Düşünce ve Kuram Dergisi

Ütopyaya Ulaşmada En Büyük Silah: Adem-i Merkeziyetçilik

Veysi Sarısözen

Düşünen insanlığın tarihi “kurtuluş” tarihidir.

Bütün dinler “kurtuluş” gününü müjdeler. Bütün politik doktrinlerin de yaptığı öyledir.

Neden?

Çünkü insanın içine doğduğu maddi dünya çetin bir dünyadır. Kuvvetli olanın ayakta kaldığı, kuvvetsiz olanın elendiği bir vahşet süreci düşünen insanın ruhunda “kurtuluş ütopyasını” yaratmıştır. İnsan zorluklardan, eşitsizliklerden, yoksulluktan, zorbalıktan “kurtulacağı” bir “cennet” aramıştır.

Arayış insanlığın bilince ulaştığı tarih kadar eskidir. Kurtuluş ütopyası tarihini inceleyenler, bunun önce “dinler tarihi” olduğunu, sonra “devrimler tarihi” olduğunu kolayca görürler. Dinler “cenneti”, devrimler “komünizmi” yaratmıştır. Biri ölüm sonrası kurtuluşu, diğeri yaşarken kurtuluşu va’z etmiştir.

“Ütopya” adı üstünde, ona yaklaşıldıkça ondan uzaklaşılan bir serap gibidir. Ama ona ulaşmak için attığımız her adım, bir yandan insanlığa ağır bedellere mal olmuştur, diğer yandan o hayal peşindeki yürüyüşümüz toplumsal ahlak kurallarını, daha sonra anayasaları, yasaları yaratmıştır. Fransız devrimi “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” sloganıyla ütopyaya doğru yürümüş, elbette ona ulaşamamış, ama o ütopyaya ulaşma yolundaki en temel engellerin önemli bir bölümünü ortadan kaldırmıştır. Bugüne kadar yaratılan bütün ütopyalar, gerçekte “devlet” denilen “ejderhadan” kurtulma hedefini bilerek ya da bilmeyerek hedeflemiştir. Devletsiz “cennet” yaratılamasa da, bütün sınıf mücadeleleri, demokrasi ayaklanmaları var olan devletin üzerinde yurttaş denetimini, her defasında yenik düşse de, genişletmiştir.

Fransız devriminden sonra insanlığın en “gerçekçi ütopyasına” doğru ilk gökyüzünü fethetme savaşı 1871 Paris Komünü oldu. Ama “ütopyaya” doğru en büyük atılım Büyük Oktobr Proletarya Devrimiyle gerçekleşti. Bu öyle bir devrimdi ki, parmaklarımız neredeyse “kurtuluş ütopyasına” ha dokundu ha dokunacaktı.

Ve aradan geçen yetmiş yılın sonunda kendimizi “komünizm” ütopyasından fersah fersah uzaklarda bulduk. Sovyet, Çin, Vietnam, Küba, Arnavutluk, Yugoslavya sosyalizmleri çöktü.

Neden?

Biz eski kuşak komünistler bu soruyu reel sosyalizmin çözülüşünden beri sorup duruyoruz. Soruya yanıt vermek o sosyalizmin içinden gelen kişiler için sanılandan çok zordur. Türkiye için konuşursak, Türkiye sosyalist hareketi kendi toplumunun, kendi emekçilerinin, kendi proletaryasının içinden doğmadı. TKP, büyük devrimci Mustafa Suphi tarafından Sovyet devriminin bağrında kuruldu. Anadolu gerçekliğiyle buluşmak için attığı ilk adım, kanlı bir katliamla başarısızlığa uğradı, TKP kurucularının tümü Karadeniz’de Kemalist rejim tarafından boğuldu.

Trajik tarihi sanırım herkes biliyor.

Bu tarih içinde bizler kendi toplumlarımızın ürünü olmadığımız için sosyalizmin “ölümüyle” birlikte “öldük”. Ölüler neden öldüklerini bilemezler. Bilemedik.

Bizim kuşağın içinde bir tek Öcalan “reel sosyalizmin” ölümünden sonra, o sosyalizmin gerçek varisi oldu. Varisi olduğu sosyalizmin neden öldüğünü içinden çıktığı “aşiret” ya da “klan” toplumunun gerçekliğine bakarak anladı. İslamiyet nasıl Emevilerin elinde devlet dini haline geldiği için “din olmaktan” çıktıysa, “komünizm ideali” de “devlet komünizmi” haline geldiği gün aslında ölüme mahkum oldu.

