Düşünce ve Kuram Dergisi

Yüzyılda Avrupa’daki Sosyoekonomik Durum ve Bilimsel Sosyalizmin Koşulları

Serhat Öztürk

-I-
“Tarihte her büyük çıkışın sinsi ve hain bir ikizi vardır”[1]

“Modernliğin başlangıç hamleleri devrimcidir”[2] der, “İmparatorluk” eserinin üstatları. Başlangıç hamlelerin devrimciliği de, eski düzene nazaran hem zihni hem de maddi anlamda köklü paradigmatik ve pratik gelişmelere öncülük etmelerinden ileri gelmektedir. 19. yüzyıl Avrupasının modernitesini, sosyo ekonomik durumunu, ideolojik zihniyet kalıplarını, sistemsel oluş akışlarının ritmik gelişimini ve toplumsal kültürel dönüşüm dinamiklerini belirleyerek zeminleyen temel öncü öğeler, elbette ki onun başlangıç dönemindeki devrimci çıkış ve hamleler olmuştur. 19. yüzyıl Avrupası’ndaki kapitalist-modernist sistemin bu devrimci çıkış ve hamlelere dönük yaklaşımı da, “hain ve istismarcı ikiz” olma kabilinde olmuş; ortaya çıkardıkları zihni ve maddi değerleri kendine mal ederek, tekelci varoluşsal çıkarlarına içerimlemiştir. Demokratik özlerini ve komünalist “öz yapı”larını çarpıtan bir içerimleme… Burada bir parantez açıp, modernliğin başlangıç hamlelerini ve devrimci bazda yol açtıkları zihni ve maddi gelişmeleri “ÜÇ ZİHNİYET” ve “BİR MEKAN”la örnekleyerek kısa bir özetle izahi olarak anlaşılır kılmak istiyoruz.

Üç Zihniyet

  • Rönesans: 15. yüzyılda “Yeniden Doğuş Hareketi” olarak tanımlanan Rönesans, “Ortaçağ durgunluğundan devrimci bir çıkıştır.”[3] Temel tanımsal izahı ise şöyledir: “Ortaçağ’ın zihniyet ve otoritesinin dogmatik katılığına ve skolastizmine karşı gerçekleşen bir zihniyet devrimidir.”[4][5] Rönesans, kapitalizmin değil, kent devletçiliğinin ve demokrasiciliğinin bir ürünüdür. 16. yüzyılda Avrupa’nın geneline yayılarak, zihni yaratımlar bağlamında yeni ve önemli gelişmelere yol açmıştır.
  • Reformasyon: “Dinde köklü bir reform” tanımına oturtulan Reformasyon, Rönesans’ın yol açtığı zihniyet hattından beslenerek, 16. yüzyıl Hristiyanlığında yapılan yenileşme ve düzeltme girişimidir. Bir anlamda din saltanatına bir tepkidir; aşırı siyasallaştırılan, pratik gelişmeleri engelleyen, halkların özgür ve özde oluş hakikatine yer vermeyen dinsel tutuculuğa vurulan bir darbedir. Kapitalist değildir; Hristiyanlığı uluslaştırmayı hedeflemiştir. Özcesi:  “Zihniyet Devriminin teolojik anlamdaki yansımasıdır.”[6]
  • Aydınlanma: İnsan yaşamını mutlak anlamda yönetenin, ona yol gösterip zihnini aydınlatanın “akıl” olduğunu, aklın bu yönlü temel bir rol oynadığını öne süren Aydınlanma, 17. yüzyılın ikinci yarısıyla 19. yüzyılın çeyreğini içine alan kültürel bir dönemi, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağını ifade etmektedir. Felsefi ve toplumsal bir hareket olarak da tanımlanmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine inanma, sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme ve birçok “ilerici” fikirlerin gelişiminde katkıda bulunma, sekülerlik ve laiklikle modern toplumların ortaya çıkışında belirgin bir rol oynama Aydınlanma hareketine ilişkindir. Aydınlanmayı hümanizm, deizm/ateizm, akılcılık, ilerlemecilik ve evrenselcilik ortaya çıkarmış, gelişmesinde belirleyici olmuşlardır.

