Düşünce ve Kuram Dergisi

Anlama Eylemi Olarak Adalet

Halil Dağ

Uygarlığın en büyük handikapı, başka pek çok şey gibi adalet kavramının da iktidara endekslenmesi ve politik iktidar olmadan hukuk ya da onun muadili herhangi bir “nizam”ın sağlanamayacağı inancını bilinçaltına yerleştirmesidir. Bu durum devletçi uygarlık açısından bir başarı olarak kabul edilebilir aslında; çünkü doğal olandan “üstünlerin” her şeyi belirlediği ve bunu da mitolojik, dinsel, politik ve kurumsal olarak meşrulaştırdığı bir sürece geçiş yapılmış ve tüm bu dönüşüm, her biri birer dogma haline getirilen “doğrularla” toplumsal olanın yerine ikame edilmiştir. Adalet gibi toplumsal doğaya içkin bir olgu, mito-dinsel, retorik ve kurgusal düşünme biçimleriyle, “üstünlerin” hem her şeyin merkezine yerleşmeleri hem de bu durumun sağladığı imtiyazların “ilahi” bir temele dayandığı savıyla her şeyi belirlemelerine olanak sağlayan bir araca dönüştürülmüştür.

Toplumsal adalet ilkesi gibi bir tanımlamayı güncel bakımdan pek çok yönüyle irdelemek mümkündür. Ancak verili koşullarda karşı karşıya kaldığımız adaletsizliklerin, genelleme düzeyinde de olsa arka planına bakmak, daha doğrusu bu verili koşullara yol açan bir takım nedenlere vurgu yapmak daha yararlı olabilir, zira bugün insanlığın muzdarip olduğu adaletsizliklerin, hem bilgi sistemleri bakımından hem de yapısal bir takım nedenleri vardır. Sadece felsefe tarihine indirgenemeyecek boyutta bir problem olmakla birlikte, bilgi sistemi inşa etme işlevi bakımından ele alındığında felsefi düzlemdeki tartışmaların, problemin ortaya çıkması ve kalıcılaşmasındaki rolü göz ardı edilemez.

Felsefe tarihi açısından ele alındığında bütün felsefi düşünüş biçimleriyle ilgili kaba bir genellemeye gitmeden şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Felsefe tarihi, öncesindeki zihniyet kurgularından da miras kalan düşünsel altyapıya dayanılarak adalet kavramının devletçi uygarlık lehine bozulmaya uğratıldığı; toplumsal problemlerin çözümünün her halükarda politik otoriteye bağlandığı, devlet ve onu oluşturan iktidar yapılarının toplumsal alanı düzenleyen bir pozisyona sahip olmalarının zorunlu olduğu ön kabulü ile hareket edilen bir tarihtir. Siyaset ve toplum felsefesinde, antikiteden modernite sürecine kadarki hemen hemen tüm tartışmalarda “ideal toplum” tasavvurunun “ideal devlet” dışında düşünülememesi; “hak”, “eşitlik”, “özgürlük”, “demokrasi” gibi kavramların kendi gerçek anlamlarından soyutlanarak her birinin devletin elinde toplumu kontrol etme aracına dönüştürülmesi problemin özünü oluşturmaktadır. Sadece Antik Yunan ya da Aydınlanma filozoflarında değil, Hegel, Marks ve Comte gibi 19. Yüzyıl filozoflarında da baskın olan bu ilerlemeci sosyal gelişme teorileri toplumsal adalet açısından gerçek bir çözüm olarak sunulmuş; sınıfsallık, tanrısal tin gibi kavramlarla özdeşleştirilmiş ulus-devlet ve pozitif hukuk üçgenine sıkıştırılmış kurgusal bir toplumsal düzen tahayyülcü baskın hale gelmiştir. Adaletin ne olduğuna dair tartışmalarda buna göre biçim kazanmıştır. Bununla birlikte felsefi düzlemde “iyi hayat nedir?” sorusu etrafında dönen tartışmalarda adalet kavramıyla doğrudan ilişkisi bulunan bilgi, erdem, ahlak, hakikat kavramlarının, hayal edilen toplum düzeninde nasıl form kazanacağına dönük tartışmalara bakıldığında sorunun nereden kaynaklandığı anlaşılmış olacaktır. “İyi hayat” ın ancak elitlerin yönetimiyle sağlanabileceği fikrinin baskın olduğu bir süreçtir bu. Örneğin, Aristoteles, “iyi hayatı” akla uygun, erdemli faaliyet olarak tanımlar ve insana özgü olanın başka her şeyden çok düşünme (hakikat peşinde koşan akıl bağlamında) olduğunu ve adalet erdeminin “haksızlık yapma ile haksızlığa maruz kalma arasındaki doğru orantılı” olduğunu söyler. Ve çözümünde ancak bütün bu erdemlerin somutlaşmış hali olduğuna inandığı yönetim biçimiyle, yani ruhun akli parçası olduğuna inandığı yönetici sınıfıyla mümkün olduğuna inanır, böylelikle daha baştan adaletsizliği derinleştiren bir kast sistemini savunur. Platon ise, “adalet özünün güç olduğunu” yani güçlü olanın her zaman haklı olduğu iddiasına tekabül eden teoriler üreterek karşıtlıklar üzerine kurulmuş ikilemler yaratarak “ideal devlet” diye ifade ettiği adaletin uzmanlaşmaya, toplumsal yapının yöneticiler (iktidar), koruyucular (askeri tekel) ve tedarikçiler (ekonomik düzeni elinde tutanlar) diye ayrıştırılıp kastlaştırıldığı bir form öngörüyordu. Benzer bir biçimde Hegel, “Dünya tarihinde ancak bir devlet kurmuş olan halklar söz konusu edilebilir çünkü devlet özgürlüğün, saltık son ereğin olgusallaşmasıdır (…) ve yine anlaşılmalıdır ki insan taşıdığı tüm değeri, tüm tinsel edimselliği yanlızca devlet yoluyla taşır” (Hegel, Tarih felsefesi Cilt I, S.47, İdea Yayınları) diyerek daha baştan devleti tinsel eylemin ve bu arada adaletin başat unsuru olarak merkeze yerleştirir.

