Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokrasi ve Adalet

Metin Yamalak

“Ateş düşüncelerimizde olsun onları doğru, iyi ve adaletli kılsın
Ateş bizi bundan daha azını kabul etmekten korusun.”[1]
Aborjinlerin inancında “Sonsuzluğun Mesajı”

Demokrasi ve adalet kavramları kuramsal olarak birçok tanıma sahiptir. Toplumsal yaşamın düzenlenmesi ve devamlılığı için gerekli ve varlığı zorunlu olan bu kavramlar ideal toplum için birer ilke niteliğindedir. Demokrasi genel tanımıyla yaşam alanında eşitlik ve özgürlüğün ifadesi olurken, bu eşitlik ve özgürlüğün belirleyenleri ve sınırları bakımından görecelileşmekte, çatallanıp birbirinden ayrı, hatta karşıt demokrasi tanımlarına varmaktadır.

Foucault; “Eğer demokrasiden hem bölünmüş olmayan hiyerarşik bir biçimde sınıflar halinde düzenlenmiş bir halkın iktidara sahip olması anlaşılıyorsa, demokrasiden çok uzak olduğumuz gayet açık.”[2] demektir. İktidar, devlet, sınıfların olduğu yerde belki demokratik denebilecek bazı tutumlar, uygulamalar olabilir ama demokratik bir yaşam söz konusu olmaz. İktidar, sınıflar, devlet gibi yapılar eşitsizliğin kaynağıdırlar ve bu yapıların olduğu yerde toplum kendi kendini yönetemez. Maddi, askeri, politik güçleri ele geçirmiş kişi ve gruplar topluma rağmen toplumu yönetir. Toplumun sadece seçime katılarak değil gerçek anlamda yaşamın her alanında kendi kendini yönettiği, politikasını yaptığı bir duruma ancak demokrasi denebilir. İktidarcı bir sistemde eşitlik ve özgürlüğün sınırları, iktidar güçlerinin çıkarları ve iktidar alanının sınırlarına kadardır. Sınıflı toplumlarda egemen sınıfın sınırları ezilen, sömürülen sınıfların özgürlük sınırlarını belirlemektedir. Erkek egemen toplum ve ailede kadının eşitliği ve özgürlüğü, erkeğin izin verdiği yere kadardır. Bu antidemokratik yönetim ve iktidarlar, kendilerini meşru gösterebilmek için her zaman aldatma yöntemine başvurular. Bu konuda ilk başvurdukları yöntem kendilerini demokrasi savunucu ve uygulayıcısı olarak tanımlamak, anlatıp, propaganda etmektir. Bunu da komplovari bir taktikle demokrasiye sahip çıkıyormuş, eşitliği, özgürlüğü savunuyormuş maskesi takınarak yapmaktadırlar. İktidar, eşitlik, özgürlük, demokrasi adı altında toplumlara dayatılmaktadır.

Bu antidemokratik durumun aşılması bir mücadele konusudur. İktidarcı, sınıflı sistemler kendiliğinden demokratikleşemeyeceğinden, her türlü toplumsal mücadele ile geriletilmeleri kaçınılmaz bir eylemdir. Demokrasi, toplumun iradeleşmesi, kendi kararlarını alıp uygulamasıdır. Bunun önünde duran engelleri etkisizleştirip aşmak için gerekli olan her türlü mücadeleyi geliştirmek demokrasinin bir şartıdır. Demokrasi, toplumun antidemokratik güçler karşısında savunmasız kalması değil, gerekli olan her ortamda ve yöntemle kendini savunabilmektir. Toplumlar önlerinde engel olarak dikilen iktidar, devlet, sınıflar gibi olguları aştıkça eşitlik ve özgürlük yaşanılır olguları haline gelir. Adalet aslında budur.

Adalet olgusu da demokrasiyle benzer şekilde, hangi ahlaka ve kimin ahlakına göre tanımlandığı ile bağlantılı olarak değerlendirilebilir. Her ideolojik, kuramsal yorumun adaleti tanımlaması da farklılaşmaktadır. Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğünde adalet, ‘formel’ ve ‘sosyal’ adalet olarak iki kategoride tanımlanmaktadır. Sosyal adalet ise dağıtıcı adalet olarak a) Herkese ihtiyacına göre, b) herkese değerine göre, c) herkese hak ettiğine göre, d) herkese yaptığı anlaşmaya göre diye dört alt başlıkta izah edilmektedir.