ÖZETLE: Reformasyon gibi Aydınlanma hareketi de 15. ve 18. yüzyıllar arasında merkantilist çağının koşullarında gelişmiş olsa da çağın “yeni-modern” sınıfı olarak boy gösterip gelişen burjuva sınıfının bir ürünü değildir. Öncüllerinden çoğu yeni sınıftan olmayan ve sistemi güçlü bir tarzda eleştiren kişilerdir. Aydınlanmayı kapitalizmin bir ürünü olarak değerlendirmek, hatalı olacaktır. Çünkü kapitalizme ait olmayanı kapitalizme mal etmek, kapitalizmin gerçekliğini anlaşılmaz kılıp perdelemektir. Merkantilist çağda “Reformasyon” teolojik dogmaların revize edilip uluslaştırılması olurken; “Aydınlanma” da, eski dogmatik monoteist paradigmaların aşılması bazında ve sekülerlik temelinde düşünce biçimlerinin her bakımdan yenilenmesi noktasında önemli bir rol oynamıştır.

15.ve 18. yüzyıllarda iktidar ve sermaye tekelleri para, ikna ve zor güçleriyle izah ettiğimiz “ÜÇ ZİHNİYET” biçimini ve devrimci niteliklerini gasp ederek ve kendi sistemsel yapılarına uyarlayarak, üzerinde kendi meşruiyet tekellerini inşa etmişlerdir. Tabi ki burada özetle izah ettiğimiz “ÜÇ ZİHNİYET” biçimini belirleyen, Ortadoğu’dan tutalım Anadolu’ya, Anadolu’dan tutalım Grek yarım adasına, oradan da Avrupa’ya dek ortaya çıkan mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel zihniyet değerleridir. Bu “ÜÇ ZİHNİYET” hakikatini ve devrimci çıkışlarını ticari kapitalizme mal etmemek ne kadar önemliyse, 19. yüzyıl Avrupa modernitesinin gelişiminde oynadıkları rolü unutmamak da bir o kadar önemlidir. Kürt Halk Önderi Ali Fırat şuna da dikkat çekmektedir: “Dinler ve izlerini taşıyan düşünceler resmileştikçe ideolojikleşirler. (…) Bu ideoloji [Aydınlanma] en gelişmiş kozmopolit din niteliğindedir. Kendinden önceki tüm din mensuplarına seslenir. Ulusaldır, ulus-devlete tapmayan bir ulusallık ve toplumsallık neredeyse düşünülemez kılınmıştır. Ulus-devletsiz insan dinsiz insan durumuna sokulmuştur.”[7] Pozitivist bilimcilikle (özellikle Comte çizgisi) beslenerek iğdiş edilen Aydınlama’nın ne kadar bilimsel olduğu lanse edilse de, bu analitik soyutlama düzleminde kalan bir iddiadır. Bilim değil, bilimcilikle iğdiş edilmiş “bilim”dir.

 

Bir Mekan

Katı monoteizm ideolojisine dayanan ve feodal-teokratik sistemle yönetilen bir çağda Venedik kenti de devleti, türünün son temsilcisi olarak modern Avrupa’nın gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Kapitalizmin antik çekirdek yapılarını (ticaret, para, senet, iktidar, bilim, sanat, bankacılık, askerlik, kaliteli sanayi üretimi) doğuran; ideolojik olarak da Rönesans’a dayanarak Avrupa’yı kapitalizme hazırlayan kent rolündedir. İdeolojik olarak Vatikan ekümenliğine karşı çıkarak direnen ve ulus-devlete de açık olmayan bir kenttir. Bu yönüyle tarihe geçmiştir. Başta Ortadoğu/Mezopotamya olmak üzere birçok coğrafi bölgenin maddi-manevi değerlerini Avrupa’ya taşımıştır. Venedik “Sadece kapitalizm bebeğini doğurmadı; içindeki dölütle Ortaçağ’ın tüm kent yapılarını da dölleyerek Avrupa’yı kapitalizme hazırladı. Avrupa’yı kapitalizme gebe bırakan Venedik’tir”[8] Ulus-devleti doğuran da Amsterdam ile Londra’dır.

Modernitenin başlangıç hamlelerini ve devrimci rollerini “ÜÇ ZİHNİYET”, “BİR MEKAN” örnekleriyle özet izahla açımlamaya dönük parantezimi kapatıp, konu başlığımızı açımlamaya çalışacağız.

