Düşünce ve Kuram Dergisi

21.Yüzyıldaki Faşist Hareketler Üzerine

Fırat Emekçi

Son birkaç yılda Brezilya’dan Japonya’ya, Avrupa’dan ABD’ye birçok ülkede seçimlerde ulus devlet zihniyetinin en geri değerleri üzerinde kendini tanımlayan partiler ya iktidara geldiler ya da çok ciddi bir gelişim gösterdiler. Her ne kadar ortak bir ideoloji ve ritüeller sergileyen bütünsel bir hareketle karşı karşıya olmasak da faşizan partilerin ilerleyişini anlamak için yine de genel bir çerçeve oluşturulabilir. Çünkü aralarındaki farklılıklara karşın ifade ettikleri ve savundukları zihniyet, ortak bir zemin oluşturmaktadır. Bunun da ötesinde bu değişimin nedenlerini açığa çıkarmak ve dayanaklarını tespit etmek toplumsal hareketlerin küresel düzeydeki mücadelelerine dair öngörülerde bulunmak için gereklidir. Bu gereklilik bu durumun anlaşılmasının salt entelektüel bir uğraştan ziyade güncel siyasal mücadeleyi kavrama açısından da önemli olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü toplumsallığa zarar veren ve insanlığın yarattığı olumlu değerlerin karşısında olan bu siyasi oluşumların başarısının niteliği ve kapsamı bu duruma karşı mücadele tarzına dair de fikir verecektir.

Farklı coğrafyalarda varlık gösteren bu siyasi partilerin, seçimlerde ve kitleselleşmelerindeki başarısını ele almanın kimi zorlukları söz konusudur. Öncelikle tespit ettiğimiz gibi tek bir hareketten bahsetmek mümkün değildir. İlk zorluk kuşkusuz değişik coğrafyaların getirdiği farklılıklardır. Bu farklılıklar en net biçimde bu siyasi partilerin kullandıkları argümanlarda gözlemlenmektedir. Yine kendilerine öncül olarak seçtikleri geleneksel yapılara göre de ayrılırlar. Ayrıca tüm bu partilerin dayandıkları temel zihniyet olan kendi ulusunu üstün görme anlayışıyla şekillenen milliyetçilik bazen bu farklılıkların çelişki biçiminde olmasına da neden olmaktadır. Bir diğer zorluk da tarih aralığını belirlemede karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tekil olarak ele alındığında bu partilerin kuruluşu, kitleselleşmesi veya iktidara gelmesi dönemsel farklılıklar göstermektedir.

Yine de bu farklılıklar genel bir değerlendirme yapmanın önünde engel oluşturmazlar. Çünkü faşizan partilerin zihniyetleri, faaliyetleri ve arzuladıkları devlet sistematiği benzerdir. Aynı zemin üzerinden pratik sergilemekte ve aşağı yukarı benzer toplumsal kesimlerden destek almaktadırlar. Bu açıdan benzerlikleri görünüşteki farklılıklarından daha fazladır. Bu durum coğrafi farklılıklar için geçerli olduğu gibi içinde şekillendikleri gelenekler için de geçerlidir. Aynı zamanda tarihsel perspektifte kısa dönemden ziyade örneğin 50 yıllık bir dönem araştırma için esas alındığında bu farklılık da engel olmaktan çıkacaktır. Milliyetçiliğin evrensel hakikati parçalama çabasına karşın ancak evrensel bir düzlemde ele alındığında anlaşılabilir olduğu da açıktır. Kaldı ki milliyetçiliğin de faşizmin de tüm yerli olma iddialarına karşın kapitalist sistemin dünya ölçeğinde yaydığı ulus devlet zihniyetinin türevleri olduğu belirgindir. Bu açıdan İttihat ve Terakki’nin de Nazi Partisi’nin de dünya ölçeğinde birçok parti tarafından öykünülen modeller olarak seçildiği hatırlanabilir. Faşizm evrensel etkileri yoğunca olan bir hakikat çarpıtmasıdır.  Bu durum bize bu zihniyete dair genel bir değerlendirme imkânı da vermektedir.

Gözlemlenen bu gelişmenin genel olarak ele alınmasında öncelikle kavram tartışmasına değinmek gerekmektedir. “Yeni sağ” ya da “Neo faşist” olarak çeşitli kavramsallaştırmalarla anlaşılır kılınmaya çalışılan bu eğilimin ilkin kavramsal çerçevede netleştirilmesi izlenen yönteme dair önemli olanaklar doğuracaktır. Keza devletçi ideolojilerin gerçeği ters yüz etme çabası en fazla kavramlar üzerine yoğunlaşmaktadır. Ardından tarihsel çerçevenin oluşturulması bu hareketlerin hangi zeminden güç aldığını anlamak için yaşamsal bir rol oynayacaktır. Zaten toplumsal olana ilişkin herhangi bir durumun tarihsel perspektif olmaksızın anlaşılabilmesi mümkün değildir. Hiçbir düşünce ya da siyasal hareket gökten zembille inmez. Örneğin faşist DAEŞ örgütlenmesi ele alınırken sıklıkla sistemin düşünürleri tarafından ifade edilen aniden zuhur etme durumu çarpıtmadan öte bir anlam taşımamaktadır. Tarihsel perspektif bize faşizan partilerin gelişimini bazı örnekler üzerinden daha kolay ele almamızı da sağlayacaktır. Bu örneklere genel bir bakışla beraber bu hareketlerin toplumdan destek devşirmeye çalışırken hangi sosyolojik durumlara hitap ettiğinin altı da çizilecektir. Sonuç olarak bu toplumsallık karşıtlığını geriletmek için mücadele eden toplumsal demokratik güçlerin konumu ifade edilecektir.

 

“Faşizm”, “Neo Faşizm” ve “Yeni Aşırı Sağ” kavramları üzerine

Güncel faşizan partilerin gösterdikleri ilerlemenin nedenlerine odaklanmadan önce faşizm kavramına dair bazı genel tartışmaları aktarmak gereklidir. Çünkü bu partileri tanımlayıp, siyasal düşüncedeki yerlerini belirlemek, pratiklerini anlamak için olmazsa olmazdır. Tanımlama salt bir adlandırma değil, hem bu partilerin pratiklerinin neye yöneldiğini hem de onlarla mücadele yöntemini açığa çıkarmaktadır.

