Düşünce ve Kuram Dergisi

Adil ve Özgür Bir Yaşam Ancak Demokrasiyle Gerçekleşebilir

Naci Sönmez

Etimolojik anlamda “halkın iktidarı” anlamına gelen demokrasi, geçirdiği tarihsel süreç içinde anlam genişlemesine uğrayarak yönetme-yönetilme ilişkisini tanımlamanın dışına taşmış, insan topluluklarının sosyal yapısını, kültürel özelliklerini, onların başka topluluklarla ilişki kurma biçimini ve giderek insanlarla doğa arasındaki ilişkinin biçimini de içeren bir değerler bütününü ifade etmeye doğru evrilmiştir. Kabaca yöneten-yönetilen ilişkisinin zaman içinde oluşan deneyimlerini aşan, sosyal, kültürel ve yaşamın organize edilmesi açısından kazanılmış olan kimi sonuçlar bugün demokrasi için verilen mücadelelere yön vermektedir.

Bu nedenle demokrasi kavramını sırf bir yönetme ilişkisine hapsetmek, bir bakıma onun tarih boyunca geçirdiği aşamaları yok saymaktan, yani deyim yerindeyse onu karikatürize etmekten başka bir şey değildir. İnsanlık binlerce yıl boyunca bu aşamalardan geçerek, çeşitli mücadelelerin, değişimlerin ve dönüşümlerin içinde bugünkü verili duruma ulaşmıştır. Demokrasi ile özgürlük, eşitlik ve adalet kavramları arasında koparılamayacak bir bağ olduğu kuşkusuzdur. Her bir döneme ayrı ayrı bakıldığında, daha özgür bir yaşam arayışı, daha adaletli bir gelecek arayışı bütün demokratik arayışların karakterini tayin eden hakikat olmuştur.

Salt bir yönetme-yönetilme ilişkisine indirgenemeyecek olan demokrasi ve özgürlük, eşitlik ve adalet arasındaki ilişki irdelenmeden anlaşılabilecek bir olgu değildir. Toplumsal bir adalet için toplumsal bir uzlaşıya, insanla doğa arasında da adil ve yeni bir ilişki biçimine ihtiyaç olduğu açıktır. Bunları gerçekleştirebilecek yegâne zemin de demokrasi kültürüdür. İnsanlığın demokrasi mücadelesiyle adalet ve özgürlük arayışları, tarih boyunca içe içe geçerek bugüne kadar sürmüştür. Bütün bu süreçlerinde üretmiş olduğu bir demokratik kültür, tartışılmaz kimi kazanımlar söz konusudur.

İnsanlığın adaleti sağlama aracı olarak demokrasi, ancak eşitlik, adalet ve özgürlük zemininde kurulabilecek bir adil dünya ile vücut bulacaktır. Aslında bugün en çok eksikliği hissedilen şey, demokrasiyi günümüzde zamanın ihtiyaçları üzerinden yeniden inşa etmektir. Geçmiş tarihsel süreçlerin her biri kendi zamanında ve o günün ihtiyaçları üzerinden demokrasi arayışının önceliklerini açığa çıkarmıştır. Demokrasi arayışlarının her birinin kendi zamanında özgürlük ve adalet zemininde şekillendiğini görmek gerekir.

Peki, adil olmak eşit davranmak mıdır? Mekanik bir eşitlik temeline dayanan adalet fikri, insanların, doğası gereği eşit oldukları varsayımından kaynaklanır ve her insana eşit şekilde davranılması gerektiği önermesiyle sonuçlanır. Ancak varsayımın kendisi açıkça yanlış olduğu için, yani insanlar gerçekte birbirinden farklı oldukları için, bir başka ifadeyle iki insan gerçekten birbiriyle eşit olmadığından bu önermenin tek olası anlamı, bir toplumsal düzenin, insanlara haklar bahşederken ya da görevler yüklerken sadece bazı farklılıkları, hepsini değil, göz ardı etmesi gerektiği olabilir.

