Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulus-Devlet Ontolojisinin Özel Savaşla Olan Yapısal İlişkisi

Hasan Aşkın

Tarihsel süreç içerisinde oluşmuş siyasal sınırlarda farklı etnik, dil, kültür ve inanç yapıları ciddi bir sorun oluşturmamaktaydı. O yüzden sömürü ve siyasal iktidar ilişkisi yakın döneme kadar homojen bir yapıya ihtiyaç duymadı. Homojenleştirme azami sömürüyü hedefleyen, azami iktidar ihtiyacından doğdu. Azami sömürü, iktidar ve tekel ilişkiselliğinin dışında mümkün görülmedi. Toplumun tüm birimlerinden, coğrafyanın ücra köşelerine kadar sömürü ve talan amacı, azami düzeyde tekelleşmiş bir siyasal, ekonomik, askeri, sosyal ve ideolojik yapıyı zorunlu kılar. Bu yapısal ifadesini ulus-devlet formunda buldu. Bu nedenle kapitalist sistem çokça manipüle edildiği gibi aklın, bilimin, teknolojinin refah ve zenginliğin çağı olmadı. Sömürünün içte ve dışta azami boyutunun hedeflediği tüm yapısı buna uygun yapılandırıldığı bir dönemin ve sistemin adı oldu.

Ulus-devlet doga, toplum ve anlama içerilmiş iktidarın azami formudur. İçte ve dışta sömürünün sınırsızlığı ulus- devlet formu olmadan gerçekleşemez. Lanse edildiği gibi devlet sınırları dahilindeki ulus(lar) yapısının ihtiyaçları sonucunda şekillenmedi. Bilakis devlet yapısı sınırsız iktidari için kendi ulusunu oluşturdu. Her devlet kendi karakterine ve ihtiyaç duyduğu yapısal bütüne uygun ulusunu şekillendirdi. Devlet ulusu nesneleştirerek kendisine yedekledi. Bu anlamda ulus, ulus-devlet ilişkisinin öznesi değil nesnesidir. İktidar tekçiliğin en saf ve mutlak olanıdır. Ontolojik olarak her türlü tekelin merkezine tekçilik yerleşir. İktidar çok olanın, farklı olanın özerkliğini varlığı için birincil tehdit görür. Hiçbir farklılığa tahammül etmez. Bunu kendi açısından varlık-yokluk sorunu kabul eder. Ulus-devlet bu mantalite üzerine inşa edilir. Tek dil, tek din, tek kültür ve tek etnik yapı onun olmazsa olmazıdır. Teklik onun varoluş felsefesidir. Bunu varlığının temeli haline getirir. Her şey tek olanla anlam ve hayat bulur. Tüm farklılıkları kendi bünyesinde tekleştirmeyi temel amaç yapar. Tanrısal olguyu olduğu gibi, devlete ve onun uzantısı olan ulusa şirk koşulmaz. Bu kutsallık derecesinde anlamlandırılır. Tartışmasız üst kimlik olarak tüm farklılıkların tek değeri, aidiyeti olarak sunulur. Bunun dışındaki her şeyi red, inkar ve imhası meşru kabul edilir.

