Düşünce ve Kuram Dergisi

Modernizmin Sonu

Şahin Bozkır

“Modern”i İslam’la karşıtlığı üzerinden düşünmüştüm her zaman. Bu içinde büyüdüğüm, okullarına gittiğim ortamların orta sınıf, laik, şehirli karakterinin zorunlu bir sonucuydu. Modernizmin aynı zamanda sınıfsal bir mevzileniş olduğunu, ve karşıtına kurulduğu dinsel duruşlardan aşağı kalır yanı olmayan bir inanç temeline sahip bulunduğunu elbette o zamanlar göremiyordum. Bu, kendi irademden çok, toplumda bana açılan, yakıştırılan yere oturup verilen rolü yerine getirme zorunluğundan kaynaklı bir düşünüştü ve bir yönüyle bana apaçık görünüyordu. Yani modern, bilimci, evrenselci bir tavır dışında bir tavır, bir düşünüş nasıl mümkün olurdu? Halk ve sınıf gerçeklerine bakışım da bu tavrın izini taşıyordu; kurtuluşun, özgürlüğün yolu herkes için açıktı, insanları yalnızca dinsel, dogmatik, saplantılı inanç ve fikirlerinden kurtarmak yetecekti.

Bu, elbette insanların kendi yaşamlarından mutlu olmadıkları fikrine dayanıyordu ki benim açımdan aslında bir önyargıydı, çünkü insanlara, mutlu olup olmadıklarını bilebileceğim kadar yakın değildim. Yalnızca kitabi olarak haklarının yendiğini, yoksun bırakıldıklarını ve bunun da başkalarının ayrıcalıkları pahasına gerçekleştiğini görüyordum. Dolayısıyla ilerlemeci, aydınlanmacı bir tavır da bu açık adaletsizliğe bir müdahale gerektiriyordu. Kendini yukarıya, yegane kurtarıcılık misyonuna konumlayan böylesi bir zihniyetin, dinlerin ilahi otoritelerine yavaş yavaş yerleşen modernist bir tavır olduğunu göremiyordum. Çünkü bu durum bana apaçık, sorgusuz, şüphesiz, besbelli görünüyordu. Yani bir dogmaydı. Kemalizm uzun yıllar bunun bir somutlaşması oldu. Aslında aynı temel fikrin, Türkiye özelinde bir uygulanma biçimiydi bu. 20. Yüzyılın başlarında çoğu coğrafyada farklı suret ve bazen uçlaşan uygulamalarla ama temelde aynı esaslara dayanan aynı modernist tavır olmuş. Fransız Devrimi’nin fikri temellerine dayanan, Aydınlanma ilkelerini bir iman ölçüsünde içselleştirmiştir. Babaca dünyanın herkes için müşterek, yani nesnel, açık ve bilinebilir bir tanımının yapılabileceği, dünden bugüne ve bugünden yarına giden zamansal çizginin yine açık, net, nesnel bir eksene oturtulabileceği, böylesi maddeci ve tarihçi bir ilerlemecilikten hareketle ise gelecekteki özgürlük ve kurtuluşun projesinin çizilebileceği inancıydı bu.

Türkiye’ye bu inancın oldukça çarpıtılmış, aceleci, kolaycı, kestirmeci ve ağırlıkla da biçimci bir sureti yansımış elbette. Aydınlanmacı, kalkınmacı, ilerlemeci bir seferberlik ruhunun zorunlu sonucu olan askeri düzen tesisi üzerinden halk kitleleri ve artık ümmet kardeşlikleri de tanınmayan Kürtler; baskılanıp hizaya çekilirken, orta sınıflar ise bu rejimde bir Aydınlanmacı öz olduğu fikriyle uzun zaman belki gönüllü bir kendini kandırma durumunda oyalanıp durmuşlar. Bu yüzden Avrupa’nın II. Dünya Savaşı’ndan, ama özellikle 1968 Devrimi’nden sonra yaşadığı büyük düşünsel umutsuzluk ve hayal kırıklığını Türkiye’de yaşayacak koşullar hiç oluşmamıştır. Kemalizmde ifadesini bulan militarist modernleşme, kendi yarattığı bürokratik, elitist burjuvazinin bu bağımlılığını, bu minnet duygusunu, bu borçluluk gerçeğini de kullanarak zihinsel her faaliyete ipotek koymak şartıyla; bütün çağdaş gelişmeleri kendi filtresinden geçirerek kitlelere uygulamıştır. Dolayısıyla modernizmin bunalımı ve çöküşü Türkiye’de hissedilmemiştir. Bugün bile bu bunalım yaşanmamaktadır.