Buna göre, çocuklara yetişkinler gibi muamele etmek, akıl hastası insanlara akıl sağlığı yerinde olanlarla aynı muamelede bulunmak abes olacaktır. Gerçek eşitlik, dolayısıyla görünürde değil gerçek adalet, sadece, “herkese kapasitesine ve herkese ihtiyacına göre” ilkesinin hakim olduğu komünist bir ekonomik sistemde sağlanabilir.

 

İnsanlığın Kadim Arayışı: Adalet !

Bugün dünyanın dört bir yanında milyonların uğruna ağır bedeller ödeyerek sürdürdüğü insanlığın adalet arayışı, insanın varoluşsal bir sorunu olarak görülebilecek olan ve neredeyse insanlığın tarihi kadar eski bir serüvendir. Hiç kuşkusuz yeryüzünde kurulacak adil bir hayatın temelinde yatan temel olgu ancak adalet kavramıyla açıklanabilir.

Sadece insanlığın değil, onu da kapsayan ve daha evrensel bir olguyu ifade eden doğanın da ihtiyacı olan adil bir hayat arayışı geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürülen mücadelenin en temel hedeflerinden biridir. Adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yakın tarihimize kadar olan serüveni aslında tümüyle insanlığın kendi yaşamına ve geleceğine dair beklentileri ve kazanımları üzerinden tanımlanmıştır. Artık bütün bu mücadele zemini arayışların temel öznesi insanlarında bir parçası olan doğa yani yaşadığımız gezegendir.

Peki, hem insanlık hem de doğa için kurulması hedeflenen adil bir dünyanın temel dayanağı olan adalet ne demektir? Oldukça geniş, göreli, öznel algılamalara açık olan bu kavramın içi nasıl doldurulacak? Doğada ve insanlık evreninde ne başarıldığında adalet sağlanmış olacak ve en önemlisi de bütün bunlar yani adil bir dünya ve adil bir hayat nasıl gerçekleştirilecek, hangi araçlarla sürdürülebilir kılınacak?

İnsanlık tarihinde adalet kavramı kadar tutkuyla tartışılmış, bu kadar kan ve gözyaşı dökülmesine neden olmuş, insanlığın kadim tarihinde bu kadar ilgi görmüş başka sorular muhtemelen çok azdır. Bu yüzden adalet kavramına yönelik tartışmalar Antik Yunan’dan günümüze kadar ulaşmış insanlığın felsefi külliyatı içinde kendine her zaman baş köşede bir yer bulmuştur. Altını çizmek gerekir ki burada bahsi edilen adalet, sırf bir hukuksal terim olmanın çok ötesinde hukuksal boyutunun dışında, sosyal, felsefi ve politik boyutları da olan daha kapsamlı toplumsal bir olgudur. Esasen içselleştirilmesi gereken bir yaşama biçimidir.

Adalet, karşılıklı insan ilişkilerini düzenleyen toplumsal düzenin mümkün, fakat zorunlu olmayan bir niteliğidir. Buradan hareketle adil bir dünyanın da farklı insan toplulukları arasındaki ve insan topluluklarıyla doğa arasındaki ilişkiler bağlamında mümkün fakat zorunlu olmayan bir durum olduğu söylenebilir. Gözden kaçırmamak gerekir ki mümkün ama zorunlu olmayan bir şey, elbette kurulmaya muhtaç bir duruma işaret eder. Kısacası uğruna mücadele edilmesi, fikri takibinin yapılması ve inşa edilmesi gereken bir gerçekliğe tekabül eder. Yaşamı ve yaşadığı toplumu adil kılmak isteyenlerin sürekli çabasının ve ısrarının gerekli olduğu bir durumla konuyu özetlemek mümkündür.

İşte adil bir dünya yaratma çabası, mümkün fakat zorunlu olmayan bu olgunun inşasını hedeflemektedir. Adalet arzusu, insanın mutluluk için duyduğu en büyük arzulardan biridir. Fakat eğer toplumsal bir hayattan bahsedilecekse o, insanın birey olarak, yani yalnız başına bulamayacağı, bu nedenle bir toplum içinde aradığı bir mutluluktur. Yani adalet, toplumsal mutluluktur. Dolayısıyla toplumsal bir mücadelenin ve bu mücadelenin ürettiği sonuçların sürekli kurumsallaşmasına ve sahiplenilmesine ihtiyaç vardır.

