Kendisi de emperyal bir güç olarak uzun yıllar etki alanlarını üç kıtaya yayan Osmanlı İmparatorluğu, Kaynarca Antlaşması’yla birlikte toprak kaybetmeye başlamış, kapitülasyonlarla yarı-sömürgeleşme sürecine girmiş ve giderek emperyal güçlerin sömürge paylaşımı konusu olmuştur. Çar Nicola’nın söylediği iddia olunan “Hasta Adam” değerlendirme ve söyleminin, Avusturya-Macaristan imparatorluğu başta olmak üzere Avrupalı devletler tarafından da paylaşılması, 600 yıllık imparatorluğun sona doğru gidişinin kararı olmuştur. Sykes-Picot Antlaşması, birinci paylaşım savaşı, imparatorluğun İttifak Devletleri cephesinde savaşa girmesi ve İttifak Devletleri’nin paylaşım savaşından yenilgiyle çıkmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu Avrupa merkezli kapitalizmin gelişimi karşısında kendisini ayakta tutamamıştır. Hegemonik bir sistem olarak gelişen kapitalizm, milliyetçi ideolojiyle ulus-devlet modelini geliştirmeye yönelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu gibi feodal sistemlerin gelişen bu yeni durum karşısında direnmeleri, ayakta kalmaları mümkün değildi. Hele de imparatorluğun etki alanlarında yaşayan halkların da milliyetçilik ideolojisi ile ulus-devlete yönelmeleri karşısında daralıp dağılması kaçınılmazdı. İmparatorluğun egemenliği altında bulunan sömürge konumundaki farklı hakların egemen sınıfları, milliyetçilik ideolojisi ve ulus-devlet anlayışıyla hareket etmiş, halkın desteğini de alarak bağımsızlıklarını ilan etmiş ve “kendi” ulus-devletlerini kurmuşlardır. Milliyetçilik temelinde yaşanan isyan, başkaldırı ve ulus-devlete yönelmelerin kapitalist merkezlerin yönlendirmelerinden bağımsız oldukları söylenemez. En azından imparatorluğun egemenliği altındaki Avrupa toprakları üzerinde yaşanan isyan ve başkaldırıları bu temelde değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Amacın ‘Hasta Adam’ın varlığına son vermek, topraklarını parçalayıp paylaşmak ve kapitalist modernitenin iktidar alanlarını genişletmek olduğu açıktır. İsyanların bastırılmasının temel politika olarak benimsenmesi, canlandırılmak istenen Pan-İslamist, Pan-Türkist ve Turancı politikalar temelinde paylaşım savaşına girilmesi, imparatorluğun sonunu getirmiştir.
Yüzyıla yayılan ve “sonu gelmez” isyanlar, onlarca farklı etnik ulusun imparatorluğun etki ve denetiminden çıkmalarını, farklı ulus-devletler biçiminde örgütlenmeye yönelmelerini beraberinde getirmiştir. Birinci paylaşım savaşından önce başlayan bu süreç, savaşla birlikte doruğa ulaşmış, imparatorluğun hakimiyeti altındaki halklar bağımsızlık ilanlarına gitmiş, Anadolu’da yaşayan halklar dışında hiçbir halk ve ulus Osmanlı’nın denetiminde kalmamıştır. Paylaşım savaşının sonunda, dev cüsseli emperyal bir güç olarak “3 kıtada at koşturan” 600 yıllık İmparatorluk kütürdeyerek düşerken, etkisi altındaki coğrafi alanlarda, kapitalist ideolojinin doğurtması onlarca ulus-devlet oluşmuş, büyük değişiklikler yaşanmıştır.
Paylaşım savaşı sonunda imzalanan mütarekeyle imparatorluğun hakimiyetinde kalan topraklar, İstanbul ve Anadolu’nun orta kesimiyle sınırlı kalmıştır. Merkezi İstanbul’da olan imparatorluğun kendisi de sömürge-manda yönetimi konumuna düşmüş, topraklarıyla birlikte imparatorluk vasfını yitirmiş, İngiltere’nin kuklası haline gelmiştir. Anadolu’nun geride kalan büyük ve önemli kesimi de emperyalist güçlerin işgali ve denetimi altına girmiştir.