Türkiye de İttihat ve Terakki Partisi’nin faşist örgütlenmenin ilk örneği olarak ele alınması kuşkusuz daha doğru olmakla birlikte yüz yıl önce İtalya’da marjinal bir avuç küçük burjuva ve eski askerin eski sosyalist bir gazetecinin etrafında “Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı” adlı bir örgüt kurmasından itibaren “faşizm”, üzerine yoğunca tartışılan bir olgu durumundadır. Özellikle II. Dünya Savaşı’nda insanlığa tarifi zor bedeller ödemesinde önemli rol oynayan faşizme odaklanan çok ciddi bir külliyat oluşmuştur. Faşizmin tanımlama, anlama veya değerlendirme çabalarını nihayete ermiş şekilde ele almak da mümkün değildir. Çünkü hâla canlı olan faşizmi kavrama arayışı, neredeyse her gün yeni eserlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu çabanın diri olması faşizmin hem yol açtığı tahribatların büyüklüğü,  hem de hala insanlığa yöneltilmiş bir tehdit olarak gündemde olması nedeniyle anlaşılırdır.

Faşizm üzerine yapılan çalışmaların hepsini olumlu görmek mümkün değildir. Kapitalist moderniteyi bu büyük günahtan kurtarmak için yazılmış önemli sayıda kitap da bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse;  faşizmi sadece iki dünya savaşı arası, Almanya ve İtalya’daki rejimlerle sınırlayan ve bunu reel sosyalist harekete tepkiden ibaret gören, faşizmin insanlık dışı uygulamalarındaki sorumluluğu Marksizmde arayan özellikle 20.yüzyılın son çeyreğinde oluşmuş bir akımdan bahsedebiliriz. Öte yandan faşizmi A.Gramsci, W.Reich, T.Adorno ve N.Poulantzas gibi çok katmanlı ve derinlemesine ele alan önemli düşünürlerin eserlerinin sayısı da azımsanamaz. Bu açıdan faşizm kavramının içini boşaltan tanımlardan tutalım faşizm olgusunun özüne doğru yaklaşan bütünlüklü tanımlara kadar faşizmin betimlenmesinde çok çeşitli savlar söz konusudur. Bu geniş tanımlama çabalarına konumuz çerçevesinde en genel hatları ile değinebiliriz.

Fakat yine de,  faşizmin varyantlarını, pratiklerini veya dönemsel gelişmelere göre yansımalarını irdelemeden yalnızca özünü ve çerçevesini tarif edebilmek tartışmamız için mühim olacaktır. Çünkü bu öz, bugün birçok ülkede gelişim kat eden partilerin en önemli ortak özelliğidir. Genel olarak faşizm, bütünleşmiş devlet aygıtının kör şiddeti temel alan egemenliğini savunmakla ve klasik ulus devletin en önemli iddialarından olan güçler ayrımına ve hukukun egemenliğine dahi karşı olmakla ayırt edilir. Aynı zamanda faşizm çoğunlukla ırkçı, fakat her zaman milliyetçi küçük burjuva ideolojisiyle donanmış, kitle seferberliğine önem veren ve tek bir partinin egemenliği altındaki baskı rejimini savunan ya da bu nitelikte olan partileri, ideolojileri veya devletleri tanımlamakta kullanılır. Bu ifadeler genel kabul görmüş faşizmin basit tanımlarıdır. Yine Marksist literatürün ‘klasik tekelci burjuvazinin gelişen işçi sınıfı mücadelesi karşında başvurduğu açık diktatörlük’ betimlemesi önemli noktalara işaret etse de sınırlı bir tanımlamadır.

Bu ölçüler faşizmi tanımlamak için işlevsel olmakla birlikte, bir hareket, devlet ya da parti incelenirken bu ilkeleri birbirinden kopmaz biçimde ele almak faşizmin kapsamını daraltmış olur. Yine her faşizmin tekelci kapitalist evrede devreye girdiğini düşünmek yanıltıcı olabilir. Çünkü faşizm sürekli aynı biçimde ve aynı sınıf dinamikleri üzerinden pratikleşmez. Hatta yakından bakıldığında çoğu zaman bir birine tüm yönleriyle benzeyen iki faşist hareketi bulmak bile zordur. İtalyan faşizmi ve Nazi Partisi neredeyse herkes tarafından aynı çerçevede değerlendirilirse de aslında pek çok açıdan örneğin ırk teorisinde ve tekelci burjuvazi ile kurdukları ilişkide farklılık gösterirler. Günümüzde İtalyan faşistleri bu farklılıkları Faşist İtalya’yı masum göstermek için fazlasıyla vurgulamaktadırlar. Bu bilinçli yada bilinçsiz dar bakış, örneğin Franco İspanya’sının ya da Petain Fransa’sının faşist şeklinde tanımlayamamaktadır.

Oysa faşizm daha sık görülen bir durumdur ve devlete özellikle de ulus devlet olgusuna içkin bir düşünce sistematiği ve pratiğidir. Toplumu özgürlükten yoksun bırakıp, yönetim olgusunu kendinde tekelleştirmesi, toplumu ezen sınıflar adına sömürmesi anlamında her devlet, diktatörlüktür. Diktatörlüğün faşist forma bürünmesi ise kapitalist moderniteyle yani ulus devletle mümkün hale gelir. Bu nedenle faşizmin anlaşılması için ulus devletin yapısına daha derinlikli bakmak gerekir. Egemen sınıfların, tekelci güçlerin toplumu tümden kontrol altına alma aracı olan ulus devlet,  faşizmin tüm öğelerini içinde barındırır. Tekelci güçlerin toplumun tümünü kendi egemenliklerini garanti altına alma amacıyla şekillendirme çabası ulus devletin temel gayesi ve işleyişidir. Ancak bu kuramsal çerçevede faşizm kavramı yerli yerine oturabilir. Ulus devletin toplumsal mühendislik hamlesini açık şiddet ve ulus devlet zihniyetinin en geri değerleri ile yapması faşizm anlamına gelir. Yani devletçi güçlerin toplumu baskı altına alma eylemini doğrudan zor aygıtlarına dayanarak yapması, faşist zihniyetin özüdür.