Formel adalet ölçü sınırları, oranları belirlenmiş kuralların uygulanmasını ifade etmektedir. Bir etnisitenin töresi de bir devletin yasaları da, bir dinin kaideleri, kuralları da bu formelliği ifade etmektedir. Formel adalet yoruma fazla izin vermez, esnek değildir. Statik ve dogmatiktir. Duygulara, vidani yargılara, empatiye göre hareket etmez, düz çizgisel işleyişe sahiptir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” deyimi de bu formel adalet anlayışından türetilmiştir. Daha da eskiye dayanan göze göz yasası da formel adaletin ifadesidir. Bir anlayış olarak modern toplumlarda da yasa halini almıştır. Hz. İsa bu yasaya karşı çıkarak” Size bir tokat atana diğer yanağınızı dönün” derken, intikamcılık anlayışını yerle bir etmiştir. Ancak bu tavrın da fazlasıyla pasif ve boyun eğmeci olması, insanın özgür ve eşit bir irade olmasının önünde bir engel olarak dikilmektedir. Bu durum komünal demokrasi açısından da çelişkilidir. İnşacı, belirleyici özne olarak kararlı bir irade gösterilmediğinde demokrasiden de bahsedemeyiz, formel adalet anlayışının göze göz ilkesinin intikamcılığı, gücün mutlak belirleyiciliğine dayatarak adalet adına uç bir şiddeti dayatmaktadır. İsavari bir pasifizm ise, uç bir şiddetin tersi olarak iradesizliğe denk gelmektedir. Bu anlayışa göre Platon’un: “ Doğruluk her yerde birdir, yani oradaki hükümetin işine gelen şeydir, güç onun elindedir.”[3] sözü, hakikati ve adalet olarak kabul edilmelidir. Ancak bu güçlünün adaletidir ve eşitliği, özgürlüğü yani demokrasiye aykırıdır. Çünkü Sezar’ın hakkı tanındığında geride tanrının hakkı ve adaleti de kalmaz.

 

Formel Adaletin Sınırları

Adalet aslında uç bir şiddet ile uç bir pasifizmin arasında, demokratik uzlaşı ile meşru savunma anlayışı ölçülerinde birçok seçeneğe açık, aza yaptırım ile meşru savunma temelinde direniş ve irade beyanı adalet için gerekli optimal sınırları işaret etmektedir. Formel adalet sınırlı konularda olmak kaydıyla bütün toplumsal yapılar için gereklidir. Abartıldığında kurallar ve yasalar diktatörlüğüne dönüşürken, olmadığında ise, toplumların etrafında ortaklaştığı birleştirici genel ilkelerin boşluğu oluşur. Uyulması gerekli genel kural ve normlar olmadığında toplumsal ortak hareket etme tutumu bozulur, toplumsal formlar kendi içinde çelişkiye düşer, atomize olmaya doğru savrulur ve dağılırlar. Uluslar, devletler, partiler, sendikalar, dernekler vb. örgütlenmeler yasa ve tüzükleriyle ortak formel adaletin ölçü ve sınırlarını belirlerler. Bu anlayışa göre adalet hukukla ifadeye kavuşur. Aslında bu, adaletin sadece bir yanıdır, adaletin bütünü için formelliği aşan, ahlaki ve politik toplum dinamikliğine dayanan, çoklu seçeneklere açık bir yaklaşım ve yöntemi gerektirir.

Sosyal adalet tanımı ise, kendi içinde birçok konuya bölünüyor. Bu konu yoruma ve esnekliğe açık bir alan olduğu için her ideoloji ve anlayışın yorumu farklı, karşıt veya benzer olabilmekte, kendilerine göre tanım ve ölçülerini oluşturdukları bir alandır. Toplumsal yaşamın her alanında bir adalet ölçüsü oluşmaktadır. Ancak bu ölçüyü kimin oluşturduğu önemlidir. Gerçek bir demokraside ölçüyü toplumsal konsensüs belirlemektedir. Toplumun politik kararlaşması ölçü olmaktadır. Bu konsensüs ahlaka, değerlere, değer yargılarına, kültürel politik kararlaşması ölçü olmaktadır. Çok farklı düşünceler, inançlar, ideolojiler bu genel konsensüsün içinde kendini ifade edebilmelidir. Bu radikal, komünal demokrasidir, doğrudan herkesin katılımı irade beyanıyla gerçekleşir. Ancak iktidarcılığın egemen olduğu devlet, aile, toplum alanlarında adalet, iktidar olanın çıkarlarına uyumlu olarak tanımlanır ve uygulanır. Platon “güç onun elindedir” diyerek bunu meşru gösterse de, demokrasi açısından tersi geçerlidir.

