Tarih tekerrürden ibarettir tabiri materyalist diyalektiğin disiplinleşmesiyle anlamını yitirse de kapitalist uygarlığın istila ettiği her coğrafyada tarihi kendinden başlatma hastalığı kesintisiz bir kanun olarak tekerrür etmiştir. Her şeyi kendinden başlatma politikası devletli uygarlığın “ebedi ve ezeli” olma iddiasının ilk kuralıdır. İstilacı gasp ve ganimetle sürekli hazıra konma olduğundan üretme ve yaratma kabiliyetinden yoksundur. Kendisinden çok daha büyük, köklü, kadim ve gelişkin olsa dahi çıplak zorla gasp ettiği her değeri hakikatine bakmaksızın kendine mal eder. İstilacı maddi değerleri kolayca gasp edip sahiplendiği gibi manevi değerleri gasp edemiyor. Ne yaparsa yapsın gasp edemeyeceği, üzerinde hakimiyet kuramayacağı ve yozlaştıramayacağı insanlık değerleri vardır. Bu değerler ruhu ve özü itibarıyla erkek egemen zihniyetin ürünü olan devletli uygarlığın antitezi olarak ortaya çıktığı ana kadın toplum ve sisteminin ruhu olan manevi değerlerdir. Elbette istilacı manevi değerleri de boş bırakmaz. Varoluşsal bir tehdit olarak görür ve bunlara karşı farklı yöntemlerle adeta savaş açar. Değer istilacısı ve gaspçıların tamamı aynı gübreliğin fidanı oldukları için aynı zihni kodlarla ve aynı yöntemleri kullanırlar. Devletli uygarlığın tarihi seyrine bakıldığında istila ve talan ettiği ya da etmek istediği coğrafya, halk ve inançlara karşı yoğun bir karalama, itibarsızlaştırma ve gözden düşürme propagandası yürüttüğüne şahitlik ediyoruz. En eski yazılı belgeler olan mitolojik destanlarda tanrı ve tanrıçalar arasındaki mücadeleye bakıldığında kullanılan retoriğin günümüzde ulus-devletçikler tarafında kimi güncellemeler dışında hemen hemen hiç değiştirilmeden kullanıldığına tanıklık etmek mümkün. Formül ayni: İstila edilecek coğrafya, gasp edilecek değerlerin sahiplerini öncelikle karalama, itibarsızlaştırma ve yok edilmesi gereken bir tehdit olarak gösterme; ardından çıplak zorla ve tarihi örneklerle sübut olduğu üzere katliam, kıyım ve en nihayetinde soykırımla sonuçlanan bir süreç.
Zihniyet Kırımı ve Köle-Efendi Denklemi
Sömürgecilik sadece askeri zor ve baskıyla ilerleyen bir sistem değildir. Sömürgeci kültürün kalıcı hale gelmesinin en etkili yolu zihniyet kırımdır. Zihniyet Kırımı, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın sosyal bilimler literatürüne kazandırdığı bir kavram olarak, bir halkın kültürel varlığının ve bireylerin kimliklerinin inkar edilmesi, yok edilmesi veya asimile edilmesini ifade eder. Öcalan’a göre, zihniyet kırımı bir halkın varlığını sürdürme mücadelesinde karşılaştığı en önemli tehditlerden biridir ve bu tehditlerle mücadele etmek için kültürel ve siyasi direniş gereklidir. Sömürgecilik sömürgeleştirdiği insanları önce reddetmek ve en nihayetinde de onları inkar etmek olan bir felsefi antropoloji üzerine kuruldu. Bu felsefi antropolojiye göre sömürgeleştirilenler insan değildir. Sömürgeci, insanları tanımlar ve onlara örnek olur ve sömürgeleşmiş olanlar bu ölçüler tarafından ölçülür ve eksikleri bulunur. Genellikle, bu ölçüler, sömürge altında yaşayan insanlar ve bu konu üzerine çalışmalar yapanlar için standart ölçütler haline gelir.
İngiliz sömürgeciliğinin işgal ettiği coğrafyalarda bir halkın tüm değerlerinden arındırılması ve zamanla bu değerlere düşman hale gelmesi için oluşturduğu müktesebat, Türk devleti tarafından geliştirilmiş haliyle sistematik olarak Kurdistan’da uygulanmıştır. Türkiye’nin uyguladığı yöntemlere geçmeden önce öncelikle İngilizlerin bir halkı yok etme müktesebatına bakmakta fayda var. Hindistan’a ve Afrika kıtasında sıkça kullanılan bu kan dondurucu politikaların birkaç merhalesi vardır.
Birincisi, bir halkı şiddet ve zor araçlarıyla denetim altına almaktır. Burada her türlü insanlık dışı işkence, katliam ve baskı aracı kullanılır. Sömürgecilerin ilk istilalarına bakıldığında çoğu yoğun şiddet ve katliamlarla başlatıldığı tarihten sübuttur. Bu dönem toplumun zor araçlarıyla denetim altında tutulduğu süreçtir.
İkincisi, toplumsallığı dağıtmaktır. Toplumu toplum yapan, bir arada tutan, direnme gücü veren, aynı refleksi göstermelerini, aynı duyguyu yaşamalarını ve aynı amacı gütmelerini sağlayan inançsal, kültürel, tarihsel ve toplumsal ortak manevi değerlere karşı saldırı başlatır. Manevi idol ve sembolleri, kutsal değerlerini karalama yöntemiyle itibarsızlaştırarak anlam yitimi hedeflenir. Toplumun kötü günde, zorluklar karşısında dayandığı, güç ve moral aldığı değerleri itibarsızlaştırarak dayanak noktalarından mahrum bırakılır. Dayanak noktalarını kaybetmiş bir toplum da aynı durum karşısında farklı hissetme, refleks gösterme ve tutum alma gelişir. Bu da toplumu toplum yapan ortak duyumsama, düşünme, hissetme ve hareket etme basiretini yok ederek toplumsal parçalanmaya zemin açar. İstilacı, bu çatlaklardan kendisine yakın teslimiyetçi kişi ve gruplar edinerek toplumun en kılcal damarlarına kadar sızar.
