Düşünce ve Kuram Dergisi

Ümmetin Demokratik Değerlerle Kendini İnşa Etme Sorunu

Hafız Ahmet Turhallı

Makaleye bir soruyla başlayalım. 

İslam Ümmetinin demokratik değerler üzerinden kendisini yeniden inşa etmesi mümkün mü?

Tarihte ve günümüzde Ortadoğu “İslam coğrafyası” olarak tanımlanıyor. Daha doğrusu millet ve devletlerin büyük çoğunluğu kendini İslam dinine mensup olarak görüyor, bireyler de kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor.  Büyük bir coğrafyada aynı dine mensup milletlerin kendi aralarındaki sorunlarını çok daha kolay çözebileceklerine, değişim ve dönüşüme daha açık olduklarına ilişkin yaygın bir kanaat vardır. Ben de şahsen bu kanaate katılıyorum. Ancak bu kanaatin nesnel gerçekliğini sorgulamak gerekiyor. Eğer bu kanaat doğruysa tarihte Emevi-Memluk-Pers, Osmanlı-Safevi, Hazarşah-Selçuklu-Abbasi, Osmanlı-Arap çatışmaları neden asırlar boyu sürmüştür? Günümüzde de bu çelişki ve çatışma İran-Yemen-Suudi, Irak-İran ile Türkiye-Suriye çatışmaları biçiminde devam etmesi bu kanaatin doğru olmadığı sonucunu doğurmuyor mu? 

Hakeza bu kanaate göre aynı dine mensup milletlerin iç sorunlarını karşılıklı anlayış, hoşgörü ve sulhla çözmesi, demokratik bir hukuk düzenini inşa etmeleri için bir şans olarak görülmesi gerekiyor. Oysa ki Ortadoğu’daki hiçbir İslam devleti çağdaş demokratik değerlere ve hukuk düzenine sahip değildir. 

Peki, öngörü ile sonuç arasındaki derin çelişkinin kaynağı ne? Bir kere çelişki ve çatışma, milletler arasında değil,  devletler ve siyasal iktidarlar arasındadır. Çatışmaları yaratan İslam milleti değil, iktidarlardır. O halde burada sorgulanması gereken İslam Ümmeti ve milletleri değil, İslam ülkelerinin hükümetleridir. İkincisi; eğer bu kanaat yanlış olsaydı aralarındaki tüm sınırları kaldıran Hıristiyan Avrupa Birliğinden söz edebilir miydik? 

O halde sorunun kaynağını İslam fıkhı ve akidesinde değil, siyasal iktidarlarda aramak gerekiyor. 

İslam Hukuku devlet ile taba arasındaki ilişkileri çok açık ve net ifadelerle düzenlemiştir. Buna göre devlet erki:

1)-Halkın can güvenliğini ve huzurunu sağlamak,

2)-Teba’nın iaşesi ve geçimini temin etmek,

3)-Namus, onur ve haysiyetini korumakla yükümlüdür. 

Oysaki İslam ülkelerinin hükümetleri tebasını savaşlara sürerek can güvenliğini ortadan kaldırıyor, ekonomisini yıkıp halkını yoksullaştırıyor; işkence, baskı ve zulümle onur ve haysiyetlerini ayaklar altına alıp çiğniyor.  

Fıkhi hükümler bu kadar açık ve net iken İslam ümmetini yöneten bu iktidarlar için “İslam” denilebilir mi? 