 

-II-

“Özel veya devlet tekelciliği, komünal ekonomi üzerinde soygunculuk demektir.”[9]

“19. yüzyıl, kapitalizm ile ulus-devletin sanayileşme temelinde azami ittifakını ve iç içe geçen tekelleşmeler çağını temsil eder.”[10] Bu çağın hegemonik gücü, Britanya şahsında dile gelen Avrupa kapitalist modernitesidir. Bu modernitenin temel sistemsel dinamikleri de, üç süreksizliği/saç ayağıdır. Yani kapitalizm, ulus-devlet ve sanayicilik olarak endüstriyalizmdir. Bu üçlünün ittifakı ve tekelleşme temelinde iç içe geçen hali, kapitalist Avrupa Modernitesi’nin 19. yüzyıldaki asli bileşenleri ve temel varlık sebepleridir. Aynı zamanda bu üçlü Avrupa’nın sosyo ekonomik durumu üzerinde belirleyici olmuş, toplumsal uzamda yeni kültürel gelişmelere yol açmıştır. 17. ve 18. yüzyıllar merkantilizminin başarısı olarak gerçekleşen 19. yüzyıldaki Sanayi Devrimi’yle (18.yy-1870’li yıllar) birlikte belirleyici bir konuma geçiş sağlayan ve değişim değerine güdümlü olup kar-sermaye marjını yükseltmede yeni bir çığır açan endüstriyalizm, 19. yüzyıl Avrupa modernitesini biçimlendirmiştir. Modernitenin hegemonik konuma ulaşmasında da stratejik bir rol oynamıştır. Teknolojik dinamizminin ve seri üretiminin ifadesini kendisinde somutlaştıran Sanayi Devrimi, Neolitik tarım-köy devriminden sonra ekonomik üretim evriminin devrimci ölçülere varacak şekilde hızlanmasıdır. H. Nowotny, “19. yüzyılın sanayi devrimiyle kıyaslanacak yeni bir devrim yok.”[11] belirlemesi doğru olsa da, “Devrim denilen olay ticari ve tarımsal kazanca ve kâra göre sanayi üretiminden doğan karın hızla katlanarak büyümesidir.”[12] Sanayicilik olarak endüstriyalizmin bu yönlü büyümesinin eksantrik milini döndüren, kapitalizm ile ulus-devlet tekellerinin iktidar sermaye birikimine güdümlü “sahiplenme” itkisidir. Bu itkisel arzunun tatmin edilmesi de, kendisi varlıksal oluş nedenlerini sürekli işlevsel kılmaya ve maddi gelişimini güçlendirmeye dairdir. Bu varlıksal oluş nedeni ve maddi gelişimi sağlama işlevi de endüstriyalizme dayanmaktadır. Endüstriyalizm demek, kapitalizm ile ulus-devletin temel varlık nedeni demektir. Bir anlamda endüstriyalizm, “kapitalist dünya-sistemin egemenlik tahtına oturuşunun”[13] temel payandası ve dinamiğidir.

Avrupa modernitesinin 19. yüzyıl ekonomik durumunun gelişim dinamiğini yalnızca endüstriyalizm tekelciliğine indirgemek, Saint-Simon’un ya da K. Marx’ın ekonomik-maddi indirgemeciliğine yanılsamalı bir kaçış olacaktır. Sain-Simon, “Her toplumsal düzenin her şeyden önce, ekonomik yapı vasıtasıyla belirlendiği”ni[14] öne sürerken; Marx’da, “Maddi yaşamın üretim tarzı genel olarak toplumsal ve düşünsel yaşam sürecini koşullar”[15] demektedir. Oysa ki endüstriyalizm bir tekelci ideoloji ve aygıttır. Ali Fırat, “Endüstriyalizm, endüstrinin ideolojik mahiyet kazanmasıdır.(…) Endüstricilik, sermaye tekellerinin ideolojisidir.”[16] demektedir. Endüstriyalizm, ideoloji olarak bilim ve tekniktir. Avrupa’nın 19. yüzyıldaki sosyo ekonomik durumunu ve kar-sermaye yoğunluğunu belirleyen bu ideolojidir. Bu ideoloji, Aydınlanma’dan alınıp derlenen, pozitivizmle iğdiş edilerek araçsallaştırılan “bilim”dir. Daha doğrusu, olgusal-putsu analitik aklın epistemik mitlerine güdümlü kalınmış pragmatik bir “bilimcilik”tir. Aydınlanma’nın Comtecu rasyonellik ile ilerlemeye duyduğu inancı tüm paradigmatik dokularında yüceltip muhafaza etmektedir. Ekonomik üretime dahili olmayan ekonominin gaspı olarak tekelci bir sömürü aracı olma kabiliyetini kendinde somutlaştıran endüstriyalizmin ideolojik teknik boyutu ise, analitik duygusuz yönü zirve yapan, her türlü yıkıcı kar-sermaye üretimine konu edilen teknolojik icatlara ve bu icatların sürekli işlevsel kılınmasına dayanmaktadır. İnsan emeğine dayalı üretimden kopuşu  sağlamak, her yönüyle makineleşme üretiminin seriliğine ağırlık vermek, temel amacı olmaktadır. Kapitalizm ile ulus-devletin alimi olarak bilim-teknik ideolojisi, ekolojik yıkımları, kültürel ve fiziki soykırımları; küresel, bölgesel ve yerel anlamdaki çıkar savaşları, ahlaki-politik kimlikler bazında da homojenik toplum kırımları doğurmuştur. Yine, tarım-köy toplumunu yıkarken kenti de “kanser gibi büyüten, toplumu tümüyle gözetim ve denetim altında tutan, toplumda sızmadığı bir gözenek bırakmayan”[17] bir rol oynadı.