 

Adalet Nedir?

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Belirtilen bu örneklerden de anlaşıldığı üzere “iyi hayat nedir?” sorusunun yanıtı etik açıdan tartışılsa da, form açısından “ideal devlet” te ifadesini bulan hiyerarşik bir düzenin öngörülmesi beraberinde adaletin araçsallaştırmasına yol açmıştır. Söz gelimi Yunan devleti ve demokrasisi üstüne yığınca söz söyleyen ve onu idealize eden pek çok filozof, bu kent devletinde kadınların söz hakkının olmayışını ve köleliğin varlığını normal görmüştür. Ama buna rağmen adaletin ne’liğine dair yığınca felsefik analiz yapmışlardır. Antik Yunan felsefesinden modern ve postmodern felsefeye kadar farklı düzlemlerde de olsa benzer bir tartışmanın sürdüğü görülmektedir. Epistemolojik açıdan olgunun, onu var eden temel dinamiklerinden kopartılarak kuramsal ve kavramsal bir zeminde başkalaşıma uğratılması, genel olmamakla birlikte felsefe tarihinin en belirgin açmazlarından birini oluşturmaktadır. “İyi hayat” ve “iyi insan” tahayyülü, etik, hukuk, iyi yönetim üst başlıkları altında yapılan tartışmaların ufuk açıcı yönlerini elbetteki göz ardı edemeyiz ama bilginin hakikatle olan ilişkisi kurgusal çıkarımlara boğulduğundan, hakikatın ve dolayısıyla adaletin ne olduğu konusunda da derin bir izafilik yaratılmıştır. Bilginin erdem olduğunu söyleyip, erdem diye sınıflandırılan iyilik, akıl, adalet, estetik, ahlak ve daha da sıralanabilecek pek çok nitelikle ilgili toplumsal adalet ilkesiyle çatışan teoremler üretmek ve son tahlilde bütün bu erdemlerin nasıl form kazanacağı sorusunun yanıtını devlet, yasa, elitlerin demokrasisi sayılabilecek temsili demokrasi, kast sistemine dayalı kategorizasyon, hiyerarşinin uzmanlık adı altında meşrulaştırılması ve bütün bunların toplamı olduğu düşünülen “ideal devlet”in kutsanması, bu çemberin dışında kalan bütün toplumsal güçlerin barbar olarak görülmesi ve Hegel’de olduğu gibi bunların ‘evrensel tin’ den mahrum oldukları noktasına varılmış olması, adaletin güce, hukukun devlete, demokrasinin elitlere tahvil edilerek “adaleti hak edenler ve etmeyenler” ayrımının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durum aynı zamanda maksimal olandan minimal olana dönüştür. Maksimal olan toplumsallaşmadır, minimal olan ise onu parçalara ayırıp o parçalar üzerinde devleti belirleyici bir özne haline getirerek, zaten tarihsel doğası gereği iyi işleyen bir yapısallığı (toplum) bozulmaya uğratılarak, onu daha iyi işletip kontrol edeceğine inanılan bir forma (devlet, iktidar, yasa) mahkum etmektir. Bu evrensel olanın tikelleştirilmesi, genel olanın özelleştirilmesi, toplumsal olanın bireyselleştirilmesi, doğal olanın kurgusallaştırılması sürecidir aynı zamanda. Adalet, devletçi uygarlık sisteminin henüz enfekte edemediği toplumsallığın bir ilkesiyken, yukarıda aktarmaya çalıştığımız dönüşümle birlikte sınırları otorite tarafından belirlenen, kime ne kadar ve nasıl uygulanacağına gücü elinde tutanların karar verdiği ve her koşulda bütün kuralların yasa yapma gücünü elinde bulunduranlar lehine belirlendiği bir araca dönüştürülmüştür. Düşünce tarihi boyunca adalet kavramının bilgi sistemlerindeki tüm bu savrulmalara rağmen temel bir erdem olarak tanımlanması önemli olmakla birlikte, bunun nasıl sağlanacağına dair yorumlara gelindiğinde, derin ayrışmaların olduğunu görüyoruz. Adalet, kimileri için maddi kaynakların bölüşümü ile ilgili bir konuyken, başkaları için otorite, birey, toplum, ahlak, hukuk, devlet gibi kavramlar etrafında ele alınıp tartışılan bir konu olmuştur. Nüanslar olsa da bütün bu tartışmaların odaklandığı iki ana eksen vardır. Bunlardan birisi, adalet kavramını politik otoriteye (devlet-iktidar) dayalı bir düzlemde ele almak iken diğeri de tartışmayı “toplumsal adalet” kavramı etrafında yürüten yaklaşımdır. Bu tartışmalar zaman içinde adaletin salt hukukla özdeşleştirilip “pozitif hukuk” ve “doğal hukuk” biçiminde ayrıştırılmasıyla sonuçlanmıştır. Pozitif hukuk, “insanın kendi koyduğu, bulduğu ya da yarattığı haklar ve yasal normlar “ olarak tanımlarken, “doğal hukuk” ise “insanın insan olmasından gelen, insanın doğasından kaynaklanan doğal haklar” olarak tanımlanmıştır. Adalet kavramı içinde benzer bir ayrıştırmadan söz etmek mümkündür. Buradaki ayrım ise “devletin yasası” ve “toplumun töresi” şeklinde tezahür etmiştir.