Bu açıdan faşist devlet, yalnızca kendi özüne indirgenmiş ulusal devlettir: İster doğrudan ister dolaylı yoldan olsun, özünde otoriter olan pratiklerini, koşullara göre artık gizleme gereğini duymayan tekelci güçlerin baskı aygıtıdır. Faşist retorikler ne kadar farklı ya da temsili demokrasi yöntemine saygılı görünürse görünsün bu onların zihniyetlerinin özünü değiştirmez. Bu temelde, devletlerin “demokratik” görünüşlerine vurulan her darbe, biçimsel bile olsalar, özgürlüklerin ve doğal hakların her türlü kısıtlanması,  rejimin faşistleştirilmesinin yani ulus devletin aslına rücu etmesinin önemli belirtilerinden biri olarak kabul edilmelidir. Bu çerçeve,  bize her ulus devletin “demokrasi” kavramını ağızdan düşürmese bile varlığını tehdit altında hissetmesi durumunda, nasıl kolaylıkla faşizan bir hale geldiğini açıklar.

Bugün dünya ölçeğinde karşı karşıya olduğumuz eğilimi kavramsal çerçeveye oturtmak için öncelikle yapılan “yeni aşırı sağ” ya da “neo(yeni) faşizm” tanımlamalarını gözden geçirmeliyiz. Ali Fırat’ın belirttiği gibi kapitalist tekelci güçlerin kendi zihniyetlerini “modern” ve “yeni” olarak adlandırmaları ideolojik bir çarpıtmadır. Çünkü bu adlandırma toplumun zihnini ele geçirmede oldukça işlevli bir rol oynar. 1970’ler sonrası “yeni” sıfatının neredeyse tüm sosyolojik kavramların başına eklenmesini başlı başına bu kelime oyunlarının bir yansıması olarak görmek doğru olur. Bu açıdan çoğu durumda bu “yeni” sıfatına ihtiyatlı yaklaşmak gerekmektedir. Doğal olan bazı değişimlere işaret etme açısından bu sıfatların bir anlamı olmakla (Neoliberalizmde olduğu gibi)  birlikte değişmeyen özü maskeleme işlevi(Neo faşist kavramında baskın olan budur) de gözden kaçırılmamalıdır.  Konumuz açısından önemli olan bu siyasal oluşumları sağcılık çerçevesinde mi faşizm bağlamında mı ele alınması gerektiğidir. Yoksa bu partilerin geçmiş örnekleri birebir kopyalamaması onları “yeni” kılmaz.

Fransız Devriminin siyaset bilimine kazandırdığı “sağcılık” tarifi 200 yıldır birçok biçimsel değişime karşın halen verili devletin muhafazası ve toplumun özgürlük alanın değil devletin yönetim araçlarının kapsamının genişlemesini savunan çoğu zaman milliyetçi kitle partilerini tanımlamakta kullanılmaktadır. “Sağcılık” ile “faşizm” arasında geçilmez duvarlar olmamakla birlikte iki kavramın aynılaştırılması doğru değildir. Örneğin sağcılık, ulus devletin kendi iç evriminde kazandığı kurumlara (güçler ayrımı vb.) çok içten olmasa da saygı duyar. Sağcı kitle partileri birçok örnekte gördüğümüz gibi geniş politik manevralar yapabilmekte, dönüşebilmektedirler. Oysa faşist partiler ideolojik çekirdeklerine sadakat üzerinden şekillenirler. Her ne kadar tüm faşist oluşumlar pragmatik oldukları için dönemsel söylemlere başvursalar bile amaçları nettir. Pratik örnek vermek gerekirse A. Merkel’in Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) sağcı bir kitle partisidir fakat Almanya için Alternatif Partisi (AfD) faşist ırkçı bir partidir. İki parti birçok konuda benzer davransalar bile aynı tip partiler değildir. Zaten bu iki tip partileri aynılaştırmak pratik siyasi mücadelenin yadsınması anlamına gelir. Öte yandan “Aşırı Sağcılık” kavramının çoğunlukla faşizmin daha inceltilmiş bir ifadesi olarak kullanıldığını da belirtmek gerekir. Faşizm çok özgün bir durumun tarifine sıkıştırıldığında ortaya aşırı sağ kavramı çıkar. Aslında bu kavram kendi başına pek bir şey de anlatmaz.

Ele alacağımız siyasi partilerin bu kategorilerden hangisine girdiğini belirlemek güç değildir. Dolaysız bir toplumsallık karşıtlığı yapan bu partileri sadece söylemleri üzerinden bile tasnif edebiliriz. Açık ya da örtük ırkçılığın temel mayası olduğu bu hareketlerin, zihinsel dünyası benzerdir. Kadın düşmanlığı, militarizm, demokrasi karşıtlığı, geçmişin çarpıtılarak yüceltilmesi gibi ulus devlet zihniyetinin en geri öğeleri bu hareketlerin ortak noktalarıdır. Bu kavramsal zemin üzerinden incelediğimiz hareketlerin faşist oluşumlar olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Çünkü hepsi devletin lehine, egemenlerin lehine toplumu geriletmeyi ve baskı altına almayı amaçlarlar ve bunu dozu ve biçimi değişmekle birlikte şiddetle yapmayı hedeflerler. Kullandıkları argümanlar veya faşizan uygulamaların sadece bazılarını devreye koymaları bu temel amacı örtmez. Bir devleti faşist biçimde yeniden örgütlememiş olmaları bu tehlikenin olmadığı anlamına da gelmez.