19. yüzyıl Avrupa Modernitesi üç saç ayağıyla, bilimci-teknikçi ideolojik aldatışlarıyla nasıl ki, toplumsal doğadaki tüm maddi üretim değerlerini çeperinden merkeze, çoğunluktan tekelci azınlığa doğru akışını sağlayarak, üzerinde iktidarsal hükmünü icra etmişse, aynı şekilde bilimi de tekeline alarak, kar-sermaye rantabilitesinin daha da yükselmesinin aracına dönüştürmüştür.

Bilimsel ve tekniki gelişmelerin daha yetkin bir kulvara girişi 19. yüzyıl Avrupası’nda başarılmışsa da “bilimi” kapitalist modern sisteme mal etmek de hatalı bir bakış açısına neden olacaktır. Çünkü bilimi alıp pragmatik önceliklerle biçimlendiren 19.yüzyıl modernitesi öncesinde de Avrupa kıtasında ilk “bilimsel devrim” 1500 ila 1700 yılları arasında gerçekleşmiştir. 1500 ila 1700 yılları arasındaki bilimsel devrim yer merkezli sistemi yıkarak, gezegenlerin Güneş’ten olan uzaklıklarına göre dizmiş (Kopernik); deneysel fiziği ve modern mekaniğin yolunu açmış (Galileo); fiziğin hareket yasası ve evrensel kütle çekim çekim ilkesiyle, evrenin düzenini açıklamış (Newton) ve tıp ile biyoloji de (Vesalius-W.Harwn) gelişim sağlamıştır. 17. yüzyılda gelişen “bilimsel devrim” teolojik evrenin yer sistemini kırmış ve mekanist evren anlayışını onun yerine ikame etmiştir. Elbetteki bu devrimin özünü besleyen kaynak da, tarih boyunca insanlığın keşfederek açığa çıkardığı bilimsel karakterli icatları ve bu yönlü çıkışlar olmuştur. Örneğin, Neolitik’de büyücü-kadın keşifleri, Sümerlerdeki Ziggurat keşifleri, Mısır, Grek uygarlık keşif ve icatları… 17. yüzyıl “bilimsel devrim”i olarak mekanist bilim anlayışı “dünyevileşme”ye öncülük etmiş, dinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

18. yüzyılın sonlarına doğru geldiğimizde, üniversitelerde gelişen “bilimsel devrim, dönemin politik, sosyal ve ekonomik bilimlerinin tamamlayıcısı oldu” diyen Reberti devamında “deneysel fizik bilimleri ile toplumsal doğayla ilişkili bilimler arasında köklü bir ayrım yapıldı. Liberal ideolojik hegemonya sosyal bilimlere damgasını vurmakta gecikmedi. Devrimin olumlu sonuçlarını kendi tekelinde evcilleştirip çıkarlarıyla”[18] uyumlaştırdığını belirtmektedir.

Deneysel fizik bilimleri ilke toplumsal doğaya dair bilimler arasındaki köklü ayrışma, modernist bilimde çifte yıkıcı bir “bilim” mantığını doğurdu. Pozitivizm ile liberalizm… Bilimin iğdiş edilmiş hali olarak pozitivizmle inanç ve ahlaki değer dünyasının yıkımı hedeflenirken, liberalizm de toplumsal değerlerden soyutladığı bireyciliği yüceltmiş ve toplumsal doğanın ahlaki-politik dokularının hülafına “soykırıma kadar tırmanan ulus-devletçi tanrıya dönüştürmüştür”[19]

Kapitalizm ile ulus devlet tekellerini arkasına alan 19.yüzyıl Avrupa modernitesi, pozitivist-liberalist ideolojik dayatmasıyla, tekelci endüstriyel yapılanmasıyla dönemin sosyo ekonomik durumunu belirlemiş, neden olduğu sınıfsal tabakalaşmayı köle-efendi hiyerarşisine göre düzenlemiş ve yaşam formunuda toplum karşıtı bireycilik temelinde şekillendirmiştir.

