Düşünce ve Kuram Dergisi

Sivil Topluma Özgürlük Sosyolojisi ile Bakmak

Tuncer Bakırhan

Toplum denilen şeyin ne olduğuna, nasıl tarif edilebileceğine ve anlamlandırılacağına dair sorunsal her daim bir biçimde varlığını sürdürmüştür. Bu sorunsala ilişkin yanıtlar, doğal olarak bir toplumsal gerçeklik kurgusuna dayanmaktadır. Bu kurgu esasen bir sosyolojik inşayı da ifade etmektedir. Modern dönemde toplumun tarif edilmesinde, iki sosyolojik inşa hattından söz etmek mümkündür. Toplumların modern biçimine ilişkin sosyolojik inşa faaliyetlerini “uyum” ve “çatışkı” modeli olmak üzere iki yaklaşım biçimlendirir. Uyumcu sosyoloji toplumsal kurgusunu işlevselci bir doğallaştırma ile oluştururken, çatışkı modeli sosyoloji ise toplumsal kurgusunu farklı kesimlerin uzlaşmaz çıkar çatışmasına dayandırır. Bu sosyolojik tercih önemlidir. Çünkü başta sivil toplum olmak üzere pek çok alana ilişkin bakışı da belirler.

 

Meslek vs. Sınıf Dikotomisi

Modern dönemde uyumcu sosyoloji toplumu kurgularken meslek ve sınıf arasında öngördüğü farklılık ve karşıtlığı baz almıştır. Meslek ile sınıfı karşı karşıya getiren bu yaklaşım bilinçlidir. Sınıf kategorisinin karşıtı olarak mesleğin öne çıkarılması kasıtlı bir anlayıştır. Meslek vs. sınıf dikotomisinin kurulması, sistemin hegemonya söylemlerinden biridir. Tahakkümün, sömürünün ve eşitsizliğin var olduğu bir toplumsal yapıda, bunların gizlenmeye çalışılması taktiğin bir parçasıdır. Bu dikotominin toplumsal gizleme işlevi, aynı zamanda rıza yaratım süreciyle de iç içedir. Çünkü sınıf ile mesleğin karşı karşıya getirilmesi, toplumda çatışkının değil aksine işbölümü temelinde bir uyumun söz konusu olduğu fikrine dayanır. Böylelikle sistem, bir rıza yaratım mekanizması olarak sınıf kategorisinin söylemsel inkarını meslek vurgusuyla inşa eder.Sistemin bu dikotomosi, modern dönemin felsefesini de bir hayli uğraştırmıştı. Modern toplumun neliği üzerine kafa yoran, kalem oynatan pek çok entelektüel, bu karşıtlığın kendisini örtük ya da sarih bir biçimde konu edip tartışmıştı. Örneğin Hegel, Tin’in modern dönemdeki realizasyonu üzerine yoğun mesai harcarken, modern toplumu maddi temelde düşünmüştü. Modern toplumun neden ve nasıl ortaya çıktığı, hangi temellere dayandığı sorusuna yanıt ararken, bu sürecin maddi temelde gerçekleştiğini görmüştü. Kapitalist modernitenin kurumsallaşması sürecinde ortaya çıkan yeni toplum tipini ve bu toplumun ilişki biçiminin temeline ekonomiyi yerleştirmişti. Bu hususta özellikle İskoç Aydınlanması düşünürlerinden etkilenmişti. Modern toplumu maddi-ekonomik temelde ele alırken tıpkı Karl Polanyi gibi ortaya çıkan yeni toplumun, kapitalist ilişkiler temelinde biçim ve içerik kazandığını savunmuştu.