21.Yüzyılın İlk Çeyreğine Genel Bir Bakış

Bu partilere dair kavramsal tartışmaları aktardıktan sonra bu faşist partilerin yükselişinin nasıl bir tarihsel dönemde gerçekleştiğini ele alabiliriz. Bu açıdan en doğru tarih aralığı 1990’dan günümüze olacaksa da biz daha çok 2000 sonrası dünyanın siyasi panoramasını ele alacağız. Çünkü her ne kadar bu dönemin temel belirleyenlerinin ilk nüveleri 90’larda ortaya çıksa da 2000’ler sonrası tablo faşist partilerin son birkaç yıldaki başarılarını anlamada daha işlevseldir. Kaldı ki,  bu döneme asıl rengini veren,  zaten daha uzun erimli bir tarihsel perspektiften ele alınması gereken kapitalizmin yaşadığı yapısal krizdir.

2000’ler sonrası dünyadaki gelişmelere baktığımızda yapılabilecek ilk tespit kuşkusuz “belirsizlik” olmaktadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve birkaç düşünür dışında,  bu döneme dair çeşitli çevrelerce yapılan tüm öngörülerin boşa çıkması, bu “belirsizlik” durumu üzerinden anlaşılabilir. Çünkü neredeyse birkaç yılda bir tekrarlanan ekonomik krizler, bir türlü istikrar kazanmayan uluslararası dengeler ortaya çıkan gelişmelerin kalıcılaşmamasına, doğal olarak mevcut olana ilişkin yapılan tahminlerin çok kısa sürede yanlışlanmasına neden olmaktadır.

Reel sosyalist blokun yıkılmasının ardından ABD öncülüğündeki kapitalist blok, kazandığına inandığı Soğuk Savaş’ın ardından “Tarihin Sonu” nu ilan etmişti. 2000 yılından itibaren hem kapitalist merkez ülkeler hem de yarı çevre ve çevre devletler için ABD hegemonyası altında,  sürekli ekonomik kalkınma vaadine dayanan bu “Yeni Dünya Düzeni”nin aslında ne “yeni” ne de “düzen” anlamına geldiği kısa vadede anlaşıldı. Kapitalist düzen,  eşitsizliği ve sömürüyü daha da artırırken, ortada “yeni” bir şey ya da küresel refah çağı görünmüyordu.

ABD kapitalist hegemonyasını sürdürebilmek için girdiği  Ortadoğu savaşında, bir türlü dillendirdiği istikrarı sağlayamadı. Ciddi bir tehdit olarak dünyaya sunduğu ve aslında kendi yaratımı olan köktenci terör örgütlerine karşı da,  koparılan bin bir türlü yaygaraya rağmen bir başarı elde etmedi, edemedi. ABD aynı zamanda dış açıklarının özellikle Çin’in lehine sürekli artmasında görüldüğü gibi,  ekonomik anlamda da geriledi. Bu dış tablo ABD’nin ülke içi yapısını da oldukça zorladı. Özellikle 2008 krizi ABD’nin Obama yönetimi ile girdiği imaj yenileme projesi,  parıltılı bir başlangıç yapmasına rağmen  sessiz sedasız bir başarısızlıkla sonuçlanmanın ötesine geçemedi. İşsizlik ve sürekli yinelenen ekonomik krizler toplumsal yapının olukça zedelendiğinin önemli göstergeleri oldu.

2000’lerin başında Avrupa’da ise AB’nin yeni kurumsallaşma adımları ile,  görece iyimser bir hava yaşanıyordu. Maddi anlamda refah düzeyi oldukça artmış olan kıta Avrupasında,  sınıf mücadelesi ya da sınıf çatışması nostaljik olgular olarak görülüyordu. Kapitalist rüyanın gerçekleşmediğini iddia etmek için ortada hiçbir gerekçe yok gibiydi.  Doğu Bloku ülkeleri en son Yugoslavya parça parça haline getirilip sisteme eklenebilir hale getirilmesinin ardından,  Avrupa bütünleşik bir yapı ile en önemli uluslararası aktör olma iddiasındaydı. Bu iddia, AB Anayasasının birkaç ülkede yapılan referandumlarda, 2009’da reddedilmesi ardından çöktü. Her ne kadar değiştirilip onay alınsa da bu ilk krizle AB’nin öngörüldüğü gibi güçlü bir yapı olmayacağı açığa çıktı. Neredeyse eş zamanlı olarak Yunanistan’ın borçlar nedeniyle iflas etmesine AB’nin engel olmaması ya da olamaması,  bu yapının ciddi ciddi sorgulanmasına neden oldu.  O tarihten itibaren sürekli prestij ve güç kaybeden AB, en son İngiltere’nin bir türlü nasıl olacağı kararlaştırılamayan ayrılığı ile önemli bir darbe aldı. Küreselleşme döneminin temel yapı taşı olarak dünyaya örnek gösterilen bu birlik kısa sürede etkisiz hale geldi. Özellikle sürekli “sosyal devlet” uygulamalarının aşınması toplumsal hoşnutsuzlukları arttırdı. Mülteciler ve yabancılar, bu hoşnutsuzluğun yönlendirildiği özne konumuna getirildi.

Yarı çevre olarak adlandırılan bölgelerin ise Dünya Bankası ve IMF’nin politikaları ile kalkınacakları iddia ediliyordu. Ve bu iddiaya iki mucize örnek de gösteriliyordu: Güney Kore ve Arjantin. 2000’lerin hemen başında bu iki ülkenin ekonomisi hemen hemen aynı dönemde çöktü. Kuşkusuz bu çöküşün etkisi sadece iki ülkeyle sınırlı kalmadı, bir bütün olarak Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’yı etkiledi.  Mucizeler kâbusa dönüşürken,  diğer ülkelerin sürekli borç krizi yaşaması durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Kronik borçlanma örneği olan Meksika,  en kötü duruma düşen ülke oldu. Bahsi edilen ülkelerde kentleşmeye dayalı orta sınıf büyüdü fakat kapitalist propagandistlerin söylemlerinin aksine orta sınıfın büyümesi toplum içindeki uçurumların kapanması anlamına gelmedi. İyimser dönemlerin çok geçici olduğu artık herkesin kafasına kazınmıştı.

