“Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlâk olmadan da toplumun savunması da yapılamaz.”
Bireyin kendi öz toplumuna yabancılaşması, ürettiği değerin iktidar tarafından gasp edilmesiyle olur. Birey-toplum ilişkilerinde ki dengesizlik toplumsal ve bireysel dokuların iktidar tarafından tahrip edilmesiyle ortaya çıkar. Bireyin toplum tarafından hiçleştirilmesi nasıl bir iktidar biçimi ise toplumun atomize edilerek bireyin toplumun karşısına kurulması da modern iktidar biçimidir. Kapitalist iktidarın, Aydınlanmanın uyanan bireyin başına getirdiği de bu olmuştur. Tarihsel iktidarlar rantlarının kaynağı olarak gördükleri toplumu sürdürmeyi daha fazla esas almışlar ve bu uğurda bireyi hiçleştirip her fırsatta kurban etmekten çekinmemişlerdir. Kapitalist iktidar ise doğası gereği bireye dayanmak durumundadır. Çünkü o toplumun dağıtılması üzerine kurulu yegâne tarihsel sistemdir. Sınırsız biriktirmenin sürdürülmesinin tek yolu toplumun sürekli dağıtılmasıdır. Aydınlanmanın özgür toplumun arayan bireyi, topluma karşı sürekli tanrılaşan bireyciliklere dönüştürülmüştür. Bu anlamda modern birey metalaştırılmış bireydir. İktidar tarafından bütün varlığıyla fethedilmiştir. Kapitalist iktidar tek tek bireyler üzerinden sürdürülen bir iktidardır.
Birey-toplum ilişkilerine iktidarın çözümlenmesi temelinde baktığımızda ortaya çıkan şu olmaktadır, nerde birey ve toplum arasında bir çelişkiden söz ediliyorsa orada iktidar var demektir. Toplumsallık özünde demokratik temelde bir güç biriktirmedir. Yaşamın sürdürülebilmesi için tek tek bireylerin sahip olmadığı maddi ve manevi gücün biriktirilip bireylere aktarılmasıdır. Toplumun oluşum tarzında, birey topluma güç verdiği kadar hatta ondan daha fazla toplumdan güç alır. Bir çelişkiden bahsetmek mümkün değildir. İktidar ise biriktirilen bu güce el koyma yani bu gücü gasp etmektir. Burada birey toplum diyalektiği kopar. Birey güç verdiği kadar güç alamamaktadır. Giderek kendi toplumu ona yabancılaşır. Ne istediği gibi güç verebilmekte nede ihtiyacı olan gücü alabilmektedir. Birey toplum çelişkisi bu noktada ortaya çıkar. Modern sosyal bilim bu çelişkinin hangi taraf lehine çözüleceğinin tartışmasıyla doludur. ” ya bireyi ya da toplumu tercih edeceksin” oysa asıl tartışma, birey toplum ilişkilerindeki dengesizliğe yol açanın iktidarın kendisi olduğu ve çözümünde ancak iktidarın asılmasıyla mümkün olacağı noktasında yürütülmektedir.
Modern kapitalist dediğimiz birey ben yönelimlidir, kendi gerçekliğini yaratma hazzıdır hayatında belirleyici olan.” Kimsenin senin kim olduğunu belirlemesine izin verme! Sen, kendi yaptığınsın!”dır parolası. Her şey keyfidir, geçicidir. Hayatta olmayacak şey yoktur. Kimsenin neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış, neyin gerçek neyin sahte olduğunu söyleme hakkı yoktur. Her birey kendi gerçekliğini kendi yaratır.
Kapitalist modernite bireyi pragmatik batı hümanizminden beslenmiştir. Batı insanı eski dünyaya daha yaygın olarak benimsenmiş olan insanların kutsal değerlerinden pek nasibini almamış olarak yetişmiştir. Bunda yeni bir dünya kurmak için birçok değerin arkada bırakılmasının zorunlu olduğu göçün de rolü vardır elbette. İnsanın olanaklarına inanan ve içinde bulunduğu toplumun yararını gözeten insanlık değerleri bir kenara bırakılmış, bireyi ön plana çıkaran benmerkezci bir insan tipi türemiştir. Her şeye kuşkuyla yaklaşan kar-zarar hesabını iyi yapan, başkalarının ve toplumun ideallerine saygısı olamayan birey. Her şeyin görece olduğunu kabul eden bir dünya görüşü. Özgür birey olmanın birinci koşulu, bireyciliğin tersine, kişinin toplumsal geleneği bilmesi, ona saygılı olması, onun içinde var olma mücadelesi vermesiyle çok yakından bağlantılı olmaktadır.
Toplumsallık inkâr edilerek birey olunmaz. Çünkü toplumsallık reddedilirse, birey, insan olmanın temellerini reddetmiş olur. Ancak toplumun gücüde bir insanı rahatlıkla yok edebilir. Bireyden topluma saygılı olmasını istemek toplumun da bireylerine merhametli davranmasını istemek de gereklidir. Rastgele toplumun herhangi bir kuralını reddetmek ya da bir toplumun bireyi mi özgürleştiriyorum adı altında onu serbest bırakması da doğru bir toplum birey ilişkisi olmamaktadır. Bireysel duruşlara izin verecek doğru bir toplumsallığa, toplumu güçlendirecek gerçek bir bireysellik için de özgür birey olmaya ihtiyaç vardır. Eğer bir toplumsal biçimleniş, kendi fertlerinin azami insani ihtiyaçlarını dahi karşılamıyorsa, o toplumsal biçim birey olmaya imkân sunacak özellikleri kendi içinde taşımıyor demektir. Beslenme, barınma, sosyal güvenlik gibi zorunlu ihtiyaçların giderilmesi için, toplum ya da topluluk gerekli giderici mekanizmalara sahip değilse, orada birey olma değil, basit insan olarak yaşamanın imkânları da olmaz. İşte toplum bireye karşı bu biçimi de olumsuzluğa farz kılan bir yöntemi de geliştirilebilir. Bu durum ya tamamıyla bireyin teslimiyetini ya da bireyin başkaldırısına neden olur. Diğer taraftan fertler birey olma adına, toplumsallığın en temel taşlarını yani temel ahlâki örgüsünü sarsacak anlayışlarıyla kendilerini özgür kıldıklarının sanısına kapılırlarsa, bu da bireysellik değil, bireycilik olur.
Özel mülkiyetçi ve bireycileştiren duygu ve düşünceler ile sistemin iktidara olan yapılanışı dışında kalmayı başararak gelişmiş toplumsal değer yargıları, bir insanı ne kadar çok yapılandırılmış ise o kişi özgür birey olma yolunda o kadar avantaj sahibidir. Bu ilke üzerinden bireyin hangi aşamalardan geçtiği az, çok çözümlemeye tabi tutmak imkânlar dâhilindedir. Binlerce yıllık insanlık tarihine ışık tutacak somut verilerden, hareketle, bugünkü toplum ve birey tanımlamamızın gerçekçi olması, geçmişi ele alış tarzımızla yakından bağlantılı olacağı için önemli olan özgür birey derken neyin kast edildiğidir.
Kişilik Şekillenmesi
İnsanlar sürekli olarak gelişen ihtiyaçlardan ve yeteneklerden ibaret değildir. Herhangi bir anda belirli karakter özelliklerine, becerilere, fikirlere ve tutumlara sahip oluruz. Bu insani özellikler çok önemli bir rol oynar. Bunlar, bir yanda, hedeflerini- şimdiki ihtiyaçlarımız, arzularımız ya da tercihlerimiz- tanımlayarak seçeceğimiz faaliyetleri genel olarak belirlerler. Öte yanda, bizatihi bu özellikler, sadece geçmişteki faaliyetlerimizin doğuştan gelen potansiyellerimizin üzerindeki kümülatif birikim damgasıdır. İnsani özellikler bakımından önemli olan, bunların kalıcılığını ne olduğundan az ne de fazla değerlendirmektedir. İnsanların, kendi faaliyetlerinin sonucu olarak hayat süreleri boyunca ihtiyaçları, güçleri ve özellikleri türettiklerini vurgulamış olsak da, zamanın herhangi bir noktasında bunu yapmakta asla tamamen Özgür olamayız.
İnsanlar sadece kendilerini çevreleyen toplumsal kurumları sunduğu özel bir rol listesiyle sınırlanmış değildirler, herhangi bir anda, o ana kadar bizzat biriktirmiş oldukları kişilikler, beceriler, bilgi ve değerlerle kısıtlanmışlardır. Ancak kişilik yapıları uzun dönemler boyunca sürebilse de, bütünüyle değişmez değildir. Faliyetlerimizin doğasındaki uzun süre devam eden her değişim, kişiliklerimiz, becerilerimiz, fikirlerimiz ve değerlerimizde değişikliklere, yanı sıra, bunlara bağımlı olan türetilmiş ihtiyaç ve arzularımızda da değişimlere yol açabilir.
