Düşünce ve Kuram Dergisi

“Birlik” ve “Dayanışma” Üzerine Düşünceler

Recep Maraşlı

Birlik ve dayanışmanın ülkemizde daha çok “ulusal” ölçekte veya ulus-devletin sınırları içinde tartışılmasını yadırgatıcı bulurum; liberal küreselciliğin yükseldiği bir evrede sosyalistlerin enternasyonalizmi bu daha az hatırlayışları oldukça dramatiktir.Artık “ulusal sınırların aşıldığı, ulus-devletler çağının kapandığı, çok kutuplu dünyanın sona erdiği”nin ve küreselleşmenin koşulsuz galibiyetinin ilan edildiği 1990’lı yıllardan bu yana, bu abartılı iddiaları yadsıyan sayısız olguya tanık olduk. Avrupa’da bile bir düzine yeni ve küçük ulus-devlet ortaya çıktı. Bask, Katalonya, İskoçya, İrlanda gibi eski ulusal sorunların tüm canlılığını ve güncelliğini koruduğu görüldü. Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Asya’ya dünyanın çeşitli bölgelerinde, küresel güçlerin de aktör olarak yer aldığı kanlı ulusal çatışmalar, kitlesel kıyımlar, göçler hiç eksik olmadı. 

Küreselcilerin vaat ettiği liberal demokrasi konseptinin tersine halen dünyanın çok büyük bölümü anti-demokratik, otoriter, faşizan (yeni tanımlamayla “popülist”) yönetimlerin elinde. Bunun gösterdiği şey, küresel kapitalizmin tüm dünyayı üretim ve tüketimde daha çok tek-tipleştirdiği, her şeyin birbirine daha güçlü bağlandığı bir küreselleşme olanca hızıyla sürerken; bir yandan da “ulusal sınır” ve biçimlerin küresel sömürünün sürdürülebilmesi için halen önemini koruduğu veya verili koşullara bağlı olarak- artırdığıdır. Günümüzde ABD ve AB gibi küresel hegemonik güçlerin,  Rusya ve Çin gibi ülkeleri küresel sisteme entegre etmenin değil de kendi içine kapatmanın, izole etmenin savaşına girişmesi bunun bir örneğidir.Ülkemizdeki “birlik” ve “dayanışma” konseptlerinin ağırlıklı olarak ulusal mecralarda oluşması bu panoramaya uygunluk gösterse de; özgürlük ve demokrasi talepleri olan tüm toplumsal sınıfların, grupların; bunları gerçekleştirebilecekleri düzlem stratejik olarak küreseldir. Ulusal sınır ve bölgesel zorunluluklarla sınırlandırılmış “birlik ve dayanışma” konseptleri özgürlükçü, sosyalist ve demokratik bir küresel aksiyon oluşturmaya manivela olabilir. Küresel kapitalizmin kriziyle yüzleşebilmek yeni bir dayanışma ve eylem politikasını gerektirir.

 

Siyasal ve Coğrafi “Sınır”lar…

Geleceğimiz özgürlükçü, toplumcu, demokratik bir enternasyonalizm içinde ise bugün bizi ilk elde “sınır”layan şeyler nedir? Bir “vatandaşlık” tanımı mı, bir devletin (örnekse TC’nin) ulusal sınırları mı; Anadolu, Kürdistan, Pontus, Lazistan, Ermenistan, Mezopotamya veya Ege gibi tarihsel ülke coğrafyaları mı; Ortadoğu, Önasya, Akdeniz, Balkanlar veya Kafkasya gibi bölgesel alanlar mı? Birlik ve dayanışmayı içinde tarif edeceğimiz düzlem hangisidir?

Hakkında konuştuğumuz coğrafya, şu anda üzerinde hangi devletlerin sınırları olursa olsun, tarihsel kökleri bulunan toplumsal, siyasal gerçeklikleri, çatışmaları, sorunları da barındırır. Bu toplumsal zemin Mezopotamya’nın ve Önasya’nın en eski medeniyetlerinin mirasını taşıdığı gibi; büyük göçler, işgaller, savaşlar ile demografisi durmadan değişmiş; Bizans, Arap, Osmanlı ve İran gibi imparatorluk siyasetlerini yaşamış, iç dinamikleri parçalanmış,  büyük sınıfsal-etnik-inanç gerilimleri, kırılganlıklar taşıyan bir toplumsal zemindir.   Sadece ulusal-devlet sınırlarını temel almak, büyük ulusal-toplumsal dinamizmleri ve dolayısıyla kendi yaşam kaynaklarına da sınır çizmek olur. Sadece tarihsel-toplumsal dinamikleri dikkate alıp devlet sınırları görmezlikten gelindiğinde ise sık sık bu ağa takılacaklardır… Birlik ve dayanışma politikaları bu siyasi-fiziki sınırlar ile toplumsal gerçekliklerin yüklediği görevleri doğru tanımlayıp; uluslararası toplumla, küresel gerçekliklerle bağlarını doğru çözümleyebildiği ölçüde başarılı olabilir.