Herkese ihtiyacına göre dağıtım söylemi aslında komünist bir ilkedir. Bunu komünistlerden önce doğal toplumlar, böyle bir adlandırma yapmadan, bir yaşam biçimi olarak uygulamışlardır. Özellikle neolitik dönemin anatanrıça kültüründe herkese ihtiyacına göre dağıtım esas olmuştur. Ahlaki ve politik toplum olma niteliğini yitirmemiş toplumların komünal yaşamı bin yıllarca sürmüştür. Ahlakı bağlarla birbirine bağlanmayan insanlardan bir arada, komünal bir toplum oluşturmazlar. Çıkarlar, istekler farklılaşır. Ahlaki bilinci ve tutumu bozulan, giderek dejenere olan, yozlaşan kişilikler ahlaki ve politik toplumlara ilk ihanet eden kişiler olmuştur. Şamanlar, yaşlı kurnaz erkekler, askeri şeflerin arasından sıyrılıp bireyciliği, özel mülkiyeti örgütlemeye başlayan bu kişilikler hiyerarşi, iktidar, devlet ve sınıfların oluşmasının öncülleri oldular. O zamanlardan beri, ‘herkese ihtiyacına göre’ ilkesi bir ütopya, özlenen mutlu yaşam haline geldi. Marksizm bunu farklı bir kuramla bayraklaştırdı. Reel sosyalizm gerçekleşmediği için toplumsal sorun olarak varlığını sürdürüyor.

Kapitalist modernite koşullarında ulus-devlet burjuva demokrasilerinde ‘ herkese ihtiyacına göre’ ilkesi yerine ‘ herkese değerine göre’, ‘ herkese hak ettiğine göre’, ‘ herkese yaptığı anlaşmaya göre’ anlayışlarını sistemin ilkeleri, temel anlayışı haline getirerek bunları demokrasi ve adalet olarak tanımladı. Her üç tanım da eşitlik ve özgürlük ilkesini ihlal etmektedir.

“Herkese değerine göre” bir yaklaşım ve paylaşım esas alındığında değeri ister maddi, ister manevi şeylerle ölçülsün kaçınılmaz bir ayrımcılığa, sınıfçılığa, hiyerarşiye, imtiyaz farklılıklarına sebep olur. Toplumda herkes aynı maddi ve manevi değere sahip değildir. Ahlaki ve politik toplumlarda değer farklı bir ortaklaşmaya, dayanışmaya, yardımlaşmaya, paylaşmaya gerekçe olup toplumu daha çok kenetlerken; sınıflı toplumlarda tersi bir duruma yol açarak, rekabetçilik, hile ve aldatmalarla birbirinden çalma vb. toplumlarda adaletsizliğin sebebi olur.