 

İzninizle Bu Girişten Ayrılacağım

Marks da, Lenin de kendi çağlarındaki anarşistleri, eleştirseler de her zaman ciddiye aldılar. Marks ve Engels Birinci Enternasyonali anarşistlerle eylem birliği içinde kurdu. Lenin daha ileri gitti. Onun “Devlet ve İhtilal” adlı eserindeki “devlet” anlayışının yüzde ellisi anarşist teorisyenlerden alınmıştı. Ekim devriminin eşiğinde yazılan bu eserde Lenin “proletarya diktatörlüğünün” aslında “devlet olmayan devlet” olduğunu yazdı. Buna göre devrim varolan Çarlık Devlet aygıtını “parçalayacak” onun yerine, “bürokratik” olmayan yepyeni bir “geçici” devlet kuracak, komünizme giden yolda da bu devlet tümüyle ortadan kalkacaktı. “Komünizmin” olduğu yerde devlet olamazdı.

Pratik olarak Lenin bu devlet teorisinin gereği olarak “düzenli orduyu”, “devamlı bürokrasiyi” reddetti. Tüm halkın “silahlı milis” olarak örgütlendiği ve bizim bugün “öz savunma” dediğimiz bir savunma doktrinini benimsedi. Sivil bürokrasinin işlerini ise, işçiler nöbetleşe yapacaklardı.

Bilindiği gibi bu devlet teorisi, proletarya devriminin dünya çapında gerçekleşeceği analizine dayanıyordu. Hiç değilse tüm Avrupa kıtasında gerçekleşecek bir devrimden söz ediliyordu. Lenin de, Troçki de, belki aşırı gerçekçi Stalin hariç tüm devrimcilerin de çizgisi böyleydi. Petrograd’da herkes Alman devrimini bekliyordu. Devrim kıtasal çapta zafere ulaştığı zaman “devletlerin birbirlerine karşı” düşmanlığı da ortadan kalkacak ve “devlet” denilen bu parazit bürokratik aygıta, örneğin “devletler arası savaş” bakımından ihtiyaç kalmayacaktı. Ülke içinde sömürücü sınıflar tamamen ortadan kalkınca da bunların üzerinde “diktatörlük aracı” olarak böyle bir aygıt gereksiz olacaktı.

Olmadı.

Ne dünya devrimi oldu, ne de Avrupa devrimi.

Uzun bir öyküdür. Kestirmeden gidelim. Dünya devrimi olmadı ve Sovyetler Birliği kapitalist devletlerin kuşatması altına girdi. İç savaş sırasında İngiltere desteğindeki Beyaz Ordu neredeyse devrimi boğacaktı. Lenin’e suikast yapıldı. İktidarı alan Bolşevikler “öz savunmaya” mecbur kaldı. Ama bu “öz savunma” adım adım halkın “öz savunması” olmaktan çıktı, “devletin öz savunması” haline geldi. Üzüm üzüme baka baka kararır derler ya, Sovyetik devlet emperyalist devletlere baka baka onların “simetriği” bir devlet olma sürecine girdi. Onlarla aynı mekanizmaya sahip Ordu, onların konspirasyonunu uygulayan polis ve istihbarat, başlangıçta içeriği “komünist” biçimi kapitalist bir siyasi yapı ortaya çıktı. Bu bir savaştır ve savaşta düşmanın tankıyla eşit bir tankın yoksa yenilirsin, Avrupa devrimi olmadığı için Avrupalı devletle girdiğin savaşta da senin devletin onlarınki ile aynı güçte değilse yenilirsin.

Yenilmemek için Sovyet devrimi önce savunma alanında, sonra onlarla giriştiği ekonomik yarışta, ekonomi alanında, o ekonominin kaçınılmaz sonucu olarak da, uluslar arası hegemonya yarışında düşmanına benzemeye başladı.

 

Neden Benzedi?

“Merkeziyetçilikten” dolayı benzedi. Merkezi, baskıcı emperyalist devletlerin karşısında, ilk önce yerel Sovyetlere dayalı kurulmak istenen toplumsal örgütlülüğün yerine “merkezi sosyalist devlet” inşa edildi. Silah silaha, tank tanka, devlet de devlete benzedi.