Tam bir insani gelişme teorisi, kişiliklerin, becerilerin, fikirlerin ve değerlerin nasıl oluştuğunu, bunların neden genellikle kalıcı olduğunu, sadece zaman, zaman değişime uğradığını ve bu yarı sürekli yapılar ile insanların ihtiyaç ve yetenekleri -arasında nasıl bir ilişkinin var olduğunu açıklamak durumunda kalırdı. Şu anda ne böyle bir psikolojik teori mevcut, ne de ufukta görünüyor. Yine de amaçlarımız bakımından yeterli olan birkaç “alt düzey” iç görünün var olması bizim için bir şanstır.
Bir bireyin kendi ihtiyaçlarını ve güçlerini herhangi bir anda biçimlendirme yeteneği, daha önce geliştirdiği kişilik, beceriler ve bilinç tarafından kısıtlanır. Ancak bu özellikler her zaman birlikte işlenmesi gereken “veriler” değildi; bunlar, daha önce seçilmiş faaliyetlerin “verili” genetik potansiyellerle birleşim halindeki ürünleridir. O halde herhangi biri, gelecekteki ihtiyaçların karşılanması bakımından zararlı olan özelliklere yol açan faaliyetlere girişmeyi neden seçer? Çıkarlarımıza öncelik vermeyen bir kişinin bizim adımıza karar vermesi bir olasılıktır. Bir diğer aşikâr olasılık, esas olarak acil ihtiyaçları karşılamak için seçilen şimdiki faaliyetlerin önemli gelişimsel sonuçlarını fark edemeyişimizdir. Ancak dayatılan seçimler ve kişisel hatalar en ilginç olasılıklar değildir. Herhangi bir anda faal bir ihtiyaçlar ve yetenekler çokluğuna sahip oluruz. Fiziksel ve toplumsal ortamımıza bağımlı olarak bunların hepsini eş zamanlı olarak karşılamak ve geliştirmek her zaman mümkün olmayabilir. Pek çok durumda şimdiki ihtiyaçları karşılamak, ancak daha büyük bir doyum kazanmak bakımından zararlı olduğu daha sonra görülen düşünce ve davranış alışkanlıkları oluşturma pahasına mümkündür. Bu, bazı insanların, uzun vadeli sonuçların farkına varmış olsalar da, zararlı karakter özellikleri geliştiren seçimleri neden yapabildiklerini açıklayabilir.
İnsanlar insan doğasının tanımladığı sınırlar içinde öz yaratıcıdırlar, ancak bunu dikkatle yorumlamak gerekir. Her birey her hangi bir anda daha önceden gelişmiş insani özellikleriyle kısıtlanır. Ayrıca, faaliyetlerimizin çoğunu içinde gerçekleştirmek zorunda olduğumuz belli başlı toplum kurumlarının tanımladığı toplumsal rolleri, bireyler olarak değiştiremeyecek kadar güçsüz durumdayız. O halde bireyler olarak gelecekteki karakter özelliklerimizi biçimlendirecek davranış türünü etkilemek bakımından da bir ölçüde güçsüzüz. Dolayısıyla, bu özellikler ve bunlara bağlı her türlü arzu etki alanımızın ötesinde kalabilir ve öz oluşum gücümüz kendimizi içinde bulduğumuz toplumsal kurumlarca etkin biçimde kısıtlanır. Ancak bu toplumsal kurumların nihai olarak insan yaratıları olması anlamında ve bireyler verili toplumsal durumlar içinde manevra yeteneğine sahip oldukları ölçüde öz yaratım potansiyeli muhafaza edilir. Başka deyişle, biz insanlar tarihimizin hem özneleri hem de nesneleriyiz. İnsani merkez kavramı bu sonuçları kapsamak için tanımlanır. İnsani merkez, bütün ihtiyaçları, yetenekleri, kişilikler, becerileri ve bilinçleri ile bir toplumun içinde yaşayan insanların birlikteliğidir. Bu birliktelik, bilinen tarihin başlangıcından çok önce gerçekleşen evrimsel bir sürecin sonuçları olan, doğal ve türe özgü ihtiyaç ve yeteneklerimizi içerir. O, herhangi bir anda bireyi ilgilendirdiği ölçüde veriler oluşturan bütün yapısal insani özellikleri içerir, ama gerçekte, bireyin daha önceki faaliyet seçimlerinin doğuştan gelen potansiyeller üzerinde birikmiş damgasıdır; ayrıca, doğal ve türe özgü ihtiyaçlarımızın ve yeteneklerimizin, biriktirmiş olduğumuz insani özelliklerle etkileşmesiyle belirlenen türetilmiş ihtiyaçlarımızı ve güçlerimizi ya da tercihlerimizi ve yeteneklerimizi içerir.
Şöyle başlayalım: Biz, dünyamızın bizden istediği ne ise, öyle oluruz ve ruhumuzun temel yönleri bir kalıpta olduğu gibi, çevresindeki dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir. Dünyanın bize sunduğu genel görünümü hayatımızın genel görünümünü teşkil eder. Bu sebepten ötürü, günümüzün kütlelerinin doğdukları dünyanın, tarih için yepyeni olan yönlerini teşhir ettiğini ısrarla belirtmek istiyorum. Geçmiş zamanlarda vasati bir insan için hayat, bütün çevresini kaplayan güçlükler, tehlikeler, ihtiyaçlar, diğerlerine bağlılık anlamlarına gelirken, yenidünya hemen hemen sınırsız imkânların, güvenliğin ve kimseye bağlı olmayışın bir sahası olarak görünüyor. Her çağdaş insanın zihni, davranışı, bu esas ve devamlı intiba üzerinde teşekkül edecek; tıpkı, önceki zihni davranışlarının temelini bunun aksi intibaının teşkil etmesi gibi! Zira o temel izlenim, her ferdin derinliklerinde ara vermeksizin muayyen sözleri ve ona, hayatın bir tarifini-ki aynı zamanda ahlâki bir zarurettir- ısrarla teklif eden dâhili bir ses olur. Ve eğer geleneksel hisler, “yaşamak insanı, kendisini sınırlı hissetmesi ve bundan böyle, bizi sınırlayanlara rıza göstermektir” diye fısıldarsa, en yeni ses şöyle haykırır: “yaşamak hiçbir sınır tanımamak ve bunun neticesi, insanın kendini sakin bir şekilde benliğinin iradesine terk etmesidir. Mümkün olmayan hemen hemen hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey tehlikeli değildir ve prensip olarak, kimse kimseden üstün değildir.”
Modern insan, toplumun maddeci uygulamalarını idealizmle ilgili lakırdılarla örtbas eden on dokuzuncu yüz yıl insanından daha az ikiyüzlüdür. Bugün böyle bir ikiyüzlülük hiç kimseyi kandıramaz. Ama bunun nedeni parıltı sözlerle gerçeklik arasındaki çelişkinin giderilmiş olması değildir. Çelişki kurumsallaştırmıştır, o kadar! İkiyüzlülük, sinikliğe dönüşmüştür; artık kendisine inanılmasını bile beklememektedir. Sanat, arkadaşlık ya da din gibi şeylerden söz eden bir sesin birkaç saniye sonra bir şampuanın reklamını yaptığı işitilmektedir. Düzgün konuşmayla, müzik kültürüyle ya da ruhsal kurtuluşla ilgili broşürler, mide gazı ilaçlardan erdemlerini anlatan broşürlerden tanıdığımız bir üslupla yazılmaktadır. Hatta bunların tümü de aynı uzman metin yazarının ürünü olabilmektedir.
İnsanoğlu, toplum içinde yaşamakla ve etkinlik göstermekle kalmaz; tıpkı çevresinde ki doğa konusunda bilgi edindiği gibi bu toplum konusunda da bilgi edinir. Toplum konusunda bilgi edinme insanoğlunun, içinde yaşadığı en yakın toplumsal çevreyi kavraması değildir sadece; toplumsal yaşamın tümüne yönelmiş bir irdelemedir. İnsan toplumu, insan ile doğa ve insanların kendi aralarındaki etkileşmenin yarattığı karmaşık bir varlıktır. Toplum bilgisinin ele aldığı toplumsal gerçekliği; insanlar, etkinlikleri ve ilişkileri oluşturur.
Kapitalist sistemi yücelten burjuva ideologları, bireyin özgürlüğü ile toplumun gereksinimleri arasında tam bir denge kurduğunu ileri sürerek kapitalizmin, birey ile toplum arasında uyum sağladığını söylerler. Bireyci kişilik ahlâkı ve zihniyeti, burjuva toplumunun koşullarınca biçimlendirilmiştir ve kendini ortaya koyusunun başlıca biçimi, kişisel başarı ve refahtır. Para, başarının ölçüsüdür; mal, mülk (eşya) da zenginliğin simgeleridir. Bu başarı tutkusu, bireyin yanındaki insanı ya bir rakip ya da amaçlarına varmasını sağlayacak bir araç olarak görmesine yol açar.
İnsan, öncelikle toplumsal bir varlıktır. Yani bir soy topluluğu varlığıdır. İnsan özü, insanın hakiki soy topluluğu olduğuna göre, insanlar özlerini etkinleştirerek insan topluluğunu, tekil bireyin karşısında yer alan soyut olarak evrensel bir kudret, güç olmayıp, her bir tekil bireyin özü, faaliyeti, yaşamı, ruhu, serveti olan toplumsallığı yaratır ve üretirler.
