Düşünce ve Kuram Dergisi

İktidar-Devlet ve Ahlaki-Politik Toplum

Abdullah Demir

Nedir ahlak ve politika? Bu soruya cevap arayacağız ancak ondan önce doğal toplum çözümlenmesine odaklanmak yerinde olabilir. Nedir doğal toplum: Neolitik toplumun son aşamasına kadar gelen, yüzbinlerce yıllık süreci kapsayan ve kabile toplum formunda yaşayan toplumsallığa genel olarak doğal toplum diyoruz. Bu topluma aynı zamanda ve esas olarak  ahlaki-politik toplumun mayasını taşıyor, diyoruz. “Ahlaki ve politik toplum, insan toplumunun başlangıcından bitimine kadar devamlı aranması gereken temel özelliğidir.  Toplum esas olarak ahlaki ve politiktir. “ (Ali Fırat) Yine “eğer toplum özgürce ahlaki yapısını ve politikasını oluşturuyorsa,  o toplum haline normal veya doğal toplum diyebiliriz.” (Ali Fırat) Doğal toplumun kendini sürdürme akışına bir müdahale, suni operasyon (insan eliyle) oldu. Bu operasyonun adı iktidar (tahakküm), emeğin gaspı ve sömürüydü. Bu iktidar, doğal toplumun bünyesine bir kanser hücresi olarak girip binlerce yıl sürecek doğallığını bozma savaşımına girişti.

“Elbette tüm doğal toplum ve yazılı tarih boyunca çeşitli biçimleri içinde toplumlar uygarlığın militarist gelişimine karşı kendini yoğunca savunmuştur.” (Ali Fırat) Tüm canlılar aleminde kendini savunma, çoğalma ve yaşamını sürdürme baki iken canlılar aleminin en akışkan enerji ve aklını yeteneğe dönüştürüp kullanan ve bu gücünü toplumsallığından alan insan toplumunun ona karşı geliştirilen operasyon ve saldırılara karşı kendini koruması, hatta karşı saldırılara geçmemesi düşünülemezdi.

Nitekim doğal toplum, yüzbinlerce yıl her türlü saldırı ve yok etmelere karşı kendini savunmuş, nüfusunu koruyup çoğaltmış ve kendi yarattığı emeği tüketerek ayakta kalmış, kendini toplumsallaştırmıştır. Tabi ki bunun biricik ve yegane gücü, dayanağı ahlak ve politika idi. O halde nedir ahlak ve politika?

Ahlaktan başlayalım: “Toplumsal töreler, kurallar ve alışkanlıklar” olarak günümüz literatüründe kavramlaştırılır. Ancak bu kavramlaştırma açıklamaları biçimsel ve dar kalmaktadır. Kaldı ki bunun dahi içi boşaltılmış, perdeleyici tanım ve yorumlara gidilmiştir. “Etik adı altında antikçağ ve yeniçağ filozoflarının (Platon, Aristoteles, Kant  başta olmak üzere) giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır.” Ahlakı yorumlayışları daha çok hukuku tarif eder gibidir.  Sanki hukukun önünü açmak için özel çaba içindedirler. Nitekim sonra ve günümüzdeki ahlaki yorumlar bunu doğrular niteliktedir.

“En iyi iş nasıl yapılıyorsa, o nasıllık en iyi ahlak kuralı olarak zihinlere yerleşir.” (Ali Fırat) Zaman içinde bu “en iyi” daha da sınanmış, yetkinleşmiş, toplum tarafından kabul görmüş, güvenilir, adeta refleks haline gelmiş bir gelenek olarak toplumsal hafızaya mal olur. Dualistliğin gereği iyinin karşılığında “kötü” de toplumsal hafızada aynı biçimde yerini alır. Kabul ve red ölçüleri, ilişki ve davranışlar, çalışma ve faaliyetler buna göre şekillenir. Bununla artık ahlak oluşmuş demektir. Töre-gelenek denilen davranışlar bütünü ve yaşam tarzı budur.

Toplum, canlı doğa aleminde ürettiği, biriktirdiği ve harcadığı enerji hareketliliğiyle en dinamik, akışkan ve dönüşken organizma konumundadır. Bu hareketlilik içinde kendini en iyi, en güzel, en doğru, en adaletliye göre dönüştürdükçe ortak akıl veya vicdan da dediğimiz ahlaki geleneğini, kolektif duygu, düşünce ve hafızasını oluşturur. Bu nedenle ahlak, toplum için hayatidir. Onun en büyük hazinesi, deneyim ve birikimi, ayakta kalma dayanağı, kendini sürdürme ve geliştirmenin temel organıdır. Bu organı yitirirse dağılacağını, yüzbinlerce yılın yaşam deneyiminden iyi bilir. İnsan adeta içgüdüsel bir refleksle ahlakı önemsemekte ve esas alıp yaşamaktadır.