 

TİP’ten HDP’ye Birlik ve İttifak Pratikleri

TC sınırları içinde ve yasalarla sınırlanmış ilk sosyalist, özgürlükçü birlik pratiği 1965 yılında kurulmuş olan TİP (Türkiye İşçi Partisi)’dir.  TİP’i salt bir işçi sınıfı partisi değil, aydınları, yoksul köylülüğü, gençliği, Kürt ve Alevi toplumlarını cezbeden bir sosyalist-ittifak partisi olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.  Böylece Kürt ve Alevi toplumlarının sosyalist eğilimli aydınları da bu mecrada kendi toplumlarının özgün demokrasi ve özgürlük taleplerini de TİP gibi yasal bir partiye yansıtma şansı buldular. TİP, bu taleplere karşılık verdiği ölçüde yalnız sendikalarda, işçi sınıfı içinde değil, kırsal alanda, yoksul köylülük içinde, Kürdistan’da geniş toplumsal taban buldu. Yeni kurulmasına karşılık TBMM’de güçlü bir temsil sağlayabildi.

Öyle ki birinci TİP’in 12 Mart 1971 Muhtırasının ardından Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma gerekçesi “sınıf iktidarı kurmak” değil, Kürt ulusal sorununun tanımlanmaya çalışıldığı 4. Kongre kararları nedeniyle “bölücülük” üzerinden olmuştu.TİP’in kurucu ve yönetici kadroları da, Türkiye’de tarihsel geçmişi bulunan çeşitli sosyalist siyasal akımların temsilcilerinden oluşuyordu. Bu haliyle de parti sonradan keskin çatışmalarla ayrışacak olan grup ve şahsiyetlerin bir tür sosyalist ve devrimci ittifakı veya koalisyonuydu diyebiliriz.1970’li yıllar sosyalist hareketlerdeki bölünmelerin, hatta keskin çatışmaların yaşandığı bir süreçti. TİP ise bir bu ayrışmalar içinde bir ittifak partisi olma niteliğinden, sadece belli bir çizginin yasal örgütlenmesi konumuna geldi. TİP pratiği, yasal bir kitle partisinin bileşenleri arasındaki hegemonya mücadelesinin yıkıcı etkilerini göstermesi açısından incelenmeye değer. Tabii ki, 1970’li yılların tüm dünyadaki son derece fırtınalı ideolojik çatışmalarıyla belirlenen konjonktüründe, TİP gemisinin etkilenmemesi mucize olurdu.12 Eylül 1980 darbesinin ardından yeniden canlanan sosyalist ve demokratik muhalefetin yeni ve umut verici bir ittifak pratiği de ÖDP (Özgürlük ve Demokrasi Partisi)’dir. ’80 öncesinin hatırı sayılır derecede güçlü tabanları, militan kadroları olan ve birçoğu illegal olarak örgütlenmiş radikal sosyalist örgütlenmelerin kadroları arasındaki yenilenme tartışmalarının ardından örgütlenmişti. ÖDP pratiği, 90’lı yılların bir kısım elverişsiz ama içinde eskinin ideolojik yüklerinden kurtulma ve yenilenme gibi  yeni fırsatlar da barındıran bir konjonktürde yaşandı.  Cezaevlerinde, siyasi mültecilik koşullarında mücadele etmek zorunda kalan, kadro ve taban kaybına uğrayan bu siyasi hareketler; sosyalist siyasal hareketin uluslararası çapta kriz yaşadığı, Doğu Bloku’nun çökmesiyle de önemli bir prestij ve taban kaybına uğradığı ‘90’lı yıllarda, geçmişe ilişkin eleştirel bakış ve yenilenme arayışları içindeydiler… Kürt ulusal hareketi hayatın hemen her alanda kendi siyasi kurum ve örgütlenmelerini yaratarak ayrışmış: PKK’nin başlattığı gerilla mücadelesi Kürdistan’ın kır ve kent yoksullarında büyük bir destek bulmaktaydı. Uluslararası alanda olduğu gibi Türkiye’de de özellikle kadın hareketi, çevre hareketi, insan hakları aktivistleri kendilerine bağımsız alanlar oluşturmuşlardı.