Toplumsal çıkarları kişisel çıkarlara oranla her zaman önceliği olmasına karşılık, kişisel çıkarların, toplumsal çıkarlara bağımlı kılınması, toplum ile birey arasındaki çelişkinin çözülmesi sürecinin sadece bir yüzüdür. Ne var ki, İnsan, toplumsal gereksinimlerin ışığında özgür olarak davranırsa, bağımlı kılınmak diye bir şey söz konusu olamaz. Toplumsal ve kişisel çıkarların uyum haline getirilmesi, bir yaşam ilkesidir.
Birey, ancak önceki ya da çağdaşı kuşaklardan bireylerin yaratıp nesnelleştirdiği yetenekler, gerekler, davranış biçimleri fikirler vb.lerini az ya da çok kendine mal etmesi, yaşamı ve faaliyetine içselleştirmesi aracılığıyla ve sayesinde insandır. Böylece, insan bireyi, somut kişiliğinde, kendi içinde yalıtılmış durumunda ele alındığında dahi, toplumsal münasebetlerin ve tarihin bir ürünüdür. Toplumsal faaliyet ve doyum hiçbir şekilde salt doyumsuz bir cemaat faaliyeti ve doyumsuz cemaat doyumu olarak var olamaz… Bilimsel olarak etkin vb. olduğunda dahi -başkalarıyla doğrudan ilişki içinde pek sürdüremeyeceği bir faaliyet- toplumsal olarak etkinimdir, çünkü bir insan olarak etkinimdir. Yalnızca faaliyetinin malzemesi toplumsal bir ürün olarak verilmiş değildir; bizatihi benim varoluşum da toplumsal bir faaliyettir. Mübadelenin kendisi bu bireyselleşmenin başlıca aracıdır.
Tarihsel olarak yaratılmış ve nesnelleşmiş maddi ve zihinsel güçler, ancak bir insan cemaati içinde, diğer insanlarla münasebetler aracılığıyla birey tarafından temellük edebilir. Çocuk daha başından itibaren, kendini asli insan güçlerini kapsayan insan yapımı, insanileşmiş bir çevrenin içinde bulur, ancak bu ortamın unsurları olarak nesnelerin “uygun” insani anlamları, onun için verili değildir, “doğa, ne nesnel ne de öznel olarak insana doğrudan, yeterli bir biçimde verili değildir. İnsan nesneleri insana verili değil, görev olarak önüne konulmuştur. Kişi onların kullanım ya da yeniden üretim yeteneğini kendinde geliştirmeli, onlarla insan nesneleri, insan güçlerinin nesneleşmesi olarak pratikte ilişkilenmelidir ve pratik toplumsal davranışın temel biçimleri söz konusu olduğu ölçüde, bu ‘öğrenme süreci” (verili bir toplum için ) temel olan insan yeteneklerinin yalnızca yetişkinlerin yani toplumun dolayımı ve yardımlarıyla gerçekleştirebilir.
Kuşkusuz, insanın toplumsal karakteri salt üretim olan ve edimleriyle sınırlı değildir. Toplumsallık bireyin bütününü karakterize eder, yaşam faaliyetinin tüm biçimlerine nüfuz eder. Toplumsal faaliyetin özgül ve göreli bağımsız kurumsal olanlarının, aynı zamanda insanların gerçek cemaati ve doğrudan birleşikliği için bir ikame işlevi gören toplumsal yaşam alanlarının ortaya çıktığı tarihsel süreçleri de dâhil eder. Bizatihi iktisatta Pazar mübadelesi alanını ve genelde, toplumsal bütünlük içinde, merkezinde devlet kurumunun yer aldığı siyaset alanını… İnsan toplumsal yaşam biçimlerinin tümünde var olan kişisel temas ihtiyacı da hiçbir zaman bu genel soyut biçiminde mevcut değildir. İnsan salt başka insanlarla temasa değil, karakteri kendi toplumsal olarak biçimlenmiş kişilik yapısına denk düşen ve onu doğrulayan karakterde temasa ihtiyaç duyar. Böylelikle genel kişisel temas ihtiyacı, her zaman tarihsel olarak özgül toplumsal, kişisel kabul ihtiyacı olarak ortaya çıkar.
Bireyi Belirleyen Toplumsal-Tarihsel Koşullardır
Marks, birey ile toplum arasındaki ilişkiyi, aşağıdaki tarzda özetlemektedir: “Burada bireyin gelişiminin doğrudan ya da dolaylı münasebet içinde olduğu tüm diğer bireylerin gelişimiyle koşullandığı, birbiriyle ilişkiye giren çeşitli kuşakların karşılıklı bağlantı içinde olduğu, sonrakilerin, fiziksel varoluşlarında birikmiş üretici güçleri ve münasebet biçimlerini devraldıkları, öncekileri tarafından koşulladığı ve böylelikle de kendi karşılıklı ilişkileri tarafından belirlendiği kesinlikte ortaya çıkar. Kısacası, bir gelişme ortaya çıkar ve hiçbir tekil bireyin tarihi, önceleyen ve çağdaş bireylerin tarihinden soyutlanamaz; ilki ikincisi tarafından belirlenmektedir.”
Burada iki önemli noktaya dikkat çekmek gerekiyor. İlki, somut bireyi belirleyen toplumsal-tarihsel koşullar, ona yabancı ve gerçek ilksel itki ve güdüler olarak ona dışarıdan dayatılan, dolayısıyla da otantik benliğini boğan ve baskılayan olarak kavranmalıdır. Bunlar, onun bireyselliğinin gerçek, içsel koşulları, onun tarafından mal ya da mülk edilip içselleştirilen kendi kişiliğinin bileşenlerine dönüşmüş koşullardır. “insanlar, insanların dünyasıdır; toplumudur” nesneleşmiş ve dolayısıyla nesnel-maddi olarak var olan insan yetenekleri, gerekleri, temas ve davranış biçimleri, bir kez daha temellük yoluyla, canlı kişiliğin karakteristiklerine, bireyin özsel dünya ve yaşamının unsur ve bileşenlerine yeniden dönüştürürler. Her bir insanın somut eşsiz kişiliği bu şekilde, insan yapımı toplumsal dünyaya etkin katılım ve belirli özgül bir tarzda temellük aracılığıyla biçimlenir. Bazı tarihsel çağlarda ve birey sınırları için -ve bu tüm yabancılaşma dönemi boyunca genel bir eğimlidir- onlar tarafından belirlenen toplumsal koşullar ve yaşam biçimleri, ilgili bireyler dışsal ve rastlantısal engeller, kişiliklerinin tezahürünü engelleyen ve çarpıtan güçler olarak görünür. Ancak bu, yalnızca verili toplumsal koşullar, tarihsel varoluşun ve ona etkin katılımın özgül biçimi bireylerde, gerçekleşmeleri ve elde edilmesi tam da aynı koşullar tarafından müsadere edilen (ya da tek yanlı olarak izin verilen) gerek hedef, yetenek ve potansiyelleri geliştirdiği için böyledir. Bireyin yaşamını kendi otantik varoluşu değil de, rastlantısal bir yazgı olarak algılamasına yol açan içsel uyumsuzluk ve bölünmüşlüğü, içinde yaşadığı ve kendisini koşullayan toplumsal gerçekliğin bölünmüşlüğünü ve kendisiyle çelişkisini ifadelendirmektedir.
İnsan, toplumsal ortamının üzerine etkidiği izlenimlerin kurbanı olan ya da onları kaydeden edilgin bir tabula rasa değildir. Nesnel toplumsal dünyasının maddi ve ideal unsurları, yukarıda da göstermeye çalıştığımız gibi, ancak bir temellük süreci aracılığıyla, yani yalnızca kendi seçici faaliyeti aracılığıyla ve onun sonucu olarak kendi kişiliğini bileşenlerine dönüşür ve her insanın Özgül, indirgenemez bireyselliği doğrudan oluşturan, öncelikle bu faaliyet ve onun toplumsal sonuçlarıdır. Her bir somut birey, az çok kesinlikle sınırlandırılmış bir tarihsel olarak olanaklı davranış ve faaliyet biçimleri erimini, kendi tarihsel durumu, sınıfsal konumu vb. tarafından ile sabitlenmiş bir şey olarak bulur. Büyük toplumsal grupların elası davranış biçimlerine, tarihsel potansiyellerine ilişkin herhangi bir rasyonel “öngörü” de bulunabilmesinin nedeni budur. Ancak nedenli ayrıntılı olursa olsun, hiçbir toplumsal çevre araştırması, verili bir kişisel karakterin ya da herhangi bir tekil edinim zorunluluğunu çıkarsamaya olanak vermez. Somut bir yaşamın gidişatı, bir bireyin kişisel tercihi kendi edinimleriyle toplumsal ‘çevresinin ‘tepkileri’ arasındaki sonsuz etkileşim, alışveriş tarafından belirlenmektedir. İnsan kişiliği – L Kolakowski’nin uygun deyimini kullanacak olursak- insan ile dünya, öznel faaliyet ile nesnel toplumsal gerçeklik arasındaki sürekli diyalog içindedir. İnsan yaşamını ancak tarihsel koşulların, toplumunun kendisine sağladığı malzemeden yapabilir. Ancak yabancılaşma eğilimlerinin başat olduğu dönemde dahi, yaşamını bu malzemeden -çok dar sınırlar dâhilinde olsa da-yapan, bireyin kendisidir.