Oysa her düşünsel gelişme koşul olarak bir bunalım gereksinir kendisine. Beni de bu sistemde tıkatan şey bu bunalım yoksunluğu olmuştu. Yani yönümü Rojava’ya verişim bir krizin çözümü için değil, tam da kriz yokluğunu gidermek içindi.

Türkiye özelinde 1980 öncesinin Aydınlanmacıları bugün şovenizme ve hatta köktenci ırkçılıklara savrulurken, yine 80 öncesinin dinsel düşünüşleri bugün modern kalıplara uydurulmuş bir vaziyette dünya sahnesine kıyısından köşesinden dâhil olma uğraşı vermekteler. Birkaç anarşist-feminist söylem ile İslami cenahtan birkaç ses hariç Türkiye’de muhalefetin baştan ayağa uyuşmuş, yutulmuş olması bundandır. Dinsel düşünüşler başta gelmek üzere, geleneksel her tavır alış da, modernizmle karşıtlık ve eleştirellik üzerinden değil, birer çeşnilik, çeşitlilik arzı üzerinden ilişkileniyor. Yani modernizm Batı için düşünsel, felsefi, manevi dayanaklarını çoktan yitirdiği halde uygulamalı bilimlerde ve teknolojilerdeki kazanımları üzerine şekillenmiş bir kapitalist dünya düzleminde bir ilerlemecilik illüzyonu olarak çevre ülkelerin manevi-zihinsel iklimlerini büyüleyebiliyor. Bu büyüye gelmeyen gruplar ya askeri zor ve caydırmayla kuşatılıp gemleniyor, ya da son tahlilde Batıcı evrenselci, bilimci modern düşünüşün kendini azar azar kabul ettirdiği ve çelişkilerin kapitalizmin küçük ekonomik tavizleriyle uyuşturulduğu sürekli bir kriz konumunda askıya alınıp orada tutuluyor.

Neoliberalizm tam da burada, sermayenin taktik saldırılarının bir sisteme kavuşmuş hali olarak ortaya çıkıyor. Kapitalizmin, Sovyetlerin çöküşünden sonraki muzafferane ilerleyişine verilen toptancı bir isimdir neoliberalizm. Evrensel birey haklarına dayanan, esasta bireysel mülkiyetin-sermayenin piyasada irade ve inisiyatifini teşvik eden liberalizm, sosyalist blokun karşısında uzun süre sosyal demokrasi tamponuyla kendini korudu ama bu kampın çözülüşü, söz konusu korumayı da ihtiyaçtan çıkarınca neoliberalizm suretinde kendini güncelleyerek yoluna devam etti. Şirketlerin uluslararasılaşması, üretimin ucuz işgücünün olduğu coğrafyalara taşınması, bu coğrafyaların iktidarları ile kurulan rüşvetçi ve yozlaşmış diplomatik ağlar (buna en bariz örnek 70-80’lerin Güney Amerika askeri diktatörlükleri),

Dünya Bankası ve IMF gibi finans kuruluşları üzerinden sürekli bir borçlandırma ve ekonomik tahrik ve şantaj politikası ile tüm dünyanın metalaştığı böyle bir iklimde sermayenin özgürleştiriciliği, kalkındırıcılığı, kurtarıcılığı üzerine geliştirilen tüm bir siyasal-felsefi söylem olarak değerlendirilebilir neoliberalizm.