Bu durumda sorumluluk İslam ümmeti ve alimlerine düşüyor. Sorunlar İslami bakış açısı ve ölçüleri ile ele alınıp çözümlenebilir. Aynı inanca mensup insanların algı ve değer yargılarının birbirine yakın olması münasebetiyle İslami bakış açısı ve ölçüleri sorunların çözümünü basite indirger ve kolaylaştırır. İslam katı ümmetçi bir din değil, evrensel değerlere sahip bir dindir. İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran-ı Kerim’in neredeyse her ayeti “Ey insanoğlu” ile başlıyor. Allah u Teala’nın hitabı ve muhatabı millet ya da ümmet değil, insanoğludur. Kuran ayetlerinde gördüğümüz bu hitap bile tek başına İslam dininin evrensel değerlere sahip bir din olduğunun göstergesidir. İslam dini Hz. Peygamber sonrasında ailesel, siyasal çıkarların, Arap-Türk ve Fars şovenizminin aracı haline getirilmiştir. İslam dininin iktidar güçleri tarafından araçsallaştırılması ümmet bilincini köreltmiş, sorunları kördüğüm haline getirmiştir. 

Siyasal iktidarların İslam fıkhı dışına taşmaları toplumların kendisini mezhepler, fırkalar, tarikatlar biçiminde örgütlenmesinin yolunu açmıştır. Tarihte İslam dini içinde ortaya çıkan mezheplerin tümü siyasal iktidarların zulmüne karşı bir örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmışlardır. Mezhepler iktidarların değişmez tutum ve zulmüne karşı bir değişim hareketi olarak doğmuşlardır. İslam ümmetinin değişim arzusundan doğan bu mezhep ve hareketler hem evrimci hem de devrimci karaktere sahiptirler. Mezheplerin doğuşu ve İslam ümmeti içinde kabul görmesi bize dini kuralların, toplumun ihtiyaçlarına göre değişebileceğinin yolunu göstermektedir. 

İslam dinini değişmez-katı kurallar bütünü olarak algılamak, mezheplerin de reddini gerektirir. Mezheplerin varlığını kabul ediyorsak, dini kuralların toplumun ihtiyaçlarına göre değişmesini de kabul etmek durumundayız. 

Mezhepler, İslam ümmetinin iç dinamiklerinin ortaya çıkardığı olgulardır. Bu olgular değişimin bir göstergesi olarak görülmelidir. Kaldı ki Alemlerin Rabbi, Kuran ayetlerinde “Ey insanoğlu” diye hitap ederken bize İlahi değerlerin evrensel değerlerle ortak bağlar oluşturduğuna işaret etmektedir. 

O halde toplum değişim istiyor ve bu arzusunu açıkça ifade ediyorsa bu değişimin gerçekleşmesi İslam’a aykırı bir durum olarak değerlendirilemez. Değişimi, İslam’a uyum olarak değerlendirmek gerekiyor. 

Çok daha açık bir ifade ile İslam Ümmetinin çağın gereklerine göre kendisini demokratik esas ve değerler çerçevesinden yeniden inşa etmesi, İslam akaidine göre bir aykırılık yoktur. Tam tersine bir gereklilik ve zorunluluk vardır.  İman ve amel muktedirlerin söylem ve uygulamalarına göre değil, bireyin ve toplumun ihtiyaçlarına göre biçim almalıdır. Hadis ve ayetlerin ruhunu ve lafzı bu realite esas üzerinde değerlendirilmeli, yorumlanmalıdır. Bu bakış açısı sorunların çözümünü kolaylaştırır, bizleri de çözüm gücüne kavuşturur.  İnanç, bireyin maddi-manevi yaşamına yön veren bir olgudur. İçsel bir durum olmakla birlikte bireyin davranışları üzerinde de etkilidir. Bu yönüyle inanç, ahlâki yapının oluşumunda belirleyici bir rol oynar. Bu anlamıyla ahlak aynı zamanda bir kültür durumunu da yaratıyor. Demokratik hukuk anlayışı da bir kültür sorunu olduğu için karşılıklı hoşgörüye dayanan, içsel kabul görmüş bir ahlak anlayışı demokratik değerleri benimsemiş İslam anlayışına da kaynaklık edebilir. İslam ümmeti kendisini demokratik bir hukuk sistemi içinde yeniden inşa edebilir mi sorusuna verilecek cevap evettir. Karşılıklı hoşgörüye dayalı bir ahlak anlayışı bu sürecin gelişimine hem dayanak hem de kolaylık sağlar.  

