Düşünce ve Kuram Dergisi

Şark Islahat Planı’ndan Bu Yana Cumhuriyetin Kürtlere Yaklaşımı Üzerine

Engin Elbistanlı

Osmanlıdan başlayarak Türkiye tarihi hep özel hal yöntemlerine tanık olmuştur. 18 kardeşini bir gecede iktidarın selameti için katleden bir rejimin başka türlü olması da mümkün değildir. Bu özel hal uygulamaları, denetim altına alınan toplumları, halkları, inançları, siyasal düşünce akımlarını, renkleri ezmek, çoğu zaman da başkalaştırmak için hep uygulana gelmiştir.

Osmanlının özel hallerle yönetilmesine en iyi örnek olarak, sözde Sultan Abdülaziz’in katledilmesi olayını incelemek için kurulmuş olan “Yıldız Mahkemesi” gösterilebilir. Abdülhamit’in güçlendiği bir dönemde, 1881 yılında yaşanan bu olaydan kaynaklı Mithat Paşa idam cezasına çarptırılsa da, padişahın emri ve iradesiyle bu ceza sürgün cezasına çevrilerek, esas iradenin padişah olduğu gösterilmiş oluyordu.

İttihat-i Terakkicilerin güçlenmek için en etkili bir şekilde hem düzenledikleri hem de yönettikleri 31 Mart Vak’asını araştırmak üzere Divan-ı Harp kuruldu. Divan-ı Harp’te yüzlerce kişi yargılandı. Ancak en dikkat çeken yanı ise, Divan-ı Harp’e dayanarak, zamanla Çırpıcı Çayırı’ında sarhoş olan, içki içenlerin “âdâb-ı umumiye ve milliyeye muhalif hareket etmek” suçuyla yargılanmaları oldu. Böylece 31 Mart Vak’asının hem muhalifleri tasfiye etmede hem de rejime engel teşkil edenlerin ortadan nasıl tek tek kaldırıldığı, kimin işi ve kime yaradığı da görülmüş oldu.

Divan-ı Harp ve olağanüstü mahkeme geleneğinin bir devamı olarak tarih sahnesine çıkan ve o zamanlar henüz kurulmamış olan TC devleti, benzer bir yöntem olan İstiklal Mahkemeleriyle, deyim yerindeyse toplumun üstünden bir silindir gibi geçti. Toplum Örfi İdari ile yani sıkıyönetimlerle kontrol altında tutulmaya çalışıldı. Bu mahkemeler güya 1927’den sonra kaldırılmıştı. Ancak biliyoruz ki bu olağanüstü mahkemeler hep devrede oldu, Örfi İdari yapı ise 1949 yılında kâğıt üzerinde, ancak kaldırılabildi.

1960’larda Adnan Menderesler ve arkadaşları Yassıada’da yargılanırken, bir hâkimin: “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!” sözleri olağanüstü hâl yönetimin ne demek olduğunun en iyi ifadesiydi.

12 Mart sürecinde ve sonrasında kurulan Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri de olağanüstü halin açıktan ifadesidir.

12 Eylül faşist cuntası ve ardından 19 Temmuz 1987’den itibaren Kürdistan’da uygulanan olağanüstü hâl uygulamaları, yine 20 Temmuz 2016 yılından bu yana KHK’lerle yürütülmeye çalışılan ülke profili bu gerçekliğin aralıksız devam ettiğini göstermektedir.

Buradan hareketle, Şark Islahta Planından başlayarak Kürtlere karşı geliştirilmiş olan plan ve projeleri mercek altına almak ve bu bağlamda Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere yaklaşımı değerlendirmek daha yararlı ve açıklayıcı olacaktır.

 

İstiklal Mahkemeleri Niçin Ve Nasıl Kuruldu?

Kurtuluş savaşı sürecinde TBMM Hükümeti kendi otoritesini sağlayamamıştı. Henüz ülke savaş altındaydı ve işgale karşı verdiği mücadelede, olumsuzluklar hat safhadaydı. Örneğin savaştan kaçan askerler oluyordu. Bu süreçte savaştan kaçan askerlerin firarlarının önüne geçebilmek ve caydırabilmek için 29 Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarıldı.

29 Nisan 1920’de Hıyanet-i Vataniye Kanunu Istiklal Mahkemelerinin oluşturulmasında bir rol oynamıştı. “Bir nevi ihtisas mahkemesi olarak İstiklâl Mahkemelerinin kanunen tesis ediliş tarihi 11 Eylül 1920’dir.” Bu tarihte çıkarılan “Firariler Hakkındaki Kanun” (Ek-II) bünyesinde İstiklâl Mahkemelerinin kurulmasına karar verilmiş, bu kanunun ilk maddesine on beş gün sonra (26 Eylül 1920) önemli bir ilave yapılarak (Ek-III) Mahkeme’nin yetki ve çalışma alanı genişletilmişti. 31 Temmuz 1922’de bu defa “İstiklâl Mehakimi Kanunu” adıyla yeni bir kanun (Ek-IV) kabul edilerek o güne kadar yapılan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştı, İstiklâl Mahkemeleri fiilen 7 Mart 1927 tarihinden itibaren görev yapmamasına rağmen, 1922’de kabul edilen bu kanun 4 Mayıs 1949 tarihine kadar yürürlükte kaldı.”

İddia edildiği üzere, bu mahkemelerin kuruluş amacı başı bozukluğu durdurmaktı. Bir düzen sağlamaktı. Ulusal kurtuluş savaşlarında kendi kendilerini örgütleyerek işgalci güçlere karşı durmak sıkça görülen bir husustu. Buna belki de en iyi örnek Maraş, Antep ve Urfa’da Kürtlerin, Ege’de Çerkeslerin işgalcilere karşı direnişidir. Böyle kendi kendine örgütlenmiş yapılar, zamanla çok fazla zorlayıcı olduklarından, giderek hakimiyetini sağlayan ya da sağlamak isteyenler için, bu tür yapılar kontrol edilmesi gereken güçler olarak görülüyor, öyle hareket ediliyordu.

Biliyoruz ki, istiklal mahkemeleri birçok kişiyi -başkalarını caydırmak amaçlı- infaz etmişti. Yine biliyoruz ki, oluşan yeni yönetime karşı muhalefet eden birçok kişi, bu durum fırsat bilinerek idam edilmişti. Hem de “Vatana İhanet” suçundan! Gücü elinde bulunduran güçler  zamanla kendilerini esas irade olarak belirlemiş ve öyle de yargılamalarda bulunmuşlardı. “Kuvayı Tedibiye” namına yargılananlar az olmamıştır.

”Hakikatte Hıyanet-i Vataniye Kanunu(Ek-I) ile başlayan, Firariler Hakkında Kanun’a kadar uzanan ve 26 Eylül’de kabul edilen kanunlar silsilesi, İstiklâl Mahkemelerine neredeyse bütün kanun maddelerinin üzerine çıkacak ölçüde geniş yetkiler veriyordu.”

İstiklal Mahkemeleri önceleri belli zaman dilimleri için ve belli alanlar için kurulan mahkemelerdi. Örneğin ilk kurulmaları ardından süreleri 17 Şubat 1921 yılında sonlandırılmışlardı. Bundandır ki kimi alanlarda bu mahkemeler önceleri hiç oluşturulmadılar ya da oluşturulamadılar.