Bu gerçek için bu kadar tarihsel somutluğa da gerek yoktu aslında. Modernizm nasıl insanın evrensel kurtuluş ve özgürlüğü ön kabulünden hareketle zorunlu olarak tüm dünya düşünüşüne kendini dayatma hak ve hatta görevini yakıştırabiliyorsa, neoliberal pratik de dünya zemininde maddi dünyanın üretiminde en doğru, en bilimci, en evrensel, en akılcı yönden tasarruf etme ve örgütlenme dayatmasını bir hak ve hatta görev olarak görür kendinde. Tek kanıt olarak da sermayedeki nicel büyümeleri, oynamaları, istikrarı vs. gösterir. Herhangi bir zihinsel meşruiyeti olmasa, çevre-bağımlı coğrafyalar üzerinde hiçbir düşünsel ipoteği bulunmasaydı da sırf askeri zor ve caydırıcılık üzerinden mevcut sömürüyü bu şiddetle sürdürebilir miydi neoliberalizm?

Meseleye Türkiye eksenli baktım, zira görüp bildiğim gerçeklik oydu. Kolayına bir kaydırma yapılamaz elbette, ama yukarıdaki sorunun bir benzeri Türk sömürgeciliğine karşı Kürt direnişi ve yerel bütün varoluş çabaları için de söylenemez mi? Tam da burada yine modern düşünüş sorununa bağlayacağım. Bir arınma, sadeleşme çabasıyla modern kavram ve kuramları azaltma, bunların yükünden kurtulma yoluna inanıyorum. Modernizme her değini, dahası modernizmin her tanınışı, onun örtülü bir kabulünü, ona yönelik bir tür rızayı da peşi sıra getirir diyebiliriz. Kavramları hangi yönden yorumlarsak yorumlayalım, hangi içerikle doldurursak dolduralım, küresel gerçeklik olma iddiasındaki bir dayatmanın, bir zorbalığın oyun bahçesinde oynayan ve en fazla sınırların biraz genişletilmesi, biraz da farklı oyuncaklar alınmasını talep eden çocuklar olmaktan öteye gidemeyiz! Bu aşamada alternatif olma iddiası, bir yönüyle bu modern aklın bir tanınması, kabulü, onaylanışıdır da. En küçüğünden bir taviz dahi olsa, her taviz gibi, en uç sınırına kadar genişletilebilir bu. İş bu noktada kalsa, kitlelerin sömürülmesinin kendi suçları olduğuna inandığım, bu haliyle hiçbir umuda gönül vermediğim, ve illa bir şey önerilecekse bu maddi uygarlığın her tezahüründen kesin bir el etek çekmeyi önerdiğim, etik temelde bir yaşamı öncelediğim söylenebilir.