İslam ümmetinin artık şunu kabul etmesi gerekiyor. Tarihte Amr İbnül As’ın mızrak uçlarına geçirdiği Kuran ayetleri gibi bugün de din, muktedirlerin elinde kalkan gibi bir araç haline getirilmiştir. Araçsallaştırılan din, din olmaktan çıkar, siyasete dönüşür. Siyasal İslam ise İslam değildir.  

İslam dini manevi ve ahlâki değerlerde bir bütünlüğü ifade eder. İnanç ve imandır. Siyasallaşan din ise iktidarın bir aracı haline gelir. Hürriyet, adalet, sadakat ve itimat gibi değerlerden uzaklaşır. Bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi diyanet kurumları da maddi ve mevki çıkara hizmet eden müsteşarlık haline gelir. Bu din Allah ve Resulünün dini değil, Yezid’in dinine dönüşür. Din adına katliamlar yapılır, talan, tecavüzler yapılır, fetvalar çıkarılır. Türk Diyanet işleri başkanının Efrin’in işgalinde çıkardığı fetvalarla yapılan vahşet gibi İslam ve insanlık dışı uygulamalar sıradanlaşır. 

Bunlar İslam ve ümmet kardeşliğini dillerinden düşürmez. Ancak fetih ve işgal söz konusu olduğunda zulüm ve vahşette sınır tanımazlar. Araçsallaştırdıkları din ile iktidarlarının gücünü sınırsız ilahi bir güce ulaştırmanın çabası içinde olurlar. Talan ettikleri halkın maddi varlıklarını yandaşlarına peşkeş çeker, makam ve mevkileri liyakata göre değil, sadakate göre dağıtırlar. Öyle ki bu zulme karşı çıkanların “katli vaciptir” diyerek kafa kesmekte tereddüt etmezler. Oysaki İslam, sultana, halifeye sadakat değil, hadis ve Kuran’da ifade edilen değerlere bağlılıktır. Bugün Ortadoğu’da yaşanan kaosun nedeni İslam dini değil, araçsallaştırılan dindir. İnsani ve tabii değerlerden uzaklaştırılan bu dinin İslamiyet ile hiçbir alakası yoktur. Muktedirlerin yarattığı bu din en önce Allah ve Resulü ile çatışır. Sonra da kendi içinde ve dışında kaos yaratır. İslam devletleri diye adlandırılan devletlerin bugün hem kendi içlerinde hem de dünya ile çatışma halinde bulunmalarının nedeni budur. 

“İslam huzur getirir” sözü doğrudur. Ancak muktedirlerin oluşturduğu bu din külliyatı ile Ortadoğu coğrafyasını, İslam dünyasını kan deryasına çevirmiştir.  Öyle ki Müslümanlar kendi dinlerinden, ahlaki değer yargılarından ve birbirinden nefret eder duruma getirilmişlerdir. Ve bu dinde Müslümanlar kardeş değil, düşmandır. Arap-Türk ve Fars milliyetçiliği ile harmanlanarak Müslüman halka giydirilen bu din anlayışı vahşi kapitalist ekonomik bir döngü ile sürdürülmektedir. İstisnasız tüm İslam ülkelerinin durumu budur. İslam ve iktidar sorunu kökleri Peygamber sonrasına kadar dayanan tarihi bir geçmişe sahiptir. 14 asırdır biriken sorunlar, İslam karşıtı bir kültür ve külliyat yaratmıştır. Bazı değerlendirme ve önerilerde bulunuyor olsak da bunun öyle kolay kolay aşılamayacağını da biliyoruz. 

İktidarlar değişse bile 1 milyar 500 milyon insanın asırlar boyu beslendiği anlayış, alışkanlık ve kültürün kısa süre içinde değişmesi, değiştirilmesi beklenmemelidir. On yıllarca süren evrensel ve üstün ahlaki değerlerle yürütülecek devasa büyüklükteki eğitimlerle kısmen de olsa bu başarılabilir. 