İlginç olan bir durumu, ilk olarak 1921 yılının ağustos ayında görmekteyiz. 5 Ağustos 1921 yılında meclis yetkileri üç ay süresince Mustafa Kemal’e devrediliyor. Meclis devrinin kıyasıya bir mücadele içerisinde bulunan Mustafa Kemal’in hızlı karar alma ve bu kararları uygulayabilmesi için yapıldığı bir yere kadar anlaşılır olmaktadır. Çıkarılan kanunun bir maddesinde “Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin inkızasından (sona ermesinden) evvel dahi bu sıfat ve salahiyeti red edebilir” cümlesi geçmektedir ki, bu son derece önemliydi. Daha sonra mecliste alınan karar ile Mustafa Kemal’in bu yetkisi art arda üç kez uzatıldı. Kendi yetkilerini Mustafa Kemal’e devreden bir meclis, asıl olarak kendisini de fesh etmiş ve İstiklâl Mahkemeleri direk başkumandan sıfatıyla Mustafa Kemal’e bağlanmış oluyordu.

Biliyoruz ki, Mustafa Kemal bu süreçte hızlı bir şekilde yetkilerini kullanarak, “Tekâlif-i Milliye Emirleri”ni yayınladı. 7 Ağustos 1921‘de yayınlanmış olan bu emirler, 10 maddeden oluşuyordu. Vergilendirmeden asker almaya, cephane ve silah temininden halkın maddi imkanlarının yüzde 40’ına el koymaya kadar, sıralayabileceğimiz birçok kararla seferberlik gibi bir durum yaratılmış oldu. Dahası, önceleri Meclis tarafından üyeleri belirlenen İstiklâl Mahkemesi üyeleri artık Mustafa Kemal tarafından belirlenmekteydi.

Mustafa Kemal’e sınırsız bir şekilde verilmiş olan bu yetkilere karşı o zamanlar Hüseyin Avni ismindeki milletvekili; “Cenabı-ı Hak, Peygamberine dahi bu yetkileri vermemişti” diyerek, bir kişinin aşırı güçlendirilmiş olmasını, bu sözleriyle eleştirmiş oluyordu.  Nitekim, bu durumu yani olağanüstü hallerle idare etmelere karşı çok sert tepkiler gelişecek ve bunun sonucunda 1 Ağustos 1922’de İstiklal Mahkemeleri kaldırılacaktı.

Ardından ise sırasıyla hilafet kaldırılmış, Tekke ve Zaviye kanunlarını çıkartılmış, Takrir-i Sükûn, İzale-i Şekavet, Şark İslahat Planı derken Kürtçenin yasaklanması, muhalif olanların mal varlıklarına el koymalar ile bu süreç ilerlemiştir

Her zaman olduğu gibi, tekçi zihniyet yapıları kendilerine bir gerekçe bulurlar. Nitekim, Şêx Said isyanı gerekçe gösterilerek 23 Şubat günü 12 il ve 2 ilçede bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmişti.

Daha önceleri “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” olarak bilinen yasaya bir de: “Dini veya mukaddesat-ı diniyyeyi, siyasi gayelere esas veya alet ittihaz eden cemiyetler teşkili” vatana ihanet tarifi içine alınarak, esasta Kazım Karabekir’in başında bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın tüzüğünde bulunan bir madde hedef alınarak, zamanla bu fırka terörize edilerek kapatılmıştı.

Ve nitekim 2 Mart 1925’de gerçekleştirilen bir toplantıda o zaman ismi Cumhuriyet Halk Fırkası olan ve sonra CHP olacak parti, zamanının Başvekili olan Fethi Okyar’ı, politikalarını yumuşak bularak istifaya zorlamıştı. Ardından ise 4 Mart günü onun yerine, Kürt düşmanı olan İsmet İnönü’yü atamıştır. İsmet İnönü birçok kanunu hem çıkarmış hem de 1922 yılında kaldırılmış olan İstiklal Mahkemelerini yeniden kurmuştur. Takrir-i Sükûn ile tam bir istibdat rejimi kuran İnönü’nün Kürdistan’da nasıl bir terör estirdiğini ise yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.

Takrir-i Sükûn Kanunu; günümüz Türkçesiyle: Huzurun Sağlanması Yasası, 4 Mart 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilmişti. İçeriği: “İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı (örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri, girişimleri ve yayınları), Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idareten men’e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabını (bu eylemleri işleyenleri) Hükümet, İstiklâl Mahkemesi’ne tevdi edebilir.” Bu kanunun daha sonra -bugün de olduğu gibi- hep uzatıldığını da ekleyelim.

Takrir-i Sükûn Kanunu’nu meclisten geçirdikten sonra, hem Kürdistan hem de Türkiye’de iki İstiklal Mahkemesi kuranlar, hedeflenenlerin bu mahkemelerde yargılanmaları için hazırlıklarda yapmışlardı. Bunun sonrasında ise Kürdistan’a ordu sürüldü. Kürdistan baştanbaşa işgal edildi, yağmalandı, insanları katledildi, sürüldü-sürgün edildi, yakılıp yıkıldı. Kurulmuş olan İstiklal Mahkemelerinde ise binlercesi insafsızca, güya yargılanarak idam edildiler. Yapılanlara bir de hukuki kılıf uydurulmaya çalışıldı. Ardından ise bu baskılamayı Türkiye’ye taşırarak tüm muhalefeti ezdiler. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası‘nın taraftarlarına da yönelerek, bu yapıyı da ezerek kapattılar. Özcesi, Türkiye’de tek bir muhalefet bırakmadılar.

Bu durum üzerine, dönemin Başvekili İsmet İnönü’nün “Aslında Şeyh Sait isyanı ile ortaya çıkan fiili hareket olmadığını, asıl tehlikenin “memleketin umumî hayatında hâsıl olan teşevvüş (karışıklık) ve tezebzüb (kararsızlık)” olduğunu” söylemesi önemliydi.

Yine: “Bu müşevveş (karışık) hakayık-ı eşyayı (şeylerin hakikatleri) görmek için memleketin üzerine gerdiği kalın dumanı izale (ortadan kaldırmak) eylemiştir.” Böylece iyi ve kötü birbirinden ayrıt edilebilmiştir” sözlerini de not etmek gerekmektedir.

Özcesi: Takrir-i Sükûn Kanunu ”1924 Anayasası ile tanınan kişi haklarının askıya alınmasını, son derece esnetilebilir bir hükümet yorumuna muhtaç bıraktığı gibi, Meclis’i de bir denetim mekanizması olarak tamamen devre dışı bırakıyor ve adeta harp esnasında çalıştırılan İstiklâl Mahkemelerini hatırlatır bir tarzda, hükümetin beğenmediği her türlü eylemi bastırmak konusunda hükümete, hızlı, kesin ve kapsayıcı yetkiler” tanıyordu.

“Bu kanuna göre ilticaya, isyana, ülkenin sosyal düzenini, istikrarını, emniyetini tehdit etmeye yönelik her türlü örgütlenme, kışkırtma, özendirme ve bu gayelere hizmet eder mahiyetteki yayını önleme konusunda hükümet, Reisicumhurun da onayını alarak yetkilerini kullanabilecek ve zanlıları İstiklâl Mahkemesine sevk edebilecekti. Kanun metni dikkatle incelendiğinde görülmektedir ki Takrir-i Sükûn Kanunu ile baskı altına alınan tek kurum basındır. Kanunda sayılan diğer cürüm ve eylemler, esasen muhtelif kanunlarla ve defalarca yasaklanmış bulunuyordu. Kanunun, bütün Türkiye’de uygulanacak derecede kapsamlı tutulması da dikkat çekmektedir.”

Daha da dikkat çekici olan ise, aynı gün kararlaştırılmış olan İstiklal Mahkemelerinin alacakları kararların, özelde Kürdistan’da -yani Şark’ta- bulundukları yerde kimseye hesap vermeden uygulama yetkisinin verilmesidir.