 

Hegemonyasını içte ve dışta hakim kılmada belli bir güce ulaşmışsa da, bu ona karşı alternatif-çıkış ve girişimlerin ortaya çıkmadığı anlamına gelmez. İlk çıkış ve girişimlerin ortaya çıkmadığı anlamına gelmez. İlk çıkış ve alternatif toplumsal düzen hareketini temsil eden klasik ütopyan sosyalizm olmuştur.

Kapitalist modernitenin toplumun hülafına geliştirdiği bireyciliğe karşı toplumu savunma, bu savunmayı özgürlük ve eşitlik talepleri üzerinde geliştirme noktasında klasik sosyalist ütopyalar baş göstermiş, sistemin ortaya çıkardığı sömürü ve adaletsizliğe göre çözüm perspektiflerini oluşturmuşlardır. Bireyciliğe ve özel kapitalizme karşı R.Owen, Saint-Simon, Fourier vb. düşünürler sanayi devrimi ve onun sonrasında işçi sınıfının doğuşuyla ortaya çıkan eşitsizlik ve sefaleti ortadan kaldırmaya dönük kimi sosyalist düşünce ve fikirler üretmişlerdir. Özellikle düşünce ile madde arasındaki çelişkili durum konusunda da düşünceyi öne alıp bu temelde çözüme dönük kendi eğilim ve tavırlarını belirleyerek sergilemeye çalışmışlardır. Serbest rekabetin ekonomik anlamda eşitlik yaratmadığını, servetin belirli elde toplanmasının önünü açtığını; yine tekelleşmenin fazla üretime ve bunalımlara neden olduğunu, sanayileşmenin de işçi sınıfının durumunu kötüleşmesine neden olduğunu savunmuşlardır. Ütopyan sosyalizm düşünürlerinin toplum tahayyülünde, temel üretim araçları ortak mal olacak, katılma ve yürütme gönüllüğe dayanacaktı. Zaten sosyalizm meftumunu da ilk kez Owenciler (1827) ve Sensimonistler (1832) kullanmışlardır. Yine, kapitalist Avrupa modernitesi öncesinde de Avrupa’da sosyalist öğeler taşıyan düşünce ve hareketlerde ortaya çıkmıştır. Thomas More’un “ütopya”sı (1516), Campanella’nın “Güneş ülkesi”(1643); Ortaçağ Avrupası’ndaki eşitlikçi tarikat ayaklanmaları, Almanya köylü ayaklanmalarındaki Repabtistler (16.yüzyıl), İngiltere dönemindeki (1640) Diggerler (Kazıcılar) ve aynı zamanda Fransız Devrimindeki Babeuf hareketi,  sosyalizyen düşünce ve hareketlere dönük örneklerdir. “Kapitalist modernitenin toplu ma dayattığı bireyciliğe karşı toplumsallığı savunmak, bunu özgürlük ve eşitlikle bağlantılandırmak klasik sosyalist ütopyanın” temel idealleri olduğunu belirten Ali Fırat şöyle demektedir, “Topluma, özgürlüğe duyulan geleneksel özlem kapitalizmin hegemonik özellik kazanmasıyla daha da şiddetlenmiştir. Liberal ideolojik hegemonya geliştikçe sosyal ütopyalar gelişen bilimnden etkilenerek kendilerini

sosyalist ilan ettiler.” [20] ve sosyalist ütopyanın 19. yüzyılın ortalarına doğru K. Marx ve F.Engels öncülüğünde kendini bilimsel sosyalizm olarak açıklaması, liberalizmin bilimciliğinin etkisi altında gelişti[21]

-III-

“Sosyalizm özgürlük inancı ve bilincidir, onun uğruna çalışma zevkidir” (Ali Fırat)

