Düşünce ve Kuram Dergisi

Sosyalizmde Devlet Söndürülmesi Gereken Bir Ateş Topudur

Sercan Aydın

Sosyal Bilimlerin temel rolü, yaşamsal sorunları analiz etmek ve çözüm önerileri üretmektir. Çağımızın önemli düşünürlerinden Wallerstein, sosyal bilimleri “zorunlu toplumsal değişimin incelenmesi” olarak tarif eder. Yeni bir toplumsallığın yaratılmasını da sosyal bilimlerin çözmesi gereken bir sorun olarak önümüze koyar. Ütopyalar da dahil.[1]

Ütopyaların gücü, toplumun hakikatiyle ne kadar yakın olduğuyla ilgilidir. Toplumsal sorunları bilmek kadar, çözüm gücü olabilmeyi de ortaya koymak, hem güçlü analizler, hem de gerçekleşebilir ideolojileri ortaya çıkarmakla ilgilidir. Bu konudaki yoğunlaşma düzeyi yeni toplumsallığı yaratma yolundaki adımlardır. Analiz etmek, teorik güçlenmeyi zorunlu kılar. Pratik çözümleyicilik de güçlü teorilerden çıkar. Son iki yüzyılın ağır toplumsal sorunları karşısında adalet, eşitlik ve özgürlük ütopyaları insanlığın arayışlarına yön verdi. Toplum ve sorunları konusunda konuşabilmek, şüphesiz teorik donanım gerektiriyor. Zira toplum doğası son derece karmaşık, girift ve hassas. Toplumun bu karakterine bütüncül teorik yaklaşmak, doğal olarak eşyanın tabiatına uygun. Sınıf ve tabakalara bölerek yapılan analizlerin eşitlik, özgürlük ve adalet getirmediği gibi, dönem dönem yaşanan kırılmaların geleceğe dair umutları da körelttiği biliniyor. Sosyalizme dair bilinen tüm önermelerin parçalı toplum analizlerinden yola çıkılarak yapıldığı tespitinden hareketle ulaşılacak çözümün de bütüncül olmayacağını söylemek mümkün. Bu nedenledir ki sosyalizme dair oluşan geniş külliyatın ağırlıkla bir sınıfın-proleterya-diğer sınıflara egemenliği üzerine olması şaşılacak bir durum değil. Sosyalizmin sadece bir sınıfın ideolojisi olup olmadığı sorunsalı da güncelliğini koruyan bir durum. Sadece kapitalist ekonomiye karşıt politikalarla-Marksist yorum-gündeme gelmesi, sosyalizmin tanımını da güçleştiriyor. Kavramın kendisinin halk/toplum kelimeleriyle özdeş olması, toplumun sorunlarına ve çözüm yollarına da bütüncül bakmayı zorunlu kılıyor. Ne toplumun bir kısmı, ne de toplumsal sorunların bir bölümü…

 

Sosyalizm ve Devlet-İktidar

En eski hiyerarşik ve sınıflı toplum geleneği olarak devlet, toplumun emeği ve birikimi üzerinden kendini inşa etti, ediyor. Tarih boyunca oluşan tüm devletler toplum üzerinde inşa ettikleri bu hegemonya üzerinden kendini ayakta tutar. Ekonomik, sosyal, siyasal, hatta askeri açıdan toplumun bugününe ve geleceğine hükmeder. Hegemonyasını ne kadar derine yayarsa, toplum üzerindeki egemenliği de kudretli olur. Platon’dan Hegel’e kadar, tüm devlet ütopyalarının toplum karşıtlığı, savaş ve güç-iktidar birikimi anlamına geldiği ispatlanmış bir gerçektir. Devletin değil sosyalistleşme, demokratikleşmesi bile kendisiyle çelişmesi anlamına gelecektir. Zira devletin doğasında eşitlik, özgürlük ve adalet yoktur. Dolayısıyla toplumun daha eşit-özgür bir dünyada yaşama hayali devlet kurmayla gerçekleşmeyecektir. Reel sosyalizm deneyi bunu ispatlamıştır. PKK Lideri Abdullah Öcalan, toplumun devletle çelişkisini anlatırken onun ahlaki-politik niteliğinin uygarlıkla çelişkisine işaret ediyor. “Toplumsal doğanın esas olarak ahlaki ve politik nitelikte olduğu, uygarlık sistemlerinin bu nitelikleri aşındırdığı yerine kaba hukuk kuralları ve devlet idaresini yerleştirdiği kapitalist modernitenin bu süreci sınırsız derinliğine ve genişliğine geliştirdiğini, bunun ekonomik, toplumsal, iktidarsal, devletsel kriz olduğu çözümlenememistir.”[2]