Yine dikkat çekici olan başka bir husus ise, bu mahkemelerin tüm duruşmalarda bir şekilde yargılamaya çalıştıkları insanları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile aralarında ilişki arama çabası olmuştur. Hiçbir bağ bulunmamışsa bile mutlaka “manevi” bir bağ aranması izaha muhtaçtır. Henüz 25 Mayıs 1925’e gelindiğinde bu partinin birçok şubesi kapatılmış durumdaydı.

Bu fırka kapatılmadan önce Mustafa Kemal’in aracılar göndererek kendi fırkalarını kendilerinin kapatmalarını tebliğ etmiş ancak olumlu cevaplar gelmeyince, yönelimlerin ülke çapına yayıldığı bilinmektedir. Bu yönelimlere dikkat çeken Tanin gazetesinin yayınladığı “Dün Gece Terakkiperver Fırka basıldı” başlıklı haberi neticesinde 16 Nisan 1925’de parti kapatılmıştır. Çok geçmeden 3 Haziran 1925’de TCF de kapatılmıştır.

Yine o zaman Resimli Hafta isimli derginin sorumluları İstiklal Mahkemelerine karşı çıkışlarından dolayı takibata uğramışlardır. Ve derginin sahibi olan Zekeriya(Sertel) ve Cevad Şakir (Kabağaçlı), sürgüne gönderilmişlerdir.

Anlaşılıyor ki,  İstiklal Mahkemeleri için, zamanın da Tanin gazetesinin sahibi ve yazarı olan Hüseyin Cahit, boşuna “Herhalde böyle bir mahkemede hâkim olmaktansa mahkûm olmayı tercih ederim” dememiştir.

Terakkiperver Fırkasının kapatılması ardından bu kez mahkeme henüz ağustos ayında” Türkiye’de teşkilatlanmış sol eğilimli kişi ve gazetecilerin yargılanmasıyla ilgilendi. Bu münasebetle dâvaya konu teşkil eden Orak-Çekiç dergisiyle birlikte sol eğilimli yayın organları kapatıldı ve 12 Ağustos’ta yapılan duruşmada 6 kişiye 7 yıl, 6 kişiye 10 yıl, aralarında Şefik Hüsnü (Değmer) ve Nazım Hikmet’inde bulunduğu 4 kişiye 15 yıl kürek cezası verildi.” Yine aynı davada yargılanıp da serbest bırakılmış olanlar da söz konusuydu. Ancak bunların bırakılmış olmaları demokratik içeriğinden değildi, tam tersine hem herkese gözdağı verilirken hem de güya mahkemelerin sadece suçluları yargıladığı algısını oluşturmaktı.

İstiklal Mahkemeleri sadece bunlarla da sınırlı kalmamıştır. İleride, 25 Kasım 1925 yılında tümden karar halini alacak olan şapka takmaya karşı çıkanlarda, Şapka kanuna muhalefetten yargılanacaklardı. Hem de; ”serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet men” edecekti” diyerek.

Daha sonra ise 30 Kasım’da 677 sayılı kanunla Tekke ve Zaviyeler kapatılmışlardır. Karşı çıkanlar yine bu mahkemelerce yargılanmışlardır. Hem de Şêx Said İsyanıyla bağlantılandırılarak.

Zamanında İskilipli Atıf Hoca’nın yargılanmasına Şapka kanununa karşı çıkışı gösterilmiş olsa da, yürürlükte bulunan ve her muhalife ve farklı düşünenlere karşı kullanılmış olan İstiklal Mahkemeleri olmuştur. Üstelik İskilipli Atıf Hoca’nın bu kanunlardan çok önceleri kaleme aldığı yazıları gerekçe gösterilerek, idam edilmiştir. ”İskilipli Atıf Hoca’nın, suç henüz tarif edilmeden ve oluşmadan önce yazdığı bir risale sebebiyle asılması, o günden beri amme vicdanını yaralayan bir hüküm olarak hatırlanmaktadır.”

Ya böyle halkın ve toplumun vicdanını rahatsız eden, vicdanen yaralayan ne kadar dava şimdi de vardır?

”Bilhassa Şeyh Sait isyanı ve Şapka Kanunu aleyhtarlarının yargılanması, İstiklâl Mahkemeleri’nin bir resmi terör ve korku aracı olarak iyice ünlenmesini temin etti. Yaptıkları işle, Cumhuriyeti ve rejimi kurtardıkları zehabına kapılan Mahkeme üyelerinin, bu fonksiyonları sebebiyle, siyaset çevrelerinde büyük itibar kazandıklarını da ilave etmeliyiz.”

Rıfkı Atay’ın sözleriyle ifade edecek olursak:

“Ne kadar yazık ki, yeni rejimin otoritesi, İzmir ve Ankara sehpaları üstünde tutundu. Bu kesin tasfiye, her türlü aleyhtarlığın ve gericiliğin bütün cesaretlerini kırdı. Mustafa Kemal’e başladığı inkılâbı tamamlamak fırsatını verdi. Nasıl ki, Meşrutiyette ittihat ve Terakki otoritesi de taklibi hükümet hadisesinin sehpaları üstünde tutunmuştu.

Fakat, hükümet içinde hükümet gibi, bir de İstiklâl Mahkemesi otoritesi meydana geldi. Reisin evi hemen hemen “merci-i enam” idi. Bu hal, ismet Paşa’nın devamlı ısrarları üzerine bir akşam, Ankara Palas’ın bir balosunda Mustafa Kemal’in İstiklâl mahkemecilerini çağırıp hemen oracıkta vazifelerine nihayet vermelerine kadar sürdü.”

Yukarıda dile getirilmiş olan İstiklal Mahkemeleri en çok da Şêx Said İsyanı sonrası Kürtlere karşı uygulandı. Bu bağlamda özel bir kıyım mahkemesi olarak Kürtlere karşı cumhuriyet dönemi boyunca çok acımasızca kullanıldı.

Şêx Said İsyanı ardından bu kez İstiklal Mahkemelerinin gerçekleştirdikleri kıyımları siyaseten de taçlandırmak için 24 Eylül 1925 yılında Şark Islahat Planı adı altında bir soykırım planı tüm Kürtlere ve Kürdistan’a karşı geliştirildi. 27-28 maddesi bulunan bu planın özü, Kürt Soykırımı’dır. Ancak bu planlamadan önce de geliştirilmiş olan İzale-i Şekavet Kanunu bulunmaktaydı. Takrir-i Sükûn sessizleştirme, sesi kısma ise İzaleyi Şekavet güya eşkıyayı silahsızlandırmadır. Malum, Şark Islahat Planı ise ismi üzerinde Kürdistan’ı terbiye yani ıslah etmedir.

İzaleyi Şekavet Kanunu belirtildiği gibi güya eşkıyayı silahsızlandırma kanunudur. Kürdistan’da ise silah taşımayan yoktur. Halkların değer yargıları vardır. Kürtler daha doğrusu Kürt erkeği ve feodalizmi için; silah, kadın ve bıyık en başlı dokunulması tabu olan değerlerdir. Bu gerçekliği bilenler, silahsızlandırmaya karşı Kürtlerin nasıl tepki göstereceklerini bilmemeleri düşünülemez. Bu bağlamda İzaleyi Şekavet özünde Kürtlere karşı bir savaş başlatma ve açma kanunudur.

 

Şark Islahat Planı; 

”Şark Islahat Planı 24 Eylül 1925 tarihinde kabul edilmiş olup toplam 27 maddeden oluşmaktadır:

1.madde: Kürdistan’da idare-i örfiye dedikleri sıkıyönetimin ilan edilmesi.

2.madde: Kürdistan, 5 umumi müfettişlik mıntıkasına düzenlenir ya da bölünür.