 

Adil Bir Dünya Kurmanın Anlamı Nedir?

Adalet kavramının tartışılmasına ilişkin bir başka sorun da bu konudaki öznel yaklaşımlardır. Kimin için adalet? Kimin için özgürlük? Nasıl bir eşitlik? Nasıl bir hakikat? Elbette bütün bu soruları, kurtuluşunu teolojik bir yaklaşımda gören biri ile bütün bunlara inanmayan bir materyalist farklı şekilde cevaplandıracaktır. Bu sorulara bireylerin vereceği cevapların hep öznel ve göreceli olması, üzerinde bir uzlaşı gerektiren daha genel bir yaklaşımın geliştirilmesi ihtiyacını da beraberinde getirmektedir.

Eski Yunan bilgelerinden birine atfedilen meşhur özdeyişe göre adalet, herkese hakkını vermektir. Bu ise ancak, öznel ve göreceli tutumların ötesine geçip bir toplumsal bir uzlaşı ve ekolojik bir yaklaşımla ile mümkün olabilir. Genel geçer yargılara göre bir toplumsal düzen, bireysel olanı da dâhil eğer özgürlükleri garanti ediyorsa o düzen adil olarak kabul edilir. O halde adil olma haliyle özgürlük arasında yadsınamaz bir ilişki vardır denebilir.

İnsanın toplumsal bir varlık olduğu ve örgütlü bir hayat sürdürdüğü düşünüldüğünde burada bahsedilen özgürlüğün de mutlak bir özgürlük olmayacağı gayet açıktır. Mutlak özgürlük yerine üzerinde uzlaşıya varılmış, doğayla uyumlu toplumsal bir özgürlük iddiası, zaman zaman insanlar arasında ya da insanlarla doğa arasındaki çatışma potansiyelini de içinde barındırır. Öyleyse toplumsal özgürlüğün ve doğayla uyumun tesis edildiği bir hayat kurmak, bunu sürdürmek aynı zamanda çatışmalı bir süreci de göze almayı gerektirir ki bunlar, elbette çıkar çatışmaları olarak tezahür edecektir.

Adalet, çıkar çatışmalarının gündemde olduğu yerde bir ihtiyaç haline gelmektedir. Sınıflı toplumlarda farklı sosyo-ekonomik gruplar söz konusu olduğuna göre bu gruplar arasında; aynı şekilde doğayı metalaştıran faaliyetleri nedeniyle insanla doğa arasında da bir çıkar çatışması olması kaçınılmazdır. Öyleyse geldiğimiz noktada soru şudur: Farklı grupların ve hatta farklı bireylerin, bunun da ötesinde insan türü ile doğa arasında çıkar çatışmalarının olduğu bir dünyada hangi değerin daha üstün tutulacağına nasıl karar verilecektir? Bu soruya verilecek yanıt etik olduğu kadar aynı zamanda felsefi ve politiktir de. Çünkü bahsedilen çıkarlar arasındaki çatışmada belli değerleri üstün tutma eğilimi bizi etik bir sorgulamaya, farklı sosyo-ekonomik gruplar arasındaki çatışmada mevcut farklılıklara göre karar vermek ise politik bir tutum almaya yöneltir.

İşte tam bu noktada denilebilir ki adil bir dünya yaratma çabası, etik tutum ve politik iddialar bakımından var olan değerler çatışmasını başka bir düzlemde çözmeye odaklanan başka bir toplumsal düzen oluşturma ve insanla doğa arasında başka bir ilişki biçimi tesis etme teklifidir. Toplumsal hayat içinde mümkün ama zorunlu olmayan adalet kavramıyla ve adil olma haliyle oluşturacak toplumsal düzenin ve insanla doğa arasında tesis edilecek yeni ilişki biçiminin dayanacağı normların neler olacağına yönelik tartışmalar, bu toplumsal düzenin niteliklerini de aydınlığa kavuşturacaktır.

