açısından özgür olduğu kadar komünal, komünal olduğu ölçüde de özgün olma sorumluluğu yükler. Burada önemli olan, bireyin tüm bu gerçekleşmeleri ancak mensubu bulunduğu komünle birlikte demokratik politika temelinde yaşayabileceğinin idrakinde bulunmasıdır. Bu da ancak ahlaki ve politik olmakla mümkündür. Bir birey ne kadar ahlaki ve politik, komünal yaşama saygı ve bağlılık temelinde bilinç ve sorumlulukla yaklaşırsa, o denli kendini ve toplumunu gerçekleştirme, özgürleştirme potansiyeline sahip olur.

Kapitalizmin ulus-devlet ve milliyetçilik zihniyle zehirleyerek, bölünmüş, hırslı ve duygusuz hale getirdiği, toplumsallığa ait sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel herşeye yabancılaştırdığı birey ve gerçeği, köklerinden koparılmış, benliği olmayan bir gerçektir. Kapitalizmin ilişkileri rekabet ve tahakküm olguları üzerinden geliştiğinden, sonuçları birey açısından bitiricidir. Demokratik komünal örgütlenmede ise, birey, örgütlenmenin etkin öğesi haline getirilerek kendini yeniden yapmaya yöneltilir. Kendini yapma girişimi, tabi ki bireyin kendi başına gerçekleştirebileceği bir durum değildir. Sevgi ilişkisi içerisinde karşılık beklemeden yardımlaşmayı ilke edinmiş komün üyesi diğer bireylerle girilen ontolojik ilişki içerisinde bunu ancak başarabilir. Bu bağlamda demokratik komünal yaşamın sadece “yönetim” ve “etkinlik” olgularının demokratikleşmesini olarak anlamamak gerekir. Bununla birlikte, “eşsiz, yaratıcı ve yetkin bir varlık olarak her bireyin” benliğinin, yeni bir benlik ve kişilik duygusunun da geliştirildiği bir öz etkinlik alanıdır.

Komünleri birey ve toplumun özgür yaşam formu olarak değerlendirmemizin en önemli nedenlerinden biri ve belki de önde geleni, komünlerin ortak eylem ve hedefleri aşan demokratik ve özgürleştirici bir muhtevaya sahip olmasıdır. Komün herşeyden önce özgürlükçü toplumsal ilişkiler geliştirmekle topluma yeni bir ruh kazandırmıştır. Sorunlarını paylaşma, birbirini tanıma ve eğitme, doğru, iyi, güzel ve özgür olana yönelmektir. Hiyerarşiye ve cins ayrımına yer tanımayan, insanın insanla, insanın doğayla ve insanın bizzat kendisiyle anlam ilişkisi içerisinde yeni ve güçlü bağlar kurduğu, yaşama ait olan herşeyi asıl anlamlarıyla tanımlamayı varlık sebebi saydığı toplumsal hakikat renkleridir. Bu ocaklarda, kapitalizmin metalaştırdığı toplum-birey ilişkilerinin yerine anlam, değerleşme, öz bilinçlilik ilişkisi inşa edildiğinden sınıf üretme ilişkilerine de son verilmekte, tercih ve etkinlikte bulunma imkanı insanı özgür bir varlık olma yolunda daha güçlü bir arayışçı kılmaktadır. Bireyin istek ve yeteneğine göre birden çok komünde yer alabilme, etkinlikte bulunabilme olanağı, bireyin kendini özgünce gerçekleştirmesinden başka bir şey değildir.

Demokratik komünal yaşamın en büyük avantajı, demokratik kültür kapsamında kendisini farklılıklara ve yeniliklere sürekli açık ve politik bir konumda tutmasıdır. Demokratik politik konum, insan edilgen duyguları pençesinde kurtulmak ortak bilinçle ve emeği toplumsal üretimi ile kendini adeta yeniden yaşatmasına, toplumsal ilişkiler içerisinde her gün yeni ve farklı şeyler keşfederek toplumuyla bağlar kurmasına, politik bir özne olmasına olanak sunar bu konumdaki birey, demokratik komünal yaşam içerisine insanın politik bir varlık olduğunu ve toplumsal politik eylemlilikle ancak özgürleşebileceğini anlamakla sınırlı kalmaz. Tüm bu olguların doğallığında, kendiliğinden gelişen olgular olmadığını, demokrasi, özgürlük vb. türden tüm olguların bizzat insanın tasarlayıp arzuladığı ve kurduğu toplumsal inşalar olduğunu da kavrar. Kavrayış, aynı zamanda tasarlanıp arzulananın kurulmasına, inşasına yönelmek ve bu temelde pratikleşmek olduğuna göre, çaba ve mücadele kavrayışın kurucu özelliği olarak öne çıkmakta ve bireye toplumsal kuruculuk rolünü tanımaktadır. Dolayısıyla birey, politik özne olma vasfını kendi toplumunu, komününü inşa etme eylemine dönüştürerek kendini de dönüştürmekte, toplumuyla birlikte yeniden inşa etmektedir.

