Düşünce ve Kuram Dergisi

Kadın Katliamına Karşı Kadın Adaleti

Rengin Ergül

Bir haber düştü önümüze, memlekette hala hakikati görünür kılma derdi taşıyan birkaç gazeteci sayesinde… Batman’da bir Kürt kadının tecavüze uğradığı için intihar ettiği haberiydi bu; İpek Er Kürdistan’da uzman çavuş olan Musa Orhan tarafından tecavüze uğramış, Orhan’ı şikâyet etmek için günlerce babası ile birlikte adliye kapılarında bekletilmiş, şikâyeti alındıktan sonra ise Musa Orhan serbest bırakılmıştı. İpek yaşananlar karşısında bir mektup bırakıp intihar etmişti. İpek’in annesi ise Batman’da bir hastane koridorunda kızının uyanmasını beklerken Kürtçe ağıt yakıyor ve adalet talep ediyordu.

Yaşananlar kamuoyunda geniş yankı uyandırınca Musa Orhan tutuklandı ancak hemen ardından serbest bırakıldı. Devlet, Musa Orhan’ı “devlet memurluğundan çıkarma” kararı aldı ancak bir Kürt kadını için tutuklamaya değer görmedi.

Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesi yazarı Işıl Özgentürk bir yazı kaleme aldı[1]. “o bölgeyi çok iyi bilen öğretmen dostu”ndan edindiği bilgiye göre; Batman’da kız çocuklarına hiç değer verilmez, mal gibi alınıp satılırlarmış ve bu değersizlik karşısında ya dağa çıkar ya da kentlerinde görev yapan asker ve bürokratlara evlenip kurtulmayı planlarmış. Özgentürk’ün herhangi bir tanımlama yapmaktan kaçınıp “o bölge” dediği yer bir sömürge coğrafyası ve bu coğrafyada bürokrat erkeklere “kanan” bu Kürt kadınları ise Gayatri Spivak referansıyla “madun” konumunda kadınlar aslında. Özgentürk Batılı, beyaz bir Türkiyeli kadın olarak Batmanlı kadınlara dair bir yazı kaleme almayı “kız kardeşlik” formuna bile sığdırıyor olabilir, ancak Kürt kadını sadece erkek egemenliği ile değil, sınıfsal ve etnik baskıya dair deneyimler yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürge coğrafyasında uyguladığı bir savaş politikasının baskısını yaşıyor. Özgentürk tüm bu gerçekleri bilerek ve isteyerek göz ardı etmiş gibi görünüyor. Spivak “Madun konuşabilir mi?”[2] kitabında sadece “madun”un ne olduğundan ve koşullarından bahsetmez, bununla beraber entelektüelin rolünden de bahseder. Spivak’a göre madun sesi bile elinden alınmış, her durumda konuşamayan kişi iken entelektüelin ona ses olması demek sesini temsil eden bir sesle konuşması anlamına geliyor ve böylece yine kendisinin konuşamadığı bir durum ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yeniden edilgenlik üretiliyor. Özgentürk Batılı bir Türkiyeli aydın olarak “fildişi kule”sinden İpek Er şahsında tüm Batmanlı kadınları bir kez daha edilgenliğe sürükledi ve bunu yaparken de ‘kadın dayanışması’nın arkasına sığındı.

Madun, aslında Gramsci tarafından, hapishanede sansür altında yazmaya çalıştığı dönemde kullanılmış askeri bir sözcük, Gramsci’nin klasik tanımında madun toplumsal bir gruptur, tekil değildir. Spivak ise bu kelimeyi, yurttaşlık yapılarına erişimi olmayan kişi anlamında kullanıyor. Hindistan üzerinden değerlendirme yaparken;  “Seçmenlerin en geniş kesimi, okuryazarlığı olmayan kırsalda yaşayan topraksızlardır. Bu insanlar oy verebilirler fakat yurttaşlık yapılarına hiçbir erişimleri yoktur. İşte madun budur.” Diye tanımlamıştır.

 

Hukuk Kadın Beyanına İnanmıyor ve Koruma Sağlamayı Reddediyor

Cumhuriyet döneminden itibaren Kürtlerin yasal olarak Türkiye vatandaşı olduğu, Türkiye Anayasasına ve Türk hukukuna tabi oldukları ve aynı anayasa ile yönetildikleri iddiası karşısında, İstiklal mahkemeleri, umumi müfettişlikler, olağan üstü hâller, DGM’ler, kayyumlar, jandarmalar, özel harekâtçılar, korucular, dayak, işkence, dil yasakları, toplu tutuklamalar, faili meçhuller, zorla yerinden etmeler, köy yakmaları ve diğer sömürgeci yöntemler ile yönetilmesi; madunluğu ortaya koyuyor.