Çünkü adil bir dünya yaratma iddiası kadar onun hangi ilkelerle yaratılacağı, nasıl sürdürülebilir kılınacağı gibi sorunlar da en az adalet ihtiyacı kadar önemlidir. Öyleyse adil bir dünya kurmanın anlamı o dünyayı oluşturma ve sürdürme biçimiyle birlikte anlam kazanır. Adil bir dünya kurmanın anlamını burada aramak en doğrusu olacaktır. Bu, bir yöntem tartışması olduğu kadar aynı zamanda bir amacın da tanımlanmasıdır. O amaç hiç kuşkusuz demokrasidir ki, adil bir dünya kurma fikrinin anlamı tam da bu kavramda saklıdır.

 

Tarih boyunca Adil bir Dünya Yaratma İsteği !

Sınıflı ilk toplumdan bugüne kadar insanlığın adalet arayışı ve adil bir dünya kurma isteği hiç bitmemiş, dönem dönem bu isteklerin gösterdiği hedefe yönelik gerçekleşen kimi toplumsal hareketler, insanlığın ortak hafızasında önemli bir yer edinmiştir. Demokratik ve adil bir dünyanın inşasında birbirinden ayrılmaz iki temel kavram olan özgürlük ve adaleti iç içe geçirmiş bir halde tarih sahnesindeki rolüne çıkan Spartacüs ve diğer kölelerin isyanı, ilk sınıflı toplumdaki en yaygın, en görkemli adalet arayışıdır.

Dönemin en güçlü mekanizmalarına sahip olan Roma tarafından bastırılmış olsa da Spartacüs’ün kurmayı hedeflediği Güneş Devleti fikri, uğruna on binlerce kölenin, sonunda ölüm olsa bile isyan etmeyi göze aldığı en büyük adalet ve özgürlük dalgalarından biridir. Yenilen isyan, insanlığa hiç tükenmeyecek olan bir özgürlük ve adalet bilincini miras olarak bırakmıştır. Spartacüs ve arkadaşları yenilmiş olsa da tohumunu attıkları fikirler hiç kaybolmadı. Onların Güneş Devleti hayali, yaklaşık iki bin yıl sonra benzer bir ruhla tekrar tarih sahnesine çıktı.

Adalet ve özgürlük fikri, hükümete karşı 1871’de ayaklanan Paris halkının ilan ettiği komünle halkların kölelikten özgürlüğe yürüyüşünü sağlayan uzun devrimler dizisini başlatan yeni bir çağı başlattı ve “Paris Komünü” adı altında, geleceğin devrimlerinin başlangıç noktası olacak yeni bir düşünceyi doğurdu. Yaklaşık iki bin yıl önce bir köle ayaklanmasıyla ortaya çıkan ilk kıvılcım, Paris Komünü ile birlikte ete kemiğe büründü; adalet ve özgürlük fikriyle mayalanan adil bir dünya kurma hayali hayal olmaktan çıkarak (kısa da sürse) tarihsel bir deneyim haline geldi. Beş ay kadar varlığını koruyabilen Paris Komünü, insanlığın demokrasi hafızasına paha biçilmez katkılarda bulunmuş oldu.

Yirminci yüzyılın başlarında sahne alan Sovyet deneyimi ise tarihten devraldığı adalet ve özgürlük fikrini daha büyük ölçekte hayata geçirmeye çalıştı ve insanlığın o güne kadar sahip olduğu adil dünya bilincini daha ileri bir noktaya taşıdı. Bütün açmazlarına, bütün eksikliklerine karşın, adalet ve özgürlük fikriyle çıkılan yolda gerçekleşmiş olan deneyimler, zaman içinde daha çok realize edilmiş, geçmişte yaşanan zaaflardan daha fazla arınmıştır. Bu yolculuk aynı zamanda özgürlük ve adalet fikriyle kesintisiz şekilde sürdürülen bir demokrasi arayışıdır.

Tarih, biten ya da geçmişte yaşanıp orada kalmış olaylardan ibaret bir şey değildir. Tarih, hiç durmayan bir inşa sürecidir. Tarihin malzemesi insanlığın geçmişte yaşadıklarından biriktirdikleriyse, inşaatı da gelecekte kurulmaktadır. Binlerce yıldan bu yana insanlığın ortak hafızasında mayalanan özgürlük ve adalet fikirleri, gelecekte inşa edilecek adil bir dünya ve onun temeli olacak demokrasi için ihtiyaç duyulan zemini yaratmaktadır. Geçmiş deneyimlerde görülen zaaflar ve yaşanmış aksaklıklar, kurulacak Güneş Ülkesi için bir engel değil, gelecekte inşa edilecek demokratik ve adil dünyanın daha kusursuz, daha uzun ömürlü olabilmesi için ders çıkarılacak değerli hazinelerdir.