Üçüncüsü, birliği zayıflamış ya da parçalanmış bir toplum demek kalesinden gedik açılmış, rahatça içine sızılabilecek kolay bir av demektir. Sömürgeci şiddetle kısa süreliğine egemenliği altına aldığı halka, topluma karşı daha sofistike araçlar kullanır. Bir yandan şiddet araçlarını öte yandan statü, maddi çıkarlar ve çeşitli taltif edici yöntemler kullanarak kendisine bağlı kişi ve gruplar oluşturur. Bu kesimlere her türlü desteği vererek meşhur köle-efendi denklemi oluşturur. Denklemde efendi insandır köle ise insanı vasıfları haiz olmayan bir varlıktır. Eksik, akılsız, kendine yetmeyen, beceriksiz, geri ve en nihayetinde yönetilmesi için bir efendiye, çobana ihtiyaç duyan çirkin bir yaratıktır. Efendi ise medeni ve özenilmesi gereken ideal rol modeldir. Süreç havuç ve sopa politikasıyla ilerler. Köle yaratık olmaktan kurtulmak ve günün birinde efendisi gibi olmak istiyorsa efendisini eksiksiz taklit etmeli. Kendine ait olan her şeyden arınmalı ve bunların yerine efendiden taklit yoluyla edindiklerini yerine koymalıdır. Ancak köle efendinin tüm yaptıklarını eksiksiz yapsa dahi asla efendi gibi olmayacak ve olamayacak. Öcalan’ın kurt kapanı olarak ifade ettiği bu süreç aslında kendi olmaktan çıkmak ve asla başka bir şey olamamaktır. Yani ne kendisi ne de başkası olmadan gerçekten çirkin bir yaratık olarak ortada kalmaktır. Hüseyin Karataş’ın dediği üzere, “Efendisinin önünde sürekli el pençe durmak, efendisine yaranmak için iltifat ederken dahi bilinç iğfal edildiğinden sürekli kekeleyerek asla düzgün bir cümle kuramamaktır. Efendisinin sofrasına otururken sürekli eldeki çatalın titremesi demektir” kölelik.[1]
Kurdistan’da Sömürgecilik ve Kendinden Utanamanın Ayak İzleri
Kurdistan devletli uygarlık kaynaklı istila, katliam ve soykırımın en fazla gerçekleştiği coğrafyadır. Arkeolojik çalışmaların derinleşmesiyle birlikte bugün Verimli ya da Altın hilal tanımlamasının ötesine geçerek insanlığın ilk kültürleştiği coğrafyayı tanımlamak için üç köşesiyle Kürdistan’ın kalbine tekabül eden Altın Üçgen olarak ifade edilen coğrafyadır. İnanç, dil, sistematik düşünme, teknik ve tarım devrimlerin gerçekleştiği; ilk icat ve buluşları ortaya çıktığı mekan olarak tabiri caizse toplumsallığın maddi ve manevi temellerinin atıldığı topraklar. Mucizesi mi, laneti mi bilinmez ama Kurdistan tarihi bir yanıyla devletli uygarlığın maddi ve manevi değerleri gasp etmek için gerçekleştirdiği ve son yüz yıllarda sömürgecilik biçiminde süren istilasının ve buna karşı direnişin tarihidir. İnsanlığın ilk devrimlerinin gerçekleştiği Kurdistan coğrafyası ve Kürt halkının bugün sömürge hukukuna dahi tabi olmamasının önemli nedenlerinden biri de insanlık için yarattığı ve temsil ettiği değerler nedeniyle her dönemin kapitalist uygarlığının ilk hedeflerinden biri olmasıdır. Tarih günümüzde biz tarihin başlangıcında gizliyiz söyleminin gereği olarak Kürt halkının bu günkü sosyolojik, politik, kültürel ve ekonomik gerçekliğini anlamak için tarihi izleğini bakmak gerekir. Zira bu gerçeklik kapitalist uygarlıktan bağımsız olmadığı gibi Kürtlerin ve Kurdistan’ın belli bir dönemiyle de sınırlı değildir. İstilacılığın ve sömürgeciliğin safi kötülüğünün bir coğrafya ve halkın varlığında kümülatif somutlaşmasıdır.
Kurdistan tarihinde istilacıların ismi, geldikleri yer, yaptıkları kıyım, katliam; gasp ve talanın dönemleri farklı olsa da aynı ve hiç değişmeyen bir şey var: o da zihniyet birliğidir. Bu nedenle Achille Mbembe, “sömürgecilik, kendisi ve diğerleri hakkında yalan söylemekten asla vazgeçmemiştir” der. Bu anlamda sömürgeci kendisi ve ötekiler hakkında yalanlardan bir “Hakikat Rejimi” inşa eder. Bu hakikat rejimi sayesinde ise hem kendisi hem de öteki için “bilgi” ve “söylem” üretir. Sömürgeci devletlerde bilgi/söylemlerin üretim kaynağı resmî politikalardan damıtılır ve bu yalandan bilgiler, üretilen söylemler romanlarda, filmlerde, tiyatro eserlerinde vs. öteki olarak konumlandırılan öznelliklere karşı bazen açık bir şekilde bazen de sinsi bir nezaket biçiminde ortaya çıkar ve ötekiyi kodlar, bozar, kendine-göre-bir-varoluş tayin eder.[2]
Her gelen istilacı diğerinin mirasını devralmış ve aynı yöntemleri kullanarak bir sonraki istilacıya devretmiştir. Bu sürekliliği de en fazla kullandıkları retorikte görüyoruz. Hatta Kürt halkına karşı uygulanan bu politika, uygulama ve retoriği dünyanın dört bir yanına yayarak adeta bir müktesebat haline getirmiş ve ezilen tüm halklara aynen uygulamışlardır. Kurdistan ve Kürt halkının bu anlamda devletli uygarlığın laboratuvarı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bir halkın maddi ve manevi değerlerinin nasıl karalandığı, kötülük kaynağı haline getirildiği, o halkın yok edilmesinde meşruiyet aracına dönüştürüldüğü ve bu laboratuvardan edinilen tecrübelerin nasıl bir disiplin haline getirilerek tüm ezilen insanlığa uygulandığına tarihsel dönemler üzerinden bakmakta fayda var.