Emperyalist güçlerin Anadolu’yu işgali halkın direnişini tetiklemiş, kurtuluş savaşı denilen süreç de esasta bu direniş ve isyanlarla başlamıştır. İttihat-ı Terakki’den arta kalan ve Osmanlı’nın sürdürülmesinin mümkün olmadığını gören bir kısım asker ve yönetici, işgale karşı gelişen isyanlarda geleceği görmüş, başına geçmişlerdir. Bunların başında da Mustafa Kemal gelmektedir. Misak-ı Milli’nin güncellenmesi temelinde, imparatorluğun bakiyesi topraklar üzerinde ulus-devlet modelli Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelleri bu süreçte gelişen direnişlerle atılmıştır.
Osmanlı’nın Çöküşü ve Cumhuriyetin Kuruluşuna Giden Yolda İktidar Mücadelesi
İddia olunur ki, Balkan Savaşları’nın yenilgisinden dönülürken, bir grup subayın kendi aralarında yürüttükleri tartışmalarda, mevcudu sürdürmenin imkansız olduğuna dair bir değerlendirmeye vardıkları, Osmanlı hakimiyetinden elde kalan Musul, Şam ve Hicaz-Yemen eyaletlerini de içine alan Kürdistan ve Arap toprakları üzerindeki hakimiyeti korumayı esas alan bir yaklaşımı benimsedikleri ve adına da “Misak-ı Milli” dedikleri yönündedir. Bu değerlendirmenin elde kalan hakimiyet alanlarını korumayı hedeflediği, Pan-Türkist, Pan-İslamist, Turancı ideolojilerin de bu anlayış temelinde geliştirildiği ve bunun sonucu olarak da gelişen isyanları bastırma, katliam ve soykırımlara yönelindiği; Ermeni ve Süryani halkına yönelik soykırımlarla, Anadolu’da yaşayan Kürt, Rum ve Arap halklarına karşı geliştirilen katliamların bu anlayış temelinde geliştirildikleri söylenebilir. Tartışmaya dahil olduğu iddia olunan şahısların tümü bu anlayış çerçevesinde paylaşım savaşında ve Ermeni, Süryani, Rum, Kürt, Arap soykırım ve katliamlarında yer alacak olan İttihat-ı Terakki’nin -ki, bunlardan bazıları soykırım suçlusu olarak da yargılanmış, İngiltere hakimiyetindeki bazı alanlara sürülmüşlerdir- asker kadrolarıdır.
O zamana kadar bir biçimde Osmanlı’yla birlikte yaşayan halklar, İttihat-ı Terakki’nin toprak yitimini engellemek, iktidarlarını korumak temelinde geliştirdikleri bu ırkçı faşist ideolojilerin mutlak iktidar yaklaşımlarına karşı başkaldırmaya, isyan etmeye başlamışlardır. Kapitalist modernitenin, büyük güçleri -Osmanlı İmparatorluğu gibi- parçalamak, küçük ve dağınık güçleri de fazla etkili olmayacak ve bağımlı durumda kalacak tarzda santralize etmek ve hakimiyet alanlarına dahil etmek amacıyla geliştirip yaydığı milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışının da hiç kuşku yok ki, bu direniş ve isyanlarda rolleri olmuştur. Hatta bazı yerlerde İngiliz ajanlarının etkili oldukları, krallıklar, manda yönetimleri oluşturdukları da doğrudur. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinde olan Arap Yarımadası’nın Osmanlı’nın denetiminden çıkarılması ve üzerinde kurulan onca devlet bu yaklaşımla gerçekleşmiştir. Kuşkusuz her halkın kendi örgütlülüğünü geliştirme, “kendi kaderini tayin etme hakkı” nın olduğunu ve bunun her koşul altında meşru olduğu gerçekliğini de belirtmek gerekir. Bununla birlikte milliyetçi ideoloji ve ulus-devletçi anlayışların parçalayıcı, karşıtlaştırıcı olduğu da bir gerçektir.