Toplumsal doğanın çoklu yapısı; farklı etnik, inanç, dil, kültür, ekonomik, siyasal, sosyal, düşünsel vb, zenginlikleri ve dinamikleri ulus-devlet formu ile kaçınılmaz bir cepheleşmeye gider. Toplumsal farklılıkların kendi aidiyetleriyle varolma ve yaşatma iradesiyle ulus-devletin farklılıkları kendi tekçiliğinde eritme istemi, daimi bir çelişkiler yumağı ve çatışma potansiyeli taşır. Bir çok ülke bunu kimi yasal ve siyasal haklarla dengeselede, çoğunlukla sürekli bir çatışma hali, ulus-devletlerde karakteristik bir hal alır. Ulus-devlet sisteminde çelişkiler ne kadar dışsallaştırılıp “dış düşman” odaklı görünür kılınırsa, esas sorun ve çatışma içsel olandır. Devletler arası çelişki ve çatışmalar çoğunlukla ortak çıkarlarla dengelenir. Ulus ötesi ekonomik tekeller ve sistemin hegemonik güçleri bu dengelemeler de oynadıkları rol kadar, suni gündem ve sorunlarla da gerginliği hep canlı tutarlar. Tüm dış sorunlara rağmen esas ve uzlaşmaz çelişki, ulus-devlet mantalitesi içerisinde bünyesel olandır. Ordu, paramiliter, İstihbarat vb. güvenlik birimlerinin odak noktası iddia edildiği gibi dış değil, içtir. İç çatışmalar karakteri gereği yer yer şiddetlensede, düşük yoğunluklu, zamana yayılmış ve çıplak şiddetin dışında farklı yöntemlerle gerçekleştirilir. Şiddet tek başına sonuç alıcı görülmez. Şiddetin dışında insani ilişkiler ve ihtiyaçlar üzerinden şekillenen tüm gereksinimler devlet tarafından bir silah olarak kullanılır. Bu salt maddi olmaz, ruhsal, duygusal ve düşünsel boyuta yönelik araçsallaştırmalar ve saldırılar çok daha yoğun olarak, bu çatışmalarda rol oynar. Dış düşünme olgusu gibi dar ve cepheleştiren çatışma genellikle tercih edilmez. Ulusa dönüştürmeyi düşündüğü toplumsal bütünün “rızasını” almayı amaçlar. Ötekileştirdiği toplulukları ayrıştırmaya çalışır. Tüm dinamikleri karşısına alarak geniş bir cephe oluşturmaz. Parçalı bir toplumsal dinamik tercih eder. İnceltilmiş bir yöntemle öne çıkardığı “üst kimlik” ve değerler etrafında “alternatif” bir çözüm sunmayı da ihmal etmez.

Devletin dayattığı tekçilik kaçınılmaz olarak toplumsal dinamiklerle çatışma zeminine dönüşür. Bu çatışmanın niteliği özel savaş olarak nitelik kazanır. Çünkü idealize edilen ve toplumun varlığı için olmazsa olmaz mealinde bir yapı olarak sunulan devletin, açıktan toplumla çatışarak, toplumla karşıtlaşması devlet ile toplum arasındaki bağları tümden koparıp, onun “çatı” kimliğini tartışmalı kılacaktır. Bu devlet yapısı için ulus-devlet, amaçsallığı içerisinde arzulanmaz. Bu noktada ulus-devlet, amaçsallığı ilk özel savaş araçsallığı yapısal bir ilişkiye dönüşür.

Özel savaşı devlet çıkarlarının merkezinde olduğu iktidar uygulamalarının karanlık, gizemli ve açıklanamayan yanıdır. Özünde hukuk düzeniyle karşıtlaşan, hukuk dışı uygulamaların adıdır. Burada geçerli olan; yasalar üstü yazılı olmayan bir yasanın, devletin “yüce” çıkarlarının korunmasıdır. Devlet çıkarları tarafından örülen ağ; her türlü yasanın üstünde gücünü sınırsız kullanabilen dokunulmaz bir ağdır. Devletin yüce çıkarları tüm araçları koşullar. Uygulayıcının özel ahlakıyla ve inandığı değerlerle çatışsa bile, yerine getirmesi gereken her şeyin yapılmasını şart koşar.Özel savaşı kavramlarla, tanımlarla sınırlamak, anlamını daraltmak, onu çerçevelemek olur ki, bu onun ontolojisine terstir. Bunun kurumsal aklı ve uygulayıcıları her türlü yasadışılığa, çirkinliğe, kötülüğe, değersizliğe, onursuzluğa tenezzül eder. Uygulamada onun sınırları, ölçüleri, değerleri yoktur. Kendisini tüm insani toplumsal ve doğal değerlerin karşısında konumlandırmak, her türlü ahlaki karşıtlığı kendi ahlaki değer yapısı olarak kabul eder. Bu onun özsel yapısıdır. Ancak bunu yaparken algı operasyonlarıyla en ahlakçı, toplumcu, ekolojik ve insani değerler adına yapar. Bu anlamda söz konusu ulus-devlet ise, en normal olanı bile sorgulamadan geçmemek gereklidir. Çünkü en zor anında, deşifresi söz konusu olduğunda olayın hem uygulayanı, hem aklayanı, hem de aklananıdır.