Hegel, modern tinin olgunlaşıp kendini var kıldığı modern toplumu “burjuva toplum” olarak ifade etmişti. Daha yaygın bir biçimde “sivil toplum” olarak adlandırılan bu toplum modeli maddi temellere dayanır. Buna göre Hegel için sivil toplumun temelinde “ihtiyaçlar sistemi” vardır. Hegel’in sivil topluma içkin bir biçimde düşündüğü özellikle “ihtiyaçlar sistemi” kavramsallaştırması, toplumsal uyumu ifade eder. Çünkü Hegel’e göre, ihtiyaçlar sistemi sivil toplumun bir uyum temelinde faaliyet göstermesini sağlar. Yeni dünyanın ekonomi temelindeki karşılıklı ilişkiler ağı özgürlük getirir. Modern toplumun ortaya çıkışı tarihin teleolojisinin olumlu bir sonucudur. Buna karşılık, Hegel’in kavrayışıyla, özgürlüğün kendisini var kıldığı maddi temeldeki modern toplumda, sınıflar iş kollarıyla tasnif edilir. Örneğin tarımsal sınıflarda büyük toprak sahibi ile toprağı olmayan çiftçi aynı sınıfa dahil edilir. Hegel’in bu kavrayışı, aynı zamanda uyumcu bir taksonomiyi içerir. Bu taksonomi, modern ekonominin yani kapitalist piyasa ekonomisinin ne şekilde algılandığını da gösterir. Hegel modern sivil toplumun teorisini yaparken kapitalist üretim, mübadele ve mülkiyet ilişkilerinde özgürlüğün gerçekleştiğini savunur. Dolayısıyla Hegel’in sivil toplum yani burjuva toplum kavrayışında uyum, özgürlük ve işkolları öne çıkar. Tam da bu noktada, modern topluma ilişkin tahayyülün uyum ve çatışkı ile sınıf ve meslek arasındaki dikotomide yer bulması önemli bir tartışma alanını daha çağırır. Bu tartışma hattı da korporatizmdir.

 

Sınıfsız, Kaynaşmış Kitle: Korporatist Toplum Tahayyülü

Klasik korporatizm, en genel düzeyde toplumu meslekler temelinde ele alan bir düşünce sistemidir. Esasen reaksiyoner bir düşünce sistemi olarak tarif edilebilecek korporatizm, orta ölçek bir ideoloji olarak muhafazakarlığın bir varyantıdır. Tarihsel olarak modern dönemde sınıfsal çelişki ve çatışkıların had safhaya çıktığı bir süreçte bu “kargaşa”ya düzen tesis edici bir öneri sunarak ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi’yle birlikte keskinleşen modern sınıf çelişkilerinin getirdiği toplumsal “anomali” halini mesele edinerek meslek ahlakına dayalı orta çağdaki lonca örgütlenmesine atıfla restorasyoncu bir düzen vaadinde bulunmuştur. Toplumu mesleki işbölümü, denge, düzen ve ahenk ile inşa edeceğini ilan etmiştir. Korporasyonlar temelinde bir toplumsal örgütlenme modelini savunmuştur.Sanayi Devrimi’nin yarattığı alt üst oluş koşullarında korporatizm düşüncesi hem taraftar kazanmış, hem de özellikle 1920’li yıllarda pratiğe de dökülmüştür. Bazı Avrupa ülkelerinde korporatizm ideolojisi temelinde uygulamalara gidilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin özellikle erken döneminde de korporatizm önemli bir gündem maddesiydi. Hatta hatırlatmak gerekirse Ziya Gökalp, 1924 Anayasası tartışmalarında mesleki temsile dayalı meclisleşmeyi önermişti. Ancak kabul görmemişti. Buna karşılık, korporatist kurumsallaşma pratik olarak sağlanamamış olsa da, korporatizm özellikle erken cumhuriyet döneminin ruhu olmuştu. Yeni cumhuriyet kurulur ve kurumsallaşırken kendi sosyolojisini de inşa ediyordu. Bu inşada Emile Durkheim’ın muhafazakar-iktidarcı homojenizasyon sosyolojisi önemli bir referans kaynağıydı. Modern cumhuriyetin toplumu, tepeden inme bir biçimde dizayn edilirken Kemalist kadrolar, yeni rejimin ideolojik ayaklarından biri olarak korporatizmi teorize edip savunmuşlardı. Kemalizm bir düşünce olarak formüle edilirken belirlenen altı ilkeden biri, toplumun ne şekilde dizayn edileceğini ilan eden bir ilkeyi ifade ediyordu. Halkçılık olarak adlandırılan bu ilke, esasen korporatist bir anlayıştan ilhamını alır. Kemalizmin altı okundan biri olan halkçılık ilkesi, toplumsal yapıyı imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle olarak tarif eder. Bu ilke, en genel ifadesiyle uyumcu bir sosyolojiye yaslanır. Yeni cumhuriyetin yeni toplumu mutlak uyum ve ahenk temelinde tanımlanır. Tüm bu toplum okumasının temelinde ise sınıfsal sosyoloji yaklaşımlarına bir zıtlık vardır. Dolayısıyla uyum ve ahenk yerine, sınıflar ve onların uzlaşmaz çıkarları temelinde çatışkılı bir toplum okuması yapan Marx’ın sosyolojisiyle karşıtlık kurulur.  Modern cumhuriyetin ülkedeki tüm toplumsal farklılıkları bir zenginlik olarak ele almak yerine tek tip olmaya zorlaması ideolojik besinini tam da buradan alır. Kapitalist modernitenin ulus-devlet mekanizması, kurguladığı toplum modelinde işbölümü, ahenk ve sınıf işbirliği temelinde, Max Weber’in muhteşem ifadesiyle toplumu demir kafese alır. Toplumu demir kafese alan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devlet mekanizması da, dayandığı ulus paradigmasıyla toplumsal çeşitliliğe karşı hem teorik hem de pratik düzeyde muazzam bir saldırı kampanyası başlatmıştır. Bu saldırı kampanyası salt “sınıf vs. meslek” denklemiyle sınırlı değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus projesi, kapitalist modernitenin tanımladığı ulusa dayanır. Hem etnik, hem kültürel, hem sınıfsal olarak bir homojenizasyon projesidir. Bu demir kafesten çıkmanın, o kafesi parçalamanın yolu yeni bir toplum anlayışıyla, yeni bir sosyolojiyle mümkündür. Bu da Özgürlük Sosyolojisi’dir.