Burada dini mefhum ile çatışma halinde bulunan bir kaç hadiseye daha değinmekte yarar var. Dini araçsallaştıran egemenlerin söylemleri ile yaptıkları sürekli olarak birbiriyle çatışma halinde olur. Örneğin İslam kardeşliğini dillerinden düşürmezler. Ancak bütün din kardeşleri ile çatışma halinde bulunurlar. Buna karşılık İslam dışı devlet ve iktidarlarla dostane bir ilişki içinde olurlar. Bu dostane ilişkinin kaynağında ise maddi çıkar ilişkileri yatar. Silah alıp verirler. Din ve devlet adına el koydukları halkın zenginliklerini ortaklarına peşkeş çekerler. Bunun karşılığında da iktidarlarının ömrünü uzatırlar. Yoksullaştırılan kitleler göç etmek zorunda kalır. Umut yolculuğuna çıkarlar. Bu yolculuğun sonuna ulaşanlar da emeklerini en ucuz bir biçimde satarak köle durumuna düşerler. Ama yine de baskıcı bir rejimin altında çile çekmektense dokunulmayan köle onları mutlu etmeye yetiyor! 

İslam milletinin yeryüzündeki nüfusu bir buçuk milyarı aşıyor. Devasa büyüklükteki bu insan kütlesinin mevcut iktidarlar tarafından buhrana sürüklenmesi küresel dünyamızda barış ve istikrarın bozulmasına neden olmaktadır. DAİŞ terörü bu buhranın bir sonucu olarak “Ey Müslümanlar! Bizi takip edin. Sizi asrı saadete götüreceğiz” diyerek ortaya çıkmıştır. Asrı Saadet umuduyla DAİŞ’in arkasına takılanlar İslam ümmetini asrı felakete sürüklemiştir. DAİŞ araçsallaştırılan dinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 

Araçsallaştırılan din ile İslam ümmetinin sürüklendiği bu kaotik durumdan mutlaka çıkılmalıdır. İslam ümmetinin sorunlarını çözerek bu kaotik durumdan çıkmaları dünya barışını olumlu yönde etkileyecektir. 

Korkusuzca ve büyük bir cesaretle her türden soruyu kendimize sormayı bilmeliyiz ki soruların cevabı da bulunabilinsin. Örneğin birçok çevrenin ifade ettiği gibi Müslüman ülkelerdeki sorunun kaynağı İslam dini mi? İslam ülkelerini tümü neden kaotik sorunlarla boğuşuyor? Bunun kaynağı İslam değilse nedir, türünden soruları sormak cevaplar vermek zorundayız. İslam ülkeleri neden kaotik sorunlar yaşıyor? Sorunların kaynağı ne? Bazılarının İddia ettiği gibi, İslam din olarak sorunların kaynağı mıdır?

Allah’ın yeryüzüne gönderdiği ve elçisi vasıtasıyla insanlara tebliğ ettiği din, sorunların kaynağı olabilir mi? Bin beş yüz yıl önce vahşi Arap kabilelerinin sorunlarına çözüm getiren din, neden bugünün insanına sorun yaratsın? Önümüzde Medine sözleşmesi duruyor. Bu sözleşme yerli  Medineliler ile göçmen sahabeler arasında yapılmış bir sözleşme değil, aynı zamanda başta Yahudiler olmak üzere diğer dini azınlıklar ile yapılan bir sözleşmedir de. Asrı saadetin kaynağını işte bu sözleşme oluşturuyor. Sözleşme karşılıklı güven ve itimada, sulhu esas alan ve hoşgörüye dayanan bir metindir. 

Demek ki sorunların kaynağı İslam dini değil, muktedirlerin ve zorba iktidarların yarattığı dindir. İslam’ın ruhuna aykırı din kültüdür. 

İslam alemi bugün iki sorunla birlikte boğuşuyor. Kendi aralarında ve komşu milletlerle yaşadıkları sorunlar. 