Bu savaş biçimi yasaları araçsal kılmakla birlikte, genelde yasal olmayan zeminde uygulama alanı bulur. Yasal olan buzdağının görünen yüzeyini bile oluşturmaz. Bu savaşın yasayla sınırlı olanına güvenlik bürokrasisi, mahkemeler ve cezaevleri eşlik eder. Zorun gücüyle baskılamaya paralel siyasal, sosyal, ekonomik ve psikolojik boyut eklemlenir. Devlet ve etkisindeki sivil kurumlarla bu süreç ilerletilir. Bu kurumların oluşum ve işleyişinin yasal prosedürlerle belirlenmiş olması, özel savaş pratiklerinin bir devlet politikası olarak geniş uygulama alanına işaret eder. Özel savaş uygulamalarının devlet ile iç içeliği devletin kurumsal karakteriyle ilgilidir. Zor, şiddet ve talan eksenli yapısını hukuksal çerçeve ile yasal ve meşru kılar. Ancak bu özünü değiştirmez. Devletin esas gündemi bu tarz ile ilişkilidir. Hukuk dışı yasal olmayan uygulamalar gizli yapılması şartı ile olağan ve rutin uygulamalardır. Varlık nedeni baskı, sömürü ve talanı zor aygıtı olmadan yaşamsallaştıramaz. Bu nedenle dönemsel ve araçsal bir yöntem olmaktan çıkıp, amaçla kopmaz bir bağa dönüşür. Bu amaçsallık içerisinde yasallık ve kurumsallık kazanan ulus-devlet doğa, toplum ve değer karşıtı konum ve uygulamalarını yasal çerçeveye sığdıramaz. Dışarıya taşacak kötülükleri ile onun idealize edilmiş kurumları tezatlık oluşturur. Devletin bu yasa dışı ayağı, yasal ayağından çok daha da ileridedir. Devletin bu niteliği onu bir nevi özel savaş yapılanması olarak yasadışı yapar. Bu ona her şeyi yapma hak ve yetkisini verir. Sınırsız uygulama gücü ve ölçüsüzlüğünün dayanağı devlet çıkarları olur. Misyon üstlenenler cezasızlıkla ihya edilir. Özü bu olan devlet, yine de yasal olmaya, meşru görünmeye ve hukuksal bütünlüğe ihtiyaç duyar. Herkesin kabulü, tüm vatandaşların sığınağı olması daimliği açısından vazgeçilmezdir. Hep “temiz” kutsal ve dokunulmaz olmak zorundadır. Bu nedenle kötülükleri organize eden ama yine de “temiz” kalan bu yapılanma kendi pis işlerinin taşeronlarını organize eder. Kimi uç siyasal yapıların tabanından gerekli kadro devşirilir. Bu yetmez aynı taban üzerinden mafya dediğimiz suç örgütleri oluşturulur. Bu yapılar sürekli olarak varlık gösterselerde, devletin beka sorunu yaşadığı dönemlerde çok daha faal olur. “Devlet düşmanı” olarak görülen öteki ve muhalefete karşı tehdit şantaj ve cinayete kadar varan eylemler organize edilir. Aynı gruplar eliyle toplumun sinir uçlarına dokunulup, önde gelen şahsiyetlerine yönelik suikastlerle provakasyonlara gidilir. Karşıt gruplar karşı karşıya getirilip çatıştırılır. Çoğu zaman bu öyle bir boyuta vardırılır ki, kutsal değerler, mekanlar provokasyon amacıyla kullanılıp kitleler öteki olana karşı mütecaviz bir biçimde toplu talan, yağma, tecavüz ve cinayetlere yönlendirilir. Bunun merkezinde olan devlet, kurtarıcı olarak devreye girip, kendi olmazsa olmazlarını daha görünür kılar.

Özel savaşın en organize halini Gladyo veya Özel Harp Daireleri gibi oluşumlar şahsında görürüz. Bunlar “dış düşman” ve “dış tehlike” algısı üzerinden kurumlaşmışsalar da, esasta içe dönük olarak faal oldular. Bir çok ülkede bu ilişkiler ağı açığa çıkarılarak üzerine gidildi. Bürokratından, siyasetçisine, iş adamlarından, sendikacıya, akademisyenden, yazarına ve sivil toplum temsilcilerine kadar geniş yelpazeden katılım, bu kirli ilişkiler ağı içerisinde bulmak mümkün. İlişkiler ağı ne kadar geniş ve derin olsada münferit bağlantılar dışında devleti , kutsal ve dokunulmaz olarak yeri korunur. Yasal alanda bile iktidar, muhalefet ve sivil toplum kurumları aynı uygulamaların bütünleyeni olarak görünür. Söz konusu “öteki” üzerinden devlet çıkarları olduğundan gerisi teferruattır. Kendi içerisinde her türlü çıkar yapıları, çatışmaları hoş görülür. Ancak öteki karşısında tek vücut hareket edilir. Tıpkı yedi başlı ejderha gibi; bedene yönelen her tehdit ve tehlike durumunda tüm başlar aynı yöne, aynı refleksi verir. Zorun gücü ve etkinliğine paralel algı operasyonlarının birincil sorumluluğu basına düşer. Bu anlamda özel savaş oluşumu çok geniş bir kadro ağına sahiptir. Buna gölge edene devlet demek mümkündür.