 

Özgürlük Sosyolojisinin İmkanları

Abdullah Öcalan’ın yaklaşık beş bin yıllık uygarlık sistemini tarihsel ve teorik temelde eleştirdiği ve Demokratik Uygarlık Manifestosu başlığıyla yayınlanan beş ciltlik savunmaları pek çok boyutu içeriyor. Ancak Öcalan temelde sınıflı, sömürücü, ataerkil, doğa düşmanı uygarlığa karşı yeni bir evrensellik çağrısı yapıyor. Yeni türden bir modernite fikrini geliştiriyor. Demokratik Modernite adını verdiği yeni bir evrenselliği teorize ediyor. Beş bin yıllık uygarlığa karşı yeni bir sistem önerisinde bulunuyor. Meseleye sistemik ve yapısal temelde baktığı için de çözümü de sistemik ve yapısal temelde formülleştiriyor.

Demokratik Modernite’nin inşasındaki en önemli alanlardan birinin yeni bir bilme biçimi olduğunu savunuyor. Demokratik Uygarlık Manifestosu üst başlığıyla yayınlanan beş ciltlik çalışmasının her cildinin yöntem sorunları ile başlaması rastlantı değildir. Diğer kapsamlı çalışmalarında da bilmenin felsefesine ilişkin tartışmayı her daim açık ya da gizli olarak yürütüyor olması oldukça önemlidir. Bu durum, bilginin neliğinin ve sistemle bağının açık edilmesinin, yeni bir bilme biçimi geliştirilmesinin olmazsa olmazı olduğuna yönelik bir ısrarın ifadesidir. Kuşkusuz yeni bir yaşam, yeni bir toplum, ahlaki ve politik toplum; yeni bir bilme biçimi, yeni bir sosyoloji anlayışı olmadan inşa edilemez. Kapitalist modernitenin bilgi üzerindeki tekeli kırılmadan bu mümkün değildir. Sistemin baskı kurarak anlam gücünü rehin almış olması gerçeği sonlandırılmadan gerçekten yeni bir toplum var edilemez.  Özgürlük sosyolojisi olmadan ahlaki ve politik toplumun kurumsallaşması mümkün değildir.