Sadece bu alanlarda değil, İttihat-ı Terakki’nin yönetimi altındaki Osmanlı İmparatorluğu’na karşı da Anadolu topraklarında hoşnutsuzluklar, karşı koyuşlar, direnişler, isyanlar gelişmiştir. Cumhuriyet tarihçilerinin kuruluşa giderken dillendirdikleri de bu gerçeği kanıtlar. Mustafa Kemal’in İstanbul’dan hareket ederek Anadolu’ya geçmesinin amacı da esasta budur. Yani gelişen isyan, başkaldırı ve direnişleri bastırmak, Osmanlı’nın Anadolu’daki hâkimiyetini sürdürmek istenmektedir. Öyle ki, Ankara hükümeti kurulmaya başlandığı, İstanbul hükümetinin fazla bir etkisinin kalmadığı zamanlarda bile bu isyanlardan bazıları devam etmiş, Ankara hükümeti tarafından da bastırılmışlardır. Zile, Yozgat (Çapanoğlu), Anzavur ve özellikle pek çok isyanı bizzat bastıran Çerkez Ethem’inki bastırılan isyanlardan bazılarıdır. Yine aynı dönemlere denk gelen ve katliamla bastırılan isyanlardan biri de Koçgiri İsyanı’dır.
Her ne kadar İngiltere başta olmak üzere emperyalist devletler Osmanlı’yı kukla bir yönetim olarak ayakta tutmaya çalışsalar da bunun artık mümkün olmadığı kesinleşmiş durumdadır. İsyanlar, direnişler ve başkaldırılar bu gerçekliği göstermektedir. Bununla birlikte yıkılanın yerine neyin konulacağı, imparatorluktan vazgeçilip-vazgeçilmeyeceği, ulus-devlet temelinde bir örgütlenmeye gidilip-gidilmeyeceği ya da cumhuriyetin kurulacağı yönünde herhangi bir değerlendirme de yoktur. Bazı Jön-Türkler’in, Avrupa devletleri benzeri yaklaşımları ve ademi-merkeziyetçi düşünceleri olsa da, gelişecek olanın cumhuriyet olacağı söylenemez.
Bu tartışmaların içinde de yer alan ve Cumhuriyetin kuruluşuna öncülük eden, esasta Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden önce saraya yakın bir pozisyonda ve İstanbul hükümetinin bir memuru durumunda olduğu, bu yakınlığıyla iktidarın ortağı olduğu da bilinmektedir. Gelişen isyanları bastırmak amacıyla İstanbul hükümeti tarafından görevlendirildiği, Anadolu’ya geçtiğinde yaşanan isyan ve direnişlerin bastırılmasının mümkün olmadığını gördüğü, karşıt durmaktansa, öncülük etmenin daha gerçekçi olduğunu bilerek hareket ettiği ve cumhuriyetin kuruluşuna da bu temelde gidildiği Türkçü tarih tezinin savunusudur.
Anadolu’ya geçiş, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Anadolu ve Kürdistan’a yapılan gezi ve görüşmeler yeni dönemin iktidar ittifak perspektifini oluşturmuştur. Ankara hükümeti ilan edildiği dönemin başında oldukça zayıf bir pozisyondadır. Yapılan düzenlemeler kurulacak olan yapının niteliğine ilişkin fazla bir şey söylememektedir. Cumhuriyet’in ilk anayasası olarak da kabul edilen veya en azından böyle yorumlanan 1921 Belgesi, demokratik nüveler taşısa da bir yönetim modelini önermemektedir. Maddelerin yarısından fazlasının (24 maddenin 13’ü) özerkliği işleyen maddelerden teşkil edilmiş olması, imparatorluk yerine kurulacak olan yapının demokratik bir içerik ve ruha sahip olacağı düşünülse de, bunun kararlı vurgusu yoktur. Anadolu’daki kaotik ortamın varlığı, farklı halkların belli bir hareketlilik içerisinde olmaları, Ankara hükümetinin tam bir hakimiyet sağlayamamış olması ve uluslararası alanda da kabul edilir bir pozisyonda olmaması, bu belgenin böyle düzenlemesinin nedenleri olarak gösterilebilir. Fransa ve ardından da İngiltere ile gerçekleştirilen antlaşmalar, revize edilen Misak-ı Milli sınırlarının uluslararası platformlarda da kabul edilmesi ve garanti altına alınması, cumhuriyetin dış güçler tarafından tanınması ve bu güçlerin Osmanlıyı ayağa kaldırmaktan vazgeçmeleri, cumhuriyetin kurucu kadrolarının gerçek yaklaşımlarının ortaya açıklamasına, 1921 Belgesi’nin lağvedilip yerine ırkçı bir anlayışla ele alınan 1924 Anayasası’nın konulmasına götürmüştür.