“Nomos” (Yasa) ile “Physis” (Doğa) biçiminde sınıflandırılan karşıtlık çerçevesi içinde yürütülen tartışmalarda üzerinde sıklıkla durulan husus; insanın nasıl ya da neye göre yaşaması gerektiği hususudur. Başından itibaren adalet kavramının kategorilere ve birbirine zıtlık teşkil eden düşünce biçimlerinin çatışmasına malzeme edilmesi problemlere yol açmıştır. Olgunun kendisini ve onun toplumsallıkla bağını tartışmaktan çok, birbiriyle tezat oluşturan uçların ön plana çıkmış olması, başka pek çok konuda olduğu gibi determinist bakış açısının adaletin ne olduğuyla ilgili sorunun yanıtını belirler hale gelmesine neden olmuştur. “Adalet nedir?” sorusunun birden çok cevabı vardır. Düşünce tarihine damgasını vuran yukarıdaki iki ana ekseni bir kenara bırakırsak, tartışmaların odaklandığı ya da dönüp dolaşıp geldiği yerin her halükarda toplum, birey ve devlet üçgeni olduğu görülecektir. Bu üçgenin bir ucunda adaleti toplumsal doğaya içkin bir olgu olarak kabul edip, herkesin hak ettiğini ya da payını aldığı, kaynakların ve görevlerin eşit bir biçimde paylaşıldığı görüşünü savunanlar bulunurken, diğer uçta, topluma içkin kılınan bu adalet anlayışının geleneksel haklara her koşulda üstünlük tanımayı içerdiğini öne sürüp “doğal hak” yerine hukukla sınırları belirlenmiş bir kurallar düzeninin daha doğru olduğunu ileri süren ve merkeze bireyin özgürlüğü ve haklarını yerleştiren eğilim bulunmaktadır. Üçüncü uçta ise ikinci eğilimle de iç içe geçmiş olan; adaleti devletle bağlantılı bir süreç olarak görüp, devleti, adaletin tesis edilmesi sürecinin belirleyici öznesi olarak kabul eden; tartışılması gereken şeyin bu değil, devletin ekonomik, toplumsal ve politik etkinliklerde izleyeceği yol ve yöntemlerin ya da normların nasıl olması gerektiği olduğunu ileri süren anlayış vardır. Hukuku ve adaleti devletle özdeşleştiren algılama biçimlerinin bununla doğrudan bağı vardır.