Kürdistan’ın devletlerarası bir sömürge olduğunu ve devlet şiddetinin imha edici boyutunu tartışmadan, bu şiddetin ilk elden Kürt kadınlarını hedef aldığını konuşmadan Batılı Türkiyeli kadınlarla bir kız kardeşlik tartışması yapmamız imkânsız olur. Kürt Kadın Hareketi’nin düzenli olarak hedef gösterilmesi, aktivistlerinin tutuklanması, eşbaşkanlık sisteminin hedef haline getirilmesi, kayyum atayarak yerel yönetimlerde kadın çalışmalarının yasaklanması Kürdistan’da kadına yönelik her türlü şiddetin artmasına sebep oluyor ve Türkiyeli kadınlarla yapılacak böyle bir tartışmanın bütüncül bir kadın kavramı yaratması Kürt kadınlarının sorunlarını görünmezleştiriyor ve bu da sorunu derinleştirmekten başka bir şeye yol açmıyor. Ulus-devletlerin ve milliyetçi ideolojilerin dikte ettiği terminolojileri kullanmayı reddetmek, kadınların etnik kimlik, sınıf, din ve vatandaşlıkları nedeniyle yaşadığı farklı deneyimlerinin görünür kılınması açısından önemli ve atılması gereken ilk adım.

Aslında Türkiye’de kadınlar cinayetleri bağlamında Batılı, Kürt, Türk, Arap, Ermeni, işçi, akademisyen ayrımı gözetmeyen bir cezasızlık politikası hüküm sürüyor. Sadece 2020 yılında 404 kadın[3] tanımadıkları kişiler, eş ya da sevgilileri veyahut akrabaları tarafından öldürüldü. Her geçen gün artan bu rakam ülkedeki kadın cinayetleri sorununun vahametini gözler önüne seriyor. Devlet, katledilen veya hayatta kalan kadınları korumak için adım atmak yerine faillerin tarafını tutuyor. Kadına yönelik şiddet vakalarının çoğunda devlet ve hukuk sistemi kadının verdiği ifadeye inanmıyor, ona yeterli koruma sağlamayı reddediyor veya failin cezasında indirime gidiyor. Vurgulamak gerekiyor ki bu siyasal iktidar her zaman kadınları ve kadın kazanımlarını hedef aldı. 2008 yılında ‘En az üç çocuk’ diye başlayan süreç, 2012’de ‘Her kürtaj bir Uludere’dir’ söylemiyle devam etti ve 2014 yılında, kadın ‘erkek-eşitliği fıtrata aykırı’ demeye kadar vardı. Yetmedi, İstanbul Sözleşmesi ile toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı koruma mekanizmalarını düzenleyen ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan yasal düzenlemeler hedef alındı. Türk hükümetinin kadın kazanımlarına ve İstanbul Sözleşmesi’ne bu saldırıları karşısında Türkiyeli feministlerin ve Kürt kadın hareketinin birlikte mücadele verdiğini unutmamak gerekiyor. Özellikle Kürt kadın hareketinin inşa ettiği toplumsal mücadeleyi görmezden gelmeden, etnik kimlikleri sebebiyle çok katmanlı ayrımcılık ve şiddete uğrayan Kürt kadınlarının sesini bastırmadan ya da onların yerine ses olmaya çalışmadan ve Türk devletinin bu şiddetteki suç ortaklığına[4] karşı gelerek bir feminist mücadele yürütmek gerekiyor. Kürt kadınları olarak adaletin sağlanması için omuz omuza mücadele verdiğimiz Türkiyeli feministlerden beklediğimiz de budur.

Biz bu tartışmaları sürdürürken, ülkede her gün yeni bir kadın cinayeti işlenirken Musa Orhan tarafından önce cinsel saldırıya uğrayan daha sonra ise intihara sürüklenen İpek yaşamını yitirdi, cenazesi ailesine polis ablukası altında verildi. Gece yarısı “sessizce” gömülmesi istendi. Mezarının başına ailesinden başka kimse alınmadı. Spivak’ın kitabı yazmasına sebep olan ve başından geçen şu intihar alıntısı ile İpek’i bir kez daha anlamaya çalışabilir ve her nasılsa sağ kalmayı başarmış Kürt kadınlarının mücadelesine sahip çıkmayı deneyebiliriz. “Annemin teyzesinin, anti emperyalist bir gruba üye olduğu için 1926’da on yedi yaşındayken kendisini astığını öğrendim. Başkasını öldüremiyordu, o da kendisini öldürdü. Bir madun olarak bu kadın, bedeniyle konuşmuştu fakat sesi duyulmadı. Madunun konuşamayacağını söylemek adaletin olmadığını söylemek gibi bir şeydi.”

Ancak biz “madun” olan Kürt kadının konuşabileceğini Sakine Cansız’dan  Gülten Kışanak’a; Leyla Güven’den, Selma Irmak’a; Sebahat Tuncel’den Seve Demir’e bizlere uzanan mücadeleden biliyoruz. Özgürlük, eşitlik, adalet ve barış mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz.

 

 

[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/isil-ozgenturk/porno-cukurunda-debeleniyoruz-1762074
[2] Spivak, Gayatri, 2020, Ankara, Dipnot
[3] http://anitsayac.com/?year=2020
[4] https://www.5harfliler.com/meydan-okuma-challenge-kabul-edilmis-midir-turkiyedeki-kadin-cinayetlerine-dair-kuresel-anlatilarda-silinen-hikayeler/

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.