Tarihsel, toplumsal süreç içinde ahlak ve dinin ilişkisine değinilmezse eksik kalacaktır. Dine, ahlakın katılaşmış hali demek mümkün müdür? “Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekmek, doğa güçlerini kontrol edememezlik, duygu ve düşüncesi boyutuyla ilgilidir.” (Ali Fırat) Bu boyutu öne çıkaracak olursak ahlakı da içine alan bir katılığın göze çarptığı açıktır. Ahlakın yüzbinlerce yıl toplum yaşamındaki akışını sürdürürken neolitik toplumda zirvesini yaşayıp köleci sermaye ve iktidar-devlet şebekesinin “hukuk” denen katı çıkarcı ve iktidar-devletçi operasyonel kural dayatmalarıyla ilk darbesini yiyerek doğal toplumun içlerine çekildi. Köleci sermaye iktidar şebekesi kendi amaç, çıkar ve ideolojisine göre yeni adlandırmalara giderek ahlakı manipüle edip hukukunu kutsallıklarla donattı. Bu kutsallıkların en tepesine tanrı kavramını koyup içinde oturdu. Yaklaşık 1500 yıl süren bir dehşetlikten sonra Zagros eteklerinde neolitik kültürün ahlakına sırtını dayayan Zerdüşt’ün, semitik kökenli tanrıyı “söyle sen kimsin?’ biçimindeki meşhur nidasıyla sorgulaması köklü kopuşu yansıtmaktadır.” (Ali Fırat) Böylece daha önce ahlakın “iyi-kötü, aydınlık-karanlık” vb. ile kendini yeniden yaşamsallaştırması söz konusu oldu. Ancak bu yarı ahlak ve yarı din olan zerdüştlüğün çıkışı tek tanrılı dinlere ilham kaynağı olup toplumun yeni ahlak ağırlıklı ibrahimi dinlerin ideolojilerine kapıyı aralamış oldu.

Ahlak ve hukuk ilişkisine dönecek olursak; hukuk, sermaye, tek yanlı çıkarlarını yansıtan sistemleştirilmiş kurallar bütünüdür. Lenin, “kendisini destekleyecek bir devlet olmaksızın hukuk var olamaz”  (Devlet Kuramı) derken doğruyu söylemekle birlikte sanki hukuk iktidar ve devlet şebekesi dışından oluşturuluyor yanılgısına düşüyordu. Hukuk zor ve zorlama bir yönetim ve yönetme biçimidir. Hukuk, devlet zoruyla kanunlar aracılığıyla topluma dayatılarak yürütülür. Ahlakta zorla yürütme yoktur. Ahlak içten benimsenir ancak hukuk dıştan dayatılır. İçten benimsenmeyen bir kural zaten ahlaki kural olamaz.

Sermaye, iktidar ve devlet şebekesinin tarihi boyunca, bu şebekelerin organ, “toplumun ahlakı yerine ‘hukuk’, politika yerine ‘devlet’ idaresi adlı kurumları” (Ali Fırat) yerleştirmiştir. Bununla birlikte uygarlık tarihi boyunca toplumun ahlakı ile iktidar ve devletin hukuku çatışma içinde olmuştur. İktidar ve devlet şebekesi ahlakın alanını daraltmak ve onu ortadan kaldırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Bu çatışma ve saldırılar ulus-devlet süreciyle en zirvesini yaşamıştır.

“Hukukun devlet zoruyla toplum üzerinde estirdiği teröre aldanmamak gerekir. Ahlak esas, hukuk halidir. Adaletli olduğu müddetçe hukuka saygı duyulur.” (Ali Fırat) “Saygı duymak” şartı, hukukun da ahlaka saygı duymasıdır. Ancak karşılıklı bir kabullenme ortamının oluşturulmasıyla bu mümkün olur. Aksi halde aynı zeminde buluşmak mümkün olamayacağı gibi birlikte yaşamak da mümkün olmaz. Ancak öyle anlaşılıyor ki toplum kendi ahlakını koruyup yaşarken daha uzun süre hukukla (adaletli hukuk) yaşamak zorunda kalacak. Çünkü günümüzde hukuk, toplumun tüm çeperlerini sarmış bulunuyor.