“Herkese hak ettiğine göre” ve “herkese yaptığı anlaşmaya göre” kategorileri de adaleti sağlayamamaktadır. Modern dünyada haklar, yasalar, sözleşmelerle belirlenmektedir. Hegel bunu bir maddi şey üzerinde hak iddia etme ve bunun için verilen mücadele ve bir diğeriyle yapılan kavga sonucunda, birinin efendi, diğerinin köle olmasıyla sonuçlanan bir diyalektikle açıkladı. “Sözleşmeciler” devlet-kral ve toplum-birey haklarını kategorize edip sınıflar üzerinde bir düzen inşa etti; bu gelenek üzerinde modern ulus-devletler anayasalar ve yasalar oluşturarak herkese bir statü verdi ve ona göre bir hukuk oluşturdu. Bireyleri devletli ve devlet dışı olanlar olarak ayırdı. onları da kendi içinde hiyerarşik kategorilere böldü. Sağlık, eğitim, güvenlik, ticaret, kültür, dil, siyaset vb. yaşamdaki her olay ve olguya karşılık gelecek bir yasa yaparak hakları ve ödevleri sıraladı. Ancak devlet, iktidarcı sınıf ve güçlere dayanarak kurulduğu için anlayış, zihniyet ve pratik olarak ayrımcı olmak zorundadır. Her olay ve olguya bir yuva yapılsa da adaletsizlik genel ölçü ve egemen olmaya devam etmektedir. Buradaki sorun yasaların sürekli değiştirilip daha iyisinin yapılmaya çalışılmasıyla çözülecek bir problem değildir. Sorun yapısaldır ve yapının değişmesi gerekmektedir. Adalet, mahkemelerin sürekli toplumu tatmin eden tarzda karalar vermesiyle, toplumun talep ettiği konularda, talebe göre yeni yasalar yapmakla gerçekleşecek bir şey değildir. “Balık baştan kokar” diye bir deyim vardır, adaletsizliğin temel kaynağı devlet, iktidar bloklarıdır. Gerçek adaleti temsil eden ve onun için mücadele eden toplumsal dinamikler tarih boyunca iktidar, devlet blokları tarafından manipüle edilmiş, terörize edilip düşmanlaştırılmışlardır. İktidar, sermaye unsurlarının egemen olduğu sistemlerden adalet beklemek, büyük bir gaflet ve çelişki olacaktır. Bütün liberal ve reel sosyalist kuramların pratikleştirdiği çelişki ve amaç budur.

Thomas More; “ Ütopya” adlı kitabında “Özel Mülkiyet var olduğu sürece ve de her yaşamın bütün nimetlerinin en kötü yurttaşların elinde olduğu bir toplumda adalet yoktur.”[4] demektir. Adalet mevcut kurulu devlet sistemlerinin sunabileceği bir şey değildir. Adalet toplumların onu isteyip ve inşa edebileceği bir şeydir. Sadece yasalarla gerçekleşecek bir şey olmayıp yaşamın bütününde bireye, topluma, doğaya, kadınlara, yaşlılara, çocuklara, inançlara, kültürlere, dillere, etnisitelere demokratik yaklaşmakla ve onlarla demokratik bir yaşamı örgütlemek ile gerçekleşecek bir şeydir. Bir böceğin yaşama hakkını tanımaktan, bir ekmeğin bölüşümesine, hatta havanın teneffüs edilmesi hakkına kadar etkili olabilecek ahlaki, ilkesel tutum ortaklığı gereklidir. Bu tutum yaşamın her alanında belirleyici olmaya başladıkça adalet de somut yaşanılır bir gerçek haline gelir.

Toplumlar adalete ulaşmak için tarihsel ahlaki ve politik toplum geleneklerine sahip çıkarak ve onu güncelleyip ortak yaşam biçimi haline getirdikçe demokrasi de adalet de kurulur. “Demokrasinin olmadığı toplum ahlaki olmaz.(…) Bu çerçevede direnen, dağlara ve çöllere çekilen tüm kabile, aşiret, mezhep tipi yarı göçebe ve işsiz topluluklarla kırsal alandaki çiftçi ve çoban topluluklarını direnişçi, özgürlük ve eşitliğe daha yakın güçler olarak değerlendirmek gerçekçidir.” (Öcalan,Demokratik Uygarlık Çözümü-4) Ana Tanrıça komünal düzeni, Demirci Kawa, Mazdeki Hürrem, Babek, Şeyh Bedrettin, Avrupa’da 13, 14, 16. yüzyıllarda yaşanan köylü isyanları, Çin’de 9. Yüzyılda köylü isyanları ve insanlığın diğer komünal eşitlikçi hareketleri ve önderleri halkların ahlaki ve politik geleneğini oluşturuyorlar. Bu geleneği radikal demokrasiyle buluşturup, toplumların kendi kendini yönettiği örgütlenmeler ile komünal sistemi oluşturup adaleti yaşanır kılarlar.

 

[1] Sonsuzluğun Mesajı, Marlo Morgan, Dharma Yay. 28. Ağustos 2001
[2] İnsan Doğası: İktidara Karşı Adalet” Noam Chomsky ile Micheak Foucault Tartışıyor. 1971, BGST YA
[3] Devlet, Platon, Alter Yay. 2. B. Ankara 2010 s.27
[4] Ütopya, Thomas More, Alter Yay. 2.B Ankara, Mayıs 2010, s.50

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.