Günümüz sosyalist partilerinin halen işçi sınıfının öncüsü sıfatıyla devleti savunması, sosyalist teorinin yaşadığı tıkanmaların başında gelir. İşçi sınıfının devletin sahibi olması, özgürlük ve eşitlik ideali ile aralarındaki mesafeyi daha da açması anlamına gelecektir. Devlet, eşitsizlik ve özgürlüksüzlüktür. Sosyalizmde ise devlet aslında “söndürülmesi gereken bir ateş topudur.” Kapitalist, sosyalist, ulusal, üniter ve federalist demokratik sınıf devletleri hiyerarşik toplumun din, cins, etnisite, çevre, sınıf sorunlarını çözmek şurada kalsın, bu sorunların bizzat kaynağı durumundadırlar. O halde devlette ısrar etmek, onun özü yani iktidarla ilintilidir. Öcalan iktidarı “devlet kurumunun icraya geçmiş hali” olarak tanımlar. Yani devletin dönemin sınıf ve tabakalarıyla, dinle, etnisite ya da kavim üst tabakaralarıyla içinin doldurulmasını kastededer. İşçi sınıfı ya da başka bir sınıfın devleti/iktidarının yegane yolu güç olmaktan geçer. Elbette ki toplumun birikimleri üzerinden güç sahibi olunur. Bu niteliğinden dolayı eşitlik getirmez, özgürleştirmez, bilakis değerleri gasp eder, devletin mensupları arasında bölüşür. Devlet ve iktidar toplumsal çözüm araçları olarak oluşmazlar. İktidarın karışmadığı hiçbir toplumsal etkinlik yok gibidir. İktidar olmak toplumu her düzeyde biçimlendirmek, statükoda tutmak demektir. Bu yüzden özgürlük ve eşitlik idealleriyle örtüşmez. Devlet ve iktidarın bu rolü göz önünde tutulduğunda, toplum için en ideal modelin komünal ve demokratik karakterli olması kaçınılmazdır. Temel çelişki de devletle demokrasi arasındadır. Birinin azı diğerinin çoğudur. Demokrasi ile devlet arasındaki ilişki birbirini yıkma değil aşma tarzındadır.

“İktidar ve devlet politik sözün, dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Orada sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur; kanun, tüzük vardır. Donmuş bir akıldır her iktidar ve devlet. Güçlerini de, güçsüzlüklerini de bu özelliklerinden alırlar. O halde devlet ve iktidar alanları özgürlüklerin arandığı, sağlandığı alanlar olamaz. Hegel’in devleti özgürlüğün sağlandığı gerçek alan olarak sunması, modernitenin tüm tahakkümcü görüş ve yapılanmalarının temelini oluşturur. Öyle ki, Hitler faşizmi bu görüşün nelere yol açabileceğini açıklayan örneklerin başında gelmektedir. Hatta Marks ve Engels’in öncülük ettikleri bilimsel sosyalizm anlayışında devlet ve iktidarın temel sosyalist inşa araçları olarak öngörülmeleri, farkında olmayarak özgürlüğe, dolayısıyla eşitliğe indirilmiş en vahim darbe olmuştur. ‘Ne kadar devlet, o kadar az özgürlük’ söylemini liberaller daha iyi fark etmişlerdir. Başarılarını da bu öngörülerine borçludurlar.”[3]

 