Yukarıda sıralanan her üç anlayışında başlı başına irdelenmesi gereken yönleri vardır ve geniş çerçeveden bakıldığında “yanlışın doğru doğrunun da yanlış gibi” gösterildiği yığınca açmazı barındırdıkları söylenebilir. Söz gelimi toplumsal adalet görüşü ileri sürenler, eninde sonunda adaletin sağlanmasında düzenleyici bir otoriteye ihtiyaç olup olmadığı; ihtiyaç varsa bu mekanizmanın ya da karar vericilerin hangi değerlere göre bunu gerçekleştirmeleri gerektiği sorusunun yanıtını çoğunlukla muğlak bırakıp, zaman içinde dümeni devlete doğru kırmışlardır. Adaleti din ile özdeş gören ve başlangıçta etik bir devrim rolü oynayan inanç sistemlerinde de zaman içinde “ilahi adalet” kendisini o adaletin yerdeki temsilcisi sayan iktidar güçlerine dönüşerek toplumsal temelden kopartılabilmiştir. Çünkü toplumsallıktan herkesin anladığı şey farklı olmuştur. Toplumsallık, kimileri için sınıfsal, kimileri için dinsel, kimileri için etnik. Dolayısıyla temelde yanlış olmayan “toplumsal adalet” kavramı, ona yüklenen anlamların çeşitliliği nedeniyle parçalı bir hale getirilerek toplumsal adaletin dinsel, sınıfsal, ulusal kategorilerin niteliğine göre biçimlenmesi durumu ortaya çıkmıştır.

Bireysel özgürlüğe tahvil edilen adalet anlayışının liberalizmle doğrudan bağı vardır. Liberalizm, hukukta dizayn edilmiş ekonomik ve siyasal düzende gelenekseli parçalama, toplumsal bağları yıkıma uğratma ve bu yıkım üzerinde hukuk vasıtasıyla yeni bir sosyoloji yaratma yoluna başvurmuştur. Bu sistemin gerçekte bireyin özgürlüğünü değil, ekonomik ve siyasalı elinde bulunduran iktidar tekellerinin hukuku kullanarak özgürlüğü sadece sermaye tekellerinin kullanabildiği bir düzen yarattığı sır değildir. “İnsansızlaştırılmış toplum”, “toplumsuzlaştırılmış birey” ve “toplumsuzlaştırılmış hukuk” denklemi üzerinde kurgulanan liberalizm, adalet kavramının en fazla iğdiş edildiği bir sistem olarak tanımlanabilir. Hak, hukuk, adalet, eşitlik, bireysel özgürlük üzerine söylenen onca şeye rağmen gerçek hayatta bunların hiçbir karşılığının olmadığı yüzeysel bir gözlemle bile anlaşılabilir.

Adalet olgusunu devletle bağlantılı olarak ele alıp, düzenleyici bir mekanizma olarak ancak devletin adaleti sağlayabileceği görüşü gelince, bunun da uzun bir tarihsel bir döneme damgasını vurduğunu görüyoruz. Bu görüşe göre devlet, meşru ve yasal bir otorite olarak hukuk vasıtasıyla toplumun hak ve görevlerini belirlemeli ve insanların birbirlerine zarar vermelerini engelleyerek ekonomik, sosyal, kültürel ve politik alanlarda kurallar koyarak bunları gözeten, ıslahı ve cezalandırmayı adaletin temel unsurları olarak kullanan bir işleve sahip olmalıdır. Devletin karakterinin monarşi, imparatorluk, ulus-devlet veya başka bir şey olması işin bu özünü değiştirmemektedir. Yani politik idarenin biçimiyle ilgili tartışmalar adaletin ne olduğu ve nasıl sağlanması gerektiğinden çok otoritenin, bunun sınırlarını belirlerken katı mı yoksa esnek mi olması gerektiğiyle ilgili tartışmalardır. Her halükarda devlet, adaleti yasa yoluyla gözeten, belirlenen kurallara ters düşeni cezalandıran ve toplumu, elindeki güçle ıslah eden bir olgu olarak görülmektedir. Ancak gözden kaçırılan husus, devletin gerçekten ne olduğu, daha doğrusu devleti oluşturan dinamiklerin ve yapıların gerçekten kim olduklarıdır.

Devleti iktidar tekellerinin bir çeşit koalisyonu olarak ele aldığımızda -ki öyledir- o zaman bu koalisyonu oluşturan unsurların “ hak, demokrasi, eşitlik” gibi temelde toplumsal doğaya içkin olan kavram ve uygulamaları hiçbir koşulda gözetmeyeceklerini anlamak zor değildir. Bu kavramlar devleti var eden kurumsal ve zihinsel paradigmayla tezat oluştururlar. Denilebilirki hukuk, devlet açısından adaleti sağlama mekanizması olmaktan çok “güçlünün haklı olduğu” anlayışından kaynağını alan “merkezde olma” konumunu pekiştirme aracıdır. Diğer bir ifadeyle gücün gölgesine sığınılarak topluma dayatılan kurallar manzumesidir. “Güçlü olanın haklı olduğu” inancı haklı olanın güçsüz olduğu gibi bir bilinçaltı oluşturmuştur. Dolayısıyla devletin olduğu yerde “haklı olanın” güç dengesizliğinden dolayı adalet arayışında daha baştan yenilgiyi kabul etmesi gerektiği inancı hakim kılınmıştır.