Doğal ve ahlaki-politik toplumun ikinci yaşamsal varlığını savunup koruyan çoğaltıp sürdüren ve besleyen olmazsa olmaz ikinci olgusu politikadır. Politika, başta söylemek gerekiyor ki her alanda olduğu gibi kavramsal anlamları, içerikleri ve işlerlikleri sermaye, iktidar ve devlet eliti tarafından manipülasyonla çarpıtılarak gerçek anlam ve içeriğinden uzaklaştırılmıştır. İktidar ve devlet elitine göre politika, “Devlet idare ve onun etkinliklerini düzenleme, devleti ilgilendiren işlerin tümü, devleti idare tarzı” olarak belirleyip kendine mal edip kendine göre düzenlemiştir.

Oysa politikanın gerçekliği ve toplum için anlamı şudur; toplumun kendi hayati işleri, çıkarları ve yapılması gerekenleri tartışmak, fikir alışverişinde bulunmak, danışmak, kararlar almak, deneyim alışverişinde bulunmak, görevlendirmek, en iyi ve en verimli iş yaptırmayı sağlamak, ortaklaşmak, ortak kararlar alıp uygulamak. Kısacası toplumu ilgilendiren her konuda her şeyi ortak bir zeminde yapılacakları, yapılabilecekleri en iyiyi yapmak için tartışmak, kararlar almak, uygulamak ve uygulatmak diyebiliriz.

Ahlakta olduğu gibi politikada da aynı hayatiyet söz konusudur. Klan toplumunun (Neolitik öncesi yüz binlerce yıllık zaman dilimi) politikası avcılığını, toplayıcılığını ve savunmasını nasıl ve hangi temelde yapacağı üzerineydi. Belki çok sade ve basitti ama bu onun önemini azaltmaz. Tam tersi politikanın olmaması, dağılması ve ölümü demekti. Bu nedenle hayatiydi. Aynı zamanda bu en doğrudan ve gerçek politikaydı. Neolitik süreç bu en verimli altın çağını yaşar.

Toplumun köy-tarım yerleşikliği büyüyüp gelişmesini sağlarken karmaşıklaşan ilişkiler ağına cevap verecek anacıl zihniyet ve ideolojinin karşısında kurnazca  kenarda duran şaman ve erkek avcı, kendini ayrıştırıcı yol izleyerek hiyerarşik süreci neolitiğin bağrında şekillendirdi. Bir sonraki adımı iktidarlaşma oldu. Tamamen erkek zihniyetiyle (ataerkil) gelişen bu iktidarlaşmanın yeri ilk elden toplumun üstündeydi. Kendini toplumun dışında ve üstünde şekillendiren bu ataerkil iktidar baskı ve tahakkümüne alarak köleleştirdiği toplumun ilk kesimi de kadın oldu. Bunu toplumun tüm kesimleri izledi. Bununla da kalmayıp tüm hayvanlar alemi ve doğayı da tahakküm ve iktidar alanına aldı. Elbette gücünün yettiği, alabildiklerini aldı. Ahlak ve politikasında ısrar eden özgürlüğüne düşkün olan toplum kendi öz politikasıyla karşı koydu; direnişe geçti ve savaştı. Bu savaşımının en büyük ve biricik dayanağı öz politikasıydı.  Bu savaş uygarlık tarihi boyunca hiç durmadı. Kimi zamanlar karşılıklı bir uzlaşı ve birlikte yaşayabilirlik ortamı doğasında (semavi dinler dönemi) karşılıklı mevziler hiç terkedilmedi, kıyasıya bir mücadele verildi.

Elbette bu mücadelenin biri haklı, diğeri haksızdı. Biri öz varlığını korumak, diğeri toplum üstünde sefahat sürmek içindi. Her zaman geçerli olmakla birlikte kölecilik dönemindeki kabile formunu yaşayan toplum, iktidar ve devlet şebekesi karşısında politika geliştirmemesinin karşılığının köleleşme ve özgürlüğünden yoksun kalma olduğunu yaşayarak görüyordu. Politika geliştirmsine engel olunmasının sadece özgürlüğünden değil, öz kimliğinden, hayati çıkarlarından, ahlak ve vicdanından yoksun kalacağını biliyordu. Direnişinin ve karşı savaşının kapsamı bunun için güçlü ve şiddetli oluyordu.