Ankara hükümetinin henüz zayıf olduğu dönemde de bir iktidar paylaşımından bahsetmek mümkündür. Birinci parlamentonun yapısı ve bileşenleri bu iktidar paylaşımının varlığını göstermektedir. Farklı ideolojik yaklaşımlar kadar, güçleri ve toplumdaki etkinlikleriyle de bireyler mecliste temsil olmuşlardır. Bu durum temsiliyetin oluşmasında demokratik bir yapı gösterse de, gerçek olan iktidar odaklarından herhangi birinin fazla etkin olmaması bu durumun esas belirleyen nedenidir. Sol ve demokrat bir yaklaşıma sahip olan grup bir tarafta, askeri gücün denetimini elinde bulunduranlar diğer tarafta yer alarak bir mücadele içerisindedirler. Bölge ve alanlardan gelenler de buna dahil edildiğinde bu iktidar mücadelesinin derinliği görülür. Daha cumhuriyet ilan edilmeden bu iktidar mücadelesi her yönüyle kendisini açığa vurmuştur. Mustafa Suphiler’in katledilmesi bu iktidar mücadelesinin en kanlı örneklerinden biri olarak tarihte yer alırken, iktidar mücadelesinin kanlı geçeceğinin de göstergesi olmuştur. Bu başlangıçtı ve ardı da gelecekti. Ali Şükrü Bey’in kaçırılarak katledilmesi ve cenazesinin de Çankaya Köşkü’nün bahçesine gömülmesi[1], Ali Kemali Bey ve ekibinin sessizleştirilerek meclis dışına atılması, askeri gücüyle Anadolu’daki en etkili kişiliklerden olan ve Mustafa Kemal’e ilk biat edenlerden biri olan Kazım Karabekir’in ya üniforma ya da siyaset ikilemiyle karşı karşıya bırakılarak ve ardından da gelişen Şeyh Said isyanı sürecinde bazı üyelerinin de bu isyanla bağlantılarının olduğu gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılarak etkisizleştirilmesi ve Çerkez Ethem’in tasfiye edilmesi, cumhuriyetin kuruluşu öncesi ve sürecinde gerçekleşen iktidar mücadelesinin ilk yansımaları olarak ortaya çıkmışlardır.
Çerkez Ethem’in İttihat-ı Terakki’nin etkin bir elemanı olduğu, denetimindeki silahlı güç ve yürüttüğü çete türü savaşla da kurtuluş savaşında etkili ve oldukça önemli bir konumda olduğu, dikkate alındığı, dolayısıyla da iktidar mücadelesinde etkili bir taraf olduğu söylenebilir. Sakarya, Zile ve Yozgat isyanlarının bastırılmasında, Yunan güçlerine karşı savaştaki rolü O’nu iktidar mücadelesinin en tehlikelisi ve aynı zamanda en çekinileni haline getirmiştir. Dolayısıyla iktidar mücadelesinde mutlaka tasfiye edilmesi gereken biri olarak görülmüş, diğer etkin güç odağı tarafından bir biçimde punduna getirilerek tasfiye edilmiştir. Bazı tarihçiler, cumhuriyet tarihçilerinin İnönü zaferleri olarak tanımladıkları şeyin özünde Çerkez Ethem’e karşı kazanılan zafer olduğunu söylemektedirler. Çerkez Ethem’in sıkıştırılarak Yunan kuvvetlerine iltica etmeye zorlanması bu iktidar zaferinin ifadesidir. Çerkez Ethem’i tasfiyeye götüren nedenin, Yozgat ayaklanmasını bastırırken karşılaştıklarından hareketle Mustafa Kemal hakkında dillendirdikleri olduğunu da tarihçiler söylemektedirler. Sonuçta iktidar mücadelesinde yenilen Çerkez Ethem olmuştur.