Belki de sol eğilimli kitleyi, toplumsal muhalefeti barajlamasıyla ünlü CHP’nin yıllardaki (SHP, DSP, CHP..) çok bölünmüş hali, ÖDP’ ye Marksist kökenden gelen, işçi hareketleriyle organik bağları kurmuş, Kürt ulusal muhalefetiyle barışık,  özgürlükçü, sosyalist demokrat alternatif  bir kitle partisi olabilme şansı yaratıyordu. ÖDP kurulduğu ilk yıllarda, bir iyimserlik yaratmasına ve önemli bir destek sağlanmasına karşılık Kürt ulusal hareketiyle doğru ve verimli bir ilişkilenme kurulamadı ve Kürdistan’daki toplumsal dinamizmin desteğinden yoksun kaldı. Diğer taraftan ittifak-ya da koalisyon-içindeki grupların hegemonya kurma çabaları krizlere yol açmakta gecikmedi. TİP pratiğinin başına gelen ÖDP’nin de başına geldi; ittifak partisi sadece bileşenlerden birinin yasal temsil organı konumuna geriledi.HDP (Halkların Demokratik Partisi) ise 2010’lu yıllarda “barış ve çözüm süreci”nin ortaya çıkardığı, şimdiye kadar ki en uzun ömürlü bir ittifak partisi durumunda. Bir tür çatı partisi de denebilir. İlk ikisinden farklı olarak kitle tabanını ve omurgasını Kürt Özgürlük Hareketinin oluşturduğu bu bileşen, Türkiye sosyalist hareketinin birçok akım ve yapılanmasını; ismine uygun olarak Alevi, Ezidi, Ermeni, Süryani, Pontus, Laz, Gürcü gibi toplumların temsilcilerini kapsıyor.  Bütün diğer siyasi partilerden önemli bir ayrım olarak kadınların karar alma, yürütme ve temsil organlarında eşit biçimde yer alması; LGBTİ oluşumlarına açık olması gibi modern ve özgürlükçü nitelikler taşımakta.TİP pratiğinde sosyalist Kürt aydınları, kendi toplumlarının özgürlük ve demokrasi taleplerini parti içinde programlaştırma çabası verirken; günümüzde ise Türk sosyalist grupları HDP içinde kendi demokrasi ve özgürlük programlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Arada geçen bu değişim, birlik ve ittifak ihtiyacının değişmediğini;  toplumsal taban, siyasi dinamikler ve kadro bileşenlerinin bir hayli değiştiğine tanıklık eder.

Türkçü-İslamcı AKP-MHP iktidarı HDP üzerinde çok büyük baskılar uyguluyor ve elindeki tüm yasal ve yasadışı güçle bu oluşumu bastırmaya çalışıyor. Binlerce kadro ve taraftarının, milletvekillerinin, belediye başkanlarının tutuklu bulunmasına; kitlesel yargılamalara;  kazandığı belediyelerin hemen tümüne kayyımlar atanmasına; silahlı saldırı, suikast ve linç girişimlerine maruz kalmasına rağmen, partinin toplumsal desteğinin kırılmaması; kararlı bir toplumsal desteğe tanıklık ediyor.Bu tür darbelerin binde biriyle bile karşılaşınca tabelalarını sökmek zorunda kalan “parti”lerin aksine HDP, Türkiye’nin siyasi yaşamında hem kilit hem anahtar bir parti olma konumuna geldi. Hiçbir alternatif siyasi denklem HDP olmaksızın kurgulanamıyor.  Tüm bunlar HDP’de ifadesini bulan ittifak-bileşen politikasının maya tuttuğunu gösterir. 

 