Aslında daha Lenin döneminde, “proletarya diktatörlüğü” kapitalizmden sosyalizme ve komünizme geçiş sürecine özgü geçici bir aygıt olarak düşünülse de, Bolşevikler gerek devlet güvenliği, gerekse ekonomik planlama açısından büyük bir hataya mecbur oldular. Kuşatma altında, “yerelin” etkinliğinden, yani Sovyetlerden vaz geçtiler, “Demokratik Merkeziyetçilik” adı altında, adım adım “bürokratik merkeziyetçiliğe” sürüklendiler. Devlet giderek her yurttaşı “gözetlemeye” ve en basit “metanın” üretimini bile merkezi planlama ile örgütlemeye başladı.

 

Merkeziyetçilik Nedir?

Merkeziyetçilik önce yerelin, sonra bireyin merkezdeki gücün emri altına alınması ve kişiliğini kaybetmesidir. Giderek “merkezdeki” bir avuç bürokratın oligarşik bir diktatörlüğe dönüşmesidir.

Sonuç böyle oldu. Halk politik hayattan çekildi.

Sovyetlerin yıkılmasından az önce, aralarında Kurtuluşçu yöneticilerin, TSİP’li arkadaşların, PKK dışındaki kimi Kürt örgütlerinden temsilcilerin v.s. olduğu bir grubu Moskova’ya, son gelişmeleri tartışmak üzere götürmüştüm. Az sonra SBKP’nin “son” kongresi toplanacak ve birkaç ay sonra da reel sosyalizm çökecekti. Sokaklarda dolaştık. Bir iki grev haberi duyulsa bile Moskova’da ne kalkışma vardı, ne barikatlar kurulmuştu. “Ne oluyor” diye sorduk. Sovyet vatandaşları suratımıza tuhaf bir şekilde bakarak şöyle dediler: “Parti içinde iktidar kavgası var, bizi ilgilendirmiyor.”

Halk Sovyetlerin kaderiyle ilgilenmemişti.

Evet. Bütün bu öykü, sosyalizmin “tek ülkede” ve “kuşatma” altına alınması şartlarında yaşandı. Sovyet devrimi kendini savunmak için adım adım düşmanına benzedi.

Fakat düşmanı kadar “kuvvetli” olamadı.

 

Neden Acaba?

Aslında Sovyetler Birliği bilimsel-teknik devrimde ABD’yi geçmişti. Uzay teknolojisi açısından da, nükleer silahlar bakımından da, tanklarıyla, toplarıyla çok güçlüydü.

Güçlü olduğu alanda ise en büyük zayıflığı yaşıyordu. Şöyle oldu.

ABD Sovyetleri silah yarışına mecbur etti. Yıkılmadan az önce Reagan “yıldızlar savaşı” adıyla anılan bir kampanya başlattı. Silahlanma yarışı zirve yaptı..

Şimdi iki ülkenin ekonomik yapısına bakalım. Sovyet ekonomisi planlı bir ekonomiydi. Bütün işletmeler kendi alanlarında “monopoldü”. Her fabrika planlanlamanın normları temelinde, yüzde yüz kapasiteyle çalışıyordu.

ABD ve diğer kapitalist ülkelerde ise fabrikalar “atıl kapasiteyle” çalışmaktaydı. Onlar da tekelci kapitalist ülkelerdi ama, oralarda bir tek tekel yoktu, birden fazla tekel vardı. Piyasa diyelim ki yüz kilo çelik talep ediyorsa bu fabrikaların kapasitesi ikiyüz kiloydu. Dolayısı ile her fabrika üreteceğinden daha az üretiyordu.

Bu durumda diyelim ki “tank üretiminde” Sovyetlerle ABD yarışmaya başladığında, çelik üretimiyle ilgili şöyle bir şey oluyordu:

Sovyetler çelik üreten fabrikalarındaki üretimi barışçı alandan savaşçı alana yönlendirmek zorunda kalıyordu. Bir fabrika bin adet çelik tencere üretirken, bunun yarısını devlet tank üretmek için alıyordu. Barışçı üretim azalıyor, silah üretimi çoğalıyordu. Piyasada tencere sıkıntısı başlıyordu.