Kendi aralarındaki sorunları hoşgörü ve karşılıklı anlayışla aşabilirler. Bunun için üstün ahlaki bir anlayışa ulaşmaları gerekiyor. Üstün Ahlaki anlayışı da İslam’ın özünde Kuran ve Hadislerde aramak gerekiyor. 

Komşu milletlerle sorunlarını Medine sözleşmesi baz alınarak karşılıklı çıkar ilişkileri çerçevesinde çözebilirler. Bunun için zorba iktidarların asırlar boyu oluşturdukları “fetih” anlayışı ve kültürünü terk etmeleri gerekiyor. 

İslam dini bir saldırı durumunda savaşı red etmiyor. Bununla birlikte savaşı büyük bir fitne olarak değerlendiriyor. Fitne olarak değerlendirilen savaş hangi savaştır? Fetih gayesi ile komşu halkların toprağını işgal, malını talana dayalı savaş mı yoksa, komşu milletlerin İslam ülkesine yönelik saldırı savaşı mı? İster İslam ülkeleri tarafından yapılıyor olsun, isterse İslam dışı devletler tarafından dayatılan savaşların tümü fitne savaşlarıdır. Savaşı büyük bir fitne olarak değerlendiren İslam dini neden komşu milletlere savaş halinde olsun? Küresel barışın sağlanması için Müslümanlar “fetih” olgusunu yeniden değerlendirmek zorundadırlar. 

Daha ilk satırlarda ifade etmeye çalıştığımız gibi İslam dini sorunlara değişik biçimlerde çözüm bulmaya kapalı değildir. Eğer böylesine bir katılık olsaydı mezhepler olmaz, oluşmazdı. Örneğin dünya ve bölge barışının korunması için İslam alimleri bir bütün olarak “fetih” olgusuna haram kılabilir. Bu durumda İslam alemi kadar dünya da rahat bir nefes alabilir.Sorunların çözümüne kaynaklık etmesi bakımından mezhepler olumlu rol oynamıştır. Ancak aynı zamanda mezhepler çatışmaların da kaynağını oluşturmuştur. Örneğin Halife Hz. Ali’den bu yana devam eden Sunni-Şii çelişki ve çatışması günümüze kadar devam etmektedir. Her ne hikmetse bu çelişki ve çatışma fitnesi Şam Valisi Muaviye tarafından ortaya konulmuş Emevi saltanatı boyunca derinleştirilerek günümüze kadar getirilmiştir. 

İslam akaidi çerçevesinde bu her iki mezhebe bakıldığında büyük bir fark görülmemektedir. Ancak bu iki kesim asırlar boyu birbirinden yüzbinlerce can almıştır. O halde mezhepler arasındaki kavgaların nedeni de “iktidar olma hırsıdır” demekte beis yoktur. Her iki taraf da dini araçsallaştıran egemen güçlerin iktidar aracı haline gelmiştir. Hal böyle iken Müslümanlar, dini araçsallaştıran egemenlerin aracı olmaktan çıkarak bu fitneye karşı durabilirler. Araç olmaktan çıkmak, siyasal İslam’dan uzaklaşmakla olur. Egemenler örneğin Emevi saltanatı İslam’ı kendi iktidarları için yeniden düzenlerken buna karşı çıkan İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi soruşturmuş ve işkencelerden geçirmiş, daha sonra da katletmiştir. Sunni mezhebin üç büyük imamı İmam-ı Şafi-i, İmam-ı Hambeli ve İmam-ı Maliki Abbasi hükümdarları tarafından büyük işkence ve zulümlere maruz bırakılmışlardır. Gerek Emeviler ve gerekse Abbasiler tarafından Ehli Beyt’ten olan onlarca imam ve alim işkence edilerek katledilmiştir. 

Buna karşılık Sünni ve Şii mezhebine mensup olanlar küfre ve zorba saltanata karşı birlikte savaşmışlardır. Örneğin İmam-ı Azam Ebu Hanife Hz. Hüseyin’in torunlarından olan Zeyd’in başlattığı isyana ekonomik destek ve taraftar sunmuştur. İmam-ı Şafii ise Yemen’deki Şii isyanına bizzat katılarak destek vermiştir. Yine her iki mezhebin Alimleri birbirlerine hocalık ve talebelik yapmıştır. 