Sözün Anlamdan Düşmesi Hiçliği Yaratır

Bütün sözcüklerin anlam ve doğruluk değerlerini, içinde yer aldıkları bağlamlar ve kullanıldıkları formülasyonlardan edindiklerini, ve bu değerlerin son tahlilde söz konusu bağlam ve formülasyonların belli bir mekan ve zaman dilimindeki fiili, maddi gücüne borçlu olduklarını gördüm. Bu belki tarihin başından beri böyleydi de ben yeni görüyorum; yani söz, nicel çoklukların, fizik gücün ve dönem rüzgarlarının hengamesinde basit bir alışkanlıktan, bir adet yerini bulsun’dan öteye gitmiyor. “En iyisi”ndense bir kamufle, bir saptırma, yahut mevcut gerçekliği cilalama görevine indirgeniyor. Söz, özeldeyse tüm kavram ve kavramlar eksenlerini, mesnetlerini, zeminlerini yitirmiş, yüzergezer bir vaziyetteler. En kaba, en yüzeysel, en gelgeç, bazen ise en çalımlı, en albenili siyasi belagatların, gürültülü politik çalımların basit birer enstrümanı, birer çeşnisi olarak iş görüyorlar. Reklamcılık, slogancılık, aforizmacılık ve maddi zeminini yitirmiş duyguların küllerine üfleyen ajitasyonculuğun koşturduğu arazinin bir peyzaj, bir iç mimari, bir dekorasyon öğesine indirgenmiştir  kelime ve kavramlar. Nasıl güzel duruyor, nasıl tahrik ediyor, nasıl illüzyon yaratabiliyor, nasıl gurur okşuyor, nasıl keyif veriyorlarsa o paralelde, yani yalnızca kabukta, yüzeyde, biçimde kullanılıyorlar. Tam da bunun postmodernizmin bir iddiası olduğu söylenir. Ama herhangi bir yakınmadan, şikayet etmeden, yazıklanmadan uzak bir iddia bu. Postmodernizmin bir güzelliği bu soğukkanlı tespitçiliğidir herhalde. Ve insan bu düşünceye ne kadar lanet etse de, söylediği her şey bu kapsama çekilip yutulabilir şeyler olmaktan kurtulamıyor.

Modernizmin sonu biraz böyledir. Sadece meta anlatıların, büyük kitle ideolojilerinin, “izm”lerin sonu değil, bunların sonuyla birlikte kendilerini hep bu çizgilerden birine yahut ötekine dayayarak tanımlayan kavram ve kuram setlerinin de sonudur bu. Batı aydınlanmasında kök salan bütün siyasal argümanların ayaklarının altındaki zemini, dolayısıyla nesnellik iddialarını da yitirmeleridir. Postmodernizmin yaptığı bunu söylemek, adını koymak oldu. Sözün düşüşüyle birlikte dilde başlayan anlamsızlık, felsefelerde çözümsüzlük, ideolojilerde tıkanma, dinlerde etkisizlik, tüm kurumsal varlıkların karikatürleşmesi ve devamında ise sermayenin sömürü aygıtının artık rakipsiz, engelsiz barbarlığını sürdürüşünden postmodern duruşlara pay çıkarmak adaletli olmaz. Belki günümüzde asgari ölçüde bir dürüstlük, belli miktarda bir postmodernizm gerektirecektir.

Zıt uçlarda yer almış ideolojiler de, yozlaşma sürecinde belli bir ortaklığı paylaştılar; bu ortaklıksa öncüllerin, ön kabullerin zemininde kökleniyordu. Sosyo-ekonomik sınıf, kurumsal din, toplumsal cinsiyet ve elbette ulus-millet tanımlamaları, insan merkezci, evrenselci, aydınlanmacı modern dünya kavrayışa ait 20. yüzyılda somut gerçeklik kazanmış kavramsal varsayımlardı esasında. Aynı varsayımlar zemininde fiziki güç edinmeye yönelik demagojik propagandalardan öteye geçen bir mücadele mümkün mü? Alan tutmak, köşe kapmak, mıntıka kapatmak, bayrak asıp slogan atmaktan öte, ki günümüzün küresel tüketim toplumunun ekranlarına beş dakikalık bir video ile girmeye denktir bu, bunun bir adım ilerisinde bir yaşam pratiği koyabilen bir güç var mı bu dünyada? Ama insan kendi tecrübesini, kendi yaşamını istediği sözcük, istediği felsefi argümanlarla açıklayıp sunabiliyor.