Rusya ve Çin’e dair de bazı değerlendirmelerde bulunmak gerekirse;  ilk belirtilmesi gereken,  bu iki ülkenin 2000’lerin ilk çeyreğindeki performansının gerçekten de şaşırtıcı olduğudur. 2000’lerin başında, 1990’daki reel sosyalist sistemin yıkılışı ardından, neoliberal uluslararası kuruluşların önerdiği “şok terapisi” adlı programla ayakta durmaya çalışan ve kapitalist sisteme neredeyse tüm maddi alt yapısı talan edilmiş- oligark adı verilen sınırlı sayıda kişilerce- bir şekilde eklemlenmiş ve birkaç milyon borca muhtaç hale gelmiş Rusya’nın, 10-15 yıllık sürede tekrardan önemli bir uluslararası aktör haline geleceğini,  muhtemelen o dönem yeni seçilen Putin’in en sıkı destekçileri bile düşünmezdi. Öte yandan Çin 1980’lerin başından itibaren kapitalizmin emekçileri sınırsız sömüren biçimine tek parti kontrolünde geçiş yapmıştı. Bu yıllardan itibaren ucuz emeğe dayalı bir ekonomik programla gelişim gösteren Çin, 2000’lerle beraber önemli kapitalist devletlerden biri haline geldi. Günümüzde ise ABD ile hegemonik güç olma konusunda bir rekabet içerisine girmiş bulunuyor. 60 yıl önce kıtlığın önemli sayıda insan kaybına yol açtığı bir ülkenin bu denli bir değişim geçirmesi devasa nüfusuna rağmen beklenmedik bir durumdu. Bu iki devletin bugünkü demokrasiye duyarsız konumlarının genel atmosferi etkilediğini de eklemek gerekir.

Ortadoğu ise bu dönemde küresel krizin başka bir ifadeyle -3.Dünya Savaşı’nın-  en sıcak yaşandığı coğrafya oldu. Savaşların sürekli gündemde olduğu ve coğrafyanın tümünü etkileyen Kürt ve Filistin sorununun çözüme kavuşmadığı bir bölge olarak, aynı zamanda tüm merkez kapitalist güçlerin açık etki etmek istediği bir saha oldu. İsrail ve Türkiye ikiz devletler olarak bölgenin gündeminden baskı, katliam ve savaşın eksilmemesine neden oldular. İran ise teokratik diktatörlüğünü çeşitli manevralarla korumakla kalmadı, Şii mezhebi üzerinden etki alanını da genişletti. 2011 yılında başlayan “Arap Baharı” ise halklarda büyük umutlar yaratmakla birlikte çeşitli devletçi güçlerin etkisi ile önce manipüle edildi, ardından Suriye özelinde bitmeyen bir iç savaşın malzemesi haline getirilerek içi boşaltıldı. Bu süreçte Mısır kısa süreli bir rejimin ardından askeri bir darbe ile geleneksel bürokratik diktatörlük konumuna geri döndü. Bu dönemde bölgeyi de aşan bir şekilde insanlık açısından umuda dönüşen Rojava Devrimi küresel düzeyde demokratik toplumsal değerlerin savunucusu oldu ve bunu faşist DAEŞ örgütünü yeryüzünden silerek pekiştirdi.

Kısaca derlediğimiz tüm bu gelişmeler kapitalizmin yapısal krizi çerçevesinde gelişti. Ali Fırat’ın “kaos aralığı” olarak betimlediği bu evrede, kapitalizmin ya yerini daha demokratik ve daha eşitlikçi bir sisteme bırakacağını ya da kendini yeniden restore ederek, varlığını bir süre daha sürdürmek isteyeceğini ifade etti.  Fırat, ‘tek belirleyici güç kendini örgütleme ve mücadele azmi olacaktır’ dedi. Bu süreçte, yaşananları, kapitalizm şahsında devletçi merkezi uygarlığın krizi olarak değerlendirmek en uygunudur.  Bu nedenle klasik araçlarla ve kavramlarla dönemi anlamak ya da gelişmelere yön verebilmek mümkün değildir. Bu dönemin sürekli krizleri bağrında taşımasının, demokratik toplumcu güçler açısından sürekli bir devrim olanağı doğuracağı,  aslında son 20 yılda defalarca kanıtlanmıştır. İ. Wallerstein’ın da işlediği ve 1970’lerle başlattığı bu yapısal dönem, kısa vadede sürekli bir belirsizliği beraberinde getirmektedir. Wallerstein aynı zamanda bu dönemi “Kondratieff dalgaları” teorisinden de önemli oranda yararlanarak, iktisadi bir açıdan da temellendirmektedir. Bu dönem devletçi güçlerin de kendi egemenliklerini korumak için,  ellerinden gelen her yöntemi deneyecekleri bir zaman dilimi olmaktadır. İşte faşist hareketlerin bu dönemde hatırı sayılır bir gelişme kaydetmesinin tarihsel zemini bu kaos aralığıdır. Demokratik hareketler daha adil ve özgürlükçü bir dünya için mücadeleyi yükseltirken, tekelci güçlerin kendi zihinsel dünyalarının çekirdeği olan faşizmi tekrardan devreye koyması bu nedenledir.

 

Gelişen Faşist Dalga

1.Dünya Savaşı’nda yaşanan acılar ve bu savaşta ve savaş öncesinde faşizmle mücadelede verilen büyük bedeller dünyada geniş çaplı bir antifaşist bilinç oluşturdu. Bu nedenle faşist hareketler bu niteliklerini gizlemek için her şeyi yaptılar. Açık faşist diktatörlükler bile kendilerini farklı biçimde ifade etmeye dikkat etti. Avrupa’da ise bu hassasiyet çok daha fazlaydı. 1990’larla birlikte bu durum değişmeye başladı. Özellikle Almanya’da gelişen Neo Nazi hareket her ne kadar yabancılara saldırılar düzenleyen paramiliter çete konumundan çıktığı görüntüsü verse de, faşizm hayaletinin geri döndüğünü gösteriyordu. Fakat hala siyasal alanda açık faşizan zihniyet açıklanamıyor veya örgütlenemiyordu. Dünyada ise ABD emperyalizminin desteklediği geleneksel askeri faşist diktatörlükler, özellikle Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber tasfiye oluyordu.