 

Fatsa’dan Rojava’ya Demokrasi Devrimleri/Deneyimleri !

Yaşadığımız coğrafyada insanlar, demokrasi için ayağa kalkıyor, her bir deneyimden çıkarılan derslerle giderek ayakları yere daha sağlam basan toplumsal düzenler inşa ediyorlar. Devletlerin binlerce yıllık otoriter ve baskıcı sistemleri sarsılıyor, demokrasinin ve adil bir dünyanın tohumları ekiliyor. 1970’lerin Fatsa’sı, bu topraklardaki en önemli komün deneyimi/yeni bir yaşam arayışı olması açısından tarihsel bir öneme sahiptir. Fatsa’da ki bu yeni bir yaşam arayışının önderi Terzi Fikri’nin iddialı ve kendinden emin duruşu, halkın onu desteklemesinde en büyük etkenlerden biri olmuştu.

Tarihinde ilk defa sol bir yönetimle ve mevcut sisteme başkaldırı ile tanışan Fatsa, kurulan halk komiteleri aracılığıyla demokrasiyi bir ütopya olmaktan çıkararak, insanların bireysel ve toplumsal hayatını değiştirip dönüştüren bir sürece dönüşmüştü. Fatsa, komün düzenine doğru hızla ilerlemekte, halk da bu demokrasi şölenine hızla ayak uydurmaktaydı. Cumhuriyet Türkiye’sinde sol değerlerle inşa edilmiş bir komünal demokrasi deneyimi kısa sürede bütün ülkenin ilgisini çekmiş ve aynı hızla egemenlerin de korkulu rüyası haline gelmişti.

Fatsa sadece mevcut kapitalist sisteme ve düzenin temsilcisi olan siyasal iktidara karşı bir başkaldırı değildi. Fatsa aynı zamanda, geçmiş sosyalist sisteme ve onun demokrasi pratiğine, adalet ve eşitlik uygulamalarına karşıda güçlü bir eleştiriydi. Zaten Fatsa’yı bugün halen güçlü kılan ve referans yapan gerçek bu eleştirinin içinde saklıdır. 9 aylık kısa bir süreçte ortaya çıkan deneyim esas olarak yaşadığımız coğrafyadaki adalet arayışının, adil bir yeni yaşam inşa etmenin manifestosudur.

Yoksullardan, yok sayılmışlardan ve halktan yana sağlanan adalet, yönetenlerin yönetme güçlerini hızla eritiyordu. 12 Eylül darbesinden hemen önce, Faşist General Kenan Evren’in bizzat yönettiği “nokta operasyonu” ile Türkiye’nin ilk komünü olan Fatsa’nın yeni yaşam pratiği silah ve devlet zoruyla bastırılmıştı. Muktedirlerin devlet aygıtı güçlü ve silahları öldürücüydü fakat Fatsa Komününün de çağları aşan bir ideali vardı. Bu ideal, Spartacüs köle isyanı sırasında çakan kıvılcımla ortaya çıkmış, Paris Komünündeki deneyimle ete kemiğe bürünmüş ve Fatsa’da bir kez daha canlanmıştı.

Her deneyim bir öncekinden dersler çıkarıyor ve zaaflarından sıyrılarak daha uzun süre yaşıyor, ona umut bağlayanların hayatlarına daha fazla temas etmeyi başarıyordu. Adalet ve özgürlük fikri muktedirlerin öldürücü silahları karşısında yenilse de yok olmuyor, kazanan hep demokrasi ideali oluyordu. Spartacüs’ten yirmi, Paris Komününden bir buçuk, Fatsa Komününden yarım asır sonra coğrafyamızda bir kez daha ortaya çıkan bir başka insanlık isyanı yeni ve adil dünya için tarihe çakılan ilk kıvılcımı binlerce yıllık birikimin deneyimiyle yeniden bir yaşam ateşine dönüştürüyor, demokrasi, adalet ve özgürlük ideallerine dünya halkalarını bir adım daha yaklaştırıyordu.