Zira bu sözcüklerin macerasını soracak, onları köklendikleri yere kadar takip edecek birileri pek yok etrafta. Bu kökler bile bugün şüphededirler. Sözün ağırlığını yitirişi, kavramların artık pek birşey ifade etmeyişi bundandır; zira artık barbarlığa karşı güne müdahale edecek gücü yoktur sözcüklerin. Uzun vadeli kullanımları belki bir güç devşirmeye yarar, ama sözün bu siyasal örgütlenişi, modernizm sonrası süreçte yozlaşmanın da bir zeminidir. Çünkü kendilerini dayandıracak ne modern ve tutarlı bir kuram, ne de herhangi bir geleneksellik kalmıştır geriye. Yaralı duyguları, bastırılmış tatminleri, kin, öfke, nefret ve intikam talebini siyaseten doğrucu, hümanist göndermelerle örülmüş, ve her dünya duruşundan birer miktar derlenerek dokunmuş bir ajitasyonla örgütleyen dillerden başka bir dil, bir gerçeklik dili yok sanki artık dünyada. Postmodernizm tam da bu gerçeği söylüyor, ama müdahalesiz, umutsuz, ve bazen bu oyuna, oyun olduğunu bile bile katılan bir tarzda yapıyor bunu.

Bir açıdan şüpheyle, Descartes’in şüphesiyle başlayan modern zamanlar, aynı şüpheyi ancak artık tükendiği eşikte, postmodernizmin eteğinde yeniden bulabiliyor. Şüphe İse, yıkıcıdır. Yerleşik rejim ve sistemlerin mumyalayıp müzeledikleri doğrular, bu doğruların yabancısı grup ve kitleler, özelde ise çevre dünya ülkeleri için hala bir referansın, bir eksenin, bir mutlak ve dayanağın bulunduğu algısı yaratıyorlar. Bir tür büyüdür bu; ve hiçbir büyünün sonuçlarının soyut olduğu da söylenemez. İdeolojinin maddiliği böyle bir şeydir; Devletin İdeolojik aygıtlarında Althusser bu meseleyi koyuyor gündemine.

Postmodernizmin bir günahı, bunun gerçekliğinden şüphe etmeyecek, daha doğrusu bu gerçekliği sorgulamaya gerek duymayacak bir konumda bulunmasıdır. Postmodernizm şunu söyler; neticede gerçeklik bir yorum meselesidir. Herkes kuşkusuz kendi gerçeği için hakikat olduğu iddiasında bulunacaktır, bunu doğrulama yanlışlama ölçütleri ise ne bizim elimizdedir, ne de nesnel ve mutlak ölçütler olacaktır bunlar. Bu yönüyle siyasi barbarlığı meşrulaştırdığı söylenebilir evet, ama postmodernizmin bu mantıksal görececiliğinden faydalanmayan hiçbir söylem, hiçbir ideoloji, hiçbir hakikat iddiası da yoktur diye düşünüyorum. Dilde reddetmek bir şey değiştirmez, tıpkı dilde hakikat güzellemeleri yapmanın, kuantum, tasavvuf ve bilimum farklı renk ve çizgiden güzel sözler derleyip verili kalıplara uydurmanın hakikatle herhangi bir ilişkisinin bulunmadığı gerçeği gibi. Postmodernizm tam da budur işte. Kendisinden yararlanıldığı ölçüde kötülenmektedir ne var ki. Peki ne yapılmaktadır? Geleneklere dönüş, kök-köken arayışları, özcü savunular, etnik-mezhepçi tezler, cinsel-altkültürel grup ve söylemlerin öne çıkışı vs., yani bugün Savunmalar’da (Demokratik Uygarlık Manifestosu-  Abdullah Öcalan) kültürel direniş grupları denen, post-Marksistlerin ‘Çokluk’u oluşturduğunu söylediği ve genel olarak postmodern düşüncelerde kendilerine ifade bulabilen bütün bu özneleşme süreçlerinden, bu süreçlerin örgütlenişinden başka bir modern-dışı hareket var mıdır? Kaldı ki bunlar da ne denli modern-dışıdır? Benim modern-dışılıktan anladığım, modernizmi aşma yönelimi gösteremeyecek denli bir uzak kalış, kopuş, tanımayıştır modernizmi. Bu ekonomik bir kopuşu da ifade eder elbette. Modernizmi tanıyan, onun tarafından tanınır da, ve tanınan da, kullanılmaya açıktır her zaman. Gerçek modern-dışı ise dünyanın idaresinde modernizmle rekabet edecek bir güce erişmekten daha varoluşu itibariyle alıkonulmuştur. Çünkü dünyayı idare etme davasına kalkışmamıştır hiçbir zaman, zaten dünya kavrayışları, idare etme üzerine kurulmamıştır daha başta. Dolayısıyla ne kavramları, ne kuramları kesişir modernizmle. Diller uyuşmadığı için tanıyamazlar da birbirlerini.