İlk Karalama ve Saldırı: Nemir’den Nemrut’a
İnsanlığın ilk düşünme teatisi olan inanç ve ardından gelen çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa kadar kötülük olgusu ve sembolü hep başat olmuştur. Her inanç ve dinde farklı isimlerle ifade edilse de esas olarak tek tanrılı dinlerde belirleyici bir konum kazanmıştır. Bunun nedeni çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçişte ve dinlerin sistemleşmesinde başat rol oynayan, ardından gelen tek tanrılı dinlerin kayanağı olan Ezidilik/Zerdüştlük’teki düalizmin varlığıdır. Ezedilik/Zerdüştlükte aydınlığı temsil eden Hürmüz ile karanlığı temsil eden Ehriman eşit güç ve kudrettedir. Farklı olan amaç ve niyetleridir. Mücadelelerinde birbirini yok etmek yoktur. Zira karanlık olmadan aydınlık, aydınlık olmadan karanlık olmaz. Bu nedenle birbirine galebe çalma vardır. Bu denge sonradan gelen Musevilik (Yahudilik), Hristiyanlık ve İslamiyet’te tek tanrıcılığın gereği olarak değiştirilmiştir. Aydınlığı temsilen Tanrı tam muktedir, karanlığı temsilen ise iblis daha güçsüz bir konuma düşürülmüştür. Ancak yine de Zerdüşti düalizmin doğa kanunlarının iç işleyişine göre şekillenen bu ikilem diğer dinlerde de sürdürülmek zorunda kalınmıştır. Bunun dışında Ezidilik/Zerdüştlüğün kozmolojisinin yüzde doksanı aynen alınmıştır.
Ezidilik/Zerdüştlüğün nüfuz mücadelesi içine girdiği ilk tek tanrılı din Museviliktir. Proto Kürt toplumlarının çok tanrıcılık döneminde Tanrı-Krallar için kullandıkları ve ölümsüz anlamına gelen “nemir” kelimesinin uğradığı anlam değişimi tarihte Ezidilik/Zerdüştlük ile Musevilik arasında yaşanan nüfuz savaşının ilk kurbanıdır. Kürtçe’nin tüm lehçelerinde hala aynı telaffuz ve anlamla kullanılan “nemir” kelimesi bugün Kürt halkı tarafından sevilen ve değer olarak görülen insanlar için kullanılmaktadır. Bir kutsama ifadesidir. Bugün insanlar bağlılık, sevgi ve minnettarlıklarını göstermek için şehitlikle eşdeğer manaya gelecek üzere “filankes nemir e-Falanca kişi ölümsüzdür” tabirini kullanırlar. Bu kelime günümüzde aynı zamanda kötülükle eş değer kılınmıştır. Zalim, gaddar ve kötü insanları tanımlamak için “nemrut” ifadesi kullanılır. Kuşkusuz bunun nedeni Zerdüştlük ve Museviliğin nüfuz mücadelesidir. İki din de tek tanrıcılığı öngörürken, Zerdüştlük ana kadın sistem ve değerlerini savunmakta, Musevilik ise ana kadın sistemine karşı gelişen erkek egemen zihniyetli devletli uygarlığı savunmaktadır. Yani hem bir sistem hem de bir din ve hükümranlık savaşı verilmektedir.
Milattan önce 2000-1500’lü yıllara tekabül eden bu dönemde Zerdüştlük ve Musevilik arasında inanç eksenli ancak, bunun çok ötesinde kıran kırana bir egemenlik mücadele ve savaşı verilmiştir. Hz. İbrahim’in Urfa’dan bu günkü İsrail-Filistin topraklarını da içeren Kenan’a sürgün edilmesi, Hz. Eyyüb’ün ateşe atılma serüveni aslında iki dinin, iki sistemin ve halkın din, egemenlik ve toprak savaşıdır. O dönem öncül dini olan Mitraizm’in tüm Anadolu, Mezopotamya ve bugünkü anlamıyla Ortadoğu ve Asya’nın büyük kısmının dini olmasından aldığı güçle İbranilere karşı kesin bir zafer elde etmiştir. Bu aynı zamanda ana kadın kültü ve sisteminin hala ne kadar güçlü olduğu, devletli uygarlığın dini olan Museviliğe karşı galebe çalmasının da nişanesidir. Ancak iki din arasındaki savaş yeni başlamıştır. İlerleyen zaman diliminde bu denge Musevilik lehine değişecektir.
Kutsalın Kirletilmesi: Şeytan’ın Çocukları
“Kürt kelimesini İslam tarihinde ilk kez kullanan İslam coğrafyacısı Mesudi ile İstehri olmuşlardır. Mesudi, 932 yılında tamamladığı bu eserinde, Kürtlerin menşei ile ilgili olarak, Davud’un oğlu Süleyman’ın cariyelerini, Şeytan’ın hamile bırakması sonucunda doğan neslin Hz. Süleyman tarafından dağlara sürülmüş ve bunlara dağlara sürülenler anlamında Kürt denilmiştir.[3] El-Kuleynî, el-Mes‘udî, Şeyh Saduk, Ragıb el-İsfahânî ve İsmail Hakkı Bursevî gibi yazarların iddialarına göre Hz. İbrahim’in ateşte yakılması fikrini ortaya atan kimseler Kürt asıllıymış.[4] Ana kadın sisteminin giderek güç kaybetmesine karşı devletli uygarlığın güçlenmesi güç dengesinin Musevilik lehine değişmesini sağlamıştır. Yahudilik giderek kosmolojisini rafine ederken Rab’ini aydınlık olarak sunar. Ezidillik/Zerdüştlüğün tanrısını ise tüm kötülüklerin anası olan Şeytan ile özdeşleştirmeye ağırlık verir. Bugün zaman zaman “Kürtlerin Şeytan’ın nesli olduğu”, “Ezidilerin Şeytan’a taptığı” karalaması bu dönemden kalmadır. Museviliğin rakibini yok etmeye çalışırken devletli uygarlık gücüyle saldırı ve yaptıklarına meşruiyet kazandırma kurgusudur. Öteki kötülüğün sembolü olarak gösterildikten sonra yapılacak her fiil ve katliam bu iddiayla aklanabilir. Tarihin bu döneminde olan tam da budur. İlk başta çıplak şiddet ve zorla dayatılan bu politika çok tekrarlandığında ve üzerinden yeterince zaman geçtiğinde insanlar unutarak ya da kanıksayarak bir dönem inandığı kutsallarını ve değerlerini egemenin istediği gibi görmekte ve kabullenebilmektedir. Kürtlerin binlerce yıl inandığı, kutsadığı değerleri, kutsallarının birçoğunun bugün Kürtler tarafından da bir kötülük sembolü ve küfür olarak kullanılması bu süreçlerin sonucudur.