3.madde: Mahakim-i nizamiye ve divan-ı harb-i örfilerde yani sivil ve askeri mahkemelerde sivil hâkim bulunmayacaktır.

4.madde : “Van şehri ile Midyat arasındaki hattın Garbında Ermenilerden metruk araziye Türk muhacirleri yerleştirilecektir. Bunun için idare-i örfiye mıntıkasındaki vilayette bulunan Ermeni emvali maliyece satılmayacak ve hatta Kürtlere icar dahi edilmeyecektir. Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek teşkil edeceği muhacirin evvelemirde Elaziz, Ergani, Diyarıbekir, Kiğı, Palu, Muş arasındaki Murat Vadisi, Bingöl Dağı’nın şark ve cenubu ve Hınıs, Murat vadileri, Muş̧ Ovası, Van Gölü havzası, Diyarıbekir, Garzan, Bitlis hatlarında iskân edilecek. Bunlardan başka Rize, Trabzon Vilayetleri ile Erzurum Vilayeti’nin şimali şarki kazalarında mütekasif olan halktan inzimam ve muvafakatlar ile ve muhacirlerin iskanı için müttehez şeraitten istifade ederek Hınıs Çayı ve Murat Vadisi’ne ve Van Gölü’nün şimal mıntıkasına naklolunacaktır.

Şarka yerleştirilecek muhacirin ve yerli Türklerin iskân edilecekleri mıntıkalara kadar hükümetin vesait-i seriası ile nakilleri ve esnay-i nakilde iaşeleri ve evlerinin tarafı hükümetten inşası bir senelik iaşelerinin temini, hayvanat ve alatı ziraiyelerinin de kezalik tarafı hükümetten itası lazım gelir.

Türk muhacirinin yerleştirileceği Ermeni emvalini vesaik-i tasar rufiye ibraz edemeyerek ne sebeple olursa olsun işgal etmiş̧ olan Kürtler çıkarılarak geldikleri eski yerlerine iade veya arzu ettikleri garpte hükümetin irae edeceği mahallere naklolunacaktır.

Yerleştirilecek Türklerin, Kürtlerin taarruzundan muhafazaları için tedabir-i mahsusa alınacaktır.

1341 (1926 miladi) senesinde azami 50 bin nüfus sevk ve iskân edileceğine nazaran: 1.000.000 nakil masrafı otomobil, iaşe ve saire beher nüfusa 20 lira hesabile. Yani buraya nakledileceklerin masrafları karşılanacaktır.

Ayni veçhile 10 senede Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan’dan beş̧ yüz bin nüfusun celp ve balada arz edilen mıntıkaya yerleştirilmesi için 1343 (1928 miladi)’ten itibaren her sene bütçeye ekalli beş̧ milyon lira tahsisat konması lazımdır.”

5. ve 7. madde: Kürtlerin ve Ermenilerin mal varlıklarını ve nüfus sayımını yapmayı ele alıyor.

6.madde: İsyan sürecinde ortaya çıkan tüm zararların, isyana kalkışanlardan tahsis edilmesine dönük bir karardır.

7.madde: “İsyanı teşvik ve idare etmiş̧ olanlar ile bunların akraba ve taallukatı ve rüesadan hükümetin şarkta kalmalarını muvafık görmediği eşhas, aile ve taallukati ile beraber Garpta hükümetin göstereceği mahallere nakledilecektir. Terk edecekleri emval ve arazi hükümetçe satın alınarak bedeli nakden ita veya nakledilecekleri mahallerde ayni kıymette emlak ve arazi tefviz olunacaktır.”

Yani direnmiş̧ olanlar göçertileceklerdir. Devletin belirlediği yerlere bu göçertmeler yapılacaktır.

“İsyan harekâtı esnasında hükümete arz-ı hizmet ve sadakat edenlerden hükümetle beraber bizzat isyan aleyhinde hareket etmiş̧ olan rüesanın nakilleri tehir olunacaktır.”

Yani devlet yanlısı tutum takınanlar, işbirlikçiler ve kendi halkına karşı kullanılmış̧ olanların bir müddet daha göç ettirilmeleri ertelenecektir.

10.madde: Aşiretlerin lağvedilmesine dönük bir karardır. Ancak bunu yapabilmek için bir sürü memura ihtiyaç vardır. Sayımı ve tespiti gerekecektir. Bunu yapacak memurlar kesinlikle Kürt olmayacaklardır.

Oraya gönderilen memurlar maaşlarına yüzde 75 zam alacaklardır. Üç yıl kalanlar başka yerlere yani Türkiye’de istedikleri yerlere terfi edilebileceklerdir. Ordu ailelerine mensup kişilere 1,5 kat fazla erzak artışı sağlanacaktır.

11.madde: Sınır illerde, Hakkâri ve Van gibi yerlerde askeriyenin sayısı artırılacaktır. Ek taburlar ve alaylar oluşturulacaktır.

12.madde: “Silahlar toplanacak ve silah taşınması men edilerek ancak vesika tahtında taşınmasına müsaade edilecektir. Vesikasız silahlar evlerde dahi olsa müsadere edilecek ve sahipleri Divanı Harbi Örfilere tevdi olunacaktır.”

Yani silahlar yasak olacak, vesikasız silah bulunduranlar Sıkıyönetim Harp Divanı’na götürüleceklerdir.

13.madde: “Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan berveçhi ati Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş̧, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş̧, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler.”

Yani Türklükleri giderek zayıflayan ve Kürtlüğe mağlup olanlar Kürtçe konuşmaları durumda para cezasına çarptırılacaklardır.

14.madde: “Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek üzere olan bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak mükemmel kız mektepleri tesis ve kızları mekteplere rağbetlerinin suveri adide ile temini lazımdır.

Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.”

Yani aslen Türk olup da ancak Kürtlüğe doğru kayan ya da Arapça konuşulan yerlerde Türk Ocakları, okulları, özelde de kız mekteplerinin açılması özendirilmelidir. Bu durum özelde Dersim’de hızla uygulanarak Türk olup da Kürtlüğe kayanların önü alınmalıdır.

15.madde: Dersim’den çıkmak isteyenlerin, devletin göstereceği yere gönderilmeleri.

16.madde: “Fırat Garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş̧ olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.”

Fırat’ın batısında dağınık yerleşmiş̧ olan Kürtlerin Kürtçe konuşmalarının önüne geçilmeli, Kız Mektepleri ‘ne ağırlık verilerek Türkçe konuşmaları garanti altına alınmalıdır.

17.madde: “Hükümet binaları ile jandarma karakolları ve askeriye ve hudut karakolları süratle inşa edilecektir.”

18.madde: “Rejimin öncelik vereceği stratejik yerlere ulaşılacak şekilde yolların inşa edilmesi.”

19.madde: “Şark şimendiferlerinin Erzincan’a, Sivas, Elaziz-Diyarıbekir, Elaziz-Çapakçur-Muş, Van Gölü’ne mümkün olduğu kadar az zamanda varmasını temine çalışmak lazımdır.”

Yani yukarıda ismi geçen illere hızla demiryolların ulaştırılması için çalışılmalıdır.

20.madde: “Bilumum karakollar, müdafaaya müsait inşa edilmekle beraber telefon ve helyosta ile mücehhez olmalıdır. Bu mıntıkada behemehal birkaç telsiz istasyonu bulunmalıdır.”

21.madde: “Kaçakçılık, istihbarat, casusluk ve emniyet noktaları gibi hususlarda sınır komiserleri genel sıkıyönetim idaresinden (Umumi Müfettişten) izin alırlar.”

22.madde: “Kaçakçılığı engellemek için sınırlarda birkaç tane zırhlı aracın alınması.”