Sosyalizm ve Ekoloji

Sosyalist kuramcı ve örgüt-partilerin kerhen ilgilendikleri ancak özellikle son çeyrek yüzyılda insanlığın gündemine acil bir şekilde giren ekolojik yıkım, şüphesiz özgün ve ciddi yaklaşımlar gerektiriyor. Sorunun ulaştığı boyut sol entelijansiya ve sosyalist kimlikli partilerin de konuyu gündemlerine almayı sağlamış ancak ekonomi, devlet, sınıf kavramları kadar ağırlık kazandırılamamış görünüyor. Mevcut tablo, adeta kızılın yanına yeşili kondurmak gibidir. Liberal demokrat çevrelerin doğasever yaklaşımının bir adım ilerisinde görünmekle birlikte, kuramsal bir bir zemine oturtulamadığını söylemek yanlış olmaz. Radikallik adına ileri sürülen endüstri-üretim araçları-üzerindeki mülkiyetin kolektifleştirilmesi ya da işçi sınıfına devredilmesi yaklaşımı sorunu çözmekten uzaktır. Ekoloji adına geliştirilecek kuram, teori veya programın, toplumun varlık hareketi olarak inşa edilmesi zorunludur. Bu da tarihsel-toplumsal boyutlarıyla ele alınmayı gerektirir. Zira konu toplumsaldır ve sorunludur. Ekoloji kavramının kendisi bile toplumsal gelişimle çevresi arasındaki ilişkiyi çözümleme anlamındadır. Nasıl ki endüstriyalizm toplumun yarattığı bir sorun değilse, toplum doğasındaki tahribat da iktidar ve sermaye tekellerinin yarattığı bir sorundur. Yaşanan işsizlik, ahlaksızlık, politikasızlık, enflasyon vb. sorunlar çevre ile birlikte toplumun da çözülüşünün işaretidir. Bu durum doğal olarak sınıf, mülk, eşitlik kavramlarının ötesinde, onları da içine alarak daha kapsayıcı, özgün programlar gerektirdiğini ortaya koymaktadır. Biyolojik doğa ve toplumsal doğanın yaşadığı felaket bütüncül yaklaşım gerektirmektedir. Abdullah Öcalan bu konudaki doğru yaklaşımın köklü bir paradigma değişikliğiyle mümkün olacağını söylemektedir.

“Uygar toplumun gelişiminde gözlemlenen temel bir olgu, bağrında geliştiği toplumu zor ve sömürü aygıtları içinde giderek yutması, eritmesi ve bu olguya bağlı olarak Birinci Doğa ile ekolojik-simbiyotik ilişkiyi çözüp yıkarak onu sadece kaynağa dönüştürüp sömürmesi ve giderek tüketmesidir. Bu durumda toplumun iç çelişkilerle mi, yoksa ekolojik çelişkilerle mi dağılacağı güncellik kazanmış bir sorudur. Doğru olan da, uygarlıkta köklü ve olumlu bir dönüşüm yaşanmazsa, her iki çelişkinin hükümranlığındaki Birinci ve İkinci Doğaların büyük felaketleri yaşamaktan kurtulamayacaklarıdır. Toplumların uygarlıksız yaşayamayacağı, uygarca yaşayan toplumların zengin ve güçlü toplumlar olduğu türündeki değerlendirmeler ideolojik olup, daha çok tahakkümcü ve sömürgen tekelci elitin paradigmasını yansıtır. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşmenin vardığı düzey tüm etkili bilim çevrelerince toplumsal kanser (Biyolojik kanser de bu gerçeklikle bağlantılıdır) olarak değerlendirilmektedir. Bu konuda fazlasıyla gösterge mevcuttur. Nükleer silahlanma, çevre yıkımı, yapısal işsizlik, tüketim toplumu, aşırı nüfus artışı, biyolojik kanser, cinsel hastalıklar, artan soykırımlar bu göstergelerin belli başlılarıdır. Dolayısıyla mevcut çelişkili ve kanserli uygarlığı tahakkümcü ve sömürgen karakterinden çıkarıp dönüştürecek olan demokratik uygarlık-modernite, çıkış yolu olarak kendini gittikçe alternatif kılmaktadır.”[4]