Adalet ve güç ilişkisi hukuk felsefesi bakımından sıkça tartışılan bir konudur. Adaletin ancak güçle tesis edilebileceği fikri devletin her şeyin merkezine yerleşmesini kolaylaştıran bir argüman olmuştur. Bu ön kabul, adalet kavramına içerilen anlamın ahlaki ve toplumsal boyutunu değil, kurumsal boyutunu anlatır. Buna göre toplum ve onu oluşturan dinamikler kendi kendilerini yönetemeyen, kendi aralarında düzen oluşturamayan, herkesin bir başkasının hakkını çiğnediği kaotik bir ortamda yaşayan yığınlardan ibaret oldukları için, onları disipline edecek, zarar verici potansiyellerini ortadan kaldıracak kurumsal bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç insanlara doğru yolu gösterecek ve yanlış yaptıklarında da onları cezalandırıp düzeni sağlayacaktır. “İnsan insanın kurdudur” ya da “ya kuzgun başa ya kuzgun leşe” söylemlerinde de ifadesini bulan ve bilinçaltına yerleşen bu anlayış, insanın insan olmaktan kaynaklı doğal, tartışılamaz ve devredilemez haklarının olduğunu, toplumsallaşmanın, devlet öncesi binlerce yıllık tarihinde, cezalandıran ya da ıslah eden bir iktidar mekaniğine ihtiyaç duymadan “haktanırlık”, “kadının kutsallığı”, “doğaya ve topluluğun diğer üyelerinin haklarına saygı”, “paylaşımcılık” vb. gibi toplumsal adalet kavramının özünü oluşturan ve doğrudan doğruya toplumsal deneyimden doğan değerlerle kendini var ettiği ve bu değerlerin günümüzde de adil olmanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu kabul etmez. Hakeza bugün “özyönetim” olarak tanımlanan ve özü itibariyle toplum üzerinde iktidar tekeli oluşturacak hiçbir mekanizmaya yer vermeyen, demokratik yönetim anlayışıyla toplumun kendi kendini yönetebileceği fikri de bu anlayışa göre yanlıştır. Bütün bunların birer fanteziden ibaret olduğu iddia edilir. Ayrıca bugün kötülük ve adaletsizlik yapmaya meyilli yığınca insanın bulunuyor olmasınında iddia edildiği gibi insanın doğasından değil, düzeni ve adaleti sağlayacağı iddia edilen devlet aygıtıyla doğrudan ilişkisi olduğu ve kötülüğün, eşitsizliğin, adaletsizliğin sistemin doğasından kaynaklandığı da kabul edilmez.

Sözü edilen üç eğiliminde toplumsal adaletin gerçek niteliğini farklı retoriklerde de olsa sakatlandığını belirtmek gerekiyor. O zaman toplumsal adalet derken referansımızın ne olacağı önem kazanıyor. Kabaca özetlenirse; toplumsal adalet kavramına yüklenen anlam, onu var eden temel dayanaklardan ortaya çıkar. Toplumsal doğa dediğimiz, devletçi-uygarlık sistemi enfekte edemediği; eşitlik, adalet, kadın merkezli yaşam, komünalite, doğaya bağlılık gibi niteliklerin ve davranış biçimlerinin hüküm sürdüğü ve halen sistem dışı toplumsal güçlerle çeşitli biçimlerde varlığını sürdüren sosyolojik ve kültürel gerçeklik referans olarak kabul edilebilir. Projektörü buraya çevirdiğimizde aslında adaletin de adaletsizliğin de ne olduğu sorusunun cevabınada ulaşmış oluruz. Buradan bakıldığında adaletin sadece yasal normlardan ibaret bir olgu olmadığı, bundan daha çok ahlaki bir niteliği olduğu anlaşılabilir.

 

Adaletin Anacıllığı, Hukukun Erilliği

Adaletsizliğin ne zaman ortaya çıktığı ya da insanın bakış açısında yer edinmeye başladığı sorusunun cevabını genişçe irdelemek mümkün. Bu tarz bir sorgulamaya girildiğinde projektörün çevrileceği yer, pek çok kesiminde üzerinde mutabık olduğu gibi hiyerarşinin ve erkek merkezci iktidar kültürünün ortaya çıktığı süreçtir. Bu ilk toplumsal kırılma sürecidir ve adaletsizliğin tarihsel ve toplumsal düzlemde baskın hale geldiği bir süreçtir. Kadın merkezli toplumsal yaşamın ortadan kalkması ve yerine ikame edilen erkek egemenlikli sistemin kurum ve kurallarıyla başat hale gelmesi adaletsizliğin, eşitsizliğin kaynağıdır.