Tarihsel hakikat bu iken bu her iki mezhep neden ve niçin birbirlerine düşman kesildi? Neden birbirlerinin kanını oluk oluk akıttı? Bütün bu sorunlar İslam-İktidar çelişkisinden kaynaklanmaktadır. İktidar ve İslam birbiriyle bağdaşmaz. İslam ümmeti artık bunu kabullenmek durumundadır. Peygamber efendimizin vefatından sonra Halife Ebubekir dışında tüm halifeler katledilmiştir. Neden? Bu katlin sorumlusu iktidarlaşan İslam, muktedir olan Müslüman Ululemr’dir. O halde dini iktidardan uzak tutmak, fitneden de uzak durma sonucunu doğuruyor demememiz için hiçbir neden yok. İktidar ve saltanat mefkuresi maneviyat ve ahlak nüveleri barındırmaz. İnanç ve maneviyat karşıtlığı olarak zuhur eder. İman ve iktidar bir arada bulunmaz. Bir toplumda din ve maneviyat mı, yoksa iktidar ve saltanat mı hakim diye bir gözlem yaptığımızda, sonuçları açık ve anlaşılır bir şekilde karşımıza çıkacaktır. Zira her ikiside kendilerini pazarda, çarşıda, mahallede ve sokakta gösterirler. Eğer bir toplumda, öldürme, faiz, tefecilik, yolsuzluk, rüşvet, yoksulluk, hırsızlık, aldatma, fuhuş, uyuşturucu ve işsizlik gibi cürümler kol geziyor ve taraftar buluyorsa bilinmelidir ki, orda İman ve din zayıflamış, saltanat ve iktidar hakim hale gelmiştir. Eğer bir toplum Hz. Peygamberin Medine şehrinde ki gibi, dayanışma, paylaşma ve kardeşçe yaşıyorsa, her kes emeği ile çalışıp alın teri ile hakkını alıyorsa, herkes güven ve huzur içerisinde ise, adı ne olursa olsun, bilinmelidir ki orda Allah’ın dini ve imanlı bir toplum mevcuttur.

Biz Müslümanlar gerçekten başka dinden olanlarla bir arada yaşayabilir miyiz? İslam’ın ana ölçüsü olan Kur’an, bir arada yaşam konusunda herhangi perspektife sahip midir?

İşte farklılığı kabul edin, kabullenin diyen Allah’ın ayeti:

Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, ona karşı yüksek sorumluluk bilinci ile yaklaşanıdır. Allah herşeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır”. (Hucurat 13).

Kur’an’a iman eden bireyin dünya görüşünü ve değer ölçülerini üzerine inşa edebilecek nadide ayetlerden biride, bu mealen verdiğim ayettir.Şahıslar, cinsiyetler, kavimler, gruplar, ümmetler, milletler, siyasi, kültürel ve coğrafi olarak birbirlerinden ayrılır; bu farklardan kaynaklı farklı bir kimlik edinir. Bunu bir gurur ve üstünlük farkı olarak  algılayabilir.  Ayet bunların bir üstünlük aracı yapılamayacağını söyler.