Nesnellik iddiası da burada bir dogmatizm olur çıkar işte, çünkü aynı yere bakıldığı halde aynı şey görülememektedir bir türlü. Her dışsal-dünyevi nesne, içinde yer aldığı tecrübe, ve yer alması istenen bağlam içerisinde görünür durumdadır insan gözüne. Yani insan duyuları belli bir seçicilik, öncelik-sonralık ölçüleriyle yontulur yaşam süresince. Duyarlık deniyor ya hani, tıpkı kulağın fiziki olarak belirli frekanslar arasındaki dalgaları işliyor olması, ama bu durumun başka belki sonsuzca frekansın varlığını reddetmeye götürmemesi gibi tıpkı. Her dünya kavrayışı da, mümkün kavrayışlardan ufak bir zerredir en fazla. Modernizmle karşıtlaşan her varoluş, tam da bu karşıtlaşma ilişkisi üzerinden karşıtıyla aslında aynı dünya kavrayışını paylaştığını, kavganınsa bu kavrayış dahilinde bir varoluş, bir iktidar kavgası olduğunu açık ediyordur. Gerçek bir modern-dışının modernizm tarafından tanımlanamayacağını, zaten başta tanınamayacağını, tıpkı keşfedilen ilk yerli toplumlar gibi kendisine bir hayvan mertebesinde yaklaşılacağını, dolayısıyla modernizmin, tabiatı gereği soğuk, kayıtsız, açık zulmünden başka bir muameleye uğramayacağı da söylenebilir. İnsanın hayvana muamelesinin, diğer insanlara muamelesine de bir ölçü teşkil ettiği tezi vegancılığın ayırıcı bir özelliğidir ama ‘vegan’ sadece bir sözcük. Ve kullanıldığı her seferinde Avrupalı beyaz burjuvazinin entelektüel bir lüksüne işaret ediyor insanların zihninde. Bu bir etikettir ve her etiket gibi bir karşıtlaşma, bir cepheleşme ifade eder. Oysa yaşam duyarlılığı, yaşam duyarsızlığı karşısında ne bir tez, ne de tersi olarak bir antitezdir. Böylesi bir diyalektik kutupların birbirini tanımalarını, ve birbirlerince tanımlanmalarını gerektirir.

Ama yaşam duyarlılığı, duyarsızlığı anlayamaz. Tam tersi de geçerlidir. Ve bu, insanın geldiği aşamada hayvanı anlayamamasıyla hemen aynı şeydir. Duyarlığı kırpılmış, algı ve kavrayışı yontulmuş, seçici önceliği kendi merkezine kıvrılarak tıkanmış insanın tanınmaması, tanımlanamaması, anlaşılmaması durumundan bahsediyorum. Bu, gerçek yaşam için bir zarurettir. Ben eğer yaşıyorsam, yaşam yıkıcılığı anlayamamalıyım, ona boş ve kayıtsız gözlerle bakacak kadar yabancı kalmalıyım. Zira eğer anlıyorsam, dünyanın aynı yönlü kavranışını paylaşıyorumdur da. Ve kavradığım bu dünya, zulüm ve sömürüyü ilke gereği daha ilk adımda üretmenin yeter zeminine sahiptir.