Çünkü kapitalist modernitenin imal ettiği toplum ve bu toplumun bilimi olarak sunulan sosyoloji, sistem için kritik önemdedir. Hem kurucu hem de meşrulaştırıcı role sahiptir. Toplumun bilimi olarak sunulan sosyoloji, maalesef en günahkâr disiplin olmuştur. Kapitalist modernitenin hizmetine sunulmuştur. Örneğin Immanuel Wallerstein, modern sosyoloji biliminin tarihsel kuruluşunu, sınıfsal gerçekliklere dayandırmıştı. Sanayi Devrimi’yle modern işçi sınıfının ortaya çıkması, dahası 1848 İşçi Devrimleri’yle proletaryanın modern siyaset sahnesine bir özne olarak konumlanması sistemde bir kırılma yaratmıştı. Sınıfsal çelişkinin özellikle kentlerde yoğunlaşması, bu çelişkinin ve sorunun çözülmesini gerekli kılmıştı. Wallerstein’in altını çizdiği gibi sosyoloji, işte tam da bu konuma yerleştirilmişti. Artan sınıfsal çelişkilerin kapitalist modernite lehine kontrol altına alınması sosyolojinin temel işlevi olarak belirlenmişti.Dolayısıyla sosyolojinin ve daha genel düzeyde sosyal bilimin egemenler eliyle sistemin hizmetine koşulması, toplumsalın bilgisinin de çarpıtılması anlamına gelmiştir. Her ne kadar modern bilgi yapısının ve sosyolojinin bu sistemik bağına başta Marx’ın açtığı yol olmak üzere bazı direniş odakları karşı çıksa da, anaakım sosyal bilimin ve sosyolojinin iktidar tarafından rehin alınmasının önüne geçilememiştir. Kapitalist modernitenin bilimciliği ve pozitivizmi, bilgi alanlarının tümüne ve sosyolojiye biçim ve içerik yüklemiştir. Pozitivist paganizmin çarpıtılmış toplumsal gerçekliği, modernitenin kesinlikçiliğinden güç devşirerek hegemonyasını kurmuştur. 

Tarafsızlık kılıfı altında ve kesinlikçilik iddiasıyla imal edilen sahte sosyal rasyonalite, sistemin çıkarları doğrultusunda bir toplumsal işleyiş öngörür. Bu işleyiş de imal edilen homo economicus modeliyle bencil rekabetçi ahlaka dayalı bir biçimde geliştirilmiştir. Kapitalist modernitenin imal ettiği toplum ve birey modeli, yok edici rekabet hırsı temelinde yükselmiştir. Sistem bir bütün olarak iktisadi temelde bir rasyonaliteyi kâr hırsıyla yükleyerek toplumsal gerçekliğe yedirmiştir. Oysa ahlaki ve politik toplum dayanışmacı ahlakın üzerine inşa edilir. Ahlaki ve politik toplum modeli, kapitalist modernitenin sahte uyumcu sosyolojisine dayanmaz. En temelde kapitalist modernitenin aşılmaz bir ufuk olarak sunulmasına radikal bir itirazı içeren özgürlük sosyolojisi, hem ahlaki toplumun hem de yeni bir sivil toplum anlayışının teorik-felsefi temelidir.