İnsan etkileşiminin, eriminin bu tedrici genişleme süreci, aynı zamanda -insan tarihinin genel eğilimine ilişkin olarak-insanların dolayımsız çevreleri ve toplumsal grupları ile ilintili özerkliklerin genişlemesi sürecine, insanın bu özerkliğe dayalı insan öznelliğinin genişlemesine, kısacası, bireyselliğin ortaya çıkışına denk düşer, “tarihte gerilere gittikçe birey, dolayısıyla da üreten birey artan ölçüde daha geniş bir bütüne ait görünür…” insan tarihinin ilkel-arkaik evresinde başat olan küçük ve kapalı yerel cemaatler bireylerin salt rastlantılardan ibaret olduğu toplumsal tez olarak görünür. İnsanlar sözcüğün gerçek anlamıyla ancak toplumsal temasların gerçekleşmesi aracılığıyla -ve öncelikle mübadelenin ilerlemesi aracılığıyla- bireylerin yaşamlarının önkoşulları işlevi gören, yani verili ve değişmez bir şey olarak görünen cemaatleri çözen bir tarihsel süreç içerisinde birey haline gelirler. İnsanın evrenselleşmesi ve bireyselleşmesi, birliği tarihin uzun bir dönemi boyunca, yalnızca sabit, derin otonomiler (Yabancılaşma döneminde bireyselleşme) aracılığıyla gerçekleşse de bu bakımdan, tekil bir bütünsel süreç oluşturur.
“Modern yaşamın en derin sorunları bireyin, boğucu toplumsal kuvvetler, tarihsel miras, dış kültür ve yaşama kültürü tekniği karşısında varoluşunun örnekliğini ve bireyselliğini koruma savından kaynaklanmaktadır” diyen George Simmel ise mal mübadelesinin yerini alan paraya dayalı ekonomik sistemin, insanın bütünselliğini tehdit ettiği düşüncesindedir.
Sınıflı toplumda törenin de üstünde resmi devlet kuralları, gerektiğinde şiddet uygulanarak, daha da katı olarak yürütülecektir. Bireyin bağlılığı tutsaklığa ve köleliğe dönüşecektir. Bağımlılık sadece toplumun maddi üretim koşularında değil, zihniyet ve duygu dünyasında da egemen kılınacaktır. İdeolojik ve maddi koşullar toplumun tüm kesimlerinde ilahi düzenin yansımaları olarak kutsallıkla benimsetilecektir. Sınıfsal sömürü olanakları arttıkça, bunu mümkün kılan bağımlılık ilişkileri hem maddi baskı ve işkencelerle, hem de manevi korku ve müjde aşılayan mitolojilerle habire pekiştirilecektir. Birey de artık bir kurtuluş özlemi gelişecek, büyük bir dengesizliğe ulaşmış toplumsal ağırlıktan kaçış süreci başlayacaktır. Çeşitli yeni gruplaşmalarla bağımlılığı ve köleliği dayatan toplumda çözülme hız kazanacaktır. Önceleri hafiften acılarından bahsederken, insan giderek yakınır ve isyana yönelir. Resmi düzen güçlerine karşı kendi dayanma olanaklarını araştırır. Yeni tanrı arayışları ve toplumsal birliktelikler bu süreçte gerekli farklılığı zihinlere yerleştirir.
Muhalif toplum bireye daha yakındır. Özgürlük süreci bir anlamda yeni toplumsal hareketliliktir, onun ideolojik kimlik ve düzen arayışıdır. Eğer yeni ideoloji ve toplum deneyimle muhalefet ettiği sisteme rağmen yaşar ve hatta daha da verimliliğini kanıtlarsa, eskinin yerine geçme imkânı doğar. Köleci sisteme karşı ister tek tanrılı dinler, ister yarı felsefi-dini tarikatlar biçiminde olsun, gelişen bu eğilim İsa Örneğinde görüldüğü gibi tam bir Mesihlik, kurtuluşçu akım olarak belirecektir. Toplumsallığın çok uzun süren bir döneminden sonra bireyin vicdanı ve zihni uyanmaktadır. Yüz binlerce yıl süren toplumsal töreciliğin prangalarından kurtuluş, aşırıya kaçmış toplumsallık olgusunun itirafıdır. Bu eğilim feodal toplum sistemini doğurduğunda durmayacaktır. Tanrı aşkı veya klasik orta çağ aşkları, yine bireyin aşırı toplumsallaşmadan kaçışını, özgürlük arayışını ifade edecektir. Bu kadar büyük aşk arayışları ne kadar mahkûm yaşandığının çarpıcı kanıtlarıdır. Toplumdan kaçınmakta, Allaha sığınılmakta, birey aşkından medet umulmaktadır. Felsefe ve tarikat arayışları da bu sürecin bir parçası olarak devam etmektedir. Sınırlı ve yanlış hedef ve araçlarla da olsa, başkaldıran birey artık kolay dizginlenmeyecektir.
Kapitalizmi doğuran en temel etkenlerden biri olan bireyciliğe bu kapsamda bakılınca burjuva liberalizminin ne kadar güçlü tarihsel ve toplumsal kökenlere sahip olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bununla birlikte tüm haklılığına rağmen, bilimsel Sosyalizm toplumculuğunun neden üstünlük kazanmadığını da daha derinden anlamak mümkün olmaktadır. Toplum bir çelik çekirdek olarak varlığını sürdürdükçe, bireyci liberalizm sosyalizme hep üstün gelecektir. Eski toplumun çekirdeksel dağılışı gerçekleştiğinde, o zaman toplum-birey ilişkilerinde ideal bir denge kurmanın koşulları doğmuş olacaktır.
Burada tanımlama düzeyinde de olsa kapitalizmi doğuran tarihi eğilimlerden bahsederken -ki kapitalizmin tarihine girmeyeceğiz, şüphesiz bireycilik akımı bu eğilimlerin en başta gelenidir. Birey adeta eritilmiştir. Toplum ise, neredeyse çevre elektronlarını yutmuş, büyümüş ve parçalanmaya yatkın bir atom çekirdeğine benzemektedir. İşte bireycilik, tıpkı sisteme giren bir parçacığın zincirleme reaksiyonlara yol açması gibi, eski şişmiş ve hantal toplumu parçalayan parçacık rolünü oynamaktadır. Doğacak kapitalizm gücünü bu toplumdan alırken, aslında büyük bir tarihsel sonuca yol açmaktadır.
Kapitalizm, gücünü ve enerjisini esas olarak binlerce yıl sürekli büyümüş toplumunda bireycilik çıkışından almaktadır. Yaratıcılığının sırrı buradadır.
Toplum ve Toplumsallığı Yorumlamak
Toplumla uğraşmak fizikle uğraşmaya benzemez. Kaldı ki, orada bile hatalı bir deneyim, kontrol altında olmayan bir icat en büyük felakete yol açabilecektir. Atom bombası bunun çarpıcı bir örneğidir. Toplumsal saha tümüyle kutsal bir mabet gibidir. Her ilişki ve kurumunu aynı hassasiyetle anlamak ve nasıl yaklaşım içinde olmak gerektiğini belirlemek, en az bir tıp doktorluğu kadar sorumluca ve ustaca ilgilenmeyi gerektirir. Bu yapılmadığı içindir ki, toplumun trajik kaderi ortaya çıkmakta; çılgınlığın her biçimine, korkunç işkence ve savaşlara kadar gidilebilmektedir. En büyük özeleştirilerin toplumsal bilime ilişkin verilmesi gereği her geçen gün önemini arttırarak ortaya koyacaktır.
Toplumbilim, artık Comte, Durkheim ve Spencer In yapmış oldukları gibi pek de kesin olmayan bir toplum tipolojisi ortaya koyma çabalarını bir yana bırakıp, değişimle, denge ve dengesizlik etkenleriyle uğraşmaktadır”Çalışmak mücadele etmek ve kendilerine de daha iyi yaşam kurmak için toplum içinde bir araya gelmiş dünyanın tüm insanlarını seyretmek, anlamak insana hiçbir şeyin veremeyeceği bir mutluluk veriyor” Antonio Gramsci.
Bireycilik kapitalist toplumu doğuran sistemin temel ruh özelliğidir. Bireycilik, kapitalizmin doğuşunda zincirinden boşalmış bireyin çılgınlığa varan, kendisinin çıkarından başka hiçbir kutsallığı olmayan kükreyişidir; benliği en temel sürükleyici güçlerden başta gelenidir. Bilimden bile öncelikli bir güç olarak rol oynamaktadır.!
Kapitalist birey, özünde toplum karşıtıdır. Özellikle doğuş sürecinde bireyci tutku hiç sınır tanımamaktadır. Kendini geçmişin tüm bağlarından koparmış, para saymakla özgürleştiğine inanmaktadır. Para gücünü tanrıyla eşitlemektedir. Yani tanrı=para formülü kapitalist bireyin beğenisidir. Para, sistemin ruhunun somut ifadesi olmaktadır. Sihirli güçtür, çevrilemeyeceği hiçbir değer yoktur. Toplumun daha önceki biçimlerinde simgeleri totem, tanrı, tanrı-krallar gibi değerlendirilirken, kapitalist biçimlenişte toplumun en özlü ve güç yansıtıcısı, bireysel ruhu en çok çeken, uğruna her şeyin göze alındığı, gerektiğinde tüm insanlığa kan kusturacak savaşlara götüren güç para olmaktadır. Para etrafında şekillenen bir ruh kimliği geçerli olmaktadır.