Ayet farklı kimliklerin olduğunu, olabileceğini söylüyor. Üstünlüğün ve şerefin insanın, cins, etnik ve dini aidiyetinden olamayacağını söyler. İnsanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde etmediği cins, ırk ve benzeri olgularla değil, tam tersine kendi irade ve çabası ile çalışarak elde ettiği evrensel değerlere bağlı olduğunu ayet vurguluyor.Bu ayet insanların birbirleri ile iletişimine vurgu yapar, insan oluşumunun ve tarihçesinin hakikatini anlatır. Çağrı bütün insanlık için olmakla birlikte, bu inşanın öncülüğünü de Kur’an’a ve Muhammed (s.a.v) inananların yapması gerektiğini salık verir. İnsanların kendi fıtri(doğal) yapıları ile buluşmaları için çalışanların Allah katında en iyi davranış sahibi olacağını söyler. Bu kısacık ayette erkek, kadın ve etnisitelerin bir övünme ve üstünlük meziyeti olmadığını anlatır. Cinsiyetin, farklı ulusal ve aşiretsel yapıların Allah’ın iradesi ile yaratıldığını bu yaratmanın, eksiklik ya da üstünlük olarak görülmesi yaratıcı tarafından kabul görmediğini, ayrı cins ve etnisite olmanın, sadece bir çeşitlilik olduğunu söyler. 

Yaratıcıya dost ve sevgili olabilmenin tek şartının, bu yaratılışa göre yaşam inşa edenlerin ve bu manada sorumluluk alanlar olduğunu söyler. Bir başkasına cinsiyetinden, etnik kökeninden, dininden, mezhebinden dolayı yermenin ya da üstünlük taslamanın Allah’ın genel iradesine karşıtlık olacağını bildirir. Üstünlüğün ne maddi güçte, ne ibadetlerin fazlalığında, ne farklı bir etnisiteye sahib olmaktan kaynaklanmadığını ve herkesin bu manada eşit olduğunu belirtir.

 

İnanç özgürlüğü:

Bu konu ile ilgili de onlarca ayet mevcut.

De ki: ‘Ey insanlar! Elbette size Rabbinizden gerçeğin ta kendisi olan Kur’an gelmiş bulunuyor. Artık kim doğru yolu seçerse kendi faydasına seçmiş olur; kimde doğru yoldan saparsa yine kendi zararına sapmış olur. Ben sizin vekiliniz değilim’. (Yunus 108)

O halde Müslüman kimseye kendi dinini dayatamaz, kendi inancını dayatamaz. İnsanlara zorla inanç, din ve düşünce dayatanların, prensip olarak Kur’an’a karşı oldukları anlaşılmalıdır. İktidarlar din dayatır. Hz Musa’ya Firavun din dayattı, Hz İbrahim’e Nemrut din dayattı, Hz Muhammed ise Ebu Cehil ve Mekke zorbaları din dayatmışlardı. Ümmet yeniden nasıl yapılandırılmalı? Sorusu “zorba iktidarlara hayır” ile cevap verilmelidir. Temel ölçü Kur’an da belirlenmiş olan hakkaniyet, adalet, meşveret, ehliyet ve merhamet ölçüleri olmalıdır. Hakkaniyet, adalet, meşveret, ehliyet ve merhamet gibi evrensel prensipler etrafında bir araya gelebilirsek sorunlarımızı çözme fırsatı yakalamış oluruz. Bu ölçüler evrensel olduğu için, zalimlerin ve din satıcıların dışında herkesin kabul edeceği ölçülerdir.

Bizler Peygamberin, Mekke ve Medine’de kurmuş olduğu kendi demokratik özyönetimini, iktidarcı ve tahakkümcü devlet olguları ile karıştırmamalıyız.

Hz. Peygamber’ in Medine’sinde yürürlükte olan sistem iktidar ve devlet idaresi değil, toplumun kendi kendisini demokratik olarak yönetme biçimidir. Medine Sözleşmesi’ne göre, her sosyal grubun dini, kabile kimliği ve kültürel değerleri sözleşmeye taraf tüm grupların ortak güvencesindedir. Her grup yaşamını kendi inancı, kabile gelenekleri ve kültürü temelinde kurma ve sürdürme özgürlüğüne sahiptir.