Arap İstilacılığının Hamlesi: Zend Avesta’dan Zındıklığa
Bin yıllarca devrimlerin merkezi olarak Kurdistan her dönemin muktedirinin ilk hedeflerinden olmuştur. Her din, inanç ve düşünce kendine yer açmak için öncekinin eleştirisi üzerinden inşa edilir. İslamiyet’in çıkışında bu ilke tam işlememiştir. Öncesinde Musevilik ve Hristiyanlık olmasına rağmen İslamiyet kendinden önceki iki dini kabul ederken asıl hedefine Ezidilik/Zerdüştlüğü koymaktadır. Bunun nedeni İslamiyet, Musevilik ve Hristiyanlık arasındaki ideolojik, sistemsel birlikteliktir. Ana kadın sisteminin zihniyeti olan Ezidilik/Zerdüştlüğe karşı antitez olarak çıkan Musevilik gibi Hristiyanlık ve İslamiyet de erkek sisteminin ideolojisi olarak zuhur etmiştir. Aralarında ideolojik bütünlük olduğundan binlerce yıl sonrasında tarih sahnesine çıkmasına rağmen İslamiyet kendisinden önceki iki dinin yerine Ezidilik/Zerdüştlüğün eleştirisi üzerine kendini inşa etmeyi tercih etmesinin sebebi ideolojik ve sistemsel karşıtlıktır. Musevilik’ten kalma, “şeytanın nesli”, “Nemrut soyu” karalamasını aynen kullanmakla birlikte yeni karalamalar da eklemiştir. Hem İslam’ın kabul ettirilmesi ve ancak esas olarak Arap istilacılığının ve katliamlarının meşrulaştırılması amacıyla Zend Avesta’ya inananlar anlamında kullanılan “Zendi-Zendiq” kelimesini din dışı, kötülüğün kaynağı olarak küfürleştirmiştir. Benzer şekilde Zerdüşt’ün rahipleri olan ve Kürtçe’de anaya ait olan anlamında, “Maki-Magi” kelimesi “Magusi-Mecusi” olarak din dışılık şeklinde bir aşağılama ve karalama kavramı haline getirilmiştir. Bugün hala “zendik-zindik” kelimesi aşağılama ve küfür olarak kullanılmaktadır. Ezidilik/Zerdüştlüğün reform hareketi olarak ortaya çıkan Maniciliğe inanlar anlamına gelen Manyak kelimesi de aynı zihniyetin karalama ve aşağılama propagandasının sonucu olarak deli, akıl ve ahlak dışı insan anlamında küfür haline getirilmiştir.
İşbirlikçiliğin Lejyonerleşmesi: Hamidiye Alayları
Aşiret Mekteplerine paralel olarak kurulan Hamidiye Alaylarıyla eş zamanlı aşiret reislerine çeşitli statü ve rütbeler taltif edilerek Kürt halkının toplumsallığına karşı parçalayıcı bir strateji izlenmiştir. Hamidiye Alaylarının kuruluş gerekçeleri farklılık arz etmektedir. M. S. Lazarev, Hayal Olan Kurdistan ve Kürt Sorunu isimli kitabında alayların kuruluş gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Hamidiye Alayları ile, Kürtleri Rusya karşısında güçlü bir askerî siper, İran’a karşı saldırı aracı durumuna getirme amacı yanında önemli amaçlarından biri Kürtleri, Türk idari makamlarının sıkı gözetimi altında durmaya alıştırmaktı.”[5] Hamidiye Alayları Süvari Birliklerinin Kürt ulusuyla alakası yoktur. Bu aşiretler kişisel hırs ve rant için Hamidiye Alayları bünyesinde yer almışlardır. Osmanlı-Kürt ittifakının sona erdirilmesinden sonra Kürtlerden gelecek statü taleplerini Hamidiye Alaylarıyla bastırmayı düşünüyordu Osmanlı Devleti.[6] Osmanlının yıkılma sürecine girmesiyle Aşiret Mektebi’nde ve Hamidiye Alaylarına dahil edilen Kürt çocukları ve Hamidiye Alayları’nda birçok insan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine dahil olmuş ve böylece bu sömürgeci proje ortadan kalkmıştır.[7] Ancak Osmanlı’nın bakiyesi Türkiye bu iki projeden de vaz geçmemiştir. Aşiret Mektebi daha sonra Yatılı Bölge Okulları (YİBO), Hamidiye Alayları da Geçici Köy Koruculuk olarak geliştirilerek sürdürülmüştür. Hamidiye Alayları Kürtlerin komşularıyla düşmanlaştırmanın yanı sıra asıl tahribatı Kürt toplumsallığı ve birliği üzerinde oynamıştır. Teslimiyetçi aşiret reisleri toplum üzerinde bir sopa olarak kullanılmış, teslim olmayan aşiretler ise alt kollarından düşürülenlerin güçlendirilerek aşiret yapısı atomize edilmiş. Mirliklerin de ortadan kaldırılmasıyla aslında aşiret olmayan ancak devletin statü, silah ve destek verdiği küçük gruplar devlete bağlı aşiretler olarak tanımlanmıştır.