O halde tüm zamanlar için geçerli olacak bir gerçeklik önümüzde duruyor. Tek başına toplumsuz özgürlük, politikasız  özgürlük istemleri asla olamayacağı çok net ortaya çıkmış bulunuyor. Günümüz liberalizminin özgürlük mantığı ve teorisi tam bir safsata ve saptırma oluyor. Aslında “bireysel özgürlük” bireyi toplumdan kopararak bu yolla da politika oluşturucu zeminden uzaklaştırarak savunmasız bırakıp köleliğe açık hale getiriyor.

Resmin tamamına baktığımızda iktidar ve devletin, politikanın inkarı olduğunu net görebiliyoruz. Yani iktidar ve devlet, politika inkar edildiği, yok edildiği ölçüde ve aşamalarda yaşam bulurlar. Politikanın bittiği yerde iktidar ve devlet başlar. Burası da politik sözün, dolayısıyla özgürlüğün bittiği yerdir. Burada “sadece idare etme, söz dinleme, buyruk alma ve verme söz konusudur: Kanun, tüzük vardır.” Burada, “Donmuş akıldır her iktidar ve devlet.” (Ali Fırat)

 

Ahlaki-Politik Toplumun Temel Birimleri 

Elbette son iki yüzyılda gerçekleştirilen ve toplumu iki sınıfa ayıran zorlama ve sosyolojik karşılığı olmayan saptırıcı düşünce ve teorilerden uzak duruyoruz. Toplumun temel birimleri klan, aile, kabile, aşiret, kavim ve en son ulustan oluşuyor. Tabi ki bu birimler aynı zamanda toplumun tarihi akışı içerisinde aldıkları formlarda oluyor. Bu formlaşmalar zaman dilimi sıralamasına göre toplumun basitten karmaşığa doğru toplumsallaşmakta kullandıkları örgütlenme biçimleridir. Başlangıcından sonuna kadar tüm zamanların ana birimi kök hücresi klan oluyor. Klana toplumsallaşmanın ilk basamağı da diyebiliriz. Toplum, klan formunu neolitikten önceki yüzbinlerce yılda 25-30 kişilik gruplar biçiminde yaşardı.

Aile klana denmese de ona yakındır. “Aile klan içinde ilk farklılaşan kavramdır. Uzun süre anacıl aile olarak”(Ali Fırat) neolitikle zirveleşerek yaşandıktan sonra, tahminen M.Ö 500’lerde gelişen erkek egemenlikli hiyerarşik otorite altında ataerkil aile dönemine geçildi. Kabile, “aileyi de bağrında taşıyan, aynı dil ve kültürü taşıyan, aynı dil ve kültürü yaşayan tarım-köy toplumunda daha çok gelişen en önemli toplumsal unsurlardandır.” (Ali Fırat) Klan ve aile gelişen üretim ve güvenlik sorunlarına cevap olamayınca kabile biçimine dönüşme gereği duydu. “Gerici ve aşılmaları gerek” biçimindeki yaklaşımlar “kapitalist modernitenin en büyük soykırımlarındandır. Çünkü insanlar kabile birlikleri içinde kaldıkça” (Ali Fırat) köleleştirilemeyecek, sömürüye açık hale getirilemeyecekti. Uygarlık güçleri için kabile içinde kalmak ve kabile ismi tam anlamıyla düşman olmakla özdeşti. Çünkü kabile kendi üyesinin köleleşmesine, sömürülmesine izin vermez; aynı zamanda kendisi de yapmazdı. Ahlak ve politikayı en güçlü, sonuna kadar yaşayan toplumdu. Klasik uygarlık güçlerinin amansız düşman olarak bellemeleri bu temel özelliklerinden kaynaklıydı. Fethedilemezlerdi “ya yok olurlardı ya özgür kalırlardı.” (Ali Fırat) Fakat zaman içinde içlerinde gelişen işbirlikçilikle birlikte yozlaştıkları da görülmüştür. Her şeye rağmen tarihi toplum yorumlarını “sınıf savaşı yerine, kabile direniş savaşçıları olarak bakılsaydı, çok daha gerçekçi yaklaşılmış olunurdu.” (Ali Fırat) Bu da son iki yüz yıllık tarihi akışı kökünden değiştirip doğru temellere oturtma şansını verebilirdi.