Din-Ahlak İlişkisi ve Bilimin Halklaşması
Önceki tüm sistemler, toplumsallığı sürekli burjuvanın bireyci çıkarlarına göre geliştirmekteydiler. Ahlâki-politik toplumda İster açık ister kapalı, ister gönüllü ister zorla yapılsın, toplumsallaştırma yaşamın en vazgeçilmez kutsal eylemidir. Tüm din, ahlâk, üretim, siyaset bu amaca bağlanmak durumundadır. Her gelenek ve herkes bu kuralın değişmez propagandacısıdır. Kapitalist aşamaya gelindiğinde, aşırı yük bağlanan toplumsallaştırmanın bireycilikle patlatılarak görülmemiş bir güce(atomun parçalanması) ulaşılacağı adeta keşfedilmiş gibidir. Toplumu en hassas noktalarından bireycilik bombasıyla patlatmak muazzam servete yol açmaktadır. İlk denemeler başarılı sonuç verince, geriye kalan sistemleştirmedir. Bireyin dergâhı artık tapınak değildir. Yüzler Allah’a çevrilmemektedir. Günahkarlık ortadan kaldırılmıştır. Yeni Kâbe fabrikadır, yeni tanrı paradır, kutsal olan bireyci çıkardır. Günahkarlılığın önünde bir tür engeldir.
Yüz binlerce yıl birey dini ritüel de kurban edildi. Birçok din en değerli varlıklarını, çocuklarını, toplumsal esenlikten sorumlu tuttukları tanrılarına gözünü kırpmadan kurban verdiler. Toplumun kara vicdanında din adına böyle açıldı. Sinirsiz kurban sunmalarla bireyden intikam alındı. Toplum tarihi bir anlamda da toplumu kurtarma adına bireyi kurban etme tarihine dönüştü. Tüm savaşlar, ibadetler, törenler, bunu hizmetine koşuldu. Burada toplumsallık adına yapılanlar çılgınlığa varmaktadır. En ufak bir kural çiğneme, en büyük günah ilan edilebilmektedir. Yeryüzünün cehennemleştirilmesi yetmediği gibi, öte dünya adına bir başka cehennemle azaplı süreç sürekli kılınmaktadır. Bireyin tutsaklığı o kadar geliştirilmiştir ki, gölgesine bile sahip çıkamamakta, gölgelerin gölgesi konumuna indirgenmektedir. Toplumsallık adına birey bu hale getirilmiştir.
Kuşkusuz ahlaki-politik birey tüm bu saldırılara rağmen ayakta kalmayı ve tarih içinde direnerek varlığını sürdürmeyi de başarmıştır. Bu direniş ahlaki ve politik değer yargılarına sahip çıkma temelinde, komünal demokratik değerlerin geliştirilmesi esasına dayanmaktadır.
Bu somutlayış ancak iyimser, ileri ve dinamik bir yöntemle gerçekleştirildiğinde bir anlam kazanacaktır. Toplum bilimin ve tarihe bakışın, devletçi-hiyerarşik görüşü boşa çıkarması için en baştan ve yeniden konumlanması gerekir ve bilimin halklaşması ve özgürleşmesi için bu görev, bir zorunluluktur. Toplumun büyük bedellerle ve titizlikle koruduğu değerlerini, yaratılarını, tahakkümcü-istismarcı yöntemlerden uzak tutmak, bu kurgusal yapmacık ikiyüzlü ve faydacılığı temel alan değerlerden ayrıştığı noktaları somutlaştırmak görev olmalıdır. Egemenler kirli-paslı kurgularını cilalayıp yeniden halkların belleğine sunsalar da onları bütünüyle kandırmayı ve ortak değerlerini onlara unutturmayı hiçbir zaman başaramadılar.
Elbette tarihin sonunun geldiğini söyleyen, kapitalist “ilerlemenin” bir kurbana dönüştürmeye çalıştığı ahlaki-politik toplum, tarihe ve topluma sinmiş olan tahakküm ve hiyerarşi örüntülerinden kurtulmak için direnirler.
Ahlaki-politik toplumun belleğine inanmalı, yaslanmalı ve her insanın belleğinin en derinlerinde yatan toplumsal ortakçı-paylaşımcı yaşamın sıcaklığında bugün yeni ateşleri yakacak kıvılcımların olduğunu bilerek, o kıvılcımların tutuşturacağı büyük özgürlük ateşine doğru yürümeliyiz.
Toplumsallaşmanın verdiği büyük güç anlaşıldıkça toplumsallaşmaya daha da yüklenmek kaçınılmaz olacaktır. Onunla doğanın bir sürüngeni, pasif yaratığı olmaktan kurtulunmakta; tersine geliştikçe, tüm doğa değerlerine hükmeden bir güç haline gelinmektedir. Toplum tarihinin başlangıç aşamaları bu nedenle hep aşırı toplumsallaşma, alt biçimden üst biçime, bir bölümden diğer bölüme sürekli sıçramaların yapıldığı bir yapı ortaya çıkarmadır. Kendini gösteren tüm sorunlar ve engeller ilgili toplum biçimlenişleri oluşturularak yanıtlanmaktadır. Kısa sosyolojik bilgilenmeler gerçeğin bu yönlü akıp geldiğini, kesintisiz ve sürekli büyüyen bir gelişmenin olduğunu göstermektedir. Ara-sıra kopmalar, parçalanmalar ve imhalar genel eğilimin sürekli büyüme ve güçlenme trendini ortadan kaldıracak güçte olmamaktadır. Belki de toplumsal evrimleşmenin gerekli olarak eskinin yeni önünde işlevini yitirmiş kalıntıları ve fazlalıklarıdır.
Bir Saldırı Hali Olarak İktidar
Günümüzde iktidarın, yaşamı her alanda kontrol edecek düzeyde gelişimi toplumu ciddi biçimde tehdit etmektedir. İktidar, ahlâki-politik toplumu toplum yapan temel demokratik komünal değerlerin inkârı ve zayıflatılması üzerine gelişim kaydeder. Bu açıdan iktidarcı toplum doğal toplumun antitezi olarak gelişim göstermiştir. İktidar kuşkusuz toplumdan doğmuş, ondan beslenmiş fakat onu zayıflatıp doğasını bozmaktan da geri durmamıştır. İktidar, toplum yaratımı olan bütün değerlerin gaspı anlamına gelmektedir. İktidarcı toplum, kendi doğasına yabancılaşmış toplum demektir. Bir sapma şeklinde gelişen bu yabancılaşma, kadın yaratımlarının gaspı, zihniyetinin ve kültürünün ters-yüz edilmesi üzerinden gelişmiştir. Aslında bu, insanlık özünün çarpıtılması anlamına gelip, iktidarcı toplumun başlangıç aşamasına tekabül eder.
İktidarcı toplum adeta üstenci bir toplum yaratmıştır. Toplumsal çelişkiyi dar sınıf çelişkiler düzeyinde ya da kaba bir ezen-ezilen çelişkisi biçiminde ele almak yetersiz kalmaktadır. Esas çelişki toplum ile iktidar arasındadır. Daha genişçe ifade edersek, eşitlikçi ve özgürlükçü değerler temelinde gelişen demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum ile hiyerarşik, doğaya hükmeden devletçi toplum arasındaki çelişki temel karakterdedir.
Ahlâki-Politik Toplumun bir bütün olarak iktidar tarafından dönüşüme zorlanması, toplumsallığın intihara sürüklenmesi olarak görülmesi gerekir. Toplumsallığın yıkılışı, yeniden inşasını zorunlu kılar. Bu kuruluşun yeniden iktidarcı biçimlerde mi olacağı yoksa demokratik-komünal temelde mi olacağı veya bunların dengesinin nasıl kurulacağı, etkin güçlerin hareketliliğine bağlıdır. Bu kaos döneminin çok uzun sürmesi beklenemez. İktidarı, toplum tarafından üretilip fakat değişim geçirerek onun bünyesini kemirerek beslenip büyüyen, büyüdükçe bünyeyi tümden felce uğratan kanserli hücrelere benzetebiliriz. Bünyenin felç olması kaosa işaret eder. Ya kanserli hücreler bünyeden sökülüp atılarak bünye yenilenecektir; ya da kısmi tedavilerle bünyenin ömrü biraz daha uzatılacaktır, yoksa ölüm gerçekleşecektir. Modern iktidarın geldiği düzeyi bu biçimde tarif edebiliriz.