Kapitalist moderniteye (19.yy) dönük, karşıt tezli bir alternatif dünya ve özgür-eşit yaşam iddiası ve tahayyülüyle tarih sahnesine çıkan bilimci sosyalizm akımı, Marx ile Engels’in temel paradigmatik dünya görüşünü kendinde somutlaştıran bir akımdır. Bu aklımın temel karekteristik özelilliği, bir sentez olmasıdır. Bu sentez de İngiliz ekonomi-politiğine, Alman felsefesine ve Fransız sosyalizmine dayanmaktadır. Bu sentezde dile gelen, kendi karşıtının ekonomik, sosyal ve politik kurumlarının ifadesini, yani maddi kültür yapılarının içeriğini kendinde yapılaştırmadır. Aynı şekilde, onun bilimsel-düşünsel kalıplarının yanılsamalarıyla beslenen, bir zihniyet ve sistem oluşturma yanılgısıdır. Çünkü, “devlet-iktidar sistemini aşacak bir düşünce gücü ve yapılandırma olmadan yapılacak her iktidar sistemini aşacak bir düşünce gücü ve yapılandırma olmadan yapılacak her iktidar savaşımı”[22] kendi karşının benzerini kendinde biçimlendirip doğurmayı ifade etmekteydi. Marksizme gelen “Bir iktidar ilişkileri, (…) iktidar mekanizmaları ve dinamikleri toplamıdır”[23] eleştirisi de bundan ileri gelmektedir. Kapitalizmin özelini yıkma ve devlet kapitalizmini oluşturarak üzerine komünist bir gelecek inşa etme iddiasıyla kendini hem ütopik sosyalistlerden hem de kapitalist-modernist sistemden ayrıştırıcı ve ilerici görmektedir. Kapitalizmi yıkma, yıktığı kapitalizmden komünizmi doğurma ve bu doğumu da apokaliptik “zorunluluk” mitosuna bağlama, kendisine biçtiği ilericilikten kaynaklanmaktadır.

Her ne kadar Marx, “Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüler, keyfi emeller, dogmalar değil muhayyilede yapabilmesini sağlayan gerçek öncülerdir: Bunlar gerçek bireyle, onların faaliyetleri ve hem halizardaki hem de faaliyetleriyle ürettikleri, içinde yaşadıkları maddi koşullardır”[24] deyip, “Gökyüzünden yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine, biz burada yeryüzünden gökyüzüne çıkıyoruz(…) Gerçek, faal insanlardan yola çıkıyor ve onların gerçek hayat-sürecine dayanarak, bu hayat-sürecinin ideolojik reflekslerinin ve yankılarının gelişimini ortaya koyuyoruz. İnsan beyninde oluşan hayati görüntülerde, ampirik olarak doğrulanabilen ve maddi öncüllerine bağlı olan, kendi maddi hayat-süreçlerinin yüceltmiş halleridir. Dolayısıyla, ahlak, din, metafizik, ideolojinin geri kalan tüm kısımları ve onlara tekabül eden bilinç şekilleri bağımsızlık gibi görünmez artık. Tarihi gelişmeleri yoktur; fakat insanlar kendi maddi üretimlerini ve kendi maddi etkileşimlerini geliştirdikçe, bu gerçek varoluşlarının yanı sıra düşüncelerini ve kendi maddi etkileşimlerini geliştirdikçe de değiştirirler. Bilinç hayatı değil hayat bilinci”[25] belirlediğini iddia etse de kendini ne Hegelcilik’den ne de Aydınlanmacı çizginin ilerlemeciliğinden ve evrimciliğinden soyutlayamaz. Hem Hegel’in etkisindedir hem de Hegel’den daha fazla aydınlanmacı pozitivist çizginin tesiri altındadır. Her ikisi de Marksizmin kuramsal öncüleridir. Özellikle Marx’ın bilimsellik-ilerlemecilik- evrimcilik iddiası, Aydınlanmacı çizgiyle olan “arkitektonik”(*)’liğine dayanmaktadır. Marksizmin temel hatası da bu çiz ginin gerçekliğinden kaynaklanmaktadır.Bu hatalar

nedir? Çok kısaca özetlersek;

  • “Geçmiş şimdidir.” Oysa ki toplum tarihsel bir olgu olup, ikinci bir doğadır. Toplumsal “şimdi” büyük oranda toplumsal tarihtir.
  • “Fizik ve biyolojik bilimlerin “kesinlik” formülasyonlarıyla ve Darwinist mantığın yasalarıyla toplumsal doğayı ele alıp yorumlamadır.” Oysa ki, toplumsal doğa, anlamsallıklar ve yapısallıklar bütünü olarak kültürdür. “Zihniyetin ele avuca sığmaz etkisini her an taşımaktadır.”[26]
  • “Zorunlu ilerlemecidir. Kapitalizmden komünizmi doğurmadır.” Oysa ki, bu kendi karşıtını kendinde taşımadır. Sosyalist toplum kapitalizm ve iktidarın panzehiridir; geçmiş tüm toplumların gelişmiş-bütünleşmiş halidir ve özgür-eşitçe oluşan toplum demektir.
  • “Her şeyin belirleyenini maddeye indirgemektir.”Oysa ki, tüm toplumsal anlamlılıkları ve yapısallıkları belirleyen bilinç/zihniyettir. Bilinç maddeyi oluşturur (enerji-madde), madde de bilinci somutlaştırır. İkisi de varlığı mümkün kılmaktadır.