Aşiret formu, kabile topluluklarının bir anlamda federasyonları olup toplumsallıkla ilgili bir aşamadır. Ancak toplum neden ve nasıl bu forma ihtiyaç duydu, sorusunu cevaplandırmak gerekiyor. Bu sorunun cevabı gelişen sermaye, iktidar-devlet şebekesinin ahlaki-politik topluma karşı konumlanışında gizli. Toplumun yok olamamak ve karşı direniş için örgütlenmesine gitmiştir. “Askeri ve politik örgütlenmesi hızla gerçekleşen toplum biçimlenişidir. ”En büyük özellik ve avantajı “kendiliğinden bir ordu ve politika gücü” olarak süreklilik içinde her an dışa karşı hazır savunma gücü konumundadır. Ulus kültürlerinin ana kaynağı rolündedir. Kolektif yapılı, karşılıklı yardımlaşma ve komünalizm ruhu güçlüdür. İşbirlikçilik geliştiğinde tehlikeli olabiliyorlardı. “Aşiretlerin özgürlük, komünalizm, demokratik gelenek uğruna direnişleri olmasaydı, insanlık bir kul, sürü kitlesi olmaktan kurtulamazdı.” (Ali Fırat) Bunu biraz daha açacak olursak:

Sermaye iktidar ve devlet şebekesi aşağı Mezopotamya ovalarında köleci yönetim biçimlerini başlattıkları M.Ö 300 yılları ve Roma köleci imparatorluğunun çöküşüne kadar olan süreçte doğal ve ahlaki-politik toplum ile uygarlığı temsil eden bu güçler binlerce yıl amansız bir mücadele ve çatışmalı süreçler yaşadı. Sümer, Mısır, yine Sümer kökenli Uruk, Ur, Akad, Babil, Asur, yanı sıra Pers, Roma gibi çeşitli adlar altında devlet, kendisini hanedanlık ve imparatorluklar biçiminde kurumlaştırıp etki alanlarındaki toplum üzerinde olduğu gibi kentin dışındaki kır ve köylerde yaşayan ahlaki-politik topluma karşı da yüzlerce yıllık amansız kanlı savaşlar, işkence ve terör yürütmüşlerdir.

Sümer ve Mısır köleci sistemlerine karşı Yukarı Mezopotamya dağ kökenli etnik kabile yapılı Huri, Gutti, Kasit, Karduk, Lulu, Mitani, Elam, Nairi, Urartu ve Medlerin savaşları biliniyor. Bu güçlerden Gutti ve Kasitlerin yaptıkları yoğun saldırılarla dönemin iktidar-devlet yapılanmalarını yıktıkları: Yine Med aşiret konfederasyonlarının tarihin en kanlı imparatorluğu Asur’u yıkıp kendi imparatorluğunu kurduğu bir gerçekliktir. Yine Sami kökenli çöl kabilelerinin uygarlık merkezlerine saldırıları ve ele geçirmeleri biliniyor. Ari kültür kökenli kabileler yoğun saldırılar karşısında sırtlarını dağlara verirken çöl kabileleri ise çölün derinliklerine çekilerek kendilerini iktidar ve devletin organizeli kanlı saldırılarına karşı korumuşlardır.

Yine kendini dünyanın imparatorluğu olarak ilan eden (bu anlayış tüm imparatorluklarda mevcuttur) Roma İmparatorluğu’nun zulüm ve katliam saldırılarına, içten ve dıştan yüzlerce yıl sayısız karşı saldırı ve direnişler geliştirilmiştir. Başta gelenleri Germenler, Galyalılar, Hunlar ve daha sayısız kültür ve dini grupları, halkları saymak mümkündür.