 

Neoliberal Küreselleşme ve Sivil Toplum

Kapitalist modernite, yukarıda da ifade edildiği gibi, sivil toplum olarak ifade edilen alanı kendi öncelikleri ve çıkarları doğrultusunda, tarihsel olarak değiştirip dönüştürmüştür. Adına küreselleşme denen süreçte de sivil toplum alanı yeniden tanımlanmıştır. Dahası, sistemin işleyişinde vitrine çıkarılarak önemli rol ve misyonlar verilmiştir. Küreselleşme olarak ifade edilen, sermayenin yeryüzünde büyük bir akışkanlık kazanarak hareket etmesi sürecinde neoliberalizm bu sürecin ideolojik ruhu olarak öne çıkmıştı. Yeni bir kapitalist rasyonalite olarak neoliberalizm, her şeyin iktisadileştirilmesinin yolunu açmaya çalıştı. İktisadi rasyonaliteyi toplumsal gerçekliğin tümüne yaymak istedi. Kapitalist küreselleşme, sermaye önündeki tüm engelleri kaldırırken, emekçilere ve halklara aynı deregülasyonu sağlamadı. Aksine emekçilerin ve halkların önüne yeni engeller koydu. Sermaye dilediği gibi yeryüzünde hareket kabiliyeti kazanırken kendisini toplum karşıtı bir ideoloji ile tahkim etti. Sermaye tekelleri toplumun aleyhine muazzam bir biçimde büyüdü. Bir diğer deyişle sömürü önündeki engeller kaldırılırken emeğin önüne yeni engeller çıkarıldı. Yani bir taraf muazzam bir mobilizasyon kazanırken onunla karşıt çıkarlara sahip emekçi sınıfların eli kolu bağlandı. Oysa neoliberalizm öncesi dünya sisteminde durum farklıydı.Neoliberal küreselleşme döneminden önce farklı versiyonlarıyla da olsa, dünyanın farklı coğrafyalarında yürürlükte olan keynesyen sosyal refah devleti uygulamaları, esasen emek örgütlerinin, işçi sınıfı sendikalarının toplumsal bir özne olarak sistemde yer alması üzerine kurumsallaşmıştı. İki kutuplu dünyada, Sovyetler Birliği’nin, reel sosyalizm deneyimlerinin ve güçlü sistem karşıtı hareketlerin varlığı koşullarında emek örgütleri güçlü pazarlık kapasiteleriyle toplumsal yapının önemli bir bileşeniydi. Neokorporatizm olarak da ifade edilen bu süreçte, sendikalar toplumsal işleyişte söz sahibiydi. Sistem, esas olarak devlet, emek örgütleri ve sermaye kesimi arasındaki ilişki üzerinde şekilleniyordu.

Ancak 1980’lerle birlikte dünya yüzeyinde iyiden iyiye uygulama alanı bulan neoliberalizm, bu toplumsal kompozisyonu sermaye lehine tartışmasız bir biçimde bozdu. Sermayenin kesin zaferinin ilanı eşliğinde yeni türden bir toplumsal model inşa edilmeye çalışıldı. Bu yeni neoliberal toplumsal kurguda özneler temel olarak üç ayak üzerinden tanımlandı. Bunlar devlet, sermaye ve STK’lardı. Bu üçlü arasındaki ilişki biçimi ise sermayenin mutlak belirleyiciliği altında şekilleniyordu. Keynesyen sosyal refah devleti döneminden farklı olarak bu kez sendikalar sistemde temel özne olma rolünü kaybetmişti. Sendikalar artık sistemin STK ayağı içerisinde bir bileşen olarak yer alıyordu. Emek örgütleri, STK torbasının içerisine atılıyordu. Bu, bir dönemin sonuna işaret ediyordu. Dünyada alternatif sistemlerin, reel sosyalizm deneyimlerinin var olduğu bir tarihsel aralıkta işçi sınıfının ve ezilen halkların dünyanın hayaleti haline gelmiş olması, sistemin buna göre pozisyon almasına neden olmuştu. Ancak “toplum diye bir şey yoktur” demeye kadar varan neoliberal atak, bir bütün olarak sivil toplum alanını, mesleki örgütlenmeleri, dernekleri, odaları sermayenin neoliberal kıskacına almıştı.