Rojava sadece Kürtlerin değil, bütün bir insanlık tarihinin birikiminden süzülüp gelen demokrasi, eşitlik ve adalet hayallerinin vücut bulmuş hali oldu. Adalet arayışının modern çağdaki uğradığı en önemli duraktır Rojava. Köleler için özgürlük ve Spartacüs isyanı neyse, insanlığın eşitlik ve özgürlük arayışında Paris Komünü neyse, Türkiye halklarının demokrasi mücadelesinde Fatsa Komünü neyse, yanı başımızdaki coğrafyada kırılgan bir şekilde yeşeren ve kapitalist modernitenin kuşatması altında soluğu kesilmek istenen Rojava da insanlık için aynı şeydir. Bu yeni yaşam inşa etme çabalarının hepsinin temel hedefi ise adil bir dünyaya ulaşma isteğidir.

 

Geleceğimiz Demokrasidedir !

Dünya bir çılgınlık ve tiksinti çağında çaresizce debelenmektedir. Bu çağın tek ve yegâne sorumlusu kapitalizm ve onun kâr ve iktidar hırsıdır. Aynı kâr ve iktidar hırsı sadece insanları değil, her bir bileşeni ile doğayı da tahrip ediyor, hem sosyolojik hem de ekolojik bir yıkım dönemi yaşanıyor. Emek, yoksul halkların yaşadığı topraklar ve doğa fütursuzca talan edilmekte, dünya üzerindeki milyarlarca insan sefalete mahkûm edilirken bir azınlık, varsıllığına yeni kazançlar katmaktadır.

İnsanlığın hiç tükenmemiş hayallerine en çok ihtiyaç duyulan dönemlerden geçmekteyiz. Bu karanlık çağı ancak halkların eşitlik, adalet ve demokrasi talebiyle yeniden canlanacak olan o ilk kıvılcım aydınlatacaktır. İnsanlar arasında ve insanlarla doğa arasında adil bir ilişki kurulmadıkça bu yerküre üzerinde hiç kimse mutlu olmayacaktır.

Bugün bütün eşitsizliklerin, adil olmayan bütün uygulamaların yegane nedeni aslında yaşama hükmeden ve yaşamı hegemonyası altına alan egemenlik ilişkisidir. Doğayı ve doğanın en temel parçalarından biri olan insanlığı kuşatan bu egemenlik ilişkisine alternatif bir arada, barış içinde ve elbette demokrasinin işlediği bir yaşam inşa edilmesi gerekir. Adil bir dünyada, eşit haklarla ve birlikte yaşama olanakları aslında bu demokrasi dediğimiz ortak yaşam içinde mümkün olabilir.

Dolayısıyla herkesin, bütün canlı yaşamın hakkını gözeten, her bir tarafın haklarını güvence altına alan ve bunun hem hukuki, hem sosyal altyapısını kuran bir dünya düzenine ihtiyaç bulunmaktadır. Bugünkü endüstriyel kapitalizmin geriletilemediği, yenilgiye uğratılamadığı koşullarda adil bir düzen inşa edilmesi mümkün değildir. Bu çürümekte olan ve yaşamı tehdit etmeye devam eden kapitalist düzeni yenebilecek, eşit haklarla ve adil bir gelecek inşa edebilecek arayışların bir parçası olmak çok önemli.

Kendi coğrafyamızda da, kimlik sorunlarından inanç özgürlüğüne, kadın mücadelesinden emek mücadelesine kadar, bütün mücadele dinamiklerinde talepleri ortaklaştırmak ve sisteme karşı bir mücadelenin parçası haline gelmek temel stratejimiz olmak zorundadır. Sistem karşısında pireler savaşı şeklinde süren kavgayı, demokrasi mücadelesinin içinde topyekün bir siyasal mücadeleye yöneltmek artık en önemli görevdir. Adil bir dünya kurulacaksa hedefimiz yaşamın bütün özneleriyle demokrasi hedefine odaklanmak gerekir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.