 

Bölme, Parçalama ve Çatıştırma Stratejisi

Devletlerinin ulus-devlet amaçsallığında kendi ulusunu yaratması, bir varoluş sorunudur. Ancak bu toplumsal farklılıklar ve dinamiklerle bir çatışma demektir. Sonuçta ulus-devletin inşa edileceği zemin farklı dil, kültür, etnik, inanç ve toplumsal değer ve dinamiklerin red, inkar ve imhası üzerine olacaktır. Tüm farklılıkları tek bir yapıda eritme toplumsal dinamiklerin direnciyle karşılaşacaktır. Kırılması gerekli olan bu direniş savaşın her türlü yöntemini devreye koyup, meşru kabul edecektir. Yasal, siyasal, sosyal, ekonomik, kurumlarla başlatılıp; basın aracılığı ile algı operasyonlarıyla destekleyip, fiziksel, psikolojik ve düşünsel alanda topyekün bir saldırı gerçekleştirilir. Bu saldırılar bir çok alanda eş zamanlı olarak yapılır. Red, inkar ve asimilasyonu amaçlanan etnik grup, kültür, dil, ve inanç sahibi birey, kurum, yapı ve toplumsal dinamikler her yönüyle baskılanır. Bunların kendilerini örgütleyip kurumlaşmalarına izin verilmez. Kurumlaşmalar oluşursa işlevsel olmasına engel olunur; kurumlar tecrit edilerek marjinal kılınması amaçlanıp zamana yaydırılmış bir tasfiye dayatılır. Yasal sınırlarda varlık imkanı bulamayıp illegalite de örgütlenen yapılar kriminalize edilip “terörist” ilan edilir. Her türlü karalama kampanyasıyla içte ve dışta tecriti amaçlanıp, askeri operasyonlarla imhası hedeflenir. “Öteki”leştirildiği toplumsal dinamiklerle bu çok boyutlu çatışmasını önemli oranda böl-parçala-yönet politikasıyla yapar. Özellikle ulus-devletin hedefindeki etnik ve inanç yapılarını karşı karşıya getirme ve çatıştırmayı amaçlar. Bu olmazsa yan yana gelip bir birlik oluşturmaları engellenir, hatta her etnik ve inanç yapısını içerden parçalamaya çalışır. Kimi zaman açık kimi zaman gizli bir taraf desteklenip diğer taraf etkisizleştirilir. Her durumda kendi içinde çatışmalı enerjisini iç sorunlarıyla tüketen ve zayıf düşen gruplar, devletin yapısal gücü karşısında ciddi bir varlık gösteremeyeceklerdir. Aynı şekilde toplumsal dinamiklerin üst tabakasından devşirdiği işbirlikçi yapı ile de karşıt ve alternatif bir yapılanmaya gider. Bu grup hizmetlerinin karşılığında devletin olanaklarından yararlandırılacak, kale içten feth edilmek istenir. Truva atı rolü üstlenen bu tabaka ile toplumsal dinamikler çatıştırılır. Bu işbirlikçi yapı salt içe dönük kullanılmaz, dışa dönük olarakta devletin bu kirli savaştaki “meşru yüzü” olur. Özellikle ulus-devlete alternatif olacak, onunla ortaklaşabilecek potansiyele sahip etnik, dil, kültür ve inanç yapılarına yönelik saldırılara ağırlık verilir. Direnişlerini, umutlarını kıracak çok boyutlu saldırılar gerçekleştirilir. İradeleri kırılmış, kendi değer ve kimliklerinden utanır hale getirilmiş kitle ruh hali hedeflenir. Bu ruh hali asimilasyonu ve teslimiyeti hızlandıracaktır.