 

3.Yol ve Sivil Toplum

Günümüzde sivil toplum alanı bir geçiş dönemini yaşamaktadır. Eski biçimiyle var olamayacağı belli olan ancak yeni biçiminin de ne olacağı henüz belli olmayan bir aralıktayız. Neoliberalizm, Post-Washington Uzlaşması gibi hamlelerle kendisini revize etmiş olsa da, 2008 dünya ekonomik krizi halen devam ediyor. Bu süreğen kriz haline Covid-19 pandemisi de eklenince dünya sistemi arayışlarını artırmıştır. Sermaye tekelleri, açıkladıkları yeni makro sistem projeleriyle hegemonyalarını devam ettirmek istiyorlar. Bu arayışın önemli bir ayağı da devlet, sermaye ve toplum arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılmasıdır. Bu kompozisyonda sivil toplumun rol ve misyonu önemli bir gündem maddesidir. 

Buna karşılık halkların ve ezilenlerin kendi karşı hegemonya projelerini inşa etmeleri bir zorunluluktur. Sistem, bir bütün olarak devlet, sermaye ve toplum arasındaki ilişkiyi yeniden dizayn edeceğini ilan ederken halkların, emekçi sınıfların ve ezilenlerin yanıtı hazır olmalıdır. Sisteme, sistemle yanıt verilmelidir. Bu yanıtı sağlayacak olan yaklaşımın adresi, Demokratik Modernite’dir. Bu karşılık verme mücadelesinin somut pratik adımları için, demokratik ve dayanışmacı sivil toplum imkânlarını özgürlük sosyolojisi sağlamaktadır. Özgürlük sosyolojisi, toplumsal kurguyu demokratik temelde inşa etmenin yegâne yoludur. Özgürlük sosyolojisi ile ne sermayeye, ne de resmi iktidara-otoriteye, devlete sırtını yaslamayan, onların bir aparatı olmayan bir sivil toplum alanı mümkündür. Sivil toplum kuruluşları, neoliberal ve iktidarcı biçimlerinin tam aksine, sermaye ve devlet kıskacına toplum lehine karşı duran, toplumun kamusal fayda amaçlı sivil öz savunma mekanizmasıdır. Devlet aygıtının ve sermayenin etki alanının dışında faaliyet gösterirler. Ancak mevcut durumda, sistemin baskısının ötesinde, sivil toplum kuruluşlarının yetersizlikleri ortadadır. Özellikle mesleki örgütler, dernekler ve inisiyatiflerin parçacı siyaset anlayışıyla hareket ediyor olması toplumun ve kamusal faydanın savunulmasında zafiyet yaratmaktadır. Gerek mesleki, gerek belirli bir sorun alanı üzerinden örgütlenen STK’ların iştigal alanlarını tutucu bir anlayışla mikro iktidar alanlarına sıkıştırıyor olmaları eleştiriye açıktır. Sivil toplum alanı, parçacı kopuk siyasete hapsolmamalıdır. Sivil toplum kuruluşları mikro iktidar adacıklarına dönüştürülmemeli, fon toplama merkezleri haline getirilmemelidir. Oysa STK’ların, ahlaki ve politik topluma giden yolda dönüştürücü ve değiştirici anlamda kritik bir rolü vardır. Bu nedenle demokratik bir gerçek STK anlayışının daha da yaygınlaşarak pratiğe geçirilmesi oldukça önemlidir. Ne devlet güdümünde, ne de sermaye güdümünde olan STK’lar bunu yerine getiremezler. STK’lar ve sivil toplum hususunda da 3. Yol’da ısrar edilmelidir.