Gerçektende adalet kavramının erkekten çok kadınla özdeşleşmesi tesadüf değildir. Kimi çevrelerin iddia ettiği gibi bunu zorunlu koşulların ürünü olarak ele almak yanılgılı bir yaklaşım olacaktır. Kadının, erkek merkezli hiyerarşinin ortaya çıkışıyla birlikte çemberin dışına itilmesi, onun hem toplumsal rolü hem de anacıl karakteriyle bağlantılı olarak temsil ettiği adaletin de ortadan kalkmasına yol açmıştır. Adaletin gücü elinde tutanla özdeşleştirilmesi anlayışının gelişmesinin de bu kırılmayla ilişkisi vardır. Kadın merkezli toplumsal yaşamda güç, herhangi bir imtiyaz ya da iktidar ayrıcalığı değil, toplumsal rol ile ilgiliyken erkek merkezde hiyerarşik sistemde güç, iktidar olma ve buna dayanarak her şeyi yapma hakkı olarak görülmüştür. Bu da adaletsizliğin yaşamın her alanına hakim olmasına yol açmıştır. Erkek merkezi iktidar hem maddi alan üzerinde tekelleşmiş hem de bu iktidar biçimine rıza üretmek için zihniyet inşasına girişmiştir. Önce mitoloji ile sonra başka bazı enstrümanlarla bu yapılmıştır. Artık “yasa”, kadın merkezli toplumsallığın doğal devinimini yarattığı ahlaki kültürel ölçüler değil, iktidar tekelinin yarattığı yeni tanrılar ve onların yeryüzündeki temsilcisi olduklarını iddia edenlerin belirlediği kuralların adı olmuştur. Zaman içinde literatüre “hukuk” olarak geçen bu kurallar düzeniyle erkeğin merkezde olduğu hegemonya süreci pekiştirilmiş oldu. Dolayısıyla adalet dediğimiz şeyin ne olduğu ya da adaletsizliğin neye tekabül ettiğini tartışırken bu ilk kırılma sürecine bakmak daha doğrudur. Böyle bakıldığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; adalet anacıldır ve kadın merkezli toplumsal yaşamın kişiliğidir; hukuk ise, yer, zaman ve içerikleri farklılıklar taşısada erkek merkezli iktidar tekellerinin hegemonya oluşturma aracıdır. Ve erildir. Hukuk, egemenliği elinde bulunduranlar lehine araçsallaştırılan mutlak kurallar düzeniyken, adalet daha çok toplumsallaşmanın uzun evrimsel sürecinde deneyimlenmiş pratiklerden ortaya çıkan, ahlaki toplum dediğimiz, özünde denge, hak bilirlik, eşitlik, demokrasi, paylaşım vb. gibi manevi ve pratik biçimlerinin hakim olduğu bir olgudur. Adalet kavramında ahlaki tutum baskınken hukukta geleneğin reddine dayanan pozitivist mantık baskındır. Adalet empatiyi hukuk ise yasanın soğuk mantığını içerir. Adalet ilkesi toplumsal bir ilkeyken, hukuk tepeden dizayn edilmiş ve topluma dayatılmış kurallar düzenidir. Ve bu düzende bütün haklar otoritenin rıza gösterdiği sınırlara tabidir.

Bu çerçeveden ele aldığımız güncel anlamda adaletsizlik olarak tanımladığımız hemen hemen bütün pratiklerin kaynağının ne olduğu da görmüş oluruz. İşin özü erkek egemenlikçi iktidar kültürünün kendisinin devlet, hukuk, siyaset, ekonomi, kültür ve daha da sıralanabilecek pek çok alanda hakim kılmasından kaynaklanan ve adaletsizliğin adalet, hukuksuzluğun hukuk olarak benimsetilmeye çalışıldığı sistem gerçeğinde yatmaktadır. Şüphesiz burada etimolojik açıdan hukukun ne olduğunu tartışmıyoruz. Bu ayrı bir konudur ve hukukun demokratikleştirilmesi mücadelesi de son tahlilde adaleti savunmakla ilgili bir tutumdur. Sorgulanması gereken şey, erkek egemen iktidar kültürünün hem sosyolojik açıdan hem de kurumsal açıdan hukuku bir dizayn aracı haline getirmesi ve onu araçsallaştırmasıdır. Bu araçsallaştırma pratiğinin temelinde kadın merkezli toplumsallığın ve ona içkin olan adalet kavramının ortadan kaldırılması vardır.