Tarihin hiçbir döneminde iktidar günümüzdeki kadar toplumsal yaşamı kontrol altına almamıştır. İktidar, toplumsal yaşamı bir bütünen denetlediği kadar kendisi de üretme iddiasındadır. Yaşamın tümden iktidar tarafından yönetilmesi, toplumsallığın yaşam üreten gücünün yitirildiği anlamına gelmektedir. Toplum yeni değerler üretemeyecek kadar zayıflamıştır ve iktidar tarafından yönetilmektedir. Bu, tarihte yeni bir gelişmedir. Tarih pek çok çeşit iktidar biçimlerine tanıklık etmiştir. Fakat iktidarın toplumu bir bütünen kontrol etmesi yeni bir gelişmedir. Bu da Batı merkezli kapitalist iktidarın buluşu olmaktadır. Günümüz kaosunun en belirleyici özelliği de budur. Bu nedenle toplum, demokratik komünal temelde yeniden kurulmalı ve bu kuruluş modern iktidar da dâhil olmak üzere bütün iktidar biçimleriyle radikal bir karşıtlık içerisinde olmalıdır. Günümüzde ahlâki-politik topluma sahip çıkmak, toplumu savunmak en birincil devrimci görevdir. Güncel kaosta demokratik sosyalizmin temel misyonu, topluma layık olduğu itibarı yeniden geçirmektir. Mevcut toplumu eşitlikçi ve özgürlükçü özüne uygun olarak yeniden kurmanın yol ve yöntemlerini bulup hayata geçirmektir.
Ahlâki-Politik Toplumsallık ne kadar güçlü olursa kapitalizmin iktidar olması da o kadar zor olur. Kapitalizm gaspa, talana dayalı bir sistemdir. Toplumu tümden, ekonomiye indirger. Toplum onun için değer biriktirilecek kocaman bir fabrikadan ibarettir. Toplumun metalaştırılması denen olgu da budur. ahlâki-Politik toplum ise biriktirmeye değil, dağıtmaya ve paylaşıma dayanır. İktidarın sürdürülebilirliği biraz da ahlâki-politik toplumun kendi kendine yabancılaşması ile mümkün olmuştur. Bu nedenle bütün tarihsel sistemler iktidarla toplum arasındaki bu hassas dengeye özen göstermişlerdir. Fakat kapitalizm bu dengeyi doğası gereği iktidar lehine bozmuştur. Kapitalist ulus-devletin tarihin tanıdığı en gerici devlet biçimi olması da bu karakterinden dolayıdır. İktidardan bağımsız, topluma nefes bile aldırmak istenmemektedir.
Günümüz toplumu, her açıdan iktidar tarafından tüketilmektedir.. Kendi kendine yetecek üretime kadar bile imkân tanınmamaktadır. Toplum içinde şekillendiği doğasıyla beraber imha tehdidi altındadır ve kuşkusuz buna karşı direnecektir. Bu yüzden kapitalizmin kriz derken sadece kapitalist iktidar biçimlerinin krizini kastetmiyoruz; tarihsel iktidarın krizini kastediyoruz. Tüm devletli-sınıflı toplum uygarlığı krizdedir ve yeni toplumsal kuruluşun radikalliği de krizin bu derinliğinden kaynaklanmaktadır. İktidar, toplumsal bünyeden dışlanmadan; toplumun kendisini sürdürmesi mümkün değildir. Bu temelde radikal demokrasi, toplumun iktidar yaratmadan kurulması ve sürdürülmesi demektir ki toplumun doğası buna daha uygundur.
Yabancılaşma Hali
Marks, genç yaşlarında, Kapitalizmin insanı, eşyanın kölesi yaptığını yazmıştı. İnsanlar, sahip oldukları şeylere göre değerlendirilir. Bundan ötürü de, belli tüketim standartlarını elde etmeye yönelirler. Bunun sonucu olarak insan sadece kişisel ve günlük yaşamında kendisi olduğuna inanır. Oysa aslında, tercihleri, tüketimin niteliği, görüş ve düşünceleri Kapitalist reklam ve haberleşme araçlarının güçlü mekanizması tarafından programlanmıştır, düzenlenmiştir. Bu araçlar; gazeteler, dergiler, radyo, televizyon ve iletişim ağlarıdır. Kapitalist tekeller bunları tüketiciyi “yaratmak” için kullanır ve insana boş zamanını geçirmesini sağlayacak bir şeyler verirler; kafasını bayağı” kütle kültürü” ile doldururlar. İnsanı düşünme alışkanlığından yoksun bırakırlar. Zihnini güdükleştirir ve ruhunu yoksullaştırır. C. Wright Mills’in dediği gibi bir “neşeli robot” durumuna sokarlar. Böylece kişiliğin gelişiminin gerçek gereksinimleri ile Kapitalist toplumdaki bütün bir yaşam tarzı arasında “yabancılaşma” diye bilinen bir uzlaşmazlık ortaya çıkar. Kapitalist düzende yabancılaşma, sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve manevi yaşam alanlarında da geçerlidir. Siyasal güç toplumdan ayrılır ve emekçi halk kitlelerini egemenliği altına alan ve göreli bağımsızlığı olan bir güç durumuna girer. Bu siyasal yabancılaşma, sömürücü sınıfı askeri bürokratik aygıtının gelişmesiyle tam anlamıyla belirginleşir.
Kapitalist düzende, birey ve toplum birbirine yabancılaşmıştır. Birey, yabancılığı yaşayan toplumsal kurumlar, güçler ve ilişkiler dünyasında yaşar. Özel mülkiyet insanları böler; herkes kendini düşünmeye yönelir ve bu, bireycilik zihniyetinin gelişimine yol açar. Topluma ve öteki insanlara yabancılaşmış kişilik kendini yapayalnız; varoluşçuların dediği gibi kaybolmuş ve bırakılmış hisseder. Bunun sonucu olarak, yabancılaşma durumuna karşı herkesten fazla duyarlıklı olan ama bir gerçek çıkış yolu göremeyen aydınlar, yazarlar, sanatçılar ve bilginlerden bazılarının kapitalizme yönelik bir hümanist eleştiriye giriştikleri görülür.
Yabancılaşma uygar toplumun özüne, varlığına ilişkindir; sadece söyleme dayanmaz. Tahakküm örgütlenmeleri içerdikleri anlamları hakikat olarak sunduklarında, toplumsal yaşam paradigmaları köklü değişimler geçirir. Toplumda çelişkili yaşam ve ona yön veren paradigma biçimleri oluşur. Yabancılaşma hakikati kemirerek, yontarak, eriterek yaşanır. Yabancılaşmanın hakikat olarak değeri çarpıtılma, bastırılmaya ve karartmaların kabulü için girişilen çabalar sonucunda sürekli azalır. Savaşılacak bir hakikati kalmadığında, yabancılaşmayı yaşayan toplum anlamsız bir yapılar yığını haline gelir. Söz konusu yapılar toplum için sadece bir yüktür; bir nevi toplumsal hastalıktır. Tutuculuk, softalık, faşizm biçiminde patolojik adlarla anılır. Yabancılaşma hastalık halindeki toplumsal gerçeklik olarak artık anlamsızlıktır. Anlam yitimi en tehlikeli toplum halini yansıtır.
Maddi yaşamın devingenlikle düşünsel aydınlanma arasındaki uyum ve paralellik toplumsal gelişim ve değişimin diyalektiğini oluşturur. Maddi yaşamdaki dinamikler hareketlendikçe düşünsel plandaki devingenlikte artar, düşünsel dünyaya yeni ufuklar açar, gelişim sağlar. Bu gelişimin kaçınılmaz sonucu yaşamın yepyeni fikirler ve edimlerle tanışmasıdır. Bu yönüyle maddi yaşam düşüncenin şekillenmesine etkide bulunur. Şekillenen düşünce ise bilim ve teknik alanında yepyeni yaratımlara yol açacak yaşamın ilerleyip değişime uğramasında rol oynar. Tarihin zaman tünelinde güncele uzanan toplumsal gelişimin tüm evrelerinde bu diyalektik işler.
Oluşturucu İtenek Olan “Bilgi” ve Bilinçlenme
İnsanlar, içinde bulundukları ortamları anlamaya ve kendileri bu ortamlara yerleştirmelerini sağlayan entelektüel araçlara sahiptirler. Bu, herkesin dünyayı ve dünyadaki konumunu doğru biçimde anladığını söylemek değildir. Hiç kuşkusuz, pek çoğumuz kendimizi çoğu kez fazlasıyla aldatırız! Ancak içinde bulunduğumuz ortamlarla olan ilişkimize dair bir yığın geliştirmek için gösterdiğimiz sürekli çaba, işlerini normal bir şekilde yerine getiren insanların bir özelliğidir. Bunu yapma ihtiyacına ve yeteneğine genellikle bilinç diyoruz. Bu, insani sistemleri insani olmayan sistemlerden çok daha karmaşık kılan bir özelliktir. İnsanların, Öz yaratıcı olmalarını, kendi faaliyetlerini içinde yaşadıkları ortamlar ve üzerlerinde yarattıkları yerleşik etkilerin ışığında seçmelerini sağlayan bilinçtir. Faaliyetlerimizin sağladığı bir sonuç, şimdiki ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı olabildiğince tam olarak karşılamaktır. Ancak faaliyetlerimizin bir başka sonucu, türetilmiş özelliklerimizi ve böylelikle onlara bağımlı olan ihtiyaçları ve yetenekleri güçlendirmek ya da dönüştürmektir. Tercihlerimizin insani gelişme bakımından yaratığı sonuçları çözümleme, değerlendirme ve hesaba katma yeteneğimiz, insanlar olarak bizlerin, tarihlerimizin “nesneler”! Olmanın yanı sıra “özneler”i de olmamızın nedenidir,
Günümüz dünyasında bilgiye ulaşma imkânı oldukça kolaylaşmıştır ve sömürülen egemenlikli sistemlerin en önemli dayanaklarından olan bilginin bir kesimin tekelinde ve çıkarına kullanılması yaklaşımının aşılması olanaklı hale gelmiştir. Böylece doğru ve yeterli bir tarih, toplum, doğa bilinciyle donanmış toplum gerçekleşmesi bir ütopya değil pratik hedef haline gelmiştir. Ancak beş bin yıllık sınıflı uygarlıklar tarihinin üzerinde varlığını sürdürdüğü ve insanlığın zihnine yerleştirdiği çoğu özellikleriyle toplumsal gen haline gelen düşünüş ve yaşayış alışkanlıklarının aşılabilmesi çok zorlu, büyük sabır ve çaba gerektiren dönüşüm mücadelesi gerektirmektedir. Bu dönüşümün en başta zihniyet düzeyinde gelişebilmesi için mücadele yöntem ve araçlarının tüm egemenlikli tarih birikiminin aşılması temelinde geliştirilmesi zorunlu olmaktadır.