23.madde: “Bu alanlarda görev yapacakların maaşlarına zam yapılması.”

24.madde: “Bu mıntıkaya yabancı kişi ve kurumlar hükümetin izni olmadan giremeyecektir.”

25.madde: “Nüfus sayımı yapılan yerlerde hızla askeri şubeler inşa edilecektir. Ve buranın insanları askerliklerini bu bölgenin dışında yapacaklardır.”

26.madde: “Bu mıntıkada hükümet, bütün şuabat-i idarede halkın işini bilavasıta ve bizzat görmeli ve mutavassıtları şiddetle red ve men eylemelidir.”

27.madde: “İllere ilişkin düzenlemeler gibi hususlar genel sıkıyönetim sürdükçe ertelenebilir.” (Tarih Şimdidir kitabından.)

Şark Islahat Planı çok açık bir şekilde gösteriyor ki, Kürtler kendi coğrafyalarından ya kopartılacaklar ya da kendi coğrafyalarında azınlığa düşürülerek peyderpey eritileceklerdir. Çünkü her bir karar ya da madde özü itibariyle Kürtlerin dilini, kültürünü hedeflediği gibi Kürtlerin var olmadıkları üzerine inşa edilmiştir. ”Aslen Türk olupda Kürtlüğe meyil edenlerin” başka bir anlamı yoktur. Kaldı ki, Kürtçe’nin özenle yasaklanarak para cezasına çarptırılması, bu hususu net bir şekilde göstermektedir. Benzer bir şekilde Kürtlerin sosyal yapısının temelini oluşturan aşiretçiliğin tasfiye edilmeye çalışılması aynı gerçekliği göstermektedir.

Bir yandan Kürtlük böyle açıktan hedefleniyor, diğer yanda Kürdistan’ın demografyası değiştiriliyor ve bunun başarılması için ise her yere askerin hızla ulaşıp bastırabilmesi için ne kadar altyapı hazırlığı var ise geliştiriliyor.

Bu bağlamda Şark Islahat Planı Kürtleri tasfiye etmenin ve adım adım soykırımdan geçirerek Türkleştirmenin projesi oluyor.

Elbette Kemalist Rejim sadece Şark Islahat Planı ile yetinmiyor. İhtiyaç gördüklerinde yeni planlar, yeni projeler geliştirerek Kürt Soykırımını hızlandırmayı esas alıyor.

Bu planın bu düzeyde uygulanabilinmesi için uluslararası desteğin şart olduğu kesindir. Bu desteği de esas olarak 5 Haziran 1926 yılında İngiltere ile Türkiye Cumhuriyeti arasında gerçekleştirilen Ankara Antlaşması veriyor. Bu Antlaşmanın özü şudur: Ver Musul’u al Kürtleri. Ver Musul’u, katlet Kürtleri.

Ali Fırat bu antlaşmaya ilişkin daha derinlikli değerlendirmelerde bulunarak; ” Bu antlaşmayla Kürtlerle Türkler arasındaki tarihsel uzlaşmanın temeline dinamit konulduğu kesindir. 1925’teki Şeyh Sait önderlikli isyan aslında bu tarihsel ihaneti örtbas etmek için hem provoke edilmiş, hem de anlamsız yere çok acımasız ve kanlı biçimde bastırılmıştır. 1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihidir. Bunda belirleyici rolü İngiliz diplomasisi ve Yahudi unsurlar oynamıştır” demektedir.

Dahası: ” Önce doğuda Kars Antlaşmasıyla (1921), sonra batıda Lozan Antlaşmasıyla kazanılanlar 5 Haziran 1926’daki Musul-Kerkük Antlaşmasıyla stratejik bir kayba uğratılmıştır.

 Yine sanıldığının aksine, bu sınırın çizilmesiyle sadece Musul-Kerkük petrolleri değil, aynı zamanda Kürtler kaybedilmiştir, Kürt-Türk tarihsel kardeşliği kaybedilmiştir, Ortadoğu’nun tüm halklarının kültürel bütünlüğü kaybedilmiştir.

Halen günlük olarak coğrafi kaydırmalarla sözde düzeltilmeye çalışılması, sınır boyunca duvarlar örülmesi, elektrikli tel çekilmesi, çelikten örülmüş karakollarla donatılması, özel orduyla savunulması gibi yöntemlerle bu sınırın düzeltilebileceği ve korunabileceği sanılmaktadır. Bu yöntemlere başvurmak tam bir gaflet, tarihten ders çıkarmama, komploya bel bağlama veya alet olma demektir. Temel yanlışlıklar ancak kaldırılıp yerine temel doğrular konularak düzeltilebilir. Kaldı ki, İngilizler bu oyunu tüm Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika, hatta Avustralya kıtasında oynayarak hegemonyalarını geliştirip sürdürebildiler. Yüzlerce, binlerce toplumsal kültür cetvelle çizilen sınırlar temelinde parçalanıp birbirine düşürülerek yönetildi. Ulus-devletçilik bu oyunun iktidar çatışması düzeyinde geliştirilen en tehlikeli biçimidirdiye değerlendirmektedir.

Dikkat edilirse, Şêx Said İsyanı sonrası Kemalist Rejim ürkütülerek teslim alınmıştır. Bu teslimiyetin belgesi 5 Haziran 1926 antlaşmasıdır. Sözde bu antlaşmayla Türkiye Cumhuriyeti devleti sağlama alınarak, ulus-devlet olma yolunda, ancak Kürtleri ise soykırımda geçirme temelinde, ilerleyecekti.. Denilebilir ki, 5 Haziran 1926 Ankara antlaşması Kürtlere karşı geliştirilen bir soykırım belgesidir. Nitekim, bu antlaşmayla birlikte Şark Islahat Planı’nda kararlaştırılanlar adım adım uygulanmaya konulmaya başlanarak, Kürtlerin soykırımdan geçirilmesi hedeflenmiştir. Ardı ardına geliştirilen Te’dîb (-edeplendirme, hizaya getirme), Tenkîl –(cezalandırma, Taqtîl- katletme,) Tehcîr (göçertme,) Temsîl (asimile etme), Temdîn (medenileştirme) ve  Tasfîye (ortadan kaldırma, etkisizleştirme) harekat ve uygulamaları, dile getirilen soykırımı ifade ediyor.

Bu soykırıma, Kürtlükten bilinçli bir şekilde hedef gözeterek çıkarmaya iyi bir örnek 1930’larda geliştirilen Türklük Genelgesidir.

 

Türklük Genelgesi

Vilayet İdaresi Kanunu’nun 31. maddesiyle Valiliklere görev veriliyor. 1930 yılı başlarında İçişleri Bakanlığınca Valiliklere gönderilen “çok gizli ve kişiye özel” bir Türkleştirme Genelgesi’’nin bazı maddeleri şöyledir:

“1-Yabancı lehçelerle görüşen köyleri isimleriyle, nüfuslarıyla, görüşülen lehçeleriyle tespit etmek,

2- Çevrelerindeki köylerin de lehçeleri bakımından durum ve niteliklerini ve birbirleriyle ilişkilerini belirlemek,

3- Bu köylerden küçük dağınık olanları civar Türk köylerine dağıtmak,

4– Yeniden yabancı lehçeli hiç bir köyün, mahallenin kurulmasına izin vermemek,

8– Şehir ve köylerde dil dernekleri kurarak, yalnız Türkçeyi konuşturmaya çalışmak,

9- Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye vermek, som Türklüğün ve özellikle Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu da kendilerine bilfiil göstermek,

10- Özellikle kadınlar arasında Türkçe’nin yaygınlaşmasına çalışmak; bunlardan Türk kızlarının Türkçe konuşmayan köylülerle evlendirilmesini teşvik etmek; Türkçe bilmeyen köylü kadınları şehirlere getirterek Türk evlerine uygun hizmet ve yöntemlerle yerleştirmek,

11- Türklük topluluğunun genel özelliklerine aykırı olan herhangi bir yabancı hissin zararını ve fenalığını kendilerine her vesileyle anlatarak eski alışkanlıklarından soğutmak,

12- Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiç bir suretle rağbet edilmeyerek ve cesaretlendirilmeyerek adi ve ilkel özellikleri her vesileyle sergilenerek kötülenmeli ve ayıplanmalı, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek.”