Marksizmin tarih-toplum felsefesi “öncelikle ve özellikle nesnelci bir akılcılıktır”[27]Ki, bu akıl Marx’ın da dile getirdiği gibi, “maddi ilişkilerin belirlediği” bir bilinç durumudur. Aydınlanmacı ilerleme ve evrim çizgisindedir. Varlığı ve tarihi belirleyen şeyin bilinç değil, tam tersine bilinci belirleyen şeyin varlık ve toplum olduğunu önceler. Öncelenen varlık ve toplum da, maddi ilişkiler ağı olarak sosyo ekonomik yapıdır. Bu da iki öğeye dayanır: Üretim ilişkileri ve üretim güçleri. Üretim ilişkileri ve üretim güçleri, bir felaket durumu çıkmadığı sürece sürekli gelişmektedir. Maddenin “ her şeyi belirler” dogması ve bu dogmanın kendisine tanrısal bir yaratıcılık atfedilmesi, bilimsel sosyalizmin en temel hatalı yönü olmuştur. Varoluşun ve toplumsal doğanın salt maddeden gelişi ve maddi değerler tarafından belirlenmesi, özünde zamanı barındırmayan ve tek hakikat kılınıp gerçekliği değişmeyen bir ebedi varlığın, evrene zaman ve hareket veren Platonyen yanılsamasından başka bir şey ifade etmemektedir. Bir hatalı yön de, donattığı tekrarlanamaz ve geri çevrilemez bir ilerlemecilikle zamana ve onun oluşturucu hareketine bir mutlaklık zerk etmesidir. Çünkü paradigmatik öyküsünün leitmotifi olan “komünizm” misyonunun vaat ve kehaneti, bu zerkedişi zorunlu kılıyor. Diğer önemli bir hata da, 5000 yıllık merkezi iktidara uygarlığın tüm geriliklerini kendinde yapılaştıran 19.yüzyıl Avrupa modernitesini ilerici gösterme yanılgısıdır.

19.yüzyıldaki Avrupa modernitesini, paradigmatik potansiyelini, sömürü ilkelerini, rasyonel düşünüm ve tekelcilik temelinde de çok cepheli gelişim gerçekliğini doğru çözmeden, üç süreksizlikleri ile birlikte moderniteyi alıp ilerici olarak lanse etmek, bilimsel sosyalizmin en temel yetersiz yönünü oluşturmaktadır. Kapitalist moderniteyi ilerici toplumsal bir forma indirgemek, onun öncesindeki ahlaki-politik yapıları (etnisiteleri, dinleri, mitolojileri;klan,kabile,aşiretleri, gelişmemiş ulusları) gerici ilan edip dışlamak, tarihsel-toplumsal hakikati doğru okumamaktır. Çünkü, 19.yüzyılın kapitalist modernitesi hiç bir zaman ahlaki-politik öze yaslanan demokratik toplumsal doğanın değerler sistemine dayanarak, 5000 yıllık hiyerarşik-devletçi olan merkezi uygarlık sisteminin özelliklerini aşmamıştır. Özellikle onun toplumsal alanda ürettiği eşitsiz ayrım çizgilerinin silinmesini, özelgeci-tahakkümcü müstebit mercilerinin düzleşerek özgürlükçü politik devrelerinin yataylığına geçmesini sağlayacak ilerici bir rol oynamamıştır. Tam tersine, iktidar-sermaye tekellerinin sömürüden beslenen ihtiyaç tanzimi uğruna daha yıkıcı bir konumda olmuştur. Birinci doğanın ekosistemini, ikinci doğa’nında zihni-maddi değerler hakikatini tahrip ederek atar damarlarını kurutmayı kendi ideolojik-pratik amacının odağına yerleştirmiştir. Böylelikle özgür varoluşun-özde oluşun çoklu, canlı ve yaratıcı sahnesini (toplum ve üretici hayat kapasitesini (zihniyet) nötralize ederek homojenleştiren ve “ölü emeği”ni üreten nesnelere dönüştürerek köleleştiren bir çaba içinde olmuştur. Bu sistem/rejim, “Ancak canlıların kanını emerek hayatını sürdürebilen, ölü emeği nin biriktirilmesinden beslenen bir vampir rejimdir”[28] Özetle; ölü emeği biriktirmek ve monist-monopolcu iktidarını işlevsel kalıp daimileştirmek, 19. yüzyıl Avrupa modernitesinin temel karakteristik özelliğidir. Bu karakteri tahkim ve kolonize ederek onun gelişimini zeminleyen ve iktidar-sermaye tekellerinin akış dinamiklerini besleyerek mümkün kılan da onun akılcılaştırılmış ve araçsallaştırılmış bilim olarak, pozitivist-liberalist ideolojisi olmuştur.