Eleştiriler…

HDP sık sık “Türkiye Partisi” olduğunu vurguluyor; “Türkiye Partisi” olma ve “Türkiyelileşme” gibi söylemler Kürt ulusal hareketinin değişik kanatlarından sert eleştiriler alıyor;  partiyi Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin stratejik hedeflerini karartmakla,  “Türk solu”nun marjinal programlarının yedeği olmakla suçluyorlar.HDP’nin bir Türkiye Partisi olması, içinde ve liderliğinde Kürt toplumunun özgün örgütlenmelerinin bulunması bir zaaf  değil. Kürdistan özgülünde özerklikten bağımsızlığa değişik örgütlenmeleri bulunmasına bir alternatif de değildir. Nitekim böyle pek çok örgütlenme var ve çalışıyorlar. İçinde değişik yapılanmaların yer aldığı bu tür bileşen partileri-ki literatürde buna Cephe Partileri denmekteydi- stratejik bir öneme sahip. Bu her grubunun kendi özgün hedefleri için ayrı örgütlenmesine ve eylem programına engel olmadan; ortak talepler ve demokrasi program için birlikte çalışmayı, güçlerini koordine etmeyi mümkün kılıyor. Yakın veya uzak gelecekte Türkiye ve Kürdistan iki ayrı devlet olarak ayrılsa bile, hem Kürdistan’da hem Türkiye’de Türk ve Kürt toplumları, birçok yerleşik ya da göçmen halklar, inanç grupları yine birlikte yaşayacaklardır;  bu da ortak özgürlük ve demokrasi talepleri için birlikte program ve eylem oluşturmalarını gerekli kılacaktır.

Mücadele içinde, zor koşulları birlikte göğüsleyerek oluşan güven ve dostluk sonraki kurucu ortaklıklar için son derece hayati bir değer taşır. HDP gibi pratikler toplumların mücadele ve ortak çalışma içinde birbirlerini daha iyi tanıma, güven geliştirme ve ortak bir yaşam inşa etmek için paha biçilmez deneyimler birikmesini sağlar. Beri yandan birçok Türkiyeli sosyalist akım ve örgütlenme de HDP içindeki sosyalist grupları, “Kürt ulusal hareketinin kuyruğuna takılmak; kimlik siyasetine hapsolmak, sosyalist hedeflerden vazgeçmekle” eleştirmekteler. HDP içinde olsun, olmasın Türkiye’deki bütün sosyalist nitelikli parti ve akımların programlarına baktığımızda; asgari bir demokratikleşme hedefleri olduğu görülür. Hemen hiç birinin “yarın sosyalist iktidarı kuracağız!” gibi bir iddiası yoktur. 

Sorun HDP içinde olmak veya olmamak değil bu “demokratikleşme ve özgürlük programında” Kürt ulusal sorununun nasıl çözüleceğidir. Zira belli olmuştur ki, bu soruna gerçekçi ve adil bir çözüm bulanmadan herhangi bir demokratikleşme iddiası kandırmacadan ibaret olacaktır.Sorun acil demokrasi hedefleri ise Kürt ulusunun eşit hak ve özgürlük taleplerinin gerektiği kadar önde olması son derece normaldir. 

Halbuki bu yapıların çoğunlukla, özgüvene dayalı bir tevazu gösterme biçiminde de olsa takipçileri rahatsız edecek kadar taleplerini geri çekme, Türkiye’nin diğer sorunlarına odaklanma arzusu gösterdiklerine tanık oluruz.Beri yandan DBP, DTK gibi HDP bileşeni yapıların çoğunlukla “ulusal hareket” olarak tanımlanması da, her ne kadar içinde çoğu zaman abartılı övgüler barındırsa da, nihayetinde bu terminolojiyi yakından bilenler için bu kategorik bir küçümseyici bir ima taşır: sınıfsal değil, ulusal hareket… 

Halbuki bu yapılar da en az kendileri kadar sosyalist olma, özgürlükçü ve demokrasi iddiası taşıyorlar. Kadroları sosyalist kimlikli olduğu gibi tabanları ağırlıklı olarak emekçi sınıflara dayanır ve kadınlar güçlü biçimde temsil edilir.

 

Birlik’ten ve Dayanışma’dan Ne Anlıyoruz?

Bu pratikler bize, üzerinde hareket ettiğimiz coğrafya ve toplumsal zemin üzerinde “birlik ve dayanışma” perspektifinin ne olması ve ne olamayacağı konusunda yeterince veri sunmaktadır. Buna göre “Birlik” fikri ve söyleminin monolitik bir yapı, siyasi bir tekel oluşturma gayreti olamayacağını bunun yıkıcı sonuçları olacağını ön görebiliriz. “Birlik” kavramı hem tüm zamanlarda önemini koruyan bir ezber, hem de “tabu” olmuştur. Birlik söylemine ve fikrine karşı çıkmak zor, birlik’in içine dahil olmak ise daha zordur…Sorunun açıkça ifade edilmekten çekinilen yönü “Birlik” fikri ve pratiğinden ne anlaşıldığı olmalı:  bu da aslında “birlik” taleplerinin son tahlilde siyasetin / iktidarın tek el’de toplanması, tekelleşme isteği oluşudur. Fizik kuralları siyasetin yasaları için de geçerlidir; sonunda çekim gücü fazla olan kütle, diğerlerini kendi bünyesine katana kadar birlik talep eder, onları kendine doğru çekilmeye zorlar. Daha az ağırlığı sahip olan kütle ise merkez-kaç ile çekim etkisini dengelemeye / çekirdeğe dahil olmamaya (bizim örneğimizde özgünlüğünü korumaya) çalışır. Sonunda bir yörünge oluşsa da hareketin yasaları sonunda ya kopmayı ya çekirdeğe dahil olmayı getirir.