İsyanları Kamçılayan Unsur: Cumhuriyet’in Tekleşen İktidarı
Misak- Milli’nin elde kalan topraklar esas alınarak revize edilmesi, eski Osmanlı egemenliği altındaki bazı topraklar üzerinde hak iddia edilmesinden vaz geçilmesi, henüz kurulmamış olan cumhuriyetin dış ilişkilerini şekillendirmiş, kabul edilmesini sağlamıştır. Uzun görüşme ve çekişmelere sahne olan Lozan Konferansı’nın antlaşmayla sonuçlanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden önemli gelişmelerden biri olmuştur. Bu konferansta kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları ve iktidar yapısı tanınmıştır. Her ne kadar daha öncesinde hilafet ve padişahlık kurumu kaldırılmış olsa da, yerine kurulacak olanın ne olacağı konusunda bir karar beyanı yoktur. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Konferansı’ndan kısa bir süre sonra imparatorluk yerine kurulacak olanın cumhuriyet olacağı açıklanmış, 3 ay içerisinde de ilanına gidilmiştir. Cumhuriyetin anayasası da 1924’te yürürlüğe konulmuştur.
Resmiyet kazanıp yürürlüğe giren 1924 Anayasasının, Anadolu’da yaşayan halkları reddeden ırkçı bir yaklaşımla ele alınması büyük tepkiler toplamış, karşı durulmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle de bu toprakların yerleşik halkı olup binlerce yıldır bu topraklar üzerinde yaşayan Kürt halkının varlığının inkâr edilmesi, dilinin yasaklanması tepkilerin, başkaldırıların, direnişlerin, devlet diliyle söylenecek olursa isyanların (Demirel yaşanan süreci “29. İsyan” olarak dillendirmiştir) gelişmesine neden olmuştur. İsyanlar ve onların bastırılması, egemenlik savaşlarının derinliğine sürdürülmesine imkan tanımıştır.
Cumhuriyet’in ilanından memnun olanlar kadar olmayanlar da olmuştur. Baskı ve zulmünden bıkan toplumun büyük kesimi imparatorluğun yıkılmasından memnun olurlarken, İslamiyet’le hilafete bağlı olanlar, padişahlığın varlığından nemalananlar ve bir ölçüde kendisini bu sistem içinde var edenler de karşı çıkmışlardır. Bunlar sınırlı olmalarına rağmen, cumhuriyetin kurucu kadroları karşı koyuşların hepsini bu kefeye koyarak değerlendirmişler. Kuşkusuz bu yanlış bir değerlendirmedir. Hoşnutsuzlukların tümünü dinsel inanca dayalı bir yaklaşımla açıklamak mümkün olmadığı gibi, böyle bir değerlendirme gerçekçi de olamaz. Kürt halkı başta olmak üzere kimlikleri reddedilen etnisitenin karşı koymaları ve varlıklarını koruma temelinde direnmeleri cumhuriyetin kuruluş yıllarını yoğunca etkilemiş, yönlendirmiştir. Etki-tepki de diyebileceğimiz bu dönemin gelişmeleri ve Fransız geleneğini esas alan üniter ulus-devlet modeli, cumhuriyetin sıfatına uygun gelişmesini, demokratik bir çehre kazanmasını engellemiştir. Farklılıkların olduğu yerde tekçi anlayışların çatışmaları tetiklemesi kaçınılmazdır. Bunun yansımaları içteki iktidar mücadelesine yansıması da işin doğası gereğidir.