Genelge sadece bunlarla sınırlı kalmamakta, bu coğrafyada yaşayan diğer halkların ve renklerin de Türklük Ulus Zihniyeti içerisinde eritilebilmesi için, aynı genelgenin başka bir bölümünde; Kürt, Boşnak, Çerkez, Laz, Abaza, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakaplarının verilmemesinin talimatını içeriyor. Sonuçta lakaplarda bir kültürü ifade ettiği için, suni oluşturulmuş Türklük dışında her kültür ve zihniyet tasfiye edilerek, Türklük zihniyeti içerisinde eritilmeye çalışılıyor.

Daha somut olarak ifade edilecekse: “Özetle (bu nitelikteki unsurların) dillerini, geleneklerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak her Türk’e düşen milli ve önemli bir görevdir.” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler…, s. 508-509)

Bu uygulamaya belki de en iyi örnek Tunceli Kanunu’dur.

 

Tunceli Kanunu

‘Tunceli Kanunu, 25 Aralık 1935’te 2884 sayılı kanunla çıkartılmıştır. Dersim (Bileşik bir kelime olarak düşünüldüğünde gümüş̧ kapısı ya da gümüşten kapı anlamına gelir) ismi değiştirilecektir. Kendilerince ‘gümüş̧ kapısını’ bir Tunç Eli’yle fethedeceklerdir. Bunun için Dersim’in ismini Tunceli yapacaklardır. Kürdistan’da direniş̧ ardından birçok yere Genel Müfettişlikler kurulur. Dersim birkaç il ile birlikte (Elâzığ̆, Erzincan, Bingöl) birinci genel Müfettişlik içerisinde yerini alacaktır. Ancak gelecekte saldırılarını daha sağlam merkezîleştirmek için Dördüncü Genel Valilik ve İstiklal Mahkemesi kurulacaktır. Başına ise Abdullah Alpdoğan getirilecektir. Alpdoğan, Koçgiri İsyanı’nda ve daha sonra İzmir’de Yunanlıların vahşice katledilmesinde birinci derecede rol almış̧ olan Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıdır. Alpdoğan, hem Dersim’in valisi hem de askeri kumandanıdır.

Abdullah Alpdoğan’ın Dersim’i nasıl Tunceli yaptıklarını anlatan yazısı, Türkleştirmenin nasıl işlediğini anlamak açısından oldukça öğreticidir:

Alpdoğan şöyle yazmaktadır: “Bizim büyük dedelerimiz henüz Orta Asya’da yaşadıkları zamanlarda tunç yapmasını öğrenmişlerdi. Bugün medeniyetin bayraktarlığını yapan Avrupa kıtası daha taş devrini yaşamaktayken Orta Asya’da Türkler, tunç devrine çoktan girmişler. Ve bu tunç medeniyetini de çok ileri götürmüşlerdi. Madenleri işlemesini çok hünerli bir şekilde becermişler. Bakır ile kalayı yekdiğerine birbirine karıştırarak daha kuvvetli ve daha dayanıklı şeyler vücuda getirmişler. Ve hatta ince sanat denilen işlemler ve zarif aletler yapmışlardır. Lakin artık bütün dünyaca öğrenilmiş̧ olan o büyük kuraklık Asya kıtasının ortasındaki büyük denizleri bile kurutunca medeni hayat çölde kalamamış̧ ve büyük göç başlamıştır…

İşte büyük göç ve akın günlerinde Asya dağlarına yol tutan Türkler, bu yolları takip ederek bugün Dersim dağları dediğimiz ve fakat Asya dağlarının devamı olan Toros dağlarına ulaşıyorlar. Şimdi Dersim denilen bölgede kendilerine en uygun tabiat şartlarını buldukları için burada yerleşip kalıyorlar. Maden işletmesini çok iyi bilen adamlar Dersim’de bakır ve kalay madenlerinin yan yana ve pek zengin halde bulunduğunu görüyorlar. Burada da yerleşiyorlar. Dersim’de ve bu dağlarda yerleşenler orada hemen kendi medeniyetlerini kuruyor ve bakırla kalayı işleyip yine tunç yapmaya başlıyorlar. Burada o günlerden kalan maden ocakları halen görülmektedir. İşte şimdiye kadar zanlar ve tahminler üzerine uydurmalarla, Dersim adıyla anılan ve bu güzel yerlere en uygun ve tarihin özünden süzülüp çıkarılan bu ad yeni Tunceli adı verilmiştir. Bu bölgenin bakırı ve kalayı, taşı ve toprağı kadar sakinleri de Türk’tür. Hem de soyları karışmamış̧ dipdiri ve tam manasıyla Öz Türklerdir.” (Altan, sayı: 15 taksim 1936)

Dikkat edilirse, bu yazının temel mantığı Dersimlilerin yani Kürtlerin aslen Türk oluşları üzerine kuruludur. Mantık bu olunca yapılması gerekli ilk ve en önemli şey Dersim’i hızla yeniden Türkleştirmektir. Çünkü Türklüklerini unutmuşlardır. Bu unutulan ve kaybedilen Türklüğün hızla yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Türkleştirebilmek için de ne kadar Kürtlük bilinci varsa, kökünden kurutulması gerekmektedir. Kürt kültürü tasfiye edilip, Kürt’ün Türk yapılması gerekmektedir. Kürt’ten nasıl Türk’ün yaratılabileceğine en iyi örnek olarak,  şimdilerde CHP’nin başında bulunan Kılıçdaroğlu’nu göstermek herhalde yanlış olmayacaktır. Yine daha önce CHP’de milletvekili olan ve kendisini halis ve muhlis Türk olarak tanıtan Kamber Genç’te yeni Türk tipine iyi bir örnekti. Mehmet Metiner, Mehdi Eker ve buna benzer birçok kişi ve kişilik bu tiplemeye son derece iyi uymaktadırlar.

Dersim’in üzerinden silindir gibi geçildikten sonra sıra Dersim’i Türkleştirmeye gelinir. Bunun için onlarca misyoner Dersim’i ve çocuklarını Türkleştirmek için gönderilir. Bunun nasıl gerçekleştirildiğini ise bir misyoner olarak Kürdistan’a gönderilen Sıdıka Avar anlatır. Dağ Çiçeklerim adlı anı kitabında Avar;

”Atatürk genç misyoner kıza parmağını uzatıp “Git… Dağ köylerine git… Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir… Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” der.

Sıdıka Avar Elazığ‘da bir kız okulu açar, burada tam yirmi yıl boyunca Dersim’in kızlarını alarak Türkleştirme eğitiminden geçirir. 7 ile 8 yaş arasındaki kızları alarak 4-5 yıl eğitim verir. Eğitim öncelikli olarak Türkçenin öğretilmesi ve Kürtçenin konuşulmamasına dönüktür. Diğer önemli bir eğitim ise Türk giyim ve kuşamının öğretilmesi ve Kürt giyim kuşamının horlanması ve hakir görülmesi üzerinedir. Ve başka bir eğitim gündemi ise Türk mutfağınının öğrencilere öğretilmesi ve Kürt mutfağının aşağılanmasıdır.