2000’lerle beraber bu durum değişti. Özellikle Avrupa’da açık faşist hareketler siyaset sahnesinde görünür olmakla kalmadılar, seçimlerde ciddi oylar da aldılar. Üç ülkeden örnekler hatırlanabilir. Jörg Haider, geleneksel sağcı bir parti olan Avusturya Özgürlük Partisi’ni (FPÖ), açık faşist bir parti haline getirmekle kalmadı, art arda seçim başarıları kazandı. Açıktan Nazi dönemini sahiplenen bu kişinin o dönem Avusturya Başbakanı olma ihtimali bile gündemdeydi. Avrupa genelinde antifaşist kamuoyunun tepkisi nedeniyle,  bu kişi siyaset sahnesinden silindi. İkinci örnek ise Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders’ın açık ırkçı propagandasının Hollanda’da önemli bir etki yaratmasıydı. Bu etki Hollanda siyasetinin dengesini değiştiriyordu. Demokratik kamuoyunun yoğun mücadelesi sayesinde bu çıkış da marjinal hale getirildi. Bu iki partinin adında “Özgürlük” kavramının olması tarihi bir ironiydi. Üçüncü örnek ise 2002 yılında Fransa’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde faşist Jean-Marie Le Pen’in ikinci tura kalması ile yaşanan durumdu. Fransa gibi demokrasi mücadelesinin köklü bir geleneğe sahip olduğu bir ülkede,  bu sonuç ciddi bir şok anlamına geliyordu. İkinci turda tüm sol demokratik güçlerin sağcı Jacques Chirac için “Faşisti Değil, Hırsızı Seçin” şiarıyla seferber olması, Chirac’ın yüzde 83 gibi rekor bir oyla seçimi kazanmasına yol açtı. Bu duyarlılık Faşist Le-Pen ve partisi Ulusal Cephe’nin gerilemesine yol açsa da etkisini tümden ortadan kaldırmadı.

Bu ilk dalga insanlık için ciddi tahribatlar ve çok da uluslararası etki yaratmadan atlatıldıktan 10 yıl sonra,  faşist partiler o zamana kadar düzenli olarak arttırdıkları oyları birden en üst seviyeye çıkardılar. Bu durum sadece Avrupa ile de sınırlı kalmadı. Neredeyse her yerde faşist partiler ya da faşizan söylemler hızla etkili konuma geldiler.

Almanya ve Fransa’ya bakmadan önce,  Avrupa genelinde faşist partilerin seçimlerde aldıkları oy oranlarındaki gelişime bakmak yararlı olur. Sibel Karabel “Avrupa’da Yükselen Aşırı Sağ ve Popülist Söylem” adlı makalesinde Avrupa Parlamentosu seçimlerini esas alarak durumu şöyle aktarıyor:

“Bu bağlamda, yapılan araştırmalarda, son on yıllık zaman diliminde aşırı sağ partilerin Avrupa genelinde yaklaşık yüzde 10’luk bir artışla yükseldiği görülüyor. Benzer şekilde, 2008-2018 yılları arasında AB’ye üye olan devletlerde aşırı sağ popülist partilere oy veren profilin araştırıldığı bir çalışmanın bulgularına göre, söz gelimi İtalya’da aşırı sağ partilere oy verme oranı 2008 yılında yüzde 8 iken 2018’de yüzde 50’yi buluyor. Polonya’da bu oran yüzde 32 ve yüzde 51, Fransa’da yüzde 13 ve yüzde 27, Almanya’da yüzde 10 ve yüzde 21, Yunanistan’da yüzde 17 ve yüzde 54 ve Macaristan’da yüzde 43 ve yüzde 65 olarak görülüyor.” Yazarın “aşırı sağcı” tanımlamasını “faşist” olarak okursak bu tür partilerin Avrupa’nın neredeyse her ülkesinde güç kazandıkları görülebilir. Biz Almanya ve Fransa’ya dönersek, kuşkusuz Almanya’daki durumun çok çarpıcı olduğunu ifade edebiliriz. Nazi fenomenin ortaya çıktığı ve faşizm hassasiyetinin en fazla olması beklenen yerde,  2013 yılında kurulan faşist bir partinin -Almanya İçin Alternatif(AfD)- seçimlerden 3. büyük parti olarak çıkması, sözün gerçek manasıyla uyarıcı bir sonuçtur. Fransa’da ise babasının söylemlerini görece yumuşatıp, onu partinin dışına çıkaran Marine Le Pen,  2017 seçimlerinde önemli oranda bir oy aldı. Bu iki faşist partinin de ortak söylemi “göçmen karşıtlığı” sosu ile sunulan ırkçılıktır.

Öte yandan faşist askeri diktatörlük geçmişi ve devrimci demokrat geleneği güçlü olan Güney Amerika’nın birkaç ülkesinde,  son yıllarda yapılan seçimlerde faşist liderler seçimleri kazandı. Arjantin ve Kolombiya’da da gördüğümüz bu durumun,  en belirgin örneği ise Brezilya’da yaşandı. Jair Bolsonaro gibi açıkça cunta dönemini öven, kadın düşmanı, ırkçı birinin Güney Amerika’nın en önemli ülkesinde devlet başkanı seçilmesi, gelişen faşist eğilimin dünyanın her yanında etkili olmaya başladığını göstermektedir.

Değinilmesi gereken diğer pratik gelişmeler ise Japonya, İngiltere ve ABD’de yaşananlardır. Buralarda doğrudan faşist hareketlerin güçlenmesi söz konusu olmasa da,  faşist söylemin geleneksel sağcı yapılar üzerinde ciddi etkiler yarattığı gözden kaçmamalıdır. 20. Yüzyılın sonlarına kadar özellikle teknoloji alanındaki atılımları ile sürekli büyüyen bir ekonomiye sahip olan Japonya,  o dönem birçokları tarafından geleceğin hegemonya adayı olarak görülüyordu. Yukarıda değindiğimiz Güneydoğu Asya ekonomik krizi Güney Kore merkezli olmasına rağmen,  Japonya’ya da büyük bir darbe vurdu. Bu krizin ardından bir daha eski konumuna gelemeyen Japonya’da,  uzun yıllardır başbakanlık yapan Şinzo Abe,  son döneminde Japonya’nın 70 yıllık barışçıl politikalarından vazgeçmeyi ve militarizmi tekrardan canlandırmayı vaat ederek seçimleri kazandı. Japonya’nın siyasal alanına milliyetçi, ırkçı ve militarist söylemlerin hâkim olması ciddiye alınması gereken bir durumdur.