Devletin desteğiyle işbirlikçi bazı aşiret reisleri ve aşiretlerden koparılarak yaratılan ağalar, küçük gruplar, şeyh ve beyler halkın üzerinde adeta devletin sopası haline gelmiştir. Zamanla semiren bu kesimler devlet eliyle toplum içinde muteber kişilikler haline getirilmiştir. İhanet eden, iş birliği yapan ve teslim olan kim varsa idol olarak sunulmuş. Devlet bir yandan topluma şiddet uygularken öte yandan semirttiği kişileri aracı olarak kullanarak, bu kişileri toplumun müracaat ettiği ve muhtaç olduğu merci vasfı vermiş. Devletin baskı, tahkikat ve şiddetinden kurtulan insanlar bu cendereden kurtulmak için ya bu kişilere özenerek ihanete mecbur kılınmış ya da bu işbirlikçi, teslimiyetçi kişilere yakın durma ihtiyacı hissetmiştir. İhanetçinin makul ve model insan olması bir halk ve toplum için yüz yüze kalacağı en büyük tehlikedir. Hamidiye Alayları ve Geçici Köy Korucularına adeta bir cezasızlık hukuku uygulanarak Kürtler arasında şiddetin sıradanlaşması, ailelerin, kabile ve aşiretlerin düşmanlaşmasının zeminini geliştirmiştir. Nitekim bu iki paramiliter güç yüzünde Kurdistan’da on binlerce aile ve yüzlerce kabile, aşiret birbirine düşman olmuş ve bir toplumun toptan on yıllar süren bir kan davası girdabına girmesine neden olmuştur. Birbirine düşman hale getirilen aile, aşiret ve insanlar, artık kendi esas sorunlarıyla ilgilenmek yerine güç olarak gördükleri devlete yanaşarak birbirlerini yok etmeye odaklanmıştır. Kürt toplumu bu özel savaş yöntemleriyle birbirine düşürülürken, psikolojik savaş da istemli olarak yürütülmüştür. Dağ Türkü olarak inkar edilen Kürt halkının geri, bilinçsiz, kendi sorunlarını çözme becerisi olmayan, terbiye edilmesi ve en nihayetinde başına bir çoban konularak yönetilmesi gereken bir kalabalık olduğu propagandası sürekli pompalanmıştır. Kürt halkının asla kendini yönetemeyeceği tezine ise, devletin bilinçli olarak başlattığı aşiret ve aileler arası kan davaları ve düşmanlıklar kanıtı olarak gösterilmiştir. Böylece Kürt halkının büyük çoğunluğunda, “Kürtler’den bir şey olmaz, Kürtler kendini yönetemez” algısını yerleştirmeyi önemli oranda başarmıştır. Kendini inkar eden, kendine güvenmeyen, toplumunun bir kesimiyle düşmanlık duyguları yaşayan bir gerçeklik yaratılmıştır. Kürt birbirine baktığında bir ulus olarak sorunlarını çözecek, özgürleşebilecek, birlikte mücadele edecek bir kardeşten ziyade her türlü kötülükle donanmış bilinçsiz, utanılması gereken bir varlık olarak görmüş. Kendi soydaşından duyulan bu iğrenme önüne alternatif ve kurtuluş olarak konulan Türk idol olmaya yönelmiştir. Böylece bir halk kendi içinde atomize edilirken, kendine özgüvensiz, bilinçsiz, geri ve beceriksiz bir varlık olarak kendinden utanan ve nefret eden bir derekeye düşürülmüştür.
Sömürgeciliğin Manifestosu: Şark Islahat Planı
Kürt halkının ret ve inkarı politikalarıyla kendine yabancılaştırma ve utandırma manifestosu 25 Eylül 1925’te Şark Islahat Encümeni, Şark Islahat Planı için aşağıdaki tavsiyeleri içeren raporunu TBMM’ye sundu.[8] Kürt seçkinlerinin bir yönetim organı olarak ortaya çıkmasını engellemek
l Hükûmetin politikalarını boşa çıkarabileceğine inandığı insanları yeniden yerleştirmek
- Hem Türkçe olmayan dillerin kullanılmasını hem de Kürtlerin ikinci düzey görevlerde istihdam edilmesini yasaklamak
- Kürtlerin başka bölgelere yerleştirilmesi için 7 milyon lira sağlanması
Rapor, çok sayıda yeniden yerleşim yasasını ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu illeri içeren üç umumi müfettişlik kurulmasını teşvik etmekteydi.[9]
Dört başı mamur bir soykırım planı olan Şark Islahat Planı’nın 31 maddesinden yukarıda yer verilen 4 madde dahi Kürt halkına yönelik soykırım niyetini görmek mümkün. Elbette plandaki her maddenin de onlarca alt maddesi var. 1930 yılı başlarında İçişleri Bakanlığınca Valiliklere gönderilen “çok gizli ve kişiye özel” bir Türkleştirme Genelgesi’nin iki maddesi şöyledir:
- Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye vermek, som Türklüğün ve özellikle Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu da kendilerine bilfiil göstermek,
- Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiç bir suretle rağbet edilmeyerek ve cesaretlendirilmeyerek adi ve ilkel özellikleri her vesileyle sergilenerek kötülenmeli ve ayıplanmalı, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek.”[10]
Yukarıdaki iki madde aslında yazının başından itibaren anlatılmaya çalışılan bir halkı kendinden iğrendirme, utandırma, kimliğine yabancılaştırma ve aynı zamanda ideal olarak önüne yeni yapay kimliği koymanın nasıl tasarlandığını açık bir şekilde göstermektedir. Türkçe konuşmanın şerefli bir şey olmanın yanı sıra aynı zamanda maddi yönden de kazandırdığının sömürge valileri tarafından anlatılmasını emrediyor. Köle-efendi denkleminde havuç sopa politikasının dile uyarlanmasıdır. Türkçe konuşan hem şerefli oluyor hem de kar ediyor. Bu ırkçı bakışa göre Kürtçe konuşan ise tam tersi olmuş oluyor. Efendi Türk, köle gördüğü Kürt’e, kendi dilinde konuştuğu zaman uğrayacağı zararları efendisi Türk’ün diliyle konuştuğunda ise elde edeceği şeref ve para gibi avantajları salık veriyor. İkinci maddede ise bir halkı halk yapan tüm değerler sıralanarak bunların nasıl itibarsızlaştırılacağının yol haritasını çiziyor.