Atatürk’ün söylediklerini yerinde denetlemek için İsmet İnönü, birgün Elazığ’da Kürt çocuklarının Türkleştirilmeye alındığı merkezi ziyaret eder. Bir kız İsmet İnönü’ye selam vermez. İnönü, Türklüğün misyonerliğini yapan kadına bu durumun nedenlerini sorar. Kadın misyoner, Sıdıka Avar’dır: “Çünkü der Sıdıka Avar, “Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam” diye onlara anlatmış ve eğitim vermişim. İnönü tatlı tatlı gülerek, -Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İsmet İnönü ismini sorunca da, kız ayağa kalkıp; ”ismim Elmas ve bu elbiseyi de ben diktim” der.  İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben,- İşte eser bu; ” KÜRT” dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas’ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, -Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! – Kalem tutar, iğne tutar… diye bir nutuk çekti.” (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim)

Kitabın başka bir yerinde ise daha ilginç bir sahne bulunmaktadır: “Yukarı Mahalle’de bizi askerden yeni dönmüş iki genç karşıladı. Evleri beraber dolaştık. Onlar da kızların okumaya gönderilmesini istiyorlardı. Volga ana, biz askere gidende okuma- yazma örgenirik, dünya görürük. Askerden dönende canımız istemez ki bu kızlarla evlenek. Bu köyde ne göriler ki örgeneler Hepi eşek. Biz de eskere gidende örgendik her şeyi. İnsan dünya göri, gözü acili. İkisinin de kız kardeşi vardı.”

Türklerin askerliğini yapıpta gelen iki sözde Dersimli Kürt genç kendi köylerinde yaşayan kızlara “hepi eşek” sözleri esasta ne hale getirildiklerini göstermesine rağmen, sömürgecinin misyoneri için müthiş bir duygu seli ve kabarmasına yol açıyor. Halbuki dünyanın neresine bakılırsa bakılsın kendi toplumuna bu kadar uzaklaşmış olan insanlar, insanlıktan çıkmış olarak kabul edilir. Ancak söz konusu sömürgecilik oldu mu durum farklılaşır. Sömürgecilik için en iyi insan devşirilmiş ve kendi öz değerlerinden uzaklaşmış insandır. Kendisini başkalarının değerlerine yatıran insandır. Haşa ama “eşek” haline gelen insandır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin uygulamaları ve kararları elbette bitmiyor, bitmek bilmiyor. Her fırsatta Şark Islahat Planı’nın güncellenmesi temelinde yeniden yeniden farklı isimler adı altında planlar hazırlanmakta ve uygulanmaya çalışılmaktadır.

Bu planlamalardan bir tanesi de ”KENDİLERİNİ KÜRT SANANLARIN ASİMİLE EDİLMESİ PLANLAMASI ÜZERİNE” diye tarif edebileceğimiz plan ve projedir.

”Devlet Planlama Teşkilatı Müşteşarlığı tarafından hazırlanan 1961 gün ve DPT, SPD-DG-2400 sayılı ilişik “Devletin Doğu Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Programının Esasları” adlı rapor, Bakanlar Kurulunun 18 Nisan 1961 günü yaptığı oturumda müzakere ve kabul edilmiş, neticede;

A-Mezkûr esasların Devlet Planlama Teşkilatınca planlama, koordine ve tatbikinin yapılması,

B-Esasların yerine getirilmesi için DPT’nin ilgili Bakanlıklar mümessilleriyle kuracağı özel komisyonlarda programlaşan hususların bakanlıklarca fiiliyat sahasına konulması,kararlaştırılmıştır. Bu karara dönemin belli başlı hükümet yetkilileri ve ve başta da Devlet Bakanı ve Başbakan Org. Cemal Gürsel imza atmışlardır. Ne var ki bu plan pratikleştirilmeden hükümet düşüyor ve yerine İnönü başkanlığında AP-CHP hükümeti geliyordu. Aynı plan bu kez Milli Birlik Komitesi olarak ülkeye el koymuş olan, darbenin devamcıları olan ordu tarafından bir muhtıra gündemleştiriliyor ve  Kürt Dosyası adı verilen planın uygulanması için yeni hükümete görev veriliyor.

Daha sonra Ecevit bu planlamayı: DEVLETİN DOĞU VE GÜNEYDOĞU’DA UYGULAYACAĞI KALKINMA PROGRAM ESASLARI ismiyle önünde buluyor. Çok sonraları Atatürk’ün belgeselini yapmayla uğraşan Can Dündar ve Rıdvan Akar, arşiv taraması yaparlarken Ecevit’in önüne konulan bu belgeyle Ecevit’in arşivinde karşılaşıyorlar.

Raporda uygulanması için ”KENDİLERİNİ KÜRT SANANLARIN ASİMİLE EDİLMESİNE İLİŞKİN” geliştirilen planlamanın önerileri şöyledir:

”Nüfus kompozisyonu değişmeli.

DPT, acilen Doğu ve Güneydoğu Bölgesi için özel Kalkınma Planları hazırlaması. 

 

Beklenen yararlar:

A-Bölgede gelirin artmasını ve iyi dağıtılmasını sağlamak

B-Bölgeye diğer bölgelerden nüfus çekmek veya bölge nüfusunun bir kısmını-iktisadi teşvik tedbirleriyle- diğer bölgelere göndermek suretiyle, bölgenin nüfus kompozisyonunu değiştirmek.

C-Sosyolojik ve antropolojik araştırmalara dayanarak bölgenin sosyal yapısını-temsil sağlayacak yönde- değiştirmek…”

 

Hicret esasları:

Kürtlerin, Türk çocuklarının bulunduğu yerlere gönderilmesi esastır.

-Asimilasyon; halihazır İskân Kanunu ve tatbikatını tespit edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyonu temin edecek şekilde incelemek ve tadil etmek

-Hicret; Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerdeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskân etmek…

-Irak Kürtlerinden ayırmak; Türkiye’de  kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskân sahalarına ayırmak…

-Kontenjan kadro; Bölgeden batıya ve batıdan bölgeye nüfus akışını temin maksadıyla doğu ve batıda resmi ve özel sektöre ait sanayi, zirai ve ticari tesislerin personel kadrosunun muayyen bir nispetini diğer bölge halkından olan işçiler için kontenjan olarak tefrik etmek,

-Misyoner yetiştirmek; Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi…Kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkânı sağlanması…

-Kürt Memurlar; Doğuya kendilerini Kürt sananlardan vali, kaymakam, hâkim, jandarma subayı, ordu subayı, astsubay, öğretmen memur gönderilmesi…

-Radyoda propaganda; Radyo vasıtasıyla Türkçe güfteleriyle mahalli havaların çalınması ve mahalli radyoların, bölge için propaganda uzmanlarından müteşekkil gruplar tarafından hazırlanacak programları yayması…

-İnandırma faaliyetleri; Irk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkân sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girişilmesi…

-Tiyatrocular, aşıklar; uzmanlar tarafından hazırlanmış skeçler oynayacak küçük tiyatro ekiplerine, bölgenin lisanına vakıf saz şairlerine yukarıdaki fikirlerin aşılanması…

-Kürt meselesi yoktur; dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması…

-Doğunun Türk Tarihi; Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi…

-Dağlı Türkler; İslam Ansiklopedisi, Rus alim ve politikacısı Minorski’nin tarafgirane bir surette, kendini Kürt sananların menşeinin İran’i olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerine Kürt sananlar kısmında neşretmekle, Lozan’da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, menşelerinin Turani olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hatanın, derhal tashih edilmesi…

-Menşeleri Turan; Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yazılması…” (Nevzat Çelik, 27 Mayıs’ın Öteki Yüzü, Sivas Kampı)

İstiklal Mahkemelerinin, Takriri Sükûnun, İzaleyi Şekavet’in, Şark Islahat Planı’nın ve diğer geliştirilmiş olan tüm Özel Planlama ve Uygulamaların özü; Kendilerini Kürt bilenleri, SANANLARI deyim yerindeyse eşek haline getirmektir, eşek kılmaktır. Çünkü KENDİNİ SANANLAR haline getirmeden, eşekleştirilemez. Eşek haline getirilemeyen ise kendi kültürünü ekerek başkası haline getirilemez. Frantz Fanon  bu duruma getirilenler için: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” edilme diyor.