 

Sosyalizm ve Demokrasi

Eşitlik sosyalizmin temel düsturu. Marksist sosyalizmde eşitlik konusu mülkiyetin kolektifleşmesiyle özdeşleşti. Bu anlayışın yol açtığı sorunlar reel sosyalizm örneğinde ortaya serildi. Bir çeşit devlet kapitalizmi yaratıldı. Genel sosyalizm kuramı toplumsal gelişmenin ileriye doğru olduğunu söyler. Bu durumda ‘köle, serf ve en son proleter aşaması yaşanmadan sosyalizme varılamaz.’ Ezilen sınıf ve grupları kutsamak adına girilen bu yolun proletarya ‘diktatörlüğü’ ile sonuçlanacağı aşikar. Bu durumu sınıf devrimciliği ya da sınıf demokrasisi olarak adlandırmak her ne kadar eşyanın tabiatına aykırı bir durum teşkil etse de, demokrasi konusuna yaklaşımın da sorunlu olduğunu gösterir. Sınıf demokrasileri iktidar gerektirir. Her iktidar bir devleti, her devlet ise demokrasinin inkarını gerektirir. Sınıf demokrasileri özünde demokrasi değil devlet iktidarıdır. Sovyet deneyimi, Çin, Küba yaşanan örneklerdir. Bu sonuç, sosyalizmin demokrasi ile ilişkisinin sağlıklı kurulamamasından kaynaklıdır. Demokrasiyi küçük burjuvaziye mal etmek de aynı yaklaşımın başka bir versiyonudur. Demokrasi, devlet dışı toplumun kendini yönetmesidir. Tahakkümcü sistemler –adı proletarya ile başlasa bile- köleleştirebilir, serfleşmeyi ve işçiliği de kurumlaştırabilir. Ama demokrasilerde kölelikten, serflikten ve işçilikten çıkılır. Tabi ki yine çalışılır. Ama kendi iş komününün bir üyesi olarak çalışır. Komünalizm ve demokrasi etle tırnak gibi birbirine bağlıdır.

Demokrasinin komünal özü, onun evrensel nitelikli olmasından kaynaklıdır. Evrenselliği tikel bir olay olarak ele alıp iradi müdahaleye indirgemek, toplumsallığı, dolayısıyla da komünal olanı görmemektir. Ve sosyal bilim adına yapılan birçok yorumda bu yetersizliği görmek mümkün. Hannah Arendt’in insan hakları, ekoloji ve sivil itaatsizlik eylemlerinin kolektifleşmesi konusunda düşünce dünyasına yaptığı katkılar değerli olmakla birlikte, demokrasi ile özgürlük arasına koyduğu mesafe yakından incelenmek durumunda. Zira her iki kavram da tikel ve sonradan ortaya çıkan durumlar olmadığı gibi, ontolojik bir karakter taşır.[5]

Sosyalizm veya eşitliği savunan bir kuramın, demokrasi ve özgürlük bağının açık ve dolaysız olması, kuramın doğruluğunu ortaya koyar. Hem teorik, hem deneysel gelişmeler, demokrasi olmadan, özgürlükler yaşanmadan sosyalizme varılamayacağını göstermiştir. Başka bir tabirle eğer demokrasi en az devlet ise ve demokratik gelişmeyle eşitlik yakalanıyorsa gerçek sosyalizme varılıyor denilebilir. Bunun özgürlüksüz olamayacağını da koşul olarak belirlemek gerekir. Eşitlik, tahakkümsüzlük olarak özgürlükle birleştiğinde ancak sosyalizm olarak kavramlaşabilir. Zorakiliğe dayanan eşitlik sosyalizm olamaz. O halde en geniş demokratik uygulamayla yaşanan özgürlükler altında sağlanan eşitlikçi toplum sosyalisttir.

 

 

 

[1] İmmanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu
[2] Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi
[3] Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi
[4] Abdullah Öcalan, Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü
[5] Hannah Arendt, Devrim Üzerine

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.