Bilinç Kırım Kılıcı ve İrade Kırma Merkezleri: YİBO
Sömürgecilerin bir halkı kültürel soykırımdan geçirmesinin en etkili araçlarından biri de kuşkusuz okullar ve eğitimdir. Aşiret Mektebi ile başlayan okulların Kürt halkına karşı bir soykırım aracı olarak kullanma süreci Cumhuriyetin kuruluşundan sonra adeta bilimsel bir tarzda ele alınarak tam bir bilinç kırım ve irade kırma merkezleri olarak kullanılmıştır. “Yatılı bölge okullarında kalmış çocukların en çok etkilendiği ve unutamadığı durumlardan biri Kürtlüğün etnik köken, dil, inanç olarak sürekli aşağılanması ve aile bireylerine yönelik bu aşağılama dilidir. Daha Cumhuriyetin ilk dönemlerinde başlatılan, “geri kalmış” addedilen Kürtleri ve Kürtlüğü modernleştirme iddiasıyla girişilen hamlelerin bir devamı olarak görülen bu girişim, bu okullarda çocukların yemesinden giyinmesine, konuşmasından her hareketine karşı sürekli bir aşağılama ve eleştiri meydana getirecektir.[11]
Öğrencilere taşıdığı kimlik üzerinden sürekli aşağıdan bir kültüre sahip olduğunu hissettirme kişinin kimliğinden, kültüründen kopmasını kolaylaştırmış ve bu kişinin üzerinde taşıdığı her şeyden kurtulmanın yolu olarak okulun öğrettiği yeniyi daha doğru, daha doyurucu kabul etmesi sonucunu doğurmuştur. Sürekli değersiz hissettirme bunun sonucunda da bu kimlikten kopma gerekliliği ihtiyacı. Aşağıda görülmenin yarattığı etkiyle bu çocuklara mensup oldukları kültürün yetersiz, geri kalmış, cehalet olarak empoze edilmesi elbette bazı öğrencilerin etkilenmesine sebep olmuş ve bundan dolayı da parçası oldukları topluluktan uzaklaşmayı ve kopmayı, bir fırsat ve moderniteyle ilişkilenmenin yolu olarak görmüşlerdir.”[12] YİBO’ların en başta gelen amacı daha şekillenme sürecinde olan çocukları öncelikle aile ve toplumsal ambiyansından koparmaktır. Ailesinden uzakta korku, kaygı, özlem ve üzüntü içinde olan çocukların savunmasız hissetmesi faşizmin onlara istediği nakşetmesini kolaylaştırmaktadır. YİBO’lar ilişkin yönetmeliğin bir maddesi, çocukların anne babalarıyla duygusal ve kültürel bağlarının sıfırlanması için Kürt yemeklerinin yapılmamasını emretmektedir. Zira Kürt yemeğini yiyen çocuk ailesini, akrabalarını, kültürünü ve kendisine dayatılan sömürgeci faşist kimlikten farklı bir kimliğe, yaşama aiti olduğunu unutmaz, unutmuşsa da hatırlayabilir.
Kışlalarla iç içe olan ya da kışla gibi yönetilen YİBO’larda bir yandan kimliksel, dilsel ve kültürel aşağılanma öte yandan ise cinsel istismar ile irade kırımı hedeflenmiştir. “Bu mekânlarda mahremiyet, özel alan tamamen yok sayılmış ve bu öğrencilere yönelik her alan ve mekân çok rahat bir şekilde güç sahibi olanlar tarafından ihlal edilmiştir. Her konudan daha ağır ve rahatsız edici olan cinsel istismar ise insanların en çok konuşmakta zorlandığı konudur.”[13] Sömürgeci irade kırmadan sonuç almayacağını bilir. İrade kırmak için de uygulamayacağı bir yöntem yoktur. “Sömürgecinin bilinçli olarak uyguladığı aşağılama ve hor görme politikaları sömürüleninin hareket alanını daraltan ve umutsuzluğa iten aşağılık kompleksini ortaya çıkarmaktadır. Abdallah Al-Nadim’in aktardığına göre, sömürülenleri zayıflatan en önemli faktör sömürgecinin kölesi haline getiren psikolojik yenilgidir. Bu içsel psikolojik faktör sömürge altında olanların kendilerine olan özgüvenlerini kaybetmelerine ve böylelikle rahatlıkla sömürgecinin üstünlüğüne ve egemenliğine rıza göstermelerine sebebiyet vermektedir.”[14]
Devletli uygarlığın ilk irade kırımı olarak kullandığı bu insanlık dışı yöntem, YİBO’larda küçük çocukların kendinden utandırılması ve iğrendirilmesinde kullanılmıştır. İstilacı faşizm insanlığa karşı izlediği suçların nedenini de itinayla mağdura yüklemede mahirdir. Kürt çocukları bu aşağılamanın sebebini fail olan istilacıdan değil, gerçekten varlık olarak daha aşağılık bir pozisyonda olduğunu ve bu nedenle tüm bunların başına geldiğine inandırılır. Türk faşizmi bu yöntemi döl yatağında büyüdüğü İngiliz faşizminden kopya etmiştir. Afrika insanın doğasıyla düşmanlaştırılması politikaları kapsamında İngiliz askerleri tuzakla tuttuğu hayvanlara işkence etmeden önce tenlerini siyaha boyar ve yerli halk gibi giyinir. İşkence seansı bitince de boyayı yıkar, İngiliz gibi giyinir ve hayvanları tedavi eder, serbest bırakırlar. Bir süreden sonra artık işkence görmüş ya da görmemiş tüm hayvanlar siyahilerin görünce kaçar. Böylece siyahi insanların doğalarıyla düşmanlaşması sağlanır. Canlılara yönelik bu işkence uygulamasının bir amacı da siyahilerin ülke ve toprak sevgisinin azalmasını sağlamaktır. Türk faşizminin de Kurdistan’da uyguladığı ekokırım politikalarının bir nedeni bu olmaktadır.
YİBO denilen kırım merkezlerinin Kürt çocukları üzerinde yarattığı diğer bir tahribat ise dil yasağı olmaktadır. Yapılan sayısız sosyolojik ve psikolojik araştırma ortaya çıkarmıştır ki, anadilin konuşulmasının yasaklanması bireylerin psikolojik durumu üzerinde derin etkiler yaratır ve sosyal damgalama süreçlerini tetikler. Kendi dillerini konuşmalarının yasaklanmasıyla aslında Kürtlere dilleri ve dolayısıyla kendileri değersiz hissettirilmek istenmiştir. Bu, kişisel özgüvenin azalmasına ve sosyal çekingenliğe yol açar. Anadillerini konuşan Kürtler, bazen alay konusu olmuş veya aşağılanmıştır. Bu tür tecrübeler, bireylerin kendi dillerinden ve kültürlerinden utanmalarına yol açmıştır. Sömürgecilerin Kürtlerin kendi kimliğinden utanmasını oluşturmasının en etkili yollarından biri de medyada ve kamusal söylemde olumsuz klişelere maruz bırakma yöntemidir. Bu stereotipler Kürtler arasında utanç duygusunu sürekli hale getirmiştir. Bu olumsuz algıları içselleştiren Kürtler bunlarla ilişkilendirilmemek için değerlerini görünür kılmaktan ve kendilerini kültürel olarak ifade etmekten kaçınmalarına yol açmıştır. Bu durum, bireylerin kendi kimliklerini gizlemelerinin veya inkar etmelerinin önemli nedenlerindendir.