Amerikada ise işler farklı gelişiyordu. Aslında iki bin çelik tencere üretme kapasitesindeki fabrika, diğer rakip fabrika bin adet tencere sattığı için iki binlik kapasitesinin yarısını üretiyordu. Ama silahlanma yarışı başlayınca, devlet iki bin kapasiteli çelik tencere fabrikasından bin tencerelik çelik istediğinde fabrika derhal üretimi, var olan kapasitesine uygun şekilde arttırıyor ve devletin tank fabrikası için istediği bin tencerelik çeliği devlete verebiliyordu. Böylece hem piyasada tencere sıkıntısı olmuyor, hem de çelik fabrikası daha önce satamadığı bin çelik tencere kadar çelik satmış oluyor, karı yüzde yüz artıyordu.

Basit bir hesaptı bu. Silahlanma yarışı Sovyet ekonomisini halkın ihtiyaçlarını karşılama konusunda zorluyor, Amerikan ekonomisini ise teşvik ediyordu.

Bir örnek daha vereyim:

Kapitalizmde rüşvet ekonomik açıdan müşevviktir. Yani teşvik edicidir. Rüşveti veren devletten ihaleyi ele geçirir. Üretir. Muazzam kar eder.

Sovyet sisteminde de rüşvet vardı. Sonucu şöyle oldu. İşletme müdürü beş yıllık planı doldurmanın zor olduğunu anladığı zaman, bakana fabrikanın imkanlarını kullanarak rüşvet verir. Amacı on bin tencere üretme emrini değiştirmek, beş bin tencereye indirmektir. Böylece kısa zamanda beşbin tencere üretecek ve böylece plan hedeflerine ulaşacak, sonuçta “Emek Kahramanı” madalyasını alacaktır.

Rüşvet, kapitalizmde üretimin artmasına, sosyalizmde ise daha az üretim yapılmasına yol açmıştır.

Bu çarpıklıklara komünist olmadığı halde kariyer için komünist gibi görünmeyi, böylece ekonomide, sosyal hayatta, akademide kadro yozlaşmasını da ekleyebilirsiniz.

Özetle merkeziyetçilik, merkezi bile baştan çıkaran, şaşırtan sonuçlar doğurur. Merkez, on milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede “bireyi” değil, “sayıyı” görür. İnsanı tanımaz. Roparları tanır. Bu nedenle zamanla merkez ile yerel ve siyasal iktidar ile birey birbirine yabancılaşır. Sovyetler sanırım böyle çökmüştür.

 

Sonuç Nedir?

Abdullah Öcalan bunları ve belli ki daha fazlasını kavramıştır. Ve o gözünü “merkezden” uzaklaştırmış, “yerele” çevirmiştir. Beş bin yıl öncesi yerele. Klana.

Klan az nüfusludur. Herkes birbirini tanır. Klandan bir kişi “ben şu işi yaparım” dese klan üyeleri onun o işi yapıp yapamayacağını çok iyi bilir. Oyunu ona göre kullanır. Kullandığı oy büyük olasılıkla isabetlidir.

Ekonomiye gelelim. Klan kendi ihtiyaçlarını bilir. Komşu klanın ihtiyaçlarını da. O komşu klan da diğer klanın durumunu bilir.

Bencillik nasıl önlenir?

“Politik ahlakla” önlenir.
Şimdi soralım: Seksen milyonluk bir toplumu merkezden politik ahlak temelinde eğitmek mi mümkündür, yoksa adem-i merkeziyetçi bir yapılanmada, örneğin klanda yüz kişiyi mi “hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” ahlakıyla eğitmek mi?

Yanıt açıktır. Klan öyle bir politik ahlak bilinciyle donanmıştır ki, komşu klanın ekonomik ihtiyaçlarının da bilincindedir. O nedenle egoist çıkarlar peşinde koşmaz. Yardımlaşma , dayanışma bilinci vardır.

Merkezi bir rejimde Bir lider seksen milyonu bir mitingte heyecanlandırabilir. Ona bazı manevi ilkeleri de benimsetebilir. Ama miting bitip de insanlar evlerine döndüklerinde, o yerelde manevi değerlerin anlamı yoksa, liderin ajitasyonu o anda anlamını yitirir. İnsanlar kendi gerçekliklerine dönerler.

Merkezde bürokratik, yani sahte ahlak vardır. Gerçek ahlak yerelde yeşerir. Yerelde yeşeren ahlak herkes tarafından kabul gören bir ahlaktır. Ahlaki toplum ancak ve ancak yerelde ortaya çıkar.