Sonuçta büyük kütlelerle küçüklerin birleşmesi bir tür gönüllü/gönülsüz katılma, ilhak edilme anlamına geleceği için “Birlik” tabu olduğu kadar ürkütücü bir çağrıdır. Türkiye’deki sosyalist ya da Kürt ulusal demokratik hareketinde “Birlik” söyleminin içeriği daha çok ve önemli ölçüde totaliteryendir. “Birlik” düşüncesi farklıklardan, çok seslilikten kaygı duyan; çok partililiği, farklı örgütlenmelerin varlığını zaaf olarak gören, zararlı bulan bir anlayışa dayanıyor. Bu anlamda Birlik söylemleri daha çok örtük olarak siyasi çoğulculuğu değil tekelciliği hedefleyen bir zihinsel altyapıya sahip olmuştur. Birlik çağrısı ve söylemlerinin hemen çoğu, bu kadar çok farklı grup ya da örgütlenmenin varlığını, çok farklı sesler bulunmasını bir zaaf ve bir sorun olarak ilan etmekle işe başlarlar. Başarısızlıkların, çözümsüzlüklerin, güçsüzlüklerin nedeni de burada görülmektedir. Farklılıkların örgütlenmesinden kaygı duymakta, Farklı düşünce ve eylem yönelimlerini ayrılıkçılık ve bölücülük olarak mahkum etmektedir. Gerçekten de böyle midir? Başarısızlıkların, güçsüzlüklerin nedeni “çok sayıda!” örgüt, grup, çevre olması mıdır? Farklılıklar zararlı mıdır? Bu çokluklar azaltıldığında, birleştirilip “tek”e indirildiğinde, ortaya güç mü çıkacaktır, başarı mı hasıl olacaktır?

“Bir”lik öne sürenlerin zihinsel dünyasında bunun karşılığı çoğunlukla “evet” tir: Bu nedenle “birlik” söylemi, az olanın çoğa, farklı olanın türdeş olana katılmasını dayatan bir ideolojik hegemonya aracı olarak kullanılmaktadır daha çok. Parti birliği, ulus birliği, ülke birliği, düşünce birliği, din birliği,… hasılı bütün “birlikler” kutsal!… Farklılıklar, aykırılıklar, muhaliflikler ise gayrı meşru!  Bu bakımdan da hegemonyacı bir “birlik” fikriyatını değil, ayrılıklara saygı gösterme, birbirini kabul etme, demokratik hoşgörü ve uzlaşma kültürünü öne çıkarmak daha doğru. Siyasi hareketlerin temeldeki tıkanma nedenleri “birlik” olmayışı veya farklılıkların olması değil; program hedefleri ile örgütlenme biçimlerinin uyuşmaz oluşu; hem düşünce hem yapısal olarak kendilerini yenileme yeteneği gösteremeyişleridir. Birlik fikrinin bu kadar güçlü olduğu bir siyasi atmosferde dayanışma fikrinin bir o kadar zayıf olması ise dikkat çekicidir.  

Oysa birlik inşa etmek ne kadar zor ise dayanışma bir o kadar kolaydır. Birlik için çoklu tarafların ikna olması, birbirine güvenmesi, birlikte çalışmanın pratikte sınanması gibi zorlu dönemeçleri vardır. Dayanışma için ise sadece tek taraflı olarak karar almak irade kullanmak yeterlidir. Gerekli olan ile mümkün olan her zaman-belki de çoğunlukla-örtüşmez. Değiştirebileceklerimizle değiştiremeyeceğimiz şeyler arasında ayrım yapabilmek bilgi gerektirir. Değiştirebileceğimiz şeylere odaklanmak için örgütlendirilmiş iradi bir güce ihtiyaç vardır. Devrimci demokrasi güçleri için somut, uygulanabilir programlara odaklanan; ortaklıklar, ittifaklar, dayanışma ağları oluşturmak zorlama birliklerden daha akılcıdır. Pratik zaten kendi doğası içinde bileşikler, birlikler yaratır ki bu aynı zamanda ayrışma da demektir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.