Irkçılğın Medya Ayağı: Cahil Kürt Portresi
Resmi ideolojinin diğer aygıtlarının yanı sıra Kürt halkının ret ve inkar politikalarını hayata geçirmede sinemadan, belgesellere, haber bültenleri ve TV programlarına kadar en yoğun kullanılan araçlardan biri de medyadır. Kürtler uzun yıllar boyunca Türk sinemasında ‘bozuk’ şiveleri, ‘garip’ aile yaşamları, ‘komik’ giyim tarzları, ‘çağdışı’ ağa, şeyh, eşkıya tiplemeleri ile işlendiler.[15] Kürtleri konu alan ya da Kürt karakterleri de barındıran belki de yüzlerce film vardır. Fakat bu karakterler hiçbir zaman “gerçek Kürtler” olamadılar. Bozuk bir Türkçe ile konuşan “siye biye, geliyem gidiyem v.s” kaba, cahil, görgüsüz, tüm yaşamları töre ve aşiret kavgaları üzerine kurulu, yaşamlarında acıdan ve dramdan başka hiçbir şey olmayan karakterler oldu Kürtler. Betimlenen Kürt kişiliği ise üç kağıtçı, bencil, acımasız, medeniyetten uzak, feodal dönemden kalmış, okuma yazma bilmeyen geri kalmış tiplerdir. Türk sinemasında kurgulanan bu karakter asıl kaynağını Türk romanlarından alır. Haberlerde de sinema, roman ve tiyatroda sergilenen bu tipi güçlendirecek şekilde konuşarak, diyalog kurarak sorun çözmesini bildiği için sürekli birbirini öldüren, kavga eden ve en nihayetinde iğrenilmesi ve bir an önce kurtulması gereken bir içerikle sunuldular.[16] Rafine ideolojik ve bilinçli bir politika olarak sunulan bu karakter özü itibarıyla Türk resmi ideolojisinin Kürt halkını ret ve inkar etme politikalarının zihinsel alt yapısını oluşturmak üzere hayata geçirildi. Devletin kışla, okul ve diğer şiddet araçlarıyla yürüttüğü fiziki kıyım politikalarına medya aracılığıyla meşruiyet kazandırılmaya çalışıldı. İnkar politikası gereği Kürt kelimesi telaffuz edilmeden; Kürt dili, kültürü ve varlığı sürekli aşağılandı. Sistematik bir şekilde yürütülen bu politikayla Kürt halkının değerlerinden utanması ve Türklüğe rücu etmesi acımasız bir şekilde dayatıldı. İlk Türk Başbakan Orgeneral ve Mareşal Fevzi Çakmak gizli raporunda şunu dile getirir: “Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra yavaş yavaş Türk hukuku uygulanmalıdır.”[17] Çakmak’a göre Türk hukuku ancak Kürtlük yok edilince uygulanacaktır. Ordu ve fiziki katliamlar başta olmak üzere devletin tüm ideolojik aygıtları bir yandan aşağılamayla Kürtlüğü yok ederken, öte yandan ideal Türklüğü yerine inşa ediyorlardır. Zihniyet kırım aracılığıyla ideolojik hegemonyasını oluşturmak isteyen Türkçü faşizm adeta tüm sistemini seferber etmiştir. Kürtlerin kendinden utanır hale getirilmesi, uzun yıllar boyunca uygulanan sistematik baskı, asimilasyon, psikolojik ve özel savaş politikalarının sonucudur. Kürtlerin toplum içinde dışlanması, ayrımcılığa maruz kalması ve genel olarak negatif stereotiplerle karşı karşıya olmaları, bireylerin kendi kültürel kimliklerinden utanmalarına yol açmıştır. Bu durum, bireylerin kendi kökenlerini gizlemeye veya inkar etmeye yönelmelerine neden olmuştur. Uzun süreli baskılar ve bu sürecin ortaya çıkardığı stres, bireylerin kendi kimlikleriyle barışık olmalarını zorlaştırmış. Kimlik krizi yaşayan bireyler, kendilerini çevresine kabul ettirebilme çabası içinde olur ve bu durum kültürel kimliklerini gizleme veya inkar etme eğilimini güçlendirir. Eğitim sistemi ve medya aracılığıyla Kürtlerle ilgili olumsuz veya asimilasyoncu mesajların yayılması, genç nesillerin kendi kültürel kimliklerinden utanma duygusu geliştirmelerine katkıda bulunmuştur. Bu faktörlerin etkisiyle, bireyler zamanla kendi kültürel kimliklerinden utanan, onu gizlemeye veya inkar etmeye çalışan bir duruma itilmişlerdir. Kürtlükten utanma duygusu, bireylerin sosyal uyum sağlama veya baskılardan korunma çabası olarak da görülebilir.