Bu amaca uygun ekonomik olarak toplumsal dinamiklerin yoğunlaştığı alanlar atıl bırakılır. İşbirlikçi ve açlıkla yüz yüze getirilip göçe zorlanır. Mevsimlik işçi olarak (düşük ücretle) her türlü işte çalıştırılıp, fiziki ve psikolojik baskı altında öteki oldukları, her an ve her durumda hatırlatılır. Temsil ettikleri değerlerin inkarına zorlanıp, ulus-devlet değerlerine yönlendirilir. En insani gereksinimler bir silah olarak kullanılıp “terbiye” edilmeye zorlanılır. Göç edilen Kürtlerin varoşların da yokluk ve yoksulluk içerisinde kimlik ve aidiyetlerinin sosyal, siyasal ve ekonomik bir engel olduğu manipüle edilir. Develetsizlik ve kimlik bunalımı ortamı içerisinde kendini inkarla başlayan başkalaşım süreci bir “alternatif” olarak ulus-devletin, “üst kimlik” ve değerlerine yönlendirilir. Esasta ise, kendi değerleri ve metropol kültürü arasında sıkıştırılarak ucube bir yapı, nesil amaçlanır. Bunun yanında milliyetçi-sağcı gruplar aracılığıyla ötekileştirilenler her alanda baskılanır. Kendi kimlik ve değerlerine yönelik sahiplenmeler anında bu gruplar aracılığıyla canlandırılır. Bu gruplar ve eylemleri güvenlik bürokrasisi ve marjinal siyasal yapılar tarafından desteklenip, iktidar tarafından görmezden gelip, teşvik edilir. Cinayet dahil tüm baskılamalar cezasız bırakılır. Ulus-devletin tekliği dışında kalan tüm kimlik ve değerler, her an ve her yerde aşağılanır. Bunları temsil eden birey ve kurumlar açıktan saldırıya uğrar.

Toplumsal hareketlerin örgütlendiği faal dönemlerde de devlet, ek saldırılar geliştirir. Dinamiklerin etkisizleştirilmesi amacıyla toplumun en dinamik ve en özgürlükçü değerlerin sahipleneni, taşıyıcısı kadın ve gençlik hedef alınır. Bu dinamiklerin etkisizleştirilmesi; direncinin kırılıp mücadelesinin marjinal kılınması amaçlanır. Özellikle devlet koruduğu gruplar aracılığıyla kumar, uyuşturucu ve fuhuşu teşvik eder. Cezasızlığı bu alanlarda görünür kılar. Bu ağın içerisine düşen gençler, toplumsal değer ve kimliklerinden uzaklaşıp, toplum karşısında ciddi bir soruna dönüşürler. Aile ve içinde bulundukları dinamiklerin enerjisini emerler. Mücadeleden koparılıp enkaza dönüştürülürler. Bunun dışında kalmış olanlar okullar aracılığıyla üniversitelerde diploma sahibi yapılıp sisteme entegre edilir. Sonuç itibarıyla kayıp nesiller oluşturulup toplumsal dinamiklerin mücadelesi zayıflatılıp, marjinalize olmaları sağlanır.

Devletin bütünlüklü saldırılarında kurumların misyon paylaşımı önemlidir. Bu durumda kimi kurumlara stratejik rol biçilir. Şiddetle, zorla baskılama amaçlanırken, eksik kalan diğer ayağı olan dönüştürme rolü bu kurumlara verilir. Basın, ordu ve okullar bu rolün verildiği önemli kurumlardır. Basın, yaşamın her an ve alanındayken, toplumun büyük bir kesimi okul ve ordu gerçekleriyle yüzleşmek zorundadır. Ordu tam bir disipline etme merkezidir. Ötekileştirmenin amasız, fakatsız ve maskesiz yansıtıldığı bir kurumdur. Bu kurum o kadar etkili işletilir ki, bir yıllık askerlik süresi bir ömür hafızalara kazınır. Okullar yeni nesiller şahsında toplumun yeniden oluşturulduğu yerlerdir. “Yeni nesilleri kazanan, geleceği kazanır” şiarıyla çocuklar ulus-devlet aidiyeti ve fikriyatı temelinde kendi değer ve aidiyetine karşıt bireyler olarak yetiştirilir. Özellikle kültür,gelenek ve değerlerin hem taşıyıcısı hem de aktarıcısı kadına yönelik özel bir uygulamaya gidilir. Yani nesil salt aidiyet ve değerlerine karşı değil, ailelerine ve topluma karşı da konumlandırılır. 7 yaşında ailelerinden alınan çocuklar, 20’sine geldiklerinde ulus-devletin oluşturmuş olduğu sistemin tam bir parçası, temsilcisi olarak yetiştirilmiş olurlar. Sistem yetişen bu yeni nesiller şahsında kendisini toplumda, ailede ve tek tek bireylerde kurumlaştırmayı hedefler. Basın ise algı operasyonlarıyla bu sürecin en büyük destekleyeni olur. Özellikle her TV kanalında yoğunca yayınlanan dizi-film aracılığıyla toplumun her kesimine “rol-model”sunulur. “Kültürel” programlarla davranış kodları kabul ve red ölçüleri oluşturulur. Toplumda hedef alınmayan değer, kimlik, birey, ve topluluk bırakılmaz.