Tabi sermaye, iktidar ve devlet şebekeleri bu etnik kültür, dini kabile, esir ve halkların savunma ve direnişlerini, “barbar saldırılar” olarak değerlendirirlerdi. Kendilerini “şehirli, uygar” olarak göstermek en başta gelen marifetleriydi. Saldıran, yağmalayan, talan eden, sömüren, öldüren, köleleştiren onlar ama ne hikmetse buna maruz kalan ve kendini korumaya çalışanlar “barbar” oluyorlardı. Şimdiki “terörist kim” muammasına döndürülen tartışmaya ne kadar da benziyor. Çok açık görülmelidir ki asıl barbar ve vahşi olan daha zayıf ve örgütsüz kır kabileleri değil, kent kültürlü sömürü ve tahakküm üzerine bina edilmiş sermaye, iktidar-devlet çete örgütlenmesidir. “Barbarlık” kavramının uygarlık güçlerinin manüpülatif  saptırmalı bir yalanı olduğu kuşku götürmezdir. İktidar ve devlet bezirganları sık sık bu yönteme başvurur. Karşısındaki muhalif güçleri bu tür ithamlarla suçlayarak karalamak, toplum tarafından kabul gören kişi ve değerlere küfür düzeyinde gözden düşürmek için kullanmak bilinen yöntemdir. Bugün bile toplum içinde hafızaların derinliklerine sinsice yerleştirilmiş kimi küfürlerin nereden geldiğini bilmeden kullanıldığını ibretle görüyoruz. Örneğin bugün en yaygınca kullanılan “manyak” küfrünün kökeni M.S 250’lerdeMezopotamya ve Ortadoğu’nun en önemli hareketlerinden birinin ışık yüzlü şeyhi Marinalı Mani’ye dayandığını; yine “aptal” küfrünün kökeni 1500’lerde Anadolu ve Mezopotamya inanç aşığı ve dervişi, Sivas illerinin piri Pir Sultan Abdal’a dayandığını biliyoruz.

 

İktidar Tekelindeki Din ve Yerdeki Tanrı-İktidar

Ahlaki-politik toplumun etnik, kültürel yapılarını bu şekilde açımlarken dinin hem ahlaki-politik hem de sermaye, iktidar ve devlet şebekesi üzerindeki etkisi ve oynadığı role değinmek gerekiyor. Dinin, ahlakın yerine geçirildiğinin çok rahatlıkla görmek mümkündür. Hz. İbrahim ile başlayan Semavi dinlerin çıkış noktası insanın bir yanıyla uygarlık şebeke gücü tarafından tanrılaştırıldığı, bir yanıyla da kul, köle haline getirildiği, zulüm altında inim inim inletildiği bir döneme denk gelir. Dinin ve öncesinin (neolitik öncesi, neolitik ve köleci çağ) tüm söylence mitolojik ve dinsel ayetlerini ideolojik süreçler olarak görmek gerekir. Tüm bu süreçlerin topluma ve sosyolojik yaşamına yansıması ve etkisi tanrı kavramlarında gizlidir. Tanrı kavramı deyim yerindeyse tüm ideolojilerin ana damarı gibidir. Toplumsal aşamaların neolitik dönemi de kapsayan zaman aralığında tanrı doğayla bir bütündür. Ona ait olanlara (birinci ve ikinci doğa) insan eliyle saldırmadıkça şiddet kullanmaz. Doğa aracılığıyla bir şiddet uyguladığı zamanda insanlar kendine dönüp sebebi, yanlışı kendilerinde aramaktadırlar. Tanrıları aracıdır. Doğuran, besleyen, koruyandır.

Ancak M.Ö 3500 ile 1500 yılları arasını kapsayan süreçte tanrı insan bedenine yerleştirilmiş, insan hem tanrı hem de kral olmuştur. Cinsiyeti erkektir. Artık doğuran değil, yok edendir. Besleyen değil, sömürendir. Koruyan değil, işkence ve zulüm altında inletendir. Artık şiddet ve ölüm doğadan değil, insan tanrıdan gelmektedir. Artık barış değil, bitmek bilmeyen savaş ve ölüm vardır.

İşte tam da tarihin bu aşamasında Hz. İbrahim’in o bilinen çıkışı ve onu takip eden üç semavi dinin dönemi başlamaktadır. Bu, kulların tanrı-insana (tanrı-kral) karşı ilk başkaldırışıdır: Tanrı insan olamazdı. Kendine tanrı sıfatı yakıştıran kralların da birer insan olduğunun savaşımı uzun süre verilir. Tanrı “O” dur O’da insanların dışında-üstünde gökte ve her yerdedir. İşte bununla deyim yerini bulacaksa kral, tüm güç ve silahlarından arındırılmış, kolu kanadı kırılmış hale getirilir. Yumuşama ve reforme denilen ve buna benzer daha bir çok noktada İbrahimî dinlerin uygarlık (iktidar-devlet şebekesi) sistem güçleri ile ahlaki-politik toplum arasındaki konumları budur.