Kimlik, kişilik ve geçmişleri unutturulmaya çalışılan bir halkın kendilerine olan özsaygıları da hedef alınmaktadır. Öyle ki sömürge zihniyeti sömürülen halkları, kendi kültürlerinin geçersiz olduğu ve bundan dolayı da Batılı modelleri taklit etmesi gerektiği düşüncesine inandırmayı başarmaktadır. Böylelikle sömürülen halkın Batılı modelleri ve düşünce biçimlerini içselleştirip benimsemekten başka bir seçeneği kalmamaktadır. Sömürülenin sömürgeciye hayranlık uyandıran taklidine çoğu kez kendi değerlerinden utanma ve kendini inkâr eşlik etmektedir.[18] Sömürgeciler kendi değerlerini dayatırken sömürülenler de bu değerleri benimsemekle kalmayıp aşağılık kompleksi psikolojisi geliştirdikleri görülmektedir. Sömürülenler, sömürgecilerin kendilerini ötekileştirip değersizleştirmelerini benimseyerek kendilerine aynı değer yargıları ile bakmaktadırlar.[19] Bu bağlamda fiziki, kültürel ve zihinsel kırım politikalarının sonucu olarak direnişi tercih etmeyen bir kısım Kürt dönemin efendisine özenme ve kimliğine, benliğine yabancılaşma süreci yaşadı. Seyitlik ve şeyhlik üzerinden bir dönem Arap kimliği, kimi zaman Fars kimliği benimsendi. Kurdistan’da hala Türkçü faşizmin gazabından kaçınmak için kendini Arap, Fars ve Türk olarak tanımlayan önemli bir kesim var. Son bir yüzyıldır da Türkçü ideolojinin dayattığı fiziki ve kültürel soykırıma nedeniyle bir kısım Kürt Türkçülük taklidi yapmaktadır
Sömürgeciliğe Reddiye ve Özgürlük Seçeneği
Frantz Fanon’un da belirttiği gibi, “Siyah artık beyazlaşma ya da yok olma ikilemini yaşamamalı bir var olma olasılığının bilincine varabilmelidir.”[20] Dışarıdan dayatılanı değiştirmek ancak içerden bir hareketle mümkündür. Aksi halde yeniden dışardan bir darbe ile şekil almayı beklemek sömürgeciliğin bir başka rengine boyanmak demektir. Kurdistan’da T.C’nin kuruluşuyla Osmanlı’dan devir alınan Aşiret Mektebi, Hamidiye Alayları’nı sistematik hale getirerek İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı, Umumi Müfettişlikler, YİBO’lar, sıkı yönetim ve OHAL ve medya aracılığıyla yürüttüğü fiziki ve kültürel soykırım sonucunda Kurdistan’ın inkar ve imha politikalarının sonuç aldığına kanaat getirdi. Ancak yine Fanon’un deyimiyle, “sömürge insanın kaslarının sürekli gergin olduğu ve öncüsünü beklediği” düsturundan hareketle Kürt halkı da Türkçü faşizmin tamam dediği noktada küllerinden doğdu. Öcalan önderliğinde gelişen mücadeleyle kasları gerilmiş köle Kürt zembereğinde boşalırcasına var oluş ve özgürleşme mücadelesine katıldı. Türkçü faşizmin yüz yıl boyunca her türlü araçla aşağıladığı, horladığı ve yok etmek istediği Kürt ulusal var oluş mücadelesiyle aşağılanan tüm değerlerine sahip çıktı. Türkçü faşizm hangi yanını hedef aldıysa onu sahiplendi ve özgürlük yasasını tüm yasaların üzerine koydu. Dini, kültürel, tarihsel, toplumsal tüm değerlerini demokratik modernite felsefesiyle yeniden güncelleyerek Kürt halkının kendini yönetmek başta olmak üzere Türkçü faşizmin “olmayacağı, olamayacağı” dediği her şeyi olabileceğini, 50 yıllık mücadeleyle hem Türkçü faşizme hem de tüm insanlığa gösterdi. Nemirin Nemrut yapılarak ilk aşağılamanın başladığı Urfa’dan yola çıkarak adeta tarihi tekrar ayakları üzerine inşa etti. İnsanlığın ilk yerleşik hayata geçti, ilk devrimlerin gerçekleştiği ve insanlığa ilk öncülüğün yapıldığı Kurdistan’da binlerce yıl sonra yeniden tüm insanlığa yeni bir yaşamın müjdesini verdi.
[1] Karataş, Hüseyin, Sömürge İnsan, S.79
[2] Mbembe, A. Postkolonyal Düşünce Nedir? Çev. Enise Malbat (Erişim: http://www.kurdarastirmalari.com/yazi-detay-post-kolonyal-d-s-nce-nedir-43)
[3] Cevadbeyli Rahami, Kürtlerin Kökeni, (Erişim: https://millidusunce.com/misak/asil-kurtlerin-koken)
[4] Akman Mustafa, Kelam ve Mezhepler Tarihi (Erişim: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2423829)
[5] Lazareve M.S., Kürdistan ve Kürt Sorunu, S.152
[6] Atal Nimetullah, Kürt Kimliği ve Hamidiye Alaylarını Oluşturan Aşiretler (Erişim: https://www.bitlisname.com/kurt-kimligi-ve-hamidiye-alaylarini-olusturan-asiretler/)
[7] Hamidiye Alayları (Erişim: https://tr.wikipedia.org/wiki/Hamidiye_Alaylar%C4%B1)
[8] Yadırgı Veli, The Political Economy of the Kurds of Turkey. Cambridge University Press. ss. 169-170
[9] Jongerden, Joost (28 Mayıs 2007). The Settlement Issue in Turkey and the Kurds: An Analysis of Spatial Policies, Modernity and War. BRILL. ss. 53.
[10] Elbistanalı, Engin. Şaark Islahata Planı’ndan Bu Yana Cumhuriyetin Kürtlere Yaklaşımı Üzerine (Erişim: https://demokratikmodernite.org/sark-islahat-planindan-bu-yana-cumhuriyetin-kurtlere-yaklasimi-uzerine/)
[11] Ş. Demir, Ö. Ünal, Şiddet ve Asimilasyon Aracı Olarak YİBO (Erişim:https://hakikatadalethafiza.org/haberler/siddet-ve-asimilasyon-araci-olarak-yibo-baslikli-e-kitap-yayinda)
[12] Işık, A. S., Arslan Serhat. Bir Asimilasyon Projesi: Türkiye’de Yatılı İlköğretim Bölge (Erişim:https://www.academia.edu/5505094/Bir_Asimilasyon_Projesi)
[13] Memmi A., Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi, Telemak Yayınları, S.142
[14] Arslan Serhat, Asimilasyon ve İskan Politikaları Bağlamında YİBO (Erişim:https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/757833)
[15] http://mobile.intizar.web.tr/subpage.aspx?hid=861)
[16] Yücel Müslüm, Türk Sineması’nda Kürtler, Agora Kitaplığı, 2008
[17] Yayman, H., Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, Doğan Kitap, S. 78
[18] Memmi A., Sömürgecinin Portresi Sömürgeleştirilenin Portresi, Telemak Yayınları
[19] Yardım Müşerref. Malik Bin Nebi’nin Sömürülebilirlik ve Bourdieu’nün Sembolik Şiddet Kavramları Işığında Aşağılık Kompleksi. Mukaddime
[20] Fanon F., Siyah Deri Beyaz Maskeler, Metis yayınları, 57
Yoruma kapalı.