Bunlara paralel kimliğini ve değerlerini inkar edenler bir şekilde ödüllendirilip ekonomik, sosyal, siyasal ve entelektüel alanda önleri açılır. Bu ilişkilerin derinliğine bağlı olarak kendi değerlerine ihanet edenler toplumlarına da ihanete zorlarlar. Yaşam ölçüleri her an bir şekilde hatırlatılır. Hiç bir kimlik, inanç, değer ve oluşum kendi öz kimliği ve değerleriyle yaşamasına, varlık oluşturmasına müsaade edilmez. “Ya sev Ya terk et” sloganıyla bu açıkça dillendirilir. Bu durum devletin baskılamasıyla ve ödüllendirmesiyle devlet dışı kurumların çoğuna yansıtılır. İstisna dışında hiç bir kurum bu koordinasyonun dışında kalma gücüne sahip değildir. Birey olarak bu kurumlarda bir iş olanağına sahip olmak ya da kurumsal bir yapı olarak kurumlarla ilişkilenmek istiyorsa, öncelikli şart kendini inkardan geçer. Aksi takdirde liyakatın edinilmiş diplomaların ve sahip olunan yasal statünün hiç bir değeri yoktur. Özetle, kendi etnik, inanç, dil, kültür vb. değerlerini savunan ve varlığı için mücadele eden bireyler, kurumlar ve topluluklar öncelikle yasalarla sınırlandırılır. Güvenlik bürokrasisini ve yargı aracılığıyla ayar vermeye çalışılır. Olmazsa cezaevlerine atılıp teslim alınmaya çalışılır. Fişlenip teşhir edilerek açık hedef yapılır. Olmadı mı faili “meçhul” cinayetlerle baskının dozu arttırılıp kültürel olduğu gibi fiziksel soykırım dayatılır. Tek kimlik ve aidiyet olarak ulus-devlet değerlerinin her alanda temsili, kabulü ve kurumlaşması sağlanır.

Tüm bu uygulamalar salt farklı kimlik ve değerlerin tekleşmesi amacıyla asimilasyon, kültürel ve fiziki soykırımlarla sınırlandırılıp daraltılmaz. Aynı şekilde ulus-devletin öne çıkardığı, yücelttiği etnik kimlik etrafında ki, ulus değerlerini motive etme açısından da öteki olgusu bir ihtiyaçtır. Bu salt varlığını oluşturma değil, daimi kılma açısından da böyledir. İktidarın ulus-devlet ontolojisinde tekçilik kadar öteki de hayatidir. Bu bir diyalektik oluşturur.

 

Sonuç Olarak;

İktidarcı ve toplumsal dinamikler arasındaki mücadelenin tarihsel bir arkaplanı olmakla birlikte, iktidarın ulus-devlet formu ve özel savaş yöntemi yakın tarihimizde yoğunlaşıp derinleşir. Bu çatışmalı durumda birinin diğerine mutlak üstünlüğü istisnadır. Bir tarafın ağır darbeler alıp diğerinin üstün geldiği durumlarda bile; şiddet ve zor sorunu tümüyle ortadan kaldırmaz. Bu çatışan tarafları bir aşamadan sonra, karşılıklı uzlaşı noktalarında bir araya getirir. Aksi halde iki kesim içinde sonuçlar ağır olabilir. Ara yol bulmak, sorunu ortak paydalarda çözüme kavuşturmak uzlaşının temeli yapılabilir.