Ret ve Mutlak Hakimiyete Karşı Gelişen Şeyh Said İsyanı
Karşı propagandada bulunanlar Şeyh Said İsyanı’nı basit göstermek ve karşıtlık oluşturmak amacıyla Hilafet yanlısı ve Cumhuriyet karşıtı olarak gösterirler. Mütedeyyin bir insan ve geniş bir cemaatin lideri olarak Şeyh Said’in dinsel bir yapı benimsemiş olması mümkündür. Ancak Şeyh Said isyanı olarak tabir edilen, tanımlanan isyanın sadece O’nun cemaatiyle sınırlı olmadığı, örgütleyenin de sadece kendisi olmadığı; Azadî Hareketi, Cibranlı Halit, Yusuf Ziya vb. etkin isimlerin bu hareket içinde bulundukları, bunların esas taleplerinin de Kürt kimliğinin tanınması çerçevesinde olduğu bilinmezden gelinerek değerlendirmeler yapılmıştır. Gerçek olan, Şeyh Said İsyanı’ nın Ankara’nın mutlak hakimiyetine ve Kürt kimliğinin reddine karşı geliştiğidir. Kuşkusuz ki, bu isyanda iktidar arayışının olmadığı, yine Azadî Hareketi’nin yaklaşımlarında cılız da olsa milliyetçiliğin olmadığı söylenemez. Olayı, Binbaşı Edward Covbertin Noel’in şahsıyla bağlantılandırarak bir İngiliz oyunu olduğunu söylemek de, gerçeği tüm boyutlarıyla yansıtmamaktadır.
İngiltere’nin Ortadoğu’da hakimiyetini geliştirmede Cumhuriyet Türkiye’sini bir ölçüde kendisine engel olarak gördüğü söylenebilir. Özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hakimiyet alanlarını egemenliğine almaya çalışırken, Cumhuriyet Türkiye’sinin de kendisini işgal altındaki bu toprakların varisi olarak gördüğünü, dolayısıyla rakip olduğunu düşünerek, Cumhuriyetin egemenliği altındaki alanlarda karışıklıklar çıkararak zayıflatmak isteyeceği anlaşılır bir husustur. Şeyh Said isyanıyla bir bağı olmasa bile, varmış gibi bir görüntü çizmesinin nedeni de, aynı amaçlı olup, cumhuriyeti tavize zorlamıştır. Cumhuriyetin Misak-ı Milli’deki Musul eyaletinden vazgeçmesinin nedeni (Özal bunu tekrardan gündemleştirmek, tartıştırmak istemişti) de, tavize zorlayan bu yaklaşım olmuştur. Dolayısıyla gerçek olan, gerçek olmayanın gölgesinde kaldığından, hakikatin bulanıklaştırıldığı değerlendirmelerin gelişmesine neden olmuştur. İstanbul’dan yollandığı söylenen telgrafın da esasta bu söylemi temellendirmenin mizanseni olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
İsyan, Ankara hükümeti içerisinde de çatlaklara yol açmıştır veya böyle yansıtılmıştır. İsmet İnönü, Kasım 1924’te “dinsel gericiliğin geliştiği” iddiasıyla, toplumu bastırmayı esas alan bir yasa çıkarmak istemiştir. Takrir-i Sükûn Yasası olarak bilinen bu yasa önerisi, meclisin çoğunluk yapısı tarafından kabul edilmemesi üzerine, İnönü başbakanlıktan istifa etmiş, yerine de Fethi Okyar başbakan olarak atanmış, hükümeti kurmuştur. İsyan geliştiği sıralarda Fethi Okyar’ın kurduğu hükümet daha birkaç aylıktır. İnönü’nün isyanı gerekçe yaparak yürüttüğü sert muhalefetle kendisinin çıkaramadığı yasayı Okyar’dan çıkarmasını istemiş, ancak Okyar bu yasanın çıkarılmasını kabul etmemiş, dolayısıyla da başbakanlıktan istifa etmiştir. Okyar’ın yerine tekrardan başbakan olan İnönü 3 Mart’ta hükümeti kurmuş, 4 Mart 1925’te de sert baskıları, yasaklamaları ve göçertmeleri içeren Takrir-i Sükûn Yasası’nı meclisin onayından geçirerek yürürlüğe sokmuştur. Bu gelişmeler bile yaşananın ne kadar isyan, ne kadar komplo olduğu konusunda insanı düşündürtmektedir. Sonrası tam bir baskı ve mutlak egemenlik olmuştur.