Bu dini hareketlerin sistemi yumuşatarak reforme etme yolunu seçtikleri açıktır. Bu amaçlarında kimi başarılar gösterdikleri de söylenebilir. Elbette hem uygarlık sistemi şebekesi hem de bu dini güçlerin karşılıklı yarar içinde birbirlerine yaklaştıkları, kimi çatışmaları olsa da bu gerçeği yadsımayacağı açıktır. Bunun en önemli kanıtı da köleci sistemin kent ve etki alanındaki topluma, uygulamalarda yumuşamalara giderken zamanla dini içine alarak bu yola binlerce yılda giremediği, egemenlik ve tahakkümü hakim kılamadığı kır-köy toplumu (kabile, aile, eşir, kültür grupları vb) içlerine kadar sızmayı başarmıştır. Din sistemi feodal idari yapıya dönüştürürken sistem dini devletleştirerek doğal toplumun (ahlaki-politik) içlerine kadar sokulmuştur. Elbette dinin (Hıristiyanlık ve İslamiyet) devletleşmesiyle ahlaki-politik toplum yeni savunma mekanizmalarını tereddütsüz geliştirdi. Eski savunma araçlarına (klan, kabile, eşir vb) yenilerini ekledi. Bu yeni savunma araçlarının (örgütlerinin) adı mezhep ve tarikatlardı.

Her ne olursa olsun her şeye rağmen din bir ahlaki direniştir. Ahlaki-politik toplumun dini bunca kendine yakın görmesi, sahiplenmesi ve özünü içselleştirmesi bu gerçekliğinden kaynaklanıyordu.

Dinin çıkışıyla “eski dönemin güçlü, ahlaki ve politik toplumuna tam dönüş söz konusu edilemez. Ahlakın tamamen din olarak sunulduğu on emirden gayet iyi anlaşılmaktadır.” (Ali Fırat) Dinin ahlaki yönü ağır basarken inanç yönü ikinci plandadır. Sistemle (uygarlık) ahlaki-politik toplum arasındaki orta yer dediğimiz tam da burasıdır. Dinin bu çıkışı sistemin ve ahlaki politik toplumun yapılarında bahsettiğimiz dönüşümleri gerçekleştirmiştir.

 

Ahlaki-Politik Toplumun Mekanı

Ahlaki-politik toplum ile iktidar devlet şebekesi arasındaki mücadelesinde kent ve kırın pozisyonuna ve rolüne bakmak gerekiyor. Başta belirtelim ahlaki-politik toplumun mekanı köy ve kırsalın tümü olurken iktidar ve devletin mekanı ise şehir olmaktadır. Elbette şehrin başlangıçtaki konumu ve genel olarak tarihte oynadığı role bakılınca tümden devlet ve iktidar şebekesine aitmiş gibi, onlar şehri yaratmış anlamı çıkmaz. Şehir nüfusunun yüzde doksanını iktidar ve devlet şebekesinin dışındaki kesimler oluşturmakta. Şehrin kuruluşundan gelişimine kadar en büyük emek ve çabanın sahibi bu kesimler oluşturmaktadır. Elbette kentin de kırsal uzantıları olan hiyerarşik yapı ve işbirlikçi kesim de varlığını oluşturmuştur. Tüm karşılıklı çatışma ve savaşımlara rağmen, simbiyotik ilişki çerçevesinde karşılıklı alışveriş, ticaret vb. ilişkiler de sürmektedir.

Üç İbrahimî-semavi dinin büyük direnişlerinin, köleciliği törpüleyerek feodal idari yapıyla yeni dönemi başlatırken ideolojik, ekonomik ilişki biçimi, ahlaki-politik ve iktidar devlet ilişki ve çatışmalarında farklılıklar gözlemlenmektedir. Nedir bunlar? Birincisi tanrıyı göğe çıkaran aynı ideoloji, devletleşmesiyle birlikte şahı, sahınşahı, sultanı, padişahı yeryüzünde tanrının gölgesine dönüştürüyordu. Köleyi azad ederken yerine ırgat, maraba vb.’ni geçiriyordu. İktidar-devlet ve sermaye şebekesinin alanını ahlaki-politik toplumun içlerine doğru biraz daha genişletiyor, yarattığı beylik idari sistemiyle doğal toplumu denetimine alma hamlesini yapıyordu. Tam da bu noktada dinden birçok beklentisi olan ahlaki-politik toplum bu hamlelere mezhepleşerek ve kutuplaşarak cevap veriyordu. Görünürde dini fikir çatışmaları gibi gözükse de aslında ahlaki-politik toplum ile sermaye ve iktidar-devlet şebekesinin çatışması yaşanıyordu. Dolayısıyla çatışma ve savaşların özü değişmiyordu. Bu iki güç arasındaki mücadele ortaçağ boyunca bu şekliyle devam etmektedir.