İnsanın amaçlı davranma yeteneği, bu yeteneğini kullanma ihtiyacını gösterir. Sadece eylemlerimizin sonuçlarını çözümlemek ve değerlendirmekle yetinemeyiz, alternatifler arasında tercih yapmamız, dolayısıyla bu tercihi yapacak konumda olmamız gerekir. Bazılarının “özgürlük ihtiyacı” dediği bu durum, insanın “özgürlük ihtiyacı”nın pek çok hayvan türünün benzer ihtiyaçlarının ötesinde olduğuna işaret eder. Evcilleştirilemeyen ya da tutsak alındığında üremeyen, dolayısıyla doğuştan gelen bir “özgürlük ihtiyacı” sergileyen hayvanlar vardır. Ancak bilinç güçlerimizi kullanmak için duyduğumuz insani ihtiyaç, bir hayvan türünün de ihtiyaç duyduğu “fiziksel özgürlük” ü aşan bir özgürlüğü gerektirir. İnsanlar, kendi faaliyetlerini o faaliyetlerin sonuçlarına ilişkin anlayış ve değerlendirmeleriyle uyum içinde seçme ve yönetme özgürlüğüne ihtiyaç duyarlar.
Çağdaş toplumlarda incinmek ve diğerlerini incitmek eskiden olduğundan daha kolay… İnsanlar birbirleriyle eskisine oranla daha çeşitli biçimlerde ilişki kuruyorlar. Bunun sonucu kendimizi koruyacak savunma sistemleri geliştiriyoruz. İncinmemek için diğer insanlara tereddütle yaklaşıyoruz. Diğer insanlara zarar vermemek için onlarla ilgilenmemek, her insanın kendi başının çaresine bakmasını gerektiriyor. Hiçbir şeye bağlanamamak, insanın boşluk ve anlamsızlık duyguları yaşamasına neden oluyor.
Toplumun birey üzerindeki etkisi ne denli yoğun olursa olsun yine de kendi küçük dünyasında olup bitenler onun için öncelik taşır ve içinde yaşadığı toplum ne tür dönüşümlerden geçerse geçsin davranışlarını insan doğasının gereği doğrultusunda sürdürür. Amacımız insanı kendi yakın çevresiyle olan ilişkileri içinde değerlendirmekle sınırlandığından, insanın engellenmeler sonucu geliştirdiği ve kendisine, çevresine dönük yıkıcı davranışların gerisindeki dinamik güçlerin tanıtılmasına çalışılacak, daha sonra kendisinde doğal olarak var olan yapıcı ve yaratıcı eğilimlere nasıl etkinlik kazanabileceği tartışılacaktır.
İnsan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrılan bu zaman oldukça sınırlıdır da. Ama yine de çoğumuz yapmak istediklerinizi sonsuza dek zamanımız varmışçasına erteleriz. Yaşamımız boyunca yitirdiğimiz bazı şeyleri yeniden elde edebilir ya da yerine başka şeyler koyabiliriz. Ama tükettiğimiz zamanı asla!
Bilinir, başlangıçta bireyi birey yapan sözcükler olmuştur. Bireyin henüz yarı hayvan olarak mağarada ya da ağaçta yaşamının sürdürdüğü dönemde ürettiği ilk sözcükler birbirine benzeyen grubunu tanımlardı. Örneğin ev denildiğinde tüm evler anlaşılırdı. İlk konuşma biçimi hayvanlar arasında görülen sevgi çağrısıdır. Bunun yanı sıra annenin yavrusuna yaklaşan bir tehlikeyi haber veren sesleri de duyulur. Yapılan araştırmalara göre, gelişmiş maymunlar yirmi farklı ses ve bazı jestlerle oldukça zengin bir dağarcığa sahiptir. Bu, üç yüz sözcükle sınırlanmış bazı ilkel insanlardan çok daha farklı bir sayı değildir.
Soyut kavramlar kullanarak yorumlara ve yargılama eğilimi günümüzde öyle yaygın bir duruma gelmiştir ki, çoğu insana duygusunun ne olduğunu sorduğumuzda duygu yerine düşüncesini açıklar. İnsanın evrimiyle birlikte gelişen soyut kavramlar ve çağdaş toplumların mantıklı düşünceye verdiği değerin bunda önemli payı olsa gerek. Ne var ki, bu gelişme aşırı oranlara ulaştığında insanın kendisini ve çevresini entelektüel kalıplar içerisinde değerlendirmesine ve kendine yabancılaşmasına da neden olmuştur.
Çağımızda mantıklı olmak güçlü olmakla eşanlamlıdır. Ama tüm insanların ortaklaşa kullandıkları -Aristo mantığı çerçevesi içerisinde- her insanın kendi gerçeklerine uygun bir mantık sistemi de geliştirmiş olması gerekir. Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi göze almayan bireyler abartılmış üstünlük çabalarına uygun bir mantık geliştirirler. Bu bireylerin mantığı, korkularına ve yetersizliklerine karşı geliştirmiş bir savunma sistemi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü bu tür bir mantık, bizim için neyin en iyi olduğuna göre değil, nasıl olmamız gerektiğine göre düzenlenmiş, biçimsel ve içsel dünyamızdan kopuk bir mantık. Bireyin söyledikleriyle yaptıklarının farklılaşmasına neden olur.
İstek ve yetenek birlikte oluşur. İstek olmayınca yetenek de olmaz. Salt mantığa dayalı kararlar bizim gerçeğimize uygun olmayabilir. İçimizden gelen ses, eğer onu dinlemeyi başarabiliyorsak, bize hangi doğrultuda davranmamız gerektiğini söyler. Bu ses korku da içerebilir. Ama yeni bir yaşantıya geçerken yaşanan olağan korkuyla, bizim gerçekliğimize uymayan bir eyleme geçmek istediğimizde yaşanan korku birbirinden ayırt edilebilir. İlk benliğimizle bütünleşmiş bir duygu, ikincisi bizi dışarıdan yönetmeye çalışan bir güce karşı geliştirilmiş bir tepkidir.
Soyut düşünce aracılığıyla iletişim kurmak insanı incinmekten korur, ama yalnızlığını artırır. Üstelik mantıklı düşünce ve soyut kavramları savunma aracı olarak kullanan kişilerde jest ve mimik türünde davranışlarda giderek kısırlaşır. Günümüzde pek çok insan, duygusal yükü çok güçlü yaşantılarını bile sanki bir başkasını anlatıyormuşçasına dile getirirler. İçsel yaşantılarla davranışlar arasında böylesi bir kopukluk, duyguların yaşanmasının ilgisizlik ya da hoşgörüsüzlükle karşılandığı ortamlarda yetişen insanlarda görülür. Bu nitelikte bir ortamın oluşumuna yalnızca aile içi sorunlar değil, ait olduğu alt-kültür grubunun toplumu da neden olabilir.
Hiyerarşik uygarlık tarihinin başlangıcından beri, toplumun belleği üzerinde kurulan tüm denetimler, erk hiyerarşisinin koşullarını oluşturmuştur. Toplumsal bellekte, “bilinç-dışı öğeler” denilerek kesilen esas köklerin unutturulması için amansız ve kurnazca bir savaş verilmiştir.
Bugün bilgi akışının muazzam denetimi ve bilgileri işleyen bilgi ağının, siyasi zor aygıtının elinde en güçlü silah olarak korunması, daha da etkileyici bir durumdur. Toplumun ortak-kolektif belleğinin kurnazca yeniden düzenlenmesi ve siyasal erkin kendine doğrudan meşruiyet sağlaması, bu bilgi ağına sahip olmasından dolayı daha kolay olmaktadır. Bilgileri denetlenen bir topluma sahip olmak, belleği daha sinsice ve daha ince kurgulanan bir topluma sahip olmak, onu istediği gibi yönetebilmeyi kolaylaştırmaktadır. Bilgilenme ve iletişim sorunu, devasa yaşamsal bir siyasal sorun olarak özgürleşme mücadelemizin önünü tıkamaktadır. Buna rağmen bizler bilinçdışı denerek bir kenara atılan ve aslında toplumsal belleğimizin kökleri olan, bizi biz kılan değerlerimizle, daha bilinçli ve sağlıklı buluşup varoluşumuzu güçlendirebiliriz.