Sonuç itibariyle toplumsallığımızın mümkün kıldığı hakikat olarak demokratik ulus, özgür komünal yaşam arayışımızın dile gelen çabası ve inşa çalışması olarak önemli bir yetkinleşme ortamı yaratmış bulunuyor. Tüm engelleme, darbeleme ve görmezden gelme tutumlarına rağmen hakikat için yaşama gücü gösteren ve böylece varlığını koruyarak özgürlüğünü sağlamaya yönelen bir halk, kardeş halklarla birlikte kendi öz yönetimini ve komünalliğini oluşturuyor. Bu özerk oluşumlarda filizlenen “her var olan, bir başına, ayrı ve benzersizdir.” Gerçeği, “ya ben, ya sen” mantığı yerine ben-sen, bizhepimiz ve doğadaki herşey bilincine yol açmış, daha bütüncül bir zihniyet yapısına kavuşulmuştur. Demokratik ulus pratikleşmesinde hareket, böylesine kurucu ve devindirici bir özellik üzerinden kendi farklılığını anlama-yapma ilişkisi içerisinde hakikatli kadrosunu örgütleyerek üretmektedir. Bir anlamda sosyal bilimin sökükleri ve parçalanmışlığıyla dikiş tutamaz hale geldiği bir zeminde, özgürlük sosyolojisiyle yeni bir sosyal ve siyasal devrin alternatifi pratikleştirmektedir.

Bu pratikleşmenin tikel ve evrensel olanı birleştiren, geçmiş, şimdi ve gelecek ilişkiselliği içerisinde tarih oluşturucu özelliği esas çıkış ve başlangıç noktası olarak not edilmelidir. Demokratik ulusun kendi öz yönetimini ve komünlerini inşa çabası, verili sosyal bilimin açmazlarından kendini kurtaran toplumun, tarihi, kültür ve hakikati yeniden tanımlayarak kendi bilme tarzını oluşturması ve özgürlüğünü yönelmesidir. Tarihsel gerçekliğin bilince çıkarılması, evrensel yaşam ve gerçeğinin bütün farklılığı ve canlılığı içerisinde kavranması ve toplumsal hayatın bu kavrayışa göre yeniden örülmesidir. Abdullah Öcalan’ın “negatif görevler” olarak ifadelendirdiği, var olma ve varlığını koruma mücadelesini başarıyla sürdürülmesi, “pozitif görevler” olarak belirlenen demokratik ulusu inşa ve özgür yaşam ahlakını oluşturma evresine geçiş aşamasıdır.

Unutmayalım ki, özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi gibi kavramlar diğer birçok kavram ve olgu gibi insan yaratımıdırlar. Teorik tutarlılıkları ve pratik etkinlikleri, insanın siyasal etkinliği ve öz yönetimi sürecinde deneyimlenerek oluşmuş ve yine ona bağlı olarak diğer kazanmışlardır. O halde kendi toplumsallığımızın ulaştığı anlam gücü doğrultusunda bu olguları yeniden anlamlandırıp tanımlamamız yanlış olmayacaktır. Yanlış olan, bu iddiayı ve çabayı göstermek, kendimizi kapitalist sistemin hakikat rejimine ve onun kavramları eril olan saldırılarına açık hale getirmemizdir. Kürt özgürlük hareketi bu esaret zincirlerini sadece kavramsal düzeyde değil, örgütlülük yaratma anlamında da her gün yeniden parçalamaktadır. Çağrı, bu zincirlerden kurtulmak isteyen herkesedir. Kurtuluş, bulunduğumuz her alanı demokratik komünlere dönüştürmekte ve yabancı yönetimlere karşı kendi öz yönetimlerimizi oluşturmaktadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.