İngiltere’yi Avrupa ülkeleri arasında 20. yüzyılda radikal hareketlerin en az taban bulduğu ülke olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Britanya pek çok dönem faşist uygulamalara yönelse bile bu ülkede doğrudan faşist hareketlerin gelişimi istisnadır. II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde faşist hareketin(Britanya Faşistler Birliği) İngiltere’de azımsanmayacak bir etkinliğe kavuşması da ayrıksı ve geçici bir durum olmuştur. Fakat 21. Yüzyılda faşist ve ırkçı söylem belki bir hareket olarak değil ama genel atmosfere şekil verecek bir konuma gelmiştir. İngiltere’nin AB’den ayrılma süreci (Brexit) salt bu nedenle açıklanamasa bile bu çerçeveden de ele alınabilir. Avrupa’daki tüm faşist hareketlerin AB karşıtı olması rastlantı değildir. Bu AB’de demokratik değerlerin baskın olduğu anlamına gelmez. Var olan sınırlı demokrasi duyarlılığının bile faşizme fazla geldiği anlamına gelir.

Donald Trump’ın beklenmedik bir şekilde ABD Başkanı seçilmesi üzerine oldukça fazla değerlendirme yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Bu olay gerçekten çok yönlü ele alınabilecek bir durumdur. Fakat Trump’ın gerek seçim kampanyası dönemindeki propagandasında gerekse seçildikten sonraki pratiklerinde faşizan bir damar olduğunu belirtmek gerekir. Ve bunda gelişen faşist eğilimin etkisi olduğu gibi Trump’ın seçilmesinin bu eğilimi güçlendirdiği de açıktır. ABD Başkanlık seçim sonucunu, dünyanın her yerindeki faşist hareketlerin sevinçle karşılaması tesadüf değildir.

Bu bağlamda AKP’nin 2015 yılında MHP ile faşist bir ittifak kurması,  bu genel panorama üzerinden de ele alınabilir. Kaldı ki bu faşist ittifakın Ortadoğu’daki tüm faşist ve gerici hareketlerin yönlendiricisi olduğu gerçeği de hatırda tutulmalıdır. Kuşkusuz tarihsel kökenleri, gelişim çizgisi daha derin analizler isteyen AKP-MHP ittifakına bu pencereden de bakılması anlamlandırma sürecinde etkili olacaktır.

 

Faşist Hareketlerin Dayanakları

Bu genel bakışın ardından faşist hareketlerin toplumdan hangi çarpıtmalarla ve nasıl destek alabildiklerini irdeleyebiliriz. Yukarıda da kısmen değindiğimiz üzere faşist form kapitalist moderniteye içkin bir durumdur ve sistemin sıkıştığı dönemlerde egemenlerin tahakküm aracı olarak devreye girmektedir. Bu nedenle hiçbir faşist hareket aslında kendi başına ortaya çıkmaz ya da ilerlemez. Tümü sistemin ulus devlet mekanizmalarına dayanarak yaşam bulur. Bu açıdan bu olgu öncelikle kapitalist sistemin krizinin bir ürünüdür. 20.yüzyıldaki faşist rejimler için de günümüzdeki faşist hareketler için de bu tarihsel konjonktür geçerlidir. Bu açıdan bu yapısal durum dünyanın her yerinde faşist örgütlenmelerin boy vermesine yol açmaktadır. Varlık kazanmak için muhtaç olduğu zemin de bu yapısal krizin kendisidir. Bu zeminler genel krizden bağımsız ele alınamaz. Yine tüm faşist hareketlerin retoriklerinin farklı olması, ortak zeminleri olduğu gerçeğini gölgelemez.

Faşist hareketlerin ortak niteliklerinden biri büyük tekelci güçlerin açık veya örtük desteği ile birlikte,  esas olarak orta sınıf olarak ele alınan toplumsal kesime dayanmalarıdır. Bu nedenle bu sınıfın faşizme meyilli yapısının analizi önemlidir. Kapitalist sistem içerisinde sistemin esas belirleyeni olmayan ama bu sisteme esas can katan kesimin bu sınıf olduğunu belirlemek yanlış olmayacaktır. “Küçük Burjuvazi” tanımlamasıyla Marksist literatürde oldukça çözümlenen bu sınıf,  her zaman hiyerarşik tabakanın daha üst basamaklarına çıkmak isterken aynı zamanda daha alt konuma düşme korkusu yaşar. Kriz dönemlerinde radikalleşme potansiyeli bu ruh halinden kaynaklanır. Faşizmin genel olarak beslendiği, hitap ettiği psikolojik alt yapı da budur.  Faşizm bu yapıyı kritik anlarda kitle etkinliğine seferber edebildiği gibi orta sınıfın kaygılarına yaptığı vurguyla örtük desteğini de alabilir. Günümüzde de faşist hareketler en çok bu sınıfa hitap ederler. Çünkü belirsizliğin en çok etkilediği kesim orta sınıftır. Dünya’daki tüm örneklere baktığımızda bu durumu kolaylıkla tespit edilebiliriz. Avrupa’dan Güney Amerika’ya, Uzak Asya’dan Ortadoğu’ya;  faşist partilerin özellikle orta sınıfa yeni dâhil olan kesimleri kendi siyasal gündemlerine kanalize ettikleri açıktır.