Özgürlüğü kendi varoluşları içinde kurgulayan ve sınırlayan egemenler için, tarihi yeniden kurgulama pratiğinde, toplumsal belleğin yol gösterici itici bir güç olarak, toplumsal dönüşümde stratejik bir önemi vardır. Hiyerarşik-devletçi yaklaşımlar, toplumun belleğini silmek ve tarihi yeniden kurmak için, sistemli unutturma yöntemiyle çalışırlar. Çünkü insanları tutsaklaştırmak için, öncelikle onların belleklerini silmek gerekir. Bunun için gerekirse bütün tanıkları ve belgeler yok edilir. Tarihe “temiz ve yeni” bir sayfa açılır. Burada ürkütücü olan, bu sahtekârlığın sadece insanlık onurunu çiğnemesi değil, geçmişi hatırlamayı bile bir korkutmayla özdeşleştirip değişim sürecini kapatmasıdır. Burjuva resmi tarih anlayışı ile resmi ideolojileri kökleştirmek isteyen devletlerin kolektif belleği yok etme savaşına karşı, tutarlı bir tarih ve toplum bilincine sahip muhalif tarih yazımı yapabilen inatçı direnişçiler, özgürlüğe susamış halkların toplumsal belleğini savunma savaşı yürütürler. Böylece kendi tarihsel, sosyal, kültürel yok oluşların engelledikleri gibi, gelecek kuşakların da suskun ve bilgisiz kalmasını engellemiş olurlar.
Burada sosyologlara, antropologlara, tarihçilere ve diğer araştırmacılara düşen görev, toplumsal belleğe mal olan sözlü tarih, sözlü edebiyat çalışmalarına titizlikle eğilmek, insanlığın kilitlerini ve ufkunu açan bu anahtarların sırrını kavramakta uzmanlaşmak olmalıdır. İnsanlığı özgürlüklerine kavuşturacak tarihsel bağların sırları bu araştırma alanlarında gizlenmiştir. Esas öğretmenimizin halk ve onun asırlardan süzerek getirdiği değerleri olduğu kavranmalıdır.
Toplumsal bilinç formasyonu belli toplumsal, tarihsel koşullarda topluma mal olmuş, toplumun, doğal ve toplumsal hareketleri kavrayış ve onlara yaklaşım biçimidir. Yalnızca evreni duyumlarla algılayışı değil, aynı zamanda bu algının zihinsel yorumlanması, genellenmesi, bir yaşam felsefesi oluşturulması ve bunun pratiğe dönüştürülmesini de içerir. Üretim ilişkilerinin tüm toplum düzeyinde benzer özelliklerle cereyan edişi gibi, bilinç de toplumsal boyutludur.
Tarihsel gelişmeler içinde bilinç formasyonları birbirleriyle etkileşirler. Bir önceki formasyon, bir sonraki içinde kalıntı olarak yaşar. Bu, sonrakinin daha öncekini kendi formasyonları içinde ve kendi çizgisinde kullanması biçiminde olur. Daha önceki bilinç formasyonu biçimsel olarak varlığını koruyor olsa da, sonuncusunun özüne uygun biçimde görüntülenir. Bir başka açıdan yaklaşırsam daha somut gelişen bilinç formasyonu kendisinden öncekini kuşatır, içine alır. Öte yandan her bir bilinç formasyonu kendi içinde geleceğe yönelik nüveler de içerir. Bu nüvelerin nesnelliğini, her bir üretim tarzı içinde beliren gelecekteki üretim tarzının kendine özgür ilişkileri oluşturur. Böylece belli bir tarihsel anda, üstyapı içindeki bilinç organizasyonuna bakılacak ve kaba bir yaklaşımla organizasyondan enine bir kesit alınacak olursa, o tarihsel koşulların karakteristiği olan bilinç formasyonu ile birlikte diğerlerinin kalıntısal izlerine ve geleceğin nüvelerinde rastlanır. Bunun örneklerini (bu çalışmada da vermeye çalıştığımız gibi) belirleyebilmek mümkündür.
Düşüncenin bilimsel yönü, insanlığın üretimci çalışmasının tarihi kadar eskidir. Kabaca, artı-ürüne el konulmuş noktasına kadar da, bilimsel düşünce toplum düzeyinde yaygın olup, pratiğin içinde kolektif biçimde ve hiç kimsenin çıkarlarının aleyhine olmaksızın üretilmiştir. O zamanlarda bilim profesyonelleşmemiş ve amatörce üretilen bir insan faaliyeti olmuştur. Sınıflı toplumda ise, bilimin üretimi üretenlerden ve üretimden koparak, dar bir profesyonel kadronun eline geçer ve sınırlı sayıdaki egemenin tüketimine yönelir. Böylece toplumsal düzeyde bir bilinç formasyonu olmak niteliğini de tamamen yitirir. Kitleler artık doğrudan kendi inisiyatiflerindeki değil, kendilerine dayatılan bir bilinç yapısına sahiptirler. Bilimsel düşüncenin üretimi üzerindeki bütün denetimlerini yitirmişlerdir siyasal yönetim gibi bilimsel düşünce de belli bir sınıfın elindedir. Ve düşünce üretimi egemen sınıfın kendi konumunu sağlamlaştırması açısından önemlidir. Dolayısıyla siyaset, bilimsel düşüncenin üretiminden kitleleri uzak tutmak amacını da güder. Bu aynı zamanda sınıflı toplumun çelişkisidir. Ancak ne olursa olsun, bilimsel anlayışın sınıflı toplum içinde bir yandan sürdüğünü belirtmek gerekir.
Sonuç olarak; kapitalizm seçeneğini ne Hegel’in ‘akılsal yürüyüşü’nün bir sonucu, ne de Karl Marks’ın aydınlanmacı ilerleme ideolojisinin zorunlu sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Kapitalizm Sümerlerden beri varlığı bilinen bir sistemdir. Toplumların hep en uğursuz ve yaşanmaması gereken ahlâksal bir olgu olarak belleklerinde yaşattıkları, iradeleriyle sürekli savaştıkları toplum bozucu bir unsurdur. Zaman zaman toplumsal yüzeye yansıdıkça, sert yanıtlarla karşılaşıp hep dip noktalarında sinsice ve gizlice varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Hiçbir sömürme yöntemi ve aracı kapitalizm kadar toplumları bozucu, dağıtıcı, sürekli kriz ve kaosta tutucu özellikte olmamıştır. Kendileri de hep baskıcı ve sömürücü oldukları halde, diğer tüm uygarlık güçleri bu yapısından ötürü kapitalizmi sınırlamayı ve dibe sürmeyi toplumun sürekliliği açısından zorunlu görmüşlerdir. İleri bir uygarlık aşaması olmak şurada kalsın, hep toplumun lanetini üzerine çekmiş, ahlâki ve politik toplumun kanser hastalığı olarak anlam bulmuştur. Günümüz toplumundaki ve çevresindeki kriz, yıkım ve kırım gerçekliği, toplumsal gerçekliğin vicdanı olarak ahlâki yaklaşımın yılmazlığını kanıtlamaktadır.
Kapitalizm onu en yetkin kollanan güçlere bol zaferler sağlar. Ama bunu hep toplumları kriz içinde tutarak, ahlâki ve politik duruşunu işlevsiz kılarak, sürekli iç ve dış savaşlar içinde tutarak, yıkım ve kırımı yaşatarak gerçekleştirir. Sonuçta güç ve zenginlik azınlık elinde toplanmıştır. Bu eller zafer kazanmıştır. Karşılığında ise, yıkılan bir ahlâki-politik toplum ve sürdürülemez bir çevre bırakmıştır.
Halbuki! ‘Toplumsal doğalar öz olarak ahlâki ve politiktir. Ahlâksız ve politikasız toplum ve birey düşünülemez. Toplum ahlâksız ve politikasız kılınmaya zorlanabilir. Ahlâki ve politik yetenek kötürümleştirilip rolünü oynamayacak denli zayıf kılınabilir. Ama asla yok edilemez. Yok, edilmesi ancak, toplum olmaktan çıkmakla mümkündür. Ahlak ve politika toplumsal hakikatin güçlü araçlarıdır. Ahlaki ve politikadan yoksunluk hakikatsizliğe yol açtığı gibi, güçlü ahlâki ve politik eylemin olduğu alanlarda hakikatin kendini ifade tarzları da güçlü, şeffaf olur. Ahlakı ve politikayı üst yapı olarak sunmak, Marksistlerin önemli yanılgılarından biridir. ahlâki ve politik olmayan hiçbir toplum birimi ve bireyi yoktur. Her toplum birimi ve bireyi hem ahlâki hem de politiktir. Demokrasi ahlâki ve politik toplumla orantılıdır. Demokrasi ahlâki ve politik toplumun işleyen halidir. Toplumsal hakikatler kendini azami olarak demokratik toplum halinde açığa vurur. Hakikatlerin bilim, felsefe ve sanat halinde ifadeleri ahlâki-politik toplumla en iyi hallerine kavuşur.”
Yoruma kapalı.