Böylece feodal idari sistemin sonunda 17. -18. yy kapitalist modernite çağına ahlaki-politik toplumun uzmanı ulus devlet sürecine gelmiş bulunuyoruz. Ulus devlet denilen bu sermaye, iktidar ve devlet şebekesi tüm boyutlarıyla ahlaki-politik toplum ve doğa üzerindeki iktidarlaşmasının zirvesi oluyor. Oluşturduğu “vatan çitleri” arasında kültür ve inançları homojenleştirme adına toplum kırımına giderken endüstriyalizmle doğa katliamına başvurmaktan çekinmemiştir. Felsefesini özne nesnellik üzerine oluştururken ideolojisini bu felsefe üzerine bina ederek pozitivizmi bir deli gömlek dini gibi topluma giydirmeye çalışmıştır.

Uygarlık tarihi boyunca ahlaki-politik toplum, sermaye, iktidar ve devlet şebekesinin kendisini nesnelleştirme saldırıları yetmiyormuş gibi ulus devletle hem nesnelleştirme hem de onun tüm değerlerine (kültür, dil , din ve inanç vb gibi tüm çok renk , çok ses, çok inançlara) saldırarak adeta varlık nedenlerine kast etmiştir. Bu nedenle yüzlerce kültür, dil, etnik yapı ve inanç dayatmalarıyla iki yüz yıllık tarihi boyunca , her bir günü her bir saati kırımdan geçirmiştir.

Ulus-devlet tahakkümünde ahlak ve politika daraltılmış, en aza indirilmiş, yok edilmeyle karşı karşıya bırakılmıştır. Toplumun kendi kural, töre, geleneğini yaşama, kendi çıkarını, savunmasını, geleceğini yapma koşulları ortadan kaldırılmıştır. Tüm silahlarından arındırılmış, savunmasız bırakılmıştır. Medya, sanat, spor, tv, sinema kültürüyle sanallaştırılmıştır. Kendi adına, kendine has düşünemez, duygulanamaz, bakamaz, göremez ve duyamaz hale getirilmiştir. Bu tam da iktidar ve devletin beş bin yıldır yapmak istediği ama bir türlü başaramadığı toplum ve kişiliktir. Kölelik dönemi de dahil kişi hiçbir zaman bu kadar denetim altına alınmamış, bu kadar ruhsuz, robot ve kadavra durumuna getirilememiştir. Otur deyince oturan, kalk deyince kalkan, tekçi zihniyetle homojenleştirilmiş, gri bakan ve gri gören, iktidardan daha iktidarcı, devletten daha devletçi, hezeyan içinde faşist yığınlar yaratarak  ahlaki-politik topluma ve kültür değerlerine karşı topyekün bir savaş yürütmektedir. Günümüz itibariyle Amerika ve Avrupa ulus-devletleri bu savaşımın (kültürel boyutu) tehlikeli ve yarardan çok zararını görerek vazgeçerken (Türk ulus-devletinin de başta olduğu) sayısız ulus-devlet hala yüz elli yıl öncesinin zihniyetiyle, ahlaki-politik toplumla (halklar, kültür ve inanç grupları) karşı savaşını sürdürüp saldırılarından zafer ummaktadır.

Şunu unutmamak gerekir ki 6000 yıl önce şaman, ihtiyar kurnaz erkek ve erkek avcıyla başlayıp günümüz kapitalist modernitenin idari sistemi ulus-devlete gelene kadar, bu iktidar-devlet şebekesinin en büyüğünden en küçüğüne kadar toplumsallığa karşı geliştirdikleri her gelişme planlı, programlı, birbirinin devamı ve tamamlayanıdır. Aynı şeyi ahlaki-politik ya da doğal toplum için de söylemek mümkündür. İktidar ve devlet şebekesinin sonuncu modeli kapitalist modernitenin ulus-devlet icadı insanlığın ve doğanın, yani birinci ve ikinci doğanın başına gelmiş en büyük insan yapımı felakettir. Bu felaketten çıkış ancak ahlaki-politik toplumun işlerliğine kavuşup toplumu şehriyle, köy ve kırıyla iktidardan ve onun kanserojen hastalıklarından arınarak devletin hukukunu sınırlayıp ahlakı hakim kılarak, devlet idareciliği yerine politik yönetimi geçirerek ve nihayetinde devleti gereksizleştirip işlevsizleştirerek varlığına son vermekle mümkündür.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.