Seksen milyonu yöneten bir kişi az sonra ahlakını kaybeder. O ahlakını kaybettiği halde seksen milyon onun ahlakını kaybettiğini asla anlayamaz. O konuşur. Ahlaklı olduğu dönemde ne dediyse, ahlaksız olduğu zaman da aynısını telaffuz eder. Klanda hiç kimse böyle bir ikiyüzlülük yapamaz.

 

Sonuç Şudur:

Ahlaki toplum yerelde kurulur. Yerelde kurulan ahlaki toplum temizdir ve o “kurtuluş ütopyasına” samimi duygularla yönelir.

İşte reel sosyalizmin yıkılmasından sonra, Öcalan’ın bizlerin önüne getirdiği paradigmayla ilgili benim düşüncelerim böyledir.

Geriye kalan soru şudur:

Böyle adem-i merkeziyetçi bir toplum, onu reddeden merkeziyetçi kapitalist modernite tarafından yutulmaz mı?

Yutulur.

Yok edilir.

Şimdi soralım: Aşırı merkeziyetçi, bürokratik sosyalizmi de bu kapitalist modernite yutmadı mı?

Yuttu.

Yuttu, ama onun arkasından ağlayan bir insanlık olmadı.

Apocu ideal toplumu yutanlar, yok edenler ne olur?

Lanetlenir.

Böylece efsaneye dönüşen “kadın özgürlükçü, ekolojik, komünal sosyalist toplum” bir süre yaşar, sonra yok edilir, derken yeniden yeşerir, ve çok uzun yıllar sonra tüm insanlığa mal olur.

Hemen itiraz edilecek… Biz neden sonuna kadar savunacağımız ve yaşatacağımız bir toplum kurmak yerine, sürekli yıkılan, yok edilen, sonra yeniden kurulan bir işkence sürecine mahkum olalım?

İtiraz makul gibi görünse de, insanlık tarihine aykırıdır. İnsanlık tarihi kölelerin isyanından, ilk Hıristiyanların komünist toplum kurma deneylerinden beri sayısız kere “kurtuluş” için ayağa kalkmış, sayısız zafer kazanmış ve sayısız yenilgilere uğramıştır.

Sorulacak soru şudur: Biz insanlar, mutlak kurtuluş ütopyamıza ulaşmak için, nice bedel pahasına elde ettiğimiz kazanımlarımızı tepeden tırnağa silahlı “kurtuluş düşmanlarına” karşı nasıl koruyacağız? Onlar gibi silahlanarak mı? Sonra? Bu silahlanmanın sonu neye varacak? Biz de onlar gibi nükleer silahlara sahip olacak mıyız? Olursak, onları kazanımlarımızı korumak için kullanacak mıyız?

Kullandığımız anda bütün hayallerimizle birlikte insanlığın yok olacağı açık olduğuna göre şunu kabul edeceğiz: Bize bambaşka bir genel “öz savunma” paradigması gereklidir. Düşmana benzemeden kendini savunmanın bir yolu olmalıdır. Bu yol nedir? “Kobane” yoludur. Öyle bir toplum yaratacaksın, öyle cezp edici örnekler vereceksin ki, dünya bu örneği sevecek. Tıpkı Kobane’de vahşi DAİŞ’e karşı elde silah savaşan kadın savaşçılarının yüzündeki gülen cesaret nasıl insanlığın yarısı olan kadın dünyasını Kobane’yle dayanışmaya sevkettiyse, işte öyle kazanımlarını “silahtan” çok insanlığın vicdanında elde ettiğin yer sayesinde koruyacaksın. Aponun eserleri olmasaydı, gerillanın elindeki kaleşnikof acaba hedefi vurabilir miydi?

Düşmanın gözünü ondan kopyaladığın silahtan çok, manevi ışığınla kör edeceksin.

Çağdaş Stalin yoldaş başlıyor gülmeye… Ve bu lafları edeni kaldırdığı gibi Sibirya’ya sürüyor. Sonra? Bu yazı “sonra” sorusunu yanıtlamak için yazıldı.

Evet, insanlık vicdanı bazen körleşebilir. Körleşse bile sen vicdanını “düşmanımı nükleer kaosla yok ederim” diyerek köreltmeyeceksin.

Ne demiştik?

Ütopya…

Cennete yürüyen karınca misali…Ulaşması zordur. Ama bu yolu yürürken uğrunda ölmeye değer mi, değmez mi?

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.