Bu sözleşmeyle dışarıdan gelen saldırılara karşı hep birlikte bir meşru savunma savaşı verilmesi yasalaştırılmış, sözleşme taraflarının birbirlerinin aleyhine üçüncü bir tarafla anlaşma içerisine girmelerini yasaklamıştır.Sözleşmenin haksız kazancı zarar ve gayri meşru ilan etmesi de, onun iktidar ve tekelcilik karşıtı olma özelliğini ortaya koymaktadır. Ayrıntılar artırılabilir, Medine Sözleşmesi, özü itibariyle bir demokratik siyaset belgesidir. Medine Sözleşmesi ve Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminin siyasal toplumsal sistemi iyice incelendiğinde görülecektir ki, İslam dininin hedefi devlet değil; eşitlik, kardeşlik, sevgi ve barışı esas alan demokrasi huzur ve adalettir. 

Bu konu ile ilgili Peygamberlerin vazife ve hedefleri anlatılırken, esas görevin insanlar arasında adaleti tesis olduğu açıktır.Yüce Allah (c.c.) her insanı, özgür iradesiyle tercihini ortaya koyabileceği demokratik bir zeminde imtihan edeceğini, Maide suresinde bizlere anlatmıştır. Her biriniz için bir kanun ve bir yol tayin ettik. Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat sizi, her birinize verdiği şeylerde imtihan edecek. O halde durmayın, hayırlı işlerde yarışın”. İslam dini sosyal farklılıkları tanıyan, ama sömürü, tekelcilik ve sınıflaşmaların aşırısına karşı olan bir dindir. Kapitalizmin hakimiyet sahalarında zulüm ve sömürünün bu kadar pervasızca gelişmesi, onun dini ve ahlaki değerlerden yoksun olmasıyla ilgilidir. Hz. Peygamber bunu erkenden tespit ettiği içindir ki faiz, tefecilik ve gereksiz sermaye birikimini en büyük günahlardan saymıştır. Allah yolunda sarf edilmeyen her türlü maddi birikimin, mahşer gününde tasarrufçusunun boynunda ateş olacağını bizlere bildirmiştir.Medine sözleşmesinin tarafları sadece Müslümanlar değildir; Medine’de yaşayan tüm inanç gruplarıyla kabileler bu sözleşmeye taraftır. Bu da Ümmetin, kapsam olarak evrensel bir karakter taşıdığını göstermektedir. Sözleşmenin içeriğinde ise eşitlik, dayanışma, özerk yapılar ve ahde vefa gibi sosyal ve ahlaki özellikler öne çıkmaktadır.Ümmetin yeniden inşası, Ortadoğu’da bütün kesimlerin dahil olduğu bir toplumsal sözleşme ile sorunlarımızı çözme gayreti gerekmektedir. Bu konuda Kur’an ın temel prensipleri, hem inanç anlamında, hem etnisite ve cinsler anlamında oldukça açıktırlar.Peygamberin Medine sözleşmesi, sadece içerisinde Müslümanların değil, Yahudi, Müşrik ve diğer inançlarında içerisinde yer aldığı kapsamlı bir ümmet anlayışı ve uygulaması vardır. Bunu güncelleştirmek için Ortadoğu’da ve dünyada samimi ve dürüst kesimlerin, iktidarcı zalimlerden rahatsız olan, mazlumların, mağdurların ve ezilmişlerin güçlerini birleştirmeleri ve vahşi kapitalizme karşı birlikte hareket etmeleri gereklidir. Bu yeni bir ümmet anlayışı değil, bilakis Hz Peygamberin oluşturmuş olduğu ve daha sonrada peygamber ve İslam karşıtları olan kesimler tarafından dağıtılarak, yerine paralel din olarak ikame edilen bu sahtekarlığın dağıtılması ile hayat bulacaktır. Milyarlarca insan, savaş, açlık ve sömürü ile karşı karşıyadır. En fazla da İslam dinine mensup olanlar bu vahşete düçar olmaktadırlar. Ümmet bütün mazlumlardan, ezilmişlerden, mağdurlardan, açlardan, haksızlığa uğramış bütün cins ve sınıflardan, dürüst ve samimi dindarlardan oluşmalıdır. Prensipleri; herkes için hakkaniyet, adalet, meşveret, ehliyet ve merhamet olmalıdır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.