Takrir-i Sükûn Yasası’yla, tam yetkiyle donatılan, kararlarının düzeltilmesi bile olmayan, kararları yerinde ve anında gerçekleşen iki istiklal mahkemesi de kurulmuş, yüzlerce insan suçlu-suçsuz bu mahkemelerin kararlarıyla idam edilmişlerdir. CHP’nin dışında ikinci bir parti olarak varlığını koruyan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da, bazı üyelerinin bu gelişmelerle bağı olduğu gerekçesiyle 3 Haziran 1925’te kapatılarak tek parti diktatörlüğü kurulmuştur. 24 Eylül 1925’te yasalaştırılan Şark Islahat Planı gereğince topluma karşı tam bir saldırıya geçilmiş, tüm farklı sesler ve yaklaşımlar etkisiz hale getirilmek istenmiştir.
Sonrasında çıkarılan daha başka yasalarla da bu baskı ortamı süreklileştirilmiştir. Kuşkusuz baskılar bir toplumu tümden etkisiz duruma getirip susturamaz. Ne Şark Islahat Planı’nın, ne Takrir-i Sükûn Yasası ve İstiklal Mahkemeleri’nin ve ne de daha sonrasında çıkarılan ve bu baskı yasalarını daha da etkili kılmaya çalışan yasaların gücü, toplumu tamamen sindirip sessizleştirmeye yetmemiştir. 1925 sonrası yaşanan başta Ağrı, Dersim isyan ve direnişleri ve buna karşı çıkarılan baskı yasaları bunun göstergesi durumundadırlar.
Yaşanan bu gelişmelerden hareketle egemenlik savaşlarının son bulduğu iddia edilemez. Bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan’ın mutlak iktidar savaşının yaşanan bu gelişmelerden fazla bir farkı yoktur. Hepsi iktidar savaşının toplumu parçalamaktan, karşıtlaştırmaktan, bastırmaktan geçtiğini bilerek hareket etmişlerdir. Sert yasalarla baskı altına alınmak, susturulmuş toplum mutlak iktidarın olmazsa olmazlarındandır. Ulusal sorunların olduğu yerde, ulus-devlet modelinin varlığı bu savaşların gelişmesi için yeterli nedendir.
Sonuç
İsyanlar, direnişler vb. gelişmeler egemenlik savaşını perdeleyememiştir. Mustafa Kemal’in meclisteki asker üyelere hitaben söylemiş olduğu iddia olunan, “Meclis’te kalıp siyaset yapmak istiyorsanız, üzerinizdeki üniformayı çıkaracaksınız” söylemi, iktidar mücadelesini ve çatışmanın düzeyini göstermektedir. İktidarın paylaşımı yoluna gidildiği de kesindir. Mustafa Kemal, cumhurbaşkanı sıfatıyla Çankaya Köşkü’ne alınarak bir anlamda etkisizleştirildi. Ardından Fevzi Çakmak ömür boyu Genelkurmay Başkanı ve İsmet İnönü de Başbakan olarak esas iktidar odakları olmuşlardır. İzmir Suikastı ve Ziya Hurşitlerin idamı, Serbest Fırka denemesi, Menemen olayı ve benzerlerinin hepsi bu egemenlik savaşında teferruat olmuşlardır. “Ulusal Önder” ve “Milli Şef” söylemleri, Cumhuriyet Türkiye’sindeki egemenlik savaşının varlığını ve düzeyini bize göstermeye yetmektedir. Bir yarı-sömürge ülke ve oligarşik karakterli katı bir ulus-devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, “milli mesele” diyerek sistematik Kürt baskısı uyguladı. Sonuçta Kürt halkının “sömürge ötesi” statü ve varlık sorunu olduğu gibi günümüze kadar devam etmiş, egemen olan Türklük fikri ise, ulusal, ekonomik, kültürel ve sosyolojik anlam ve itibar kaybına uğramıştır.
Yoruma kapalı.