Bunun da adı asimilasyondur, soykırımdır. Bu dayatılan SANMA ve EŞEK olma gerçekleştirilirse, eşek olmaya razı olunursa, Albert Memmi’nin dile getirdiği gibi, olacak olan: ”Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir.”

Abdullah Öcalan, “1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihidir” tespitini yapmaktadır. Bu tespit mercek altına alındığında karşımıza Şark Islahat Planı çıkmaktadır. Şark Islahat Planı’nın ne olduğunu madde madde sıralamaya çalıştık. Şark Islahat Planı’nın ise ilk maddesinden son maddesine kadar Kürt inkârı, asimilasyonu, imhası, başkalaştırılması yani soykırımını içerdiğini gördük. Şark Islahat Planı bu bağlamda Kürt Soykırımı’nın en bütünlüklü belgesidir. Şark Islahat Planı yekser Kürtleri hedef alan bir belgedir. Ancak ister Osmanlı İmparatorluğu döneminde ister İttihat-i Terakki döneminde ve isterse de Türkiye Cumhuriyeti döneminde 1894-95 yıllarından başlayarak 1915’e kadar Ermeniler, 1915’ten başlayarak 1924’e kadar Süryani-Kildanı-Asuriler, 1921 yılında Çerkezler, 1922 yılında Rumlar ve daha sonra da Şark Islahat Planı ile birlikte Kürtler sistematik olarak katledilmişlerdir.

Vakit Gazetesi’nin, “…Türk süngülerinin bulunduğu hiçbir yerde Kürt sorunu yoktur…” manşeti özü itibariyle soykırımı en iyi ifade eden bir cümle olmaktadır.

Benzer hususları zamanın Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt daha rafine bir şekilde dile getiriyor: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”

Yıllar yılı boyunca ilkokuldan başlayarak lise son sınıfa kadar her Kürt’e okutulan, ”Varlığım Türk Varlığına Armağan’dır” sözleri kadar sarih bir şekilde soykırımı ve soykırımla başkasının hammaddesi haline getirilmeyi ifade eden cümle yoktur.

“Kadında olsalar, çocukta olsalar bedelini ödeyecekler” sözlerinin yanına “ya sev ya terk et” sözlerini eklediğimizde, soykırımın ne olduğu, başkalaştırmanın, eşekleştirmenin, sanan hale getirmenin ne olduğu çokta bize yabancı gelmiyor.

Sonuç itibariyle Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtleri yok saymanın, yok etmenin, eritmenin diğer adı Şark Islahat Planı’dır. Şark Islahat Planı en çok da Kürtlerin dillerinin tasfiyesi üzerinde durmuştur. Dil yasakları ve asimilasyonu üzerinde yoğunlaşmıştır. Kürtlerin kültürel değerlerinin yasaklanması ve ülkelerini terk etmeye zorlanmaları üzerinde yoğunlaşmıştır. Kendi otantik isimlendirmelerini kaldırarak Türkçe yeni bir toplumsal bellek yaratma üzerinde yoğunlaşmıştır. Özcesi Şark Islahat Planı, Kürt halkına yönelik asimilasyon (eritme) ve soykırım (yok etme) üzerine kurulu bir plandır ve günümüze değin geçerliliğini koruyan uygulamalı bir planlamadır.

19 ve 20. Yüzyıldaki dünya milliyetçilik ve ırkçılık tarihi incelendiğinde, Şark Islahat Planı’nın nevi şahsına münhasır en soykırımcı ve faşizan toplumsal mühendislik örneklerinden biri olduğu ve kesinlikle yeni kavramlarla tanımlanması gerektiği kendiliğinden açığa çıkmaktadır.

Bunun için A. Fırat, ‘Çubuğu tersten bükmek’ şeklinde bir tanımlama yaparak, “Kapitalist modernist uygarlığın söylediklerinin tersi doğrudur” demiştir. Kıssadan hisse olarak, köklere yeniden sıkı sıkıya sarılmadan Kürtlere karşı uygulanan kültürel soykırımı aşmanın başka bir yolu yoktur. Unutulmamalı ki A. Öcalan son savunmasına ilk önce ‘Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak’ ismini vermiştir. Bunun için Kültürel Soykırım Kıskacında olmayı hissetmek ve duyumsayarak yaşamak çok önemlidir. Zira başka türlü toplumsal varlık, zaman ve mekân bağlamında oluş̧ halinin gerçekleştirilmesine imkân yoktur. Bu hem oldukça reel ve objektif olarak ontolojik varoluşun sahih koşulları açısından böyledir hem de düşünsel ve felsefik olarak insan-toplum-evren bağlamında kendi toplumsallığını, evrenle ilişki halinde tanımlayabilmesi ve anlamlandırabilmesi için böyledir. Dolayısıyla asimilasyon ve soykırım kavramlarını kendi gerçekliği içerisinde hissederek anlamlandırmak adeta olmazsa olmaz kabilinden bir ruhsal ve akli zorunluluktur.

Asimilasyonu A. Fırat, ‘Uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemi’ olarak ifade eder.

Asimilasyonda esas olan, iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hâkim elit içinde, hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev, efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlaksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce hiçbir karar ve eylemi yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiştir” diye tanımlamaktadır.

Soykırım’ı ise; “Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar.

Fiziki soykırım yöntemi genellikle hâkim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır…

Kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hâkim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş̧ durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hâkim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye edilmeyi amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış̧ bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar, fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir” diye tanımlamaktadır.

Bu çerçevede bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtlere cumhuriyet tarihi boyunca biçtiği tek bir rol ve misyon vardır, o da; taş kesilerek kendini inkâr etmektir. Taş kesilmeyi de çoğu zaman bu rejim yeterli görmüyor ve kabul da etmiyor. Tek kabul ettiği ve ısrarla dayattığı; Türk olmaktır, hem de birçok asimilados Kürt’ün ifade ettiği gibi, Türk oğlu Türk olmaktır. Ötesine geçilir ise, fiziki de dahil soykırımı göze almaktır!

Özcesi:

“Beyaz adam babamı öldürdü
Çünkü onurlu bir adamdı babam.
Annemi kirletti Beyaz adam
Annem güzeldi çünkü.
Beyaz adam belini kırdı kardeşimin
Güpegündüz, yol ortasında
Çünkü güçlüydü kardeşim.
Ve sonunda bana döndü Beyaz adam,
Elleri kan içinde.
Önce nefretini tükürdü yüzüme
Sonra “Hey velet,” diye buyurdu,
Bir tanrı azametiyle,
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime” dedi.

Cumhuriyetin soykırıma tabi tuttuğu Kürt’ten istediği işte tam da budur. Onca Kürt kıyımına rağmen:

”Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu, ve su dök ellerime.”

Sıradan Kürt’e, Kürt olarak kalmak isteyen Kürt’e yapılan uygulama bu olduktan sonra, acaba siyasal olarak Türkleştirmeye, asimilasyon politikalarına karşı  duran siyasal Kürt’e ne yapılmaz ki?

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.