Modernizm etkisindeyken, hayvana yönelik düşüncem, akıl yoluyla egemen olunabilen bir canlılığın medeniyet ve merhamet gereği korunması, sakınılması, yaşatılması yönündeydi. Güç sahibi olup da bunu kullanmama yönlü bir hakkaniyet ilkesiydi bu. Bugünse bu akıl da, bu egemenlik de, bu güç de şüphededir. Benim kişisel akılsızlığım, egemenliksizliğim, güçsüzlüğüm değil sadece, insanın doğa karşısında kendine bu sıfatları yakıştırmasındaki ayıp da değil, düpedüz yanılsama, hile, ölçüsüzlüktür bugün benim insanda gördüğüm. Dolayısıyla insanla, onun bakış ufku arasında uzanan dünya üzerindeki her saldırgan, tahakkümcü, tüketici, sömürücü tek taraflı ilişki ve tasarruf, modernizmde şahikasını bulan genel bir dünya tekamülü olmuş. Bu işin başlangıcını yazının icadına çeken de var, ilk tarımsal faaliyete dek götüren de. Bence bu başlangıç noktasına ilişkin teoriler, sorumluluğu tarihsel gelişmeye, yani bir anlamda mukadderata yıkıp ‘insan doğasının kaçınılmazlığı’ gibi şüpheli bir soyutlamada demir atmak isteyen kolaycı, kestirmeci, konformist bir anlayışın ürünüdür. Netice mazlum, bu maddi imparatorlukta görünür, tanınır olmak, bir yer edinmek davasına girmişse, bunun sınırlarının modern kapitalizmin en uçta bir pratiği olarak neoliberalizmle çizildiğini ve bu sınırları, dünyanın aynı yönden bir bölüşüm kavgasına girdiği için baştan kabul etmiş bulunduğunu da görmesi gerekir.

Peki hangi modernlik? Kaç modernlik olabilir, bilmiyorum. Aynı modernliğin farklı yorumlanışları veya uygulamaları, modernliğin çoğaldığı anlamına gelir mi? Bu, Batının ilmini alıp ahlakını bırakmaya benziyor biraz. Devlet örneğinde olduğu gibi tıpkı, biçimsel, örgütsel, idari bir model olarak alıp içini hangi sınıfla doldurursan doldur, uzun vadede fark etmiyor. Biçimin bizzat kendisinin dayattığı bir gerçeklik var. Bu da iktidar merkezli bir tabakalaşma, bir katmanlaşma oluşturmasıdır. Modernizm de dünyayı kavrayışında belli öncüllerden, önkabullerden yararlanır. Bu öncüller dünyayla arasındaki mesafeye, özne-nesne, madde-mana, somut-soyut ikiliklerine dayanıyor. Birey-toplum, duygusal-analitik ikilikleri de burada kök salıyor. Bu ikicilikler bir kez kabul edildikten sonra, üstüne her kavram giydirilebilir. Zaten postmodern söylem tam da bu şekilde üretilir.

Çözüm ne, çaresi ne diye sorulabilir. Bu, sorunu koyanın, tespiti yapanın işi olmayabilir her zaman. Ve bazı çözümler, olsun demekle de olmuyor, anında gerçekleşmeyebiliyor. Acil, kısa vadeli, sonuç alıcı çözümler iktidar oyununu bilen, siyasal dengeleri iyi gözeten, maddi-somut güncelliğin nabzını iyi tutan kafaların üretebileceği türdendir. Bu çözümlerin dönemsel kazanımları olur. Bazen bunlar öyle acil ve yakıcı ihtiyaçları karşılar, öyle önemli kazanımlar sağlar ki, haricen söylenebilecek ne varsa ezip geçerler. Belki aşırı öznelci olacak ama, herkes, her insan kendi biricik tecrübesinde açığa çıkarıp işleyebileceği bir öze sahiptir. İnsan bu özden korktuğu, bu özden utandırıldığı, bu özden kaçındığı için en kestirme toplumsal-sistemsel çözümlerde kolayca eritiyor kendini,  Bugünkü modernist projeler ile dünyaya önerip ördükleri neoliberal ekonomik ağ da tam olarak bu türden bir şeydir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.