Bu ideolojinin yandaşları ve temsilcileri, onun monoteist mistifikasyonlarla yüklü tayfının ortasında yer alırlar. Bilginin ve teknolojik büyümenin daha fazla verimlilik marjını yükselteceğini, bunun da daha fazla özgürlüklere yol açacağını ve köklü olumsal değişimlerin toplumsal uzamda gelişeceğini iddia etmişlerdir. Bu iddiaları Aydınlanmacı pozitivistlerin başlattıkları düşünce çizgisinde yıkıcı yanılsamaları üretmekten ileri gitmemiştir. Aydınlanmacı pozitivistlerin ideolojik tayfının materyalist kanadı da, kapitalist modernitenin ideolojik politik karakterini ve toplumsal düzen tarzını radikalist alternatif bir anlayışla olumsuzlayıp eleştirmişlerse de, çoğunluğun toplumsal dönüşümün ve yeni bir “alternatif” sistemi tesis edişin motorunu ideolojik anlamda pozitivizme, sistemsel anlamda da endüstriyalizm ile ulus-devlete bağladılar. Ki, bu temelde Aydınlanma’nın radikalleşen pozitivist tanrıcılık evrenini başlattılar. – “Pozitif tanrıcılık” Ali Fırat’ın tanımlamasıdır, mahiyeti de toplumu yıkma ve yeniden yaratma inancını betimlemektedir.“Sosyalizm hakikati ifade eden, bilinçli bir yaşam tarzıdır.” Geçmişten günümüze sosyalist mücadeleyle, özgür yarınlar ve umutlar uğruna ömürlerini verenler, insanlık yüreğinde büyük bir saygıyı hak etmişlerdir. Azami kar, ulus-devlet ve endüstriyalizm gibi temel unsuruna dayanan kapitalist moderniteye karşı, demokratik ulus, komünal ekonomi ve ekolojik endüstriyi önceleyen demokratik modernite kavramı, sosyalist bir dünyaya ve özgür bir geleceğe uzanan yolu döşemiştir. Yeter ki doğru okumasını ve yürümesini bilelim.

 

 

 

 

[1] Ali Fırat
[2] M.Hardt ve A.Negri, İmparatorluk, Çev: Abdullah
Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2015, s.96
[3] Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları,
Çev: Mehmet Küçük, Dost Kitabevi, 2013, s.96
[4] Ali Fırat,, Bir Halkı Savunmak, Çetin Yayınları,
[5] , s.94
[6] Age, s.96
[7] Ali Fırat,, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 3, Amara Yayıncılık, 2015, s.103
[8] Age, Cilt 4, s.158
[9] Ali Fırat
[10] Ali Fırat, age, Cilt 4, Amara Yayıncılık, 2015, s.171
[11] Krishan Kumar, age, s. 45
[12] Ali Fırat, age, Cilt 2, s. 220
[13] Ali Fırat, age, Cilt 4, s.189
[14] Hans Freyer, Sosyolojik Kuramlar Tarihi, Çev: Tahir Çağatay, Doğu Batı Yayınları, 2015, s. 48
[15] T.Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, Çev.
Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2012, s.19
[16] Ali Fırat, age, Cilt 3, s.193
[17] Age, s.194
[18] Age, Cilt 5, s. 57
[19] Age, Cilt 2, s. 37
[20] Age, s.37
[21] Age, Cilt 5, s. 56
[22] Ali Fırat, Bir Halkı Savunmak, Çetin Yayınları, s.105
[23] M.Foucoult, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yayınları, s 244
[24] K.Marx ve F.Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, s. 42
[25] Age., s. 47
[26] Ali Fırat, Demokratik Uygarlık Çözümü, Cilt 5, Amara Yayıncılık, s. 59
[27] C. Castoriadis, Toplum, İmgeleminde Kendini
Nasıl Kurar, Cilt 1, İletişim Yayınları, s. 72
*Arkitektonik: Felsefede (özellikle de Aristoteles ve Kant felsefesinde) belirli bir sisteme, düzene ait her bilginin veya çeşitli parçalardan oluşan bilgilerin bilimsel şekilde işbirliği içinde olmasına denir.
[28] M.Hardt ve A.Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, s.87
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.