Müzakere masasında tarafların ortaklaştıkları nokta sorunun çözümüdür. Çözümü zorlaştıran ise sorunun nasıl tanımlandığıdır. Tarafların sorunu ele alış farklılıkları ayrıca soruna dönüşür. Bir çok ülkede daha dengeli bir yaklaşımla; sorunların çözümü yasal zeminde sonuca bağlanıp çatışmalı duruma son verilirken, kimi ülkelerde ise ulus-devletin katı yaklaşımı çözüm arayışını kısır bir döngüde bırakabilir. Toplumsal dinamikler kendi irade, kimlik ve değerlerinin taşınıp, yasalarla onların güvenceye alınmasını sorunun çözüm temeli olarak görürken; ulus-devlet ise, sorunun varlığını kabul etmekle birlikte soruna yüklediği anlamda farklılaşabilir. Ulus-devlet sorunu kolektif değil kişisel haklarla sınırlamayı hedefler. Her toplumsal iradeyi hak ve temsiliyeti kendi üniter yapısına tehlike olarak görür. Sorunun çözümü bu noktada tıkanır.Tüm çözüm arayışlarına rağmen, ulus-devlet mantalitesi içerisinde soruna kalıcı çözüm bulmak olanaklı değildir. Sorunu yasalarla dengelemesi bir çözüm değil, sorunu ötelemedir. Ulus-devletin azami iktidar ve sömürü ilişkisi doğası gereği, onu toplumsal dinamiklerle karşı karşıya getirecektir. En iyi durumda taraflar bir noktalarda ortaklaşıp, çatışma yerini müzakere ve uzlaşmaya bıraksa bile, savaş burada son bulmayabilir. Ulus-devletin üniter yapı hassasiyeti ve toplumsal dinamiklerin tüm farklılıklarıylla varolma istem ve iradesi, sorunu hep canlı tutacaktır. Ulus-devlet sorunu yapısal bir sorundur. Çözümü bütünlüklü bir perspektifi gerekli kılar. Alternatif bir paradigma ile ulus-devletin tekçi zihniyeti ve bunu meşru kılan yasa ve kurumları hedef olunmalıdır. Bu alanlarda köklü bir değişim yaşanmadan sorunların çözümü beklenmemelidir. Buna alternatif olarak toplumsal dinamiklerin amaçlaması gereken; tüm farklılıkları kendi kimlik ve değerleriyle irade oluşturup temsil edecekleri, varlığını koruyup geliştirebileceği demokratik bir sistemdir. Bu ancak demokratik ulus perspektifi ile mümkündür.

Demokratik ulus, ulus-devletin panzehiridir. Demokratik ulus tüm topluluk, grup, yapı ve bireylerin kendilerini özgür iradeleriyle örgütleyip kurumlaştırdığı yapılar ve değerler bütünüdür. Bir grubun, yapının, kurumun iktidar ve egemenliğini amaçlamadan tüm etnisite, kültür ve inanç gruplarını irade sayar. Tek ulus, tek devlet, tek kültür, tek dil esaslarındaki ulus-devleti, toplum mühendisliğini reddederek her topluluğu, grubu ve bireyi kendi öz değeri ve aidiyeti içerisinde kabul eder. Kadın sorunu toplumun genel sorunu olarak kabul edilip, kadın özgürlüğünü temel alır. Doğa ve toplumun optimal dengesini esas alan ekolojik bir perspektifle ihtiyaç üretimi geliştirir. Tüm topluluk, grup ve bireylerin özgür iradesiyle temsil ve katılım durumlarını radikal veya doğrudan demokrasi esasları üzerinden çözer. Bu ölçü ve esaslar demokratik ulusun ontolojisini oluşturur. Bu ontoloji, ulus-devlet ontolojisinin tersine şeffaflığı, doğa, toplum ve insani değerleri tüm çalışma ve uygulamalarının merkezi yapar. Ulus-devletin varoluş gerekçesi, özel savaş uygulamaları ve zihniyetinin beslendiği zemini olan ötekinin red, inkar ve imhası demokratik ulus sistemiyle ortadan kalkar. Sonuçta her varlığın varoluş özü ve niteliği, biçim ve uygulamalarını da belirler. Ulus-devlet ontolojisi karakteri gereği çatışmasız yapamaz. Varlık nedeni haline getirdiği çatışmalı durumu özel savaş yöntemleri dışında yürütemez. Bu nedenle ulus-devleti özel savaşsız ve de özel savaşı ulus-devletin dışında ele almak gerçeği yansıtmayacaktır. Bu bir ontolojik bağ ve yapısal ilişkisidir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.