 

Anlamak Adalettir[1]

Aslında adalet ve hukukla ilgili tartışmaların tarihsel, felsefik ve kurumsal boyutlarının ötesinde irdelenmesi gereken başka bazı yönleri de vardır. Adalet söz konusu olduğunda hangi çıkarsamaları yaparsak yapalım konu son tahlilde gelip insanda düğümleniyor. Sorunlu pek çok yönleri olsa da düşünce tarihi boyunca tartışılagelen “iyi hayat”, “iyi insan”, “adalet erdemi” gibi konuların bununla bağlantısı vardır. Toplumsal ve siyasal pratikler, onu temsil eden ya da uygulayan özne olarak insandan kopuk olmadığına göre, adalet de bütün bu pratik süreçlerin öznesi olan insandan kopuk değildir. Bu durumda adaletli olabilmenin ölçüsü nedir ya da bunun öznesi olan insanın hangi ahlaki düşünsel formasyona sahip olması gerekir sorusu üzerinden de meseleyi irdelemek önem taşıyor. Öcalan, “anlamak adalettir” der. Adaleti veya adaletli olmayı etik ve insani düzlemde bundan daha yalın ifade eden bir yorumlama biçimi yoktur sanırız. Bu ifadelendirme biçimi adaletin akademik ve normsal tartışmaların ötesinde; çözümü, kuralları tartışmadan önce onların gerçekte nasıl karşılığını bulacağını ve onu gerçekleştirecek öznenin önce neyi yapması gerektiğini anlatır. Postmodern düşünüş biçimlerinin “anlama”yı izafileştiren gerçeğini göz ardı etmeden ele alınması gereken bir konudur bu. Pozitif hukukun olguculuğunun toplumsal adalet kavrayışını sakatladığını ve empatinin neredeyse yitirildiği günümüz koşullarında anlamak başlı başına bir eylem biçimidir. Anlamak, salt teorik bilmeleri aşan, insanın kendisini ve dışındaki hakikatleri hem akıl hem de vicdan yoluyla özümsemesine, daha doğrusuna kavramasına dayanan bilgeliktir. Bilmek her koşulda anlamak değildir. Anlamanın; hakikati iliklerine dek hissetmek olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda bunun empati yapmakla da ilişkisi olduğunu görebiliriz. Söz gelimi “yaşam hakkı” ile ilgili yığınca hukuki ve politik retorik üretilebilir ancak bunlar “yasa”nın ve retoriğin çoğunlukla soğuk olan gerçekliğiyle sınırlı kalır. Fakat “yaşam hakkı”nı, bir insanın veya başka bir canlının o hakkı kaybetmekle yüz yüze olduğunda ne hissedebileceğini düşünerek, empati yaparak anlamaya çalıştığınızda, retoriğin ya da yazılı hukuk metinlerinin mekanik ve soğuk doğası değil, insan olmanın o evrensel duyguyu, yani başkasının acısını içimizde hissetme duygusuyla yüzleşirsiniz ve bu duygu çoğunlukla insanı adil davranmaya iter. Aynı şeyi dili, kimliği, kültürü yasaklanmış bir insanı veya toplumu ele alırken de geçerlidir. Yasalar ve retorik size bunun doğru olduğunun, örneğin bir Kürt’ün “Türk kökenli” olarak tanımlanmasının ulus-devlet olmanın falanca niteliğinin gerektirdiği ve anayasal olarak belirlenmiş sınırlar gereği bunun tartışılamayacağını; yerel ve uluslararası normların falanca hükümlerinin bunun böyle olması gerektiğini şart koştuğunu anlatmaya çalışır. Retorik ise, “Türk kökenli Kürt” söyleminin aslında bütünleştirici olduğunu, milliyetçilik ve inkar içermediğini, iki halkın tavuklarının birbirine karıştığını, kader ortaklığı içinde olduğunu ileri sürer ve inkar politikasına rıza üretmeye çalışır. Oysa bu iki tutumun dışına çıkıp empati yaparak meseleye bakıldığında ve hakikat, hiçbir ön kabule sığınmadan olduğu gibi anlaşılmaya çalışıldığında varılacak yer, “onlara reva görülen şey bana reva görülseydi ben ne yapardım?” sorusu olur. Bu anlamanın ilk adımıdır, ancak tek başına bu da yeterli değildir çünkü, anlamak eğer eyleme geçmeye ve adaletsizliğin karşısına dikilmeye yol açmıyorsa eksik bir anlamadır. Buradan bakıldığında anlamak, adaletin sağlanması mücadelesine evrildiğinde ve adaletsizliğe uğrayanın sahip olduğu doğal ve devredilemez hakların “ama”sız, “fakat” sız kabulüne dönük pratik ve vicdani bir duruşa yol açtığında anlam taşır.