STK’ların değiştirici ve dönüştürücü rolü, Türkiye’deki mevcut siyasal yapıda da oldukça önemlidir. Tam da bu noktada statüko ve restorasyon arasında sıkıştırılmaya çalışılan ülke siyasetinde gerçek demokrasi ve değişim taleplerinin ifadesi olan 3.Yol’un inşasında sivil toplum alanına ve STK’lara önemli işlevler düşmektedir. AKP-MHP bloku da, 6’lı masa olarak ifade edilen blok da esasen iktidarcılığın, devletçiliğin, milliyetçiliğin, kapitalist piyasacı anlayışın farklı tonlarını ifade etmektedirler. AKP-MHP bloku bunu statükocu bir değişim karşıtlığı tutuculuğuyla yaparken, 6’lı masa ise sınırlı bir değişimle restorasyon önermektedir. Her iki blok da farklı tonlarıyla günün sonunda, siyasetin özgürleştirici potansiyelini ifade etmekten uzaktırlar. Oysa 3. Yol, ne statükocudur, ne restorasyoncudur. Gerçek ve sistemik radikal değişim taraftarıdır. Siyasetin gerçek demokrasiyle buluşmasını ifade eder. 

STK’lar ve güçlü sivil toplum olmaksızın 3. Yol olmaz. 3.Yol, salt siyasi partilerin aritmetik toplamı ve fiziksel yan yana konumlanışı anlamına gelmediğinden, STK’lar Demokrasi İttifakı’nın en temel doğal bileşenleridirler. Ahlaki ve politik topluma doğru giden yolun taşlarını döşeyebilirler. Siyaseti parlamentoya hapsedip teknik bir idare derecesine indirgeyen teknokratik akla karşı STK’lar halkın siyaset hakkını hayatın tüm alanlarına yayabilirler. Ne yazık ki uzun zamandan beri ayrıştırılmış durumda olan emek ve demokrasi mücadelesini bir araya getirebilirler. Solun ekonomizm bataklığından kurtulma mücadelesine katkı sağlayabilirler. Demokrasinin hayatın her alanına yaygınlaştırılarak derinleştirilmesinde emek mücadelesini salt ekonomi alanına sıkıştırmadan gerçekleştirmenin pratiğini ortaya koyabilirler.

Tüm bunlar sivil toplum alanında faaliyet gösteren örgütlenmelerin demokratik ve özgür toplumun inşasındaki işlevlerinin hayati karakterini ortaya koyar. Kapitalist modernitenin söylemden öteye geçmeyen birlik ve dayanışma iddiasına karşılık, sivil toplum alanı gerçek bir dayanışma ve birliği en temelden inşa edebilir. Zaten bu söylemin bizzat kendisi bir rıza yaratımı işleviyle görevlendirilmiştir. Sınıflı, eril, anti-ekolojik bir sistemde birlik ve dayanışma söylemi, sistemin tüm bu tahakkümcü mantığının gizlenmesi anlamına gelir. Bu durum, kamusal kabulün çeşitli vasıtalarla sağlanmaya çalışılmasıdır. Gerçek bir dayanışma ve birliği en temelden inşa edebilecek sivil toplum örgütlenmeleri, kapitalist modernitenin uyumcu sosyolojisinin tektipleştirici eritme potasına karşı durabilir. Sınıfsal, ulusal, inançsal, kültürel ve toplumsal cinsiyet meselelerini dayanışma ve birlik ruhuyla toplum lehine çözümlenmesinin yolunu açabilir. Kapitalist modernitenin adına ulus dediği homojenizasyon mekanizmasına karşı gerçek anlamda bir ulusun ifadesi olan, farklılıkların zenginlik olarak içerildiği Demokratik Ulus’un inşasında ön ayak olabilirler.Dahası, ahlaki ve politik topluma giden yolda sivil toplum kuruluşları sadece ulusal değil, bölgesel ve küresel düzeyde birlik ve dayanışmanın gerçekleştirilmesinde kritik roller oynayabilir. İktidar olmadan dünyanın değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunan düşünce hattı haksız değildir. Toplumsal değişim ve dönüşüm, her düzeyde toplumsal birlik ve dayanışma, salt resmi iktidarın elde edilmesi ile gerçekleşmez. STK’lar ahlaki ve politik toplum temelinde örgütlenerek bunu başarabilirler. Bunun için hem ülke hem de küresel konjonktür elverişlidir. Zaman, harekete geçme zamanıdır.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.