Öte yandan faşizmin temel motivasyon kaynağı;  yaydığı sahte korkuları kendine dayanak yapması ve topluma korku yaymasıdır. Güç kavramını ideolojilerinin kutsal nesnesi haline getirmeleri bundandır. Kapitalizmin kaos aralığının toplumun tümünde “güvensizlik” ve “siniklik” yarattığı açıktır.  Toplumu faşist psikolojiye hazır hale getiren hayali düşman ve tehditlerin yaratılması,  kapitalist sistemin tüm unsurları tarafından gerçekleştirilmektedir. Gelişen teknolojik aletler ve iletişim aygıtları da bu korkuyu yaymada yoğunca kullanılmaktadır. Faşizm sürekli bir savaş tehdidi ve kıyamet senaryoları ile insanlarda geleceğe dair umutları tüketmek istemektedir. G. Orwell “1984” adlı eserinde faşizmin toplumu biçimlendirmede güvensizliği nasıl kullandığını derinlikli bir şekilde tasvir etmiştir. Günümüzde bu politikaların yoğunca kullanıldığı ve faşist hareketlerin temel dayanaklarından birinin bu olduğu tartışma götürmez.

Aynı zamanda faşizm,  kapitalist sistemin krizli halini kendini “düzen karşıtı” olarak göstererek istismar etmektedir. Mussolini ve Hitler’in kendilerini antikapitalist olarak tanıtmasına benzer biçimde, günümüzdeki faşist hareketler de mevcut düzene karşı olduklarını ifade ederler. Bu sistem karşıtı söylemleri,  kapitalist moderniteden hoşnutsuz olan tüm kesimlere hitap edebilmelerini sağlamaktadır. “Değişim” ve “Alternatif” kelimeleri bu ideolojide sıklıkla rastlanılan kavramlar olmaktadır. Oysa sistemi yeniden daha baskıcı, eşitsizlikleri daha derinleştirici biçimde örgütlemek istedikleri barizdir. Bu ideolojik çarpıtmalar, E. Hemingway’ın “Faşizm Bir Yalandır” tanımlamasını bir kez daha doğrulamaktadır.

Faşizm aynı zamanda devletçi uygarlığın yarattığı insanlar arası düşmanlık duygularını pekiştirmekte ve kendini bu histeriler üzerinden tanımlamaktadır. Zaten faşist zihin dünyası karşıtlık, düşmanlık üzerinden şekillenir. Demokrasi düşmanlığı, kadın düşmanlığı ve kendini en rahat ifade ettiği yabancı düşmanlığı faşizmin temel sütunlarıdır, bunu topluma empoze ettikçe güçlenir. Günümüzde tüm coğrafyalarda faşist hareketler kendilerini bu temel insanlık dışı değerler üzerinden ifade ederler. Sahte bir ‘biz’ ve ‘öteki’ tanımının içeriği değişse bile,  farklı olanı yok etme isteği olan öz değişmez. Avrupa’daki yabancı düşmanlığını mantıklı temellere oturtma çabasının tutarlı bir yanı yoktur. Bu tutarsızlık, araştırmaların birkaç kuşak önce Avrupa’ya yerleşen kesimlerden de yabancı düşmanlığına desteğin olduğu örneğinde rahatlıkla görülebilir. Toplumlar ve sınıflar arası düşmanlık egemenler tarafından yaratılır, bu düşmanlığın toplumsal hakikatle ilişkisi yoktur. İşsiz kalmasını kaçak göçmenlere bağlayan kişi bu doğruya inandırılmıştır. Bunun gerçeğe ne kadar denk düştüğü onu bu noktadan sonra ilgilendirmemektedir. Kapitalist sistemin sömürüyü derinleştirmek için işsizliği sürekli yaratması açıkken bunun farklı etmenlerle gerekçelendirilmesi, sistemin bekasını garanti altına almak için ideolojik kurgular yaratmaktır. Aynı durum yarı çevre ülkelerde gelişen yabancı düşmanlığında da görülür. Emperyalist işleyişin çarpıtılması bu düşmanlık duygusunu geliştirmek için kullanılmaktadır. Kadın düşmanlığı ise aslında kadın şahsında toplum karşıtlığının ataerkil zihniyetin yeniden üretilmesiyle pratikleşir. Kadın kimliğinin özü boşaltılırken,  yapılmak istenen toplumsal değerlerin aşılmasıdır. Demokrasinin her çeşidine karşı düşmanlık, toplumu sürü haline getirme isteği ile somutlaşır.

 

Sonuç Yerine     

Aslında başlı başına bir konu olan antifaşist mücadele ve toplumsal demokratik güçlerin durumunun, yazımız açısından sonuçta vurgulanması zorunludur. Çünkü bir tarafta ulus devletin en geri zihniyetinin saldırısı varsa diğer tarafta ahlaki ve politik toplum gerçekliğine dayanan evrensel bir mücadele bloku vardır. Kapitalizmin krizi faşizme kaynaklık ettiği kadar, demokratik sosyalist hareketlere de ciddi bir devrim olanağı sunmaktadır. Ve ele aldığımız dönemde dünyanın her yerinde demokratik güçlerin mücadele ve kazanımları söz konusudur. Mesele doğru mücadele hattı kurabilmek ve bu mücadeleyi doğru örgütlenmeler yaratarak pratikleştirmektir. Bu açıdan faşizmin iç yüzünü yetkince kavramak ve mücadele araçlarını ona göre belirlemek oldukça önemlidir. Kapitalist sistemin saldırıları arttıkça, toplumsal muhalefet daha da radikalleşecek ve ciddi kazanımlar da elde edecektir. Bunun işaretleri küresel düzeyde mevcuttur.

Kapitalizmin yarattığı sahte sinik atmosfer ve faşizmin adımlar atması gerçekliği değiştirmez. Tersine bu durum kapitalizmin kendini ne kadar tehdit altında hissettiğini gösterir. Faşizm her zaman toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde ortaya çıkmış ve aslında onu kırmak için gündeme gelmiştir. Bu açıdan umutsuz olmaya gerek yoktur. Umut,  her gün Rojava başta olmak üzere Kürdistan devrimcilerinden Fransız sarı yeleklilere, Güney Kore öğrenci hareketinden, Latin Amerika işçi hareketine kadar dünyanın her yerinde küresel saldırıya karşı evrensel insanlık bilinciyle mücadeleye kalkan insanlar sayesinde sürekli canlanmaktadır. Daha eşit ve daha demokratik, özgür bir dünya,  bu mücadele üzerinden yeşerecektir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.