Bu tutumu erkeğin kadına, insanın doğaya ve doğadaki diğer canlılara, adaletsizliğin, eşitsizliğin hüküm sürdüğü bütün alanlara uyarlayabiliriz. Bununla birlikte insanın anlama biçimleri üzerinde etkide bulunan verili zihniyet kodlarını da sorgulamak gerekir. Çünkü anlamak öncelikle verili olandan kopuşu ve onu sorgulamayı gerektirir. Bilinci dumura uğratan egemenlik paradigmalarının ürettiği politik ve ideolojik referanslardan sıyrılarak, empoze edilen şeylerin hakikat olup olmadığını sorgulayarak hareket etmek, neyin yanlış neyin doğru olduğu bilgisine ulaştırır insanı. Unutulmamalıdır ki adaletsizlik öncelikle zihniyette yer edinir ve zihniyeti inşa eden bilgi sistemlerinin kurguladığı kodlarla hayat bulur. Bu kodlarla savaşılmadan ve özgür bilinç seviyesine ulaşılmadan anlamak ve dolayısıyla olmak mümkün değildir. Bugün Türkiye’de demokrat olmanın, vicdanlı bir Müslüman olmanın ya da sosyalist olmanın ölçüsünün Kürtlere uygulanan inkar ve imha politikaları ve eşi görülmemiş adaletsizliklere karşı alınan, tutum olduğu sıkça dile getirilen bir şeydir. Doğrudur da. Ancak bunun sadece söylemde kalması beraberinde bir açmaza da yol açmaktadır. Kürt meselesini vicdanını rahatlatmak için genel geçer bir takım söylemlerle ele almak meseleyi anlamamak olduğu kadar adaletsizliği yapanların değirmenine su taşımak anlamına gelir. Bunun adaletli olmakla da ilişkisi yoktur. Konjektör uygun olduğunda Kürtlerin haklarından, üzerlerindeki baskılardan ve yapılan adaletsizliklerden söz edip ortam sertleştiğinde egemen güçlerin tepkisini çekmemek için “Kürt siyasetinin hataları” üst başlığıyla tabiri caizse, akıl hocalığına soyunmak bugün yapılan adaletsizliklerin nedenlerinden biridir. “Anlıyor” gibi görünen pek çok çevrenin dönüp dolaşıp resmi söylem ve kodların sularında yüzdüğü, ilk bakışta doğru gibi görünen her cümlenin sonuna “ama” koyarak adaletsizliğe ve hukuksuzluğa çanak tuttuğu bir sır değildir. “Vakti zamanında Kürtlere çok adaletsizlik yapıldı -şimdi yapılmıyormuş gibi!- ama onlarda hep isyan ediyorlar, buda demokratikleşmeyi sekteye uğratıyor” diye başlayan ve “anadil insanın anasının sütü gibi helâldir, Kürtlerde anadillerini konuşabilmeli yazıp şarkı söyleyebilmeli ama anadilde eğitim talebinin ülkeyi böleceğini görmek gerekiyor” cümlesiyle biten söylemlerin anlamayla bir ilgisinin olmadığı dolayısıyla adaletsizliğin sürdürülmesine hizmet ettiği açıktır. Bunları iyi niyetle dile getirenler için söylenebilecek şey; bunun “yarım bilme” olduğu ve yarım bilmenin de cehaletten daha tehlikeli olduğudur.

Sonuç olarak toplumsal adalet kavramının pek çok bakımdan ters yüz edildiği açık bir gerçektir. Bunun felsefik, kurumsal ve politik nedenleri hem tarihsel hem güncel açıdan çok boyutlu analizleri gerektirmektedir. Geniş anlamda tüm bu tarihsel ve epistemolojik arka plan, dar anlamda ise kapitalist modernitenin ulus-devlet formuyla yol açtığı derin adaletsizlikler ve toplum kırım insanı hiçbir dönem olmadığı kadar adalet arayışına sürüklemektedir. Farklı olanın düşman olarak görüldüğü ve güçlü olanın güçsüze her şeyi yapma hakkına sahip olduğu algısının egemen olduğu günümüz dünyasında adalet ancak onu tahrip edenlerle mücadele etmekle sağlanabilir. Adalet toplumsal bir ilkedir ve her türlü hegemonya ve iktidar kültürünün dışında bir olgudur. Bunu böyle görmek aynı zamanda adalet mücadelesinde neyin karşısında neyin yanında durulması gerektiğini de ortaya çıkarır. Adaleti sadece devletin hukuksal mekanizmalarında aramak çözüm getirmediği gibi onu sakatlamaktadır da. Dolayısıyla güçlü olanın haklı kabul edildiği verili gerçekliğe karşı haklı olanın güçlü hale gelmesini ve adaleti bütün toplumsal güçlerle sağlamasını yaratacak çok boyutlu bir mücadeleye ihtiyaç vardır.

 

